‘Layıkıyla ağırla’ şartı koymuşlar (Nurcan Gökdemir)
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulbakir Uraloğlu’nun, Beştepe’deki Saray’dan Okluk Koyu’na, şehir hastanelerinden otoyollara kadar kamunun dev ihalelerinin, çoğu da pazarlık yöntemiyle verildiği Rönesans Holding’in uçağı ile Leipzig’e gitmesi çok uzun yıllardır süregiden bir uygulamayı gözler önüne serdi.
Çok uzun yıllardır sürüyor üstelik de Sayıştay’ın tüm delilleriyle ortaya koymasına, uyarmasına karşın sürüyor.
SAYIŞTAY DA ARTIK GÖRMÜYOR
Sayıştay’ın 2019 ve 2020 yıllarında Meclis’e sunduğu denetim raporlarında tüm ayrıntılarıyla bu uygulamanın yer aldığını son yıllarda ise tek bir cümle bile edilmediğini de belirterek tespitleri aktaralım.
Sayıştay denetçilerinin proje proje anlattığı bu uygulamanın istisnai ve sınırlı bir alışkanlık olmadığını, kamu idarelerinin pervasızca sözleşmelere konulan hükümlerden yararlanarak şirketlerden lüks araçlar aldıklarını, yüzlerce çalışanın sözde şirket kesesinden yurtiçi ve yurtdışı gezilere gönderildiğini, aralarında cep telefonlarının da bulunduğu yüzlerce elektronik malzemenin temin edildiğini ve bunların kayıtlarının da olmadığını raporlarda görüyoruz. Bunların devletin değil şirketlerin katlandığı bir maliyet olduğunu yine Sayıştay denetçilerinin ihale bedellerine bu tutarların eklendiğini, hakedişler yoluyla kamuya ait bütçeden şirketlere aktarıldığını tespit ettiklerini de vurgulayalım.
Ancak bu tespitler arasında “Yüzsüzlüğün bu kadarı” dedirtecek bir sözleşme hükmü var. Bakanlık, şirketlerle yaptığı sözleşmeye seyahatlere gönderilecek personelin “layıkıyla ağırlanması” şartını da yazmış.
İSTİSNA DEĞİL, GENEL UYGULAMA
Yayımlandığı yıllarda da BirGün’ün haberleştirdiği bu tespitler, Uraloğlu’nun Rönesans’ın uçağı ile seyahate gitmesi ile bir kez daha kamuoyunun gündemine geldi. Bunun ortaya çıkmasının ardından kamuoyu “İlk kez mi oluyor, bunu yapan başka bakanlıklar da var mı, önceki bakanların döneminde de yaşanıyor muydu?” sorularını sormaya başladı.
Bu soruların büyük bölümüne yanıtlar Sayıştay denetçilerinin tespitleri arasında yer alıyor. Bundan sonrasını Sayıştay’ın 2019 ve 2020 yılları denetim raporlarındaki tespitlerle anlatalım:
‘HEDİYE’LERİN KAYDI YOK
‘‘Çok sayıda otomobil, ofis araç ve gereçleri temin edildi. Otomobil, araç ve gereçlerin büyük bir bölümü, lüks araçların tamamı Bakanlık merkez teşkilatınca kullanılıyor. Dolayısıyla, temin edilen araç ve gereçler sözleşmesi yapılan işin ifasından ziyade merkez teşkilatın genel ve sürekli ihtiyaçlarının teminine yöneliktir. Ayrıca, ofis araç ve gereçlerinin idareye tahsisine rağmen, taşınır kayıtlarının yapılmaması ise ayrı bir sorun oluşturmaktadır. Taşınır kayıtları ve taşınır teslim belgesi olmadan yapılan kullanımlar Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in “Hediye Alma ve Menfaat Sağlama Yasağı” başlıklı maddesi kapsamında değerlendirilebilecektir.’’
‘MÜTEAHHİTE ALDIRDI’
“Otomobil teminleri, araçların mahiyeti itibarıyla da mevzuata uygun değildir. Mevzuat, sınırlı sayıdaki makam ve hizmetler dışında yabancı menşeli araç edinilemeyeceğini, hizmet alımı yoluyla kiralanamayacağını veya başka bir yöntemle taşıt alınamayacağını ve araçların yüzde 50 yerli olacağını açıkça ifade etmektedir. İdare genel bütçe ödenekleri ile temin edemeyeceği araçları yapım ve danışmanlık işleri sözleşmelerinin diğer hususlar bölümünü kullanarak temin etmektedir.”
ETİK KURALLARA AYKIRI
“Etik Sözleşmesi ve Etik Davranış İlkeleri ile ilgili mevzuata aykırıdır. Görev yapılan kurumla iş, hizmet veya çıkar ilişkisi içinde bulunanlardan alınan karşılama, veda ve kutlama hediyeleri, burs, seyahat, ücretsiz konaklama ve hediye çeklerinin hediye alma yasağı kapsamındadır.”
ARAÇLAR, BİLGİSAYARLAR
Bir yılda 25’i lüks sınıfında 96 binek araç, 8 minibüs, 207 bilgisayar, 115 dizüstü bilgisayar, 165 tablet bilgisayar, 255 hatlı cep telefonu, 60 hatlı dijital telefon, 34 LCD televizyon, 23 projeksiyon, 129 yazıcı/fotokopi cihazı, 8 cilt makinası, 12 evrak imha makinası, 6 UPS, 14 dijital fotoğraf makinası alındı.
YURTİÇİ/YURTDIŞI GEZİLERİ
Şu ihaleler kapsamında yurtiçi ve yurtdışı gezileri içeren sözleşmeler imzalandı:
Halkalı Metro Yapım/Gayrettepe Metro Yapım İhalesi (Pazarlık): 250 Adam/Gün yurt dışında, sınırsız yurt içinde olmak üzere teknik inceleme gezisi.
Gayrettepe/Halkalı Metro İşleri Danışmanlık İhalesi (Pazarlık): Yurtdışı 600 Adam/ Gün yurtdışında, sınırsız olması üzere inceleme gezisi
Kızılay-AKM Metro Yapım İhalesi (Pazarlık): 50 Adam/ Gün yurt dışında teknik inceleme gezisi.
Bu gezilere katılan personelin tüm yemek, konaklama ve ulaşım masrafları şirketler tarafından karşılandı.
‘LAYIKIYLA’ AĞIRLA
Bandırma-Bursa ve Mersin-Adana yüksek hızlı tren projeleri ile Bursa Şehir Hastanesi yapımı ihalesinde gezi şartının “ağırlamanın layıkıyla yapılması” şartıyla birlikte yazılması ise “Pes” dedirtti.
BEDELİ BÜTÇEDEN
Sayıştay denetçileri bu kıyakların şirket kasasından sağlandığı iddialarına da şu yanıtı verdi:
“Bu unsurların sözleşmelerin ‘Diğer Hususlar’ bölümünde yer alması, talep edilen araç, gereç, personel, seyahatler ve konaklamalar için birim fiyat teklif cetvelinde bir teklif alınmaması ve dolayısıyla bu unsurlar için ihale aşamasında bir fiyatın/bedelin oluşmaması, yüklenicinin bu işleri bedelsiz sağlayacağı gibi bir yanılgıya neden olabilmektedir. Oysa tüm unsurlar incelendiğinde talep edilen hususların ciddi bir maliyet içerdiği ve yüklenicilerin teklifi sırasında tüm bu maliyet unsurlarını içerecek şekilde teklifini sunduğu bilinmelidir. Dolayısıyla, sözleşmelerde talep edilen tüm bu unsurlar için yapılan ödemelerin ilgili işin hak edişleri vasıtasıyla genel bütçe ödeneklerinden karşılandığı açıktır.”
Kamuya ait ve üstelik de sınırlı kaynakların AKP iktidarlarının bürokratları tarafından nasıl yağmalandığının, lüks ve şatafat için kullanıldığının en büyük delili bu raporların satırlarında. Raporlar verimsiz, pahalı olduğu ortaya çıkan bu ihalelerin nasıl bir suç ortaklığının ürünü olduğunu, lüks araçlar, cep telefonları, geziler karşılığında nasıl bir yağma düzeninin kurulduğunu da gösteriyor.
/././
Filistin’de yabancı gazeteci yok (Özgür Gürbüz)
1991 ile 2001 yılları arasında süren Yugoslavya iç savaşında 150’den fazla gazeteci öldürüldü. Filistin Hükümeti Medya Ofisi’nin verilerine göre yedi aydır süren İsrail’in Filistin’e saldırılarında ölen gazetecilerin sayısı 147. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin verilerine göreyse bu rakam 107. 107 gazetecinin üçü Lübnan, ikisi İsrail ve 102’si Filistin vatandaşı. Ben sizi biraz geçmişe götürürken siz bu bilgiyi aklınızda tutun çünkü önemli.
1990’lara, Yugoslavya iç savaşına dönelim. Savaşı takip eden gazeteci Aida Çerkez, olan biteni dünyaya duyurmaya çalışırken, ikinci yılın sonunda işi bırakmak istediğini söylüyor. Çünkü sağır insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyor. Sağır insanlar biziz, Avrupa, Asya. Medeniyet ve normal günlerde demokrasi nutukları atanlar.
Aida Çerkez’i işinde tutan bir anısı, Nazi dönemini anlatan yaşlı bir Almanın sözleri oluyor. Nazilerin işledikleri suçlara karşı neden bir şey yapmadığı sorulan yaşlı insan, “bilmiyorduk” yanıtını veriyor. Aida, Bosna’da savaşın ortasında gazetecilik yapmaya devam etmesini şu sözlerle anlatıyor: “Belki savaşı durduramayacaktım ama kimse bilmiyordum diyemeyecekti.”
Çerkez’i birkaç gün önce Saraybosna’da dinleme şansım oldu. Çevre gazeteciliğinin ve iklim krizi konusunda haber yapmanın zorluklarını konuşmak üzere Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Saraybosna’daki kongresine davet edilmiştim. Kongreye kaçınılmaz olarak savaş damgasını vurdu. Bosnalı ve yabancı gazeteciler tanıklık ettikleri Yugoslavya iç savaşını anlattı. Oradan Gazze’ye uzandık. İki korkunç olayda da gazetecilerin yaşadıkları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar çok çarpıcı. Aynı şekilde insanların izledikleri katliam karşısında tepkisiz kalması veya çok geç tepki vermesi de trajik. 30 yıl sonra aynı yerdeyiz. Benden değil Gazze’den hayatları pahasına haber yapan gazetecilerden dinleyin bu farkı.
Karısını, iki oğlunu, altı yaşındaki kızını, torununu İsrail’in saldırılarında kaybeden El Cezire Gazze Büro Şefi Vael Hamdan İbrahim (Wael Al Dahdouh) video konferansla kongreye katıldı. Vael’e bu koşullarda nasıl gazetecilik yapmaya devam ettiği soruldu. Vael’in yanıtı, “Acımı nasıl anlatabilirim. İşgalcilerin neden ailelerimizi hedef aldığını sorup duruyoruz. Biz profesyoneliz, gerçek dışında bir şeyi aktarmıyoruz. Bu savaş bize çok kayba neden olacak ama işimizi yapmaya devam edeceğiz. 150’den fazla gazeteci öldürüldü ve ne yazık ki hâlâ devam ediyor. Gazze’de güvenli bir yer yok. Hastane, cami hiçbir yer güvenli değil. Uluslararası yasalarla korunuyoruz ama Gazze’de bir koruma yok. Bunlar bir insanın dayanabileceği bir şey değil ama Allah bize bu gücü verdi” oldu. Vael’in gazetecilik yapan oğlu da haberden dönerken öldürülmüş.
Bosna’da da gazeteciler öldürüldü. İngiltere’nin ‘The Times’ gazetesi için iç savaşı haberleştiren Janine di Giovanni, bir röportajında savaşlarda gazetecilerin yaşadıklarını çok iyi anlatıyor: “Sivillere, insanlığa çok az saygı vardı. Saraybosna’daki gazeteciler, yani biz, şehrin bir parçasıydık. Bu yüzden biz de hedef alındık. Gazeteci olduğumuz için değil, orada olduğumuz için.”
Doğru ama iki savaş ya da saldırı arasında, özellikle de Batılı medya kuruluşları açısından önemli bir fark var. Gazze’den El Cezire için yaptığı haberlerle tanıdığımız Youmna Elsayed bu farkı şöyle dile getiriyor: “Sekiz aydır hiçbir uluslararası gazetecinin Gazze’ye girip haber yapmasına izin verilmedi. Bu konuda bir şey yapılmaması uluslararası gazeteciliği etkileyecek, geri tepecek. Çadırlardan çalışmak zorundaydık, ofisler bombalandı. Bir tane gazetecilik örgütü canlı bir yayında yabancı gazetecilerin Gazze’ye girmesine izin verilmediğinden bahsetmedi. Batılı gazeteciler ilk günden Gazze’ye girse ve haber yapsa bu soykırımın bitmesi sizce ne kadar hızlanırdı? Ne kadar hayat kurtarılabilirdi. Bir düşünün.”
İsrail yabancı gazetecilerin girişine izin vermeyebilirdi ama sınıra gidip, oradan bu durumun ilan edilmesi bile çok şeyi değiştirebilirdi. Batı, Gazze ve bugün Refah’ta yaşananları Filistinli veya Arap gazetecilerden değil, Batılı gazetecilerden dinlese Batı’nın reaksiyonu değişir miydi? Belki, kocaman bir belki ancak Bosna’daki gazeteci meslektaşlarım bunun faydalı olduğunu, seslerinin duyurulmasına yardımcı olduğunu söylüyor. Filistinli gazeteciler de bu yönde çağrı yapıyor. O halde bu çağrıya destek olmamız gerekir. BBC, CNN, NBC ve diğerleri. Filistin’de değilsiniz, neredesiniz?
/././
Ensar hükümetini hiç duydunuz mu? (Yaşar Aydın)
Dün gazetemizde 12 Eylül darbesinin ardından başlayan direniş mücadelesi sırasında 27 Mayıs 1981 tarihinde işkencede öldürülen Artvinli bir devrimci olan Ensar Karahan’ın anma ilanı vardı. İlanda döneme ilişkin birçok ayrıntı anlatıldı. Ama bir yerinde geçen “Ensar Hükümeti” en ilginç olandı. Sahi Artvin’in Şavşat ilçesinde kurulan Ensar Hükümeti neydi? Merak edip dönemin tanıklarına sorduk. Aldığımız yanıt bugünlerin moda sorusu olan “muhalefet ne yapmalı”ya verilen yanıt gibiydi: “Şavşat’ta yaşayan devrimciler olarak her sorunla ilgilendik. Arazi anlaşmazlıklarından, orman köylüsünün dertlerine, öğrenim özgürlüğüne kadar. Sadece sorun tespit etmedik iktidar erkine çözüm önerileri sunduk. Olmayınca da önerdiğimiz çözümü kendimiz hayata geçirdik. Sonuçta halk ne derdi varsa bize geldi. Yani çareyi Demirel’in hükümetinde değil Ensar’ın hükümetinde aradı ve buldu.”
Düşünün elinizde tüm meselelere vakıf bir kabineniz yok, ortalıkta dolaşan dokunulmazlığı olan milletvekili de değilsiniz hatta parti bile değilsiniz. Ama tüm bir halka güven verecek bir süreç işletip çözümler üretebiliyorsunuz. Bu nedenle de yöre halkı devletin hükümeti ile kıyaslayıp size yeni bir isim buluyor.
MUHALEFET YAPAMAZ MI?
Bundan tam 45 yıl önce çok daha zor koşullarda yaşananları anımsatıp bugüne gelelim.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte ülke yönetiminde tüm yetki tek adama devredildi. Atamalardan, bütçeye her şey ona bağlı artık. O yüzden ne sorun varsa ne talep varsa tek muhatabı da Saray haline geldi. Meclis ise Saray’da pişirilen konuların onaylanacağı mekâna dönüştürüldü. Kısacası Erdoğan ve Bahçeli ikna edilmeden memlekette hiçbir meselenin çözülmesi mümkün olamaz hale geldi. Muhalefetin işlevi Meclis’in sınırlarına kadar çekildi. O da herkesin her dakika yaşadığı ve milyonlarca insanın hayatını cehenneme çeviren sorunların bir kez daha Salı grup toplantılarında ifade edilmesi çerçevesini aşamaz hale gelmişti.
Cumhur İttifakı’nın kurduğu rejime karşı mücadele edenler 31 Mart seçiminde önemli bir mesaj verdi ve yeni bir muhalefet çizgisinin önünü açtı. En azından başka bir yol yürümenin mümkün olabileceğine dair moral motivasyonu artırdı.
Ekonomik kriz, doğanın ve insanın sömürüsü, tarikat ve cemaatlerin merkezinde olduğu gerici kalkışma, demokratik alanın iyice daraltılması gibi onlarca sorun alanı ve mücadele başlığı var. Her biri için sayfalarca tespit, çözüm önerisi muhalefetin elinde mevcut. Muhalefet partileri bu başlıkları her fırsatta ifade ediyor, sonrasında da iktidardan talepler listesine ekliyor. Sonrasında ise tüm bu başlıkların önemli çoğunluğu iktidara gelinecek güne havale edilip rafa kalkıyor.
Çok açık ki bu tutum muhalefeti sorunların çözümü konusunda devre dışı bırakıyor. Ayrıca halkın büyük çoğunluğu muhalefet partilerinin sorunlarının dile getirilmesinden memnun olsa bile çözüm için yüzünü Saray’a dönmüş olduğu durumu değiştirmiyor.
Emeklilerin, üreticilerin, kadınların, öğretmenlerin, ekoloji mücadelesi verenlerin sesi bugünlerde dünden çok daha gür çıkıyor. Mitingler, basın açıklamaları daha yaygın ve kitlesel. Seslerini Saray’a duyurma çabasından geri adım atmıyorlar. Cumhur İttifakı ise ısrarla tutumunda bir değişiklik yapmıyor ve talep edenlerin yorulmasını bekler haldeler.
İşte tam da burada bir kez daha 45 yıl öncesine dönmekte fayda var.
ESKİ DÜNYA ARKAMIZDA
Dünya ve Türkiye değişti ve çok katmanlı sorunlarla boğuşuyor. Kuşkusuz bu konulara dair yeni sözler söylenmeli yeni çözümler bulunmalı. Ama ne yapılmalı ve nasıl yapılmalı sorusuna, geçmişe bakarak doğru yanıtlar üretmek mümkün.
İtiraz etmek, eleştirmek muhalefet hareketlerinin en önemli görevlerinden biri. Halk bunu yaklaşık 15 yıldır her fırsatta hatta partilerden çok daha kararlı bir şekilde yapıyor. Cumhur İttifakı’nın yaşadığı gerilemede bu tutumun önemi çok büyük. Bu gerilemenin kalıcı hale gelmesi hatta bu fikrin bir daha yeşermemesi için bunlar yeterli olmayacaktır. Bugünden başlayarak sorunları çözecek mekanizmaların toplumun içinde oluşturulması, kalıcı kılınması gerekir. Vaat edilen hedef olarak gösterilen gelecek güzel günlerin nüvelerinin bugünden görülmesine hissedilmesine ihtiyaç var.
Bu bağlamda Ensar Hükümeti boş öylesine söylenmiş bir söz değil. Halkın teveccühünü ve insanlara duyduğu güveni gösteriyor. Halkın imbiğinden süzülerek gelen bir söz.
Ve bugün bile yol gösteriyor.
Bize bugün bile ‘yeninin’ kapılarını açan eski dünyaya selamla.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder