30 Mayıs 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI (30 Mayıs 2024)

 

Aydınlanma seferberliği (Ali Rıza Aydın)

Aydınlanma seferberliği sömürüyü sürdürme, yoksulluğu kabullendirme uğruna dinsellikle, gericilikle işbirliği yapanlara karşı sömürüsüz toplum için sınıfsal savaşımın olmazsa olmazı. 

Son haberlerden biri, soL’da Emre Alım’ın “CHP’li belediyeden ‘normalleşme’ turu: Menzil, İsmailağa, İlim Yayma Cemiyeti” manşetiyle çıktı. AKP'den CHP'ye geçen Gaziosmanpaşa Belediyesinin cemaatler ve tarikatlarla kurulan ilişkiyi bozmadığı, Belediye Başkanının cemaatlerin ayağına gidip, "hoş sohbet" ettiği anlatıldı haberde. 

“Laikliğe Karşı İşlenen Suçlar” dosya serisi her hafta yayımlanmaya devam ediyor. Yaşamın her alanına piyasacı ve gerici hamlelerle el atanlar suç işlemeye devam ediyor, hem de “normalleşme” seviciliği ve teslimiyetiyle.

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” kapsamında gerici müfredat da 2024-2025 dönemi için yola çıktı.

Ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, yönetsel, kurumsal, kuralsal, sağlık, eğitim ve öğretim… Toplumsal yaşamın her alanında her anında çok yönlü, organize bir saldırıyla, ele geçirmeyle karşı karşıyayız.

1982 Anayasası “Başlangıç”ına ve onyedi maddesine dayanarak sözüyle ve özüyle laiklik ilkesini vurgularken, bu söz ve özde, özellikle de “Başlangıç”da “laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” hüküm altına alınmışken AKP, ortaklarını yanına alarak ve “normalleşmecilik”le öğünen muhalefeti AKP’lileştirerek piyasanın yanına dinselliği eklemeye, yaygınlaştırmaya devam ediyor. 

(i) Anayasa ve hukuk tanımıyorlar, ilke ve yasak tanımıyorlar. 

(ii) Din özgürlüğünü saptırarak, bir dinin bir mezhebiyle çerçeveleyerek, inanmama özgürlüğünü devre dışı bırakarak laikliğin ve diğer hak ve özgürlüklerin üstüne oturtuyorlar.

(iii) “Din kültürü ve ahlak öğretimi”nin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer almasını öngören 12 Eylül darbesinin tuzağını, bir dinin bir mezhebinin eğitim ve öğretimini zorunlu dersler arasına yerleştirerek yaygınlaştırıyorlar. 

(iv) Bir dinin eğitim ve öğretimi ancak, “kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlı” olması anayasal hükümken, bu “istek” hükmüne uymayıp din eğitim ve öğretimini tüm öğrencilere uyguluyorlar; din eğitim ve öğretimini istemeyen başvuruları “Hıristiyan veya Musevi isen kabul ederiz” diyerek geri çevirebiliyorlar; bu konuda kazanılan yargı kararlarına uymuyorlar. 

(v) Zorunlu din dersi sorunu derinleşirken, bununla yetinmeyip tüm müfredatı akıl ve bilimin dışına çıkararak aydınlanmayı yok sayıyor, halkın karanlığın içinde kolayca sömürülmesi yollarını dayatıyorlar. 

(vi) Laik, ilerlemeci, aydınlanmacı cumhuriyeti yok etme yolunda her yolu geçerli sayarken çağdaş bilim ve eğitimi sermaye sınıfına bağımlı kılmakta, eğitim ve öğretimi piyasaya ve gericiliğe, sermaye sınıfına, tarikat ve cemaatlerle onların dernek ve vakıflarına teslim etmekte her yolu kullanıyorlar.

(vii) “Bireyselleşin”, “örgütlenme istiyorsanız, eğitim-öğretim istiyorsanız, dinsellik ve milliyetçilikle biz yaparız”, “ahlak da bizim işimiz” diyorlar.         

“Aydınlanma seferberliği” 21. yüzyılda şaşırılacak, yadırganacak bir başlık olmalı. İnsanlık ve uygarlık tarihini, bilim ve aydınlanma tarihini, “Evrim Teorisi”ni, “Medeniyetler Müzesi”nde görüp anladıklarımızı, tarihselci yöntemi düşünüp günümüze taşırsak şaşırtıcı, yadırgatıcı olması hafif kalır.  

AKP ve ortak siyaseti, bu siyasete sessiz kalanlar ve gözlerini yumanlar Türkiye’yi öyle bir gericiliğin içine ittiler ki “aydınlanma seferberliği” başlatılma gereği doğdu. 

“Laikliğe Karşı İşlenen Suçlar”ı okuyunca, dinselliğin siyasetle, devletle, hukukla, eğitimle ilişkilerini görünce aydınlanma seferberliğinin ne kadar yerinde olduğu anlaşılıyor. “Laiklik kalmamış ki karşıtı suçlar olsun” basitliğiyle konuyu hafife alanlar da cabası.  

Öyle kanıksattılar ki gericiliği, kendisini laik, aydın olarak tanımlayan birçok kişi Anayasanın ve laiklik ilkesinin gereğini yerine getirme konusunda adım atmadı. “Mahalle baskısı, veli baskısı, arkadaş baskısı ve ilişkileri” diye diye kayıtsız kalanlar genç beyinlerin, çocukların nasıl bir karanlık içine itildiğini de görmezden geldi. “Arkadaşları İslam dinini öğreniyor, peygamberin hayatını öğreniyor, bizimki eksik kalmasın, soyutlanmasın” diye diye gericilik kanıksatıldı.  

Kendileri laik ama çocuklarına din dersi aldırmama adımını atamayanlar bugün müfredat karanlığıyla karşı karşıya.  

Anaokulları, Kuran kursları, tarikat ve cemaat okulları, imam hatipler, ilahiyat fakülteleri, diyanet akademisi, Diyanet İşleri Başkanlığı, devlette ve siyasette dinselliğe suskunluk, bilim karşıtlığı, ekonomik güç ve sömürü sarmalında kar topu gibi büyüdü dinsellik. Bilim ve aydınlanma dışı müfredat hepsinin yansımasıdır. 

Yeni anayasa tartışmalarında dinselliğin yerini görmek için anayasal gelişme ve gerileme tezleriyle birlikte, Türkiye’de laik Cumhuriyeti yok etme girişimlerini görmek gerekir. 

Türkiye Halk Temsilciler Meclisi’nin “Aydınlanma Seferberliği” bu kapsamda anlamlı (https://halkmeclisi.org/cocuklarimiz-icin-bilimsel-egitim-istiyoruz/).

Sömürücü, baskıcı, gerici kurumlaşma ve kurallaşmayı engelleyemeyenler, normalleşme adına yeni anayasa için sıraya girenler, kapitalist ve emperyalist düzeni yaşatma uğruna emekçi halkı uzlaşmacı yapmaya çabalıyorlar. 

Aydınlanma seferberliği sömürüyü sürdürme, yoksulluğu kabullendirme uğruna dinsellikle, gericilikle işbirliği yapanlara karşı sömürüsüz toplum için sınıfsal savaşımın olmazsa olmazı. 

                                                                      /././

İsias davası emsal olur mu? Kıbrıslı ailelerden sonra rehber aileleri de harekete geçiyor (Burcu Günüşen)

Depremde yıkılan İsias Oteli davasında 4 kamu görevlisine soruşturma izni çıktı. Otelde yaşamını yitiren turist rehberlerinin aileleri de Kıbrıslı aileler gibi bir araya geliyor.

Adıyaman’da 6 Şubat depremlerinde tamamen yıkılan İsias Oteli’ne ilişkin 4 kamu görevlisi hakkında soruşturma izni çıkması otelde yaşamını yitirenlerin aileleri tarafından “ümit verici bir gelişme” diye yorumlandı. Aileler davanın sonuna dek takipçisi olacaklarını ve bu davanın bir emsal olması için mücadele edeceklerini söylüyorlar. 

Davanın 12 Haziran’da görülecek üçüncü duruşması öncesinde hem otelde yaşamını yitiren Kıbrıslı sporcuların hem de turist rehberlerinin aileleri yeni gelişmeyi soL’a yorumladı.

İsias Oteli’nde yaşamını yitiren 72 kişiden 35’i Kuzey Kıbrıs’tan gelen ortaokul voleybol kafilesi üyelerinden oluşuyordu. Kuzey Kıbrıslı aileler olayın en başından beri delilleri toplamak da dahil olmak üzere örgütlü davrandı, birlikte hareket etti. Depremde yaşamını yitirenlerin ailelerince Şampiyon Melekleri Yaşatma Derneği kuruldu. Kuzey Kıbrıs parlamentosu Türkiye’deki hukuki süreci izlemek için bir komite kurdu. Adıyaman’da şimdiye dek yapılan yapılan ilk iki duruşma Kuzey Kıbrıs hükümetince de izlendi.

                                 İsias Oteli depremin ardından tamamen yıkılmıştı.

İsias Oteli davası Türkiye kamuoyunda da Kıbrıslı sporcu çocukların davası olarak biliniyor. Öte yandan aynı otelde Türkiye Rehberler Birliği’nin (TUREB) düzenlediği uygulamalı eğitim gezisi kapsamında konaklayan ekipten 33 kişi de yaşamını yitirmişti. Rehber aileleri de şimdi Kıbrıslı aileler gibi bir araya gelerek birlikte hareket etmek için bir platform kurdular. 

Kamu görevlilerine soruşturma

Adıyaman Valiliği İl İdare Kurulu’nun 1993 yılında otelin ilk ruhsatında imzası bulunan dönemin imar müdürü Y.G. ile 2001 yılındaki ikinci yapı ruhsatında imzası olan dönemin ruhsat büro şefi B.B., dönemin imar müdürü M.S.A. ve dönemin belediye başkan yardımcısı O.B. için gerekli soruşturma iznini vermesi hakkındaki gelişmeyi ailelere sorduk.

Karakaya: Verdiğimiz söze bir adım daha yaklaştık

Kızı Selin’i yıkılan İsias Oteli’nde yitiren Ruşen Karakaya Şampiyon Melekleri Yaşatma Derneği Başkanı’nın da başkanı. Karakaya 16 aydır verdikleri mücadelede yeni bir aşamanın başladığını belirtti. 

Kuzey Kıbrıs'ta kurulan Şampiyon Melekleri Yaşatma Derneği Başkanı Ruşen Karakaya: Tüm katillerin en ağır cezayı alması için ne gerekiyorsa yapacağız.

Başından beri kamu görevlilerinin de yargılanması gerektiğini söylediklerini dile getiren Karakaya “Bu gelişme bizim için çok  ümit vericidir. Biz 16 aydır meleklerimize söz verdik. O sözü tutacağız ve tüm sorumluların, tüm katillerin en ağır cezayı alması için ne gerekiyorsa yapacağız dedik. Verdiğimiz söze bir adım daha yaklaştık. O davanın da peşinde olacağız” dedi.

Karakaya “Sorumlu kim varsa hepsi, meleklerimizi bizden almanın bedelini ödeyecekler. Çocuklarımız orada bir cinayete kurban gitti, bu insanlar katildirler ve ne yaptılarsa usulsüzlükle, ahlaksızlıkla onun cezasını vermek zorundadırlar. O yüzden aileler olarak bu bizim için ümitlendirici bir noktadır. Biz diyoruz ki İsias Davası bir emsal dava olacak ve Türkiye’de bazı şeyler değişecek. Bunun için de ne gerekiyorsa yapacağız” diye konuştu.

Depremde yaşamını yitiren turist rehberlerinin aileleriyle de temas halinde olduklarını vurgulayan Karakaya, “Biz onları hiçbir zaman yalnız bırakmadık. Fakat onlar Türkiye’de biraz yalnız kaldıklarını hissediyorlar. Biz onlara desteğiz ama KKTC halkı da onlara destek” ifadelerini kullandı.

Av. Esendağlı: Kararda ciddi bulgulara yer veriliyor

Kıbrıs Türk Barolar Birliği Başkanı Avukat Hasan Esendağlı Kıbrıslı ailelerin bu davada avukatlığını üstlenmişti. Kamu görevlilerinin soruşturulmasının kendi talepleri olduğunu dile getiren Esendağlı, Adıyaman Valiliği tarafından verilen soruşturma izni kararında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin bilirkişi raporuna atıfla ciddi bulgulara yer verildiğini dile getirdi:

Binadaki tüm yapısal ve donatı eksikliklerinin yıkıma sebebiyet vermiş olabileceği tespiti var. Belediyenin denetim görevini de yerine getirmediği, aynı zamanda binanın otele dönüştürülmesi noktasında verilen ruhsatta yasal gerekliliklerin aranmadığı, proje değişikliklerinin, statik hesap değişikliklerinin sorulması gerektiği halde sorulmadığı, dolayısıyla usulsüzlükle ruhsat verildiğine dair tespitler var. İlgili dönemde imar şube müdürü ve belediye başkan yardımcısı da dahil konuyla ilgili olan dört kişiye soruşturma izni verildi, iki kişiye de vefat etmeleri nedeniyle soruşturma izni verilmedi.”

Mahkemenin Dokuz Eylül Üniversitesi’nden yeni bilirkişi raporu talep ettiğini belirten Esendağlı “Şu anda biz bilirkişi raporunu bekliyoruz. O, davamız için önemli bir aşama olacak. Bir de bu kamu görevlileriyle alakalı süreci aynı şekilde takip etmeye devam edeceğiz” dedi.

Rehber aileleri: Devlet arkamızda değil, bakan başsağlığı bile dilemedi

İsias Oteli’nde yaşamını yitiren turist rehberleri Kıbrıslı ailelerin arkasında Kuzey Kıbrıs devletinin olduğunu, kendilerinin arkasındaysa devletin olmadığını belirtiyor ve özellikle bir başsağlığı mesajı bile yayımlamayan Turizm Bakanı’na tepki gösteriyor.

                                     İsias Oteli'nde yaşamını yitiren rehberlerden Önder Cırık.

Onlardan biri de İsias’ta yaşamını yitiren turist rehberi Önder Cırık’ın kardeşi Özlem Cırık Arslan.

Deprem davalarında en olumlu ilerlemenin İsias’ta kaydedildiği yorumunu yapan Arslan “O da Kıbrıs’ın sayesinde diye düşünüyorum” dedi. Arslan “Kıbrıslı aileler çok örgütlü, bir de devlet olarak buna sahip çıkıyorlar” ifadesini kullandı.

Rehber aileleri olarak yeni yeni organize olduklarını anlatan Arslan “Biz hepimiz ayrı illerdeyiz. İstanbul, İzmir, Van, Mersin, Adana, Antep… Bu yüzden Kıbrıslı aileler gibi örgütlenemiyoruz. Bir de malum Türkiye koşulları bu şekilde…” dedi.

Kamu görevlileri hakkında verilen soruşturma iznini “çok olumlu bir şey” diye değerlendiren Arslan “Suçlular sadece otel sahipleri değil, onlara o ruhsatı verenler de suçlu” ifadelerini kullandı.

Arslan Turizm Bakanlığı gözetiminde eğitim gezisini organize eden Turist Rehberleri Birliği’nin de otel seçimi nedeniyle sorumlu olduğunu düşünüyor ve kişisel olarak TUREB’e tazminat davası açmayı planladığını ifade ediyor.

Rehberler İçin Adalet Platformu kuruldu

İsias Otel’de yaşamını yitiren turist rehberi Çağkan Yılmaz’ın eşi Burcu Yılmaz da kamu görevlileri hakkında soruşturma izni çıkmasını “sevindirici bir karar” diye yorumladı.

Ancak bunun yeterli olmadığını belirten Yılmaz kamu görevlileri hakkında hazırlanacak iddianameyi beklediklerini dile getirdi.
Yılmaz’a göre İsias’ta yaşamını yitiren turist rehberlerinin aileleri olarak şimdiye dek bir araya gelememelerinin nedeni hem birbirinden uzak şehirlerde yaşamaları hem de birbirlerini tanımamaları…

“Yakınlarımız Rehberler Birliği’nin ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği bir turla oraya gitmişti. Bakanlıktan bir başsağlığı mesajı bile gelmedi” diyen Yılmaz ailelerin şimdiye dek bir araya gelmek için TUREB’in organizasyonunu beklediklerini ama şimdi kendi çabalarıyla bir platform oluşturduklarını anlattı.

Çağkan Yılmaz da İsias Oteli enkazında yaşamını yitirmişti. Eşi Burcu Yılmaz şimdi hukuki mücadelesini sürdürüyor.

26 Nisan’daki duruşmanın ardından “Rehberler İçin Adalet” adlı platformu kurduklarını belirten Burcu Yılmaz “Şimdi biraz daha örgütlü bir şekilde ilerlemeye çalışıyoruz. 7 Haziran’da Beyazıt Meydanı’nda bir basın açıklaması yapmayı planlıyoruz. 12 Haziran’daki duruşmada daha aktif bir şekilde, tişörtlerimizle, dövizlerimizle orada olmak istiyoruz” dedi.

Haberlerde İsias Otel’de turist rehberlerinin adının geçmemesinin kendilerini çok yaraladığını anlatan Yılmaz önce Turizm Bakanlığı’nın baskıları yüzünden basında kendilerine yer verilmediğini düşündüklerini söyledi:

Örneğin adliye önünde bizlerle röportajlar yapılıyor ama Kıbrıslı aile diye yayınlanıyor haberlerde. Böyle şeyler yaşadığımız için acaba birileri bizi sansürlüyor mu diye düşündük."

6 Şubat depremlerinde resmi açıklamaya göre Türkiye’de 53 binin üzerinde kişi yaşamını yitirmişti.

Şu gerçeği biliyoruz, bu ülkede binlerce insan vefat etti ve biz onların içindeki 32 kişiyiz” diyen Yılmaz şu ifadeleri kullandı:

Ama sonuçta bu dava bu kadar konuşuluyorken orada hiç yokmuşuz gibi, hiçbir yerde adımızın geçmemesi çok kırıcı bir şey hepimiz için.”

TUREB Başkanı: Aileler duygusal tepki veriyor, onları suçlayamam, bu bizim de davamız

Rehber ailelerinin yalnız bırakıldıklarına ilişkin tepkilerini İsias Oteli’nde turist rehberleri kafilesinin konakladığı o geziyi düzenleyen TUREB’in şimdiki başkanı Hakan Eğinlioğlu’na sorduk.

Eğinlioğlu başından beri sürece dahil olduklarını, ilk suç duyurusunda bulunanlar arasında olduklarını, hukukçularının davayı takip ettiğini, davaya müşteki olarak müdahil olma taleplerininse mahkeme tarafından reddedildiğini söyledi.

TUREB Başkanı Hakan Eğinlioğlu: Bizim arkamızda da ailelerin arkasında da bizim devletimiz yok

Meslek örgütü olarak büyük bir finansal güce sahip olmadıklarını dile getiren Eğinlioğlu “Ama buna rağmen başından beri elimizden gelen tüm gayretle hep ailelerin yanında olduk. Tabii duygusal olarak da tepki veriyorlar, o yüzden onları da suçlayamam. Onlar kendilerini Kıbrıslı ailelerle karşılaştırıyorlar. Ama Kıbrıslı ailelerin arkasında koskocaman devlet var. Başbakanları dahi soruşturmaya geliyor. Bize bakarsanız bizim arkamızda da ailelerin arkasında da bizim devletimiz yok” dedi.

“Arkadaşlarımızı kaybettik, sayın Bakanımız bir başsağlığı bile dilemedi” diyen Eğinlioğlu TUREB olarak ailelere destek vermeye devam edeceklerini söyledi:

Bu dava sadece onların değil tabii ki bizim de davamız. Sanıkların olası kastla yargılanmasını istiyoruz. Bu dava sadece Adıyaman’da Kıbrıslı küçüklerin ve bizim rehber arkadaşlarımızın da davası değil, bunun bir emsal dava olmasını istiyoruz ki bundan sonra önüne gelen istediği sorumsuzluk içinde bina yapmasın. Binalar iyi denetlensin, hiçbir insanımız ölmesin.”

İRO Başkanı: Sorumluluktan kasıt aileleri organize etmekse TUREB zayıf kalıyor diyebilirim

İsias Oteli’nde 10 üyesini kaybeden İstanbul Rehberler Odası Başkanı Hüseyin Özgür Özaltun da deprem olduğunda TUREB’de yönetimde olduğunu belirterek ailelerin TUREB’e yönelik tepkisine ilişkin şöyle konuştu:

İRO Başkanı Özaltun: Kamu görevlileri o imzayı attıklarına göre bedelini de ödemelidir elbette...

Ailelerimizin serzenişlerinin sebebinin TUREB’in yarattığı organizasyon boşluklarından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. İlk duruşmaya TUREB’in de çok misafirperverce organize ettiği bir şekilde katıldık ama ikinci duruşmaya TUREB bu ilgiyi gösteremedi. Sadece başkanı vardı, bizim oda temsilcimiz olarak da ben gittim Adıyaman’a. TUREB’in avukatı vardı, birkaç odadan da birkaç üye vardı. Dolayısıyla aileler orada TUREB’in kendilerine uzak durduğunu hissettiler.

Ben daha sonra yaptığımız bir toplantıda TUREB Başkanına sordum, 'Siz kurumsal olarak bu davanın arkasında mısınız?' diye, arkasında olduklarını söyledi ve bundan sonraki yönetimlerin de arkasında durmalarını umduğunu belirtti.

Sorumluluktan kasıt aileleri organize etmek ise TUREB bunu yapma konusunda zayıf kalıyor diyebilirim. Ama ölümlerden yana bir sorumluluk ise kasıt bunun böyle olmadığını düşünüyorum. Çünkü o otel orada bilinen bir otel, gezide birçok ihmal olabilir ama deprem ve deprem sonucu enkaz altında kalma konusunda TUREB’in kurum olarak bir sorumluluk taşıdığını düşünmüyorum ben. Hangisi kastedildi onu da bilmiyorum tabii.”

Kamu görevlileri hakkında verilen soruşturma iznine ilişkin “Kamu görevlileri o imzayı attıklarına göre bedelini de ödemelidir elbette” diyen Özaltun “Bu ne kadar yukarı doğru çıkarsa ailelerin de içi soğuyacaktır. Ama sonuç olarak deprem değildir öldüren, toplumsal düzendir” ifadesini kullandı.

                                                                 /././

Yapay Zeka insanlığın sonunu mu getirecek? (Nevzat Evrim Önal)

İnsan öcülerden korkar, ama kendisine kötülük yapan başka insanlara öfkelenir. Biz korkmayalım, öfkelenelim ve öfkemizi nesneye değil özneye, makineye değil sahibine yöneltelim.

Günümüzde kapsamlı bir toplumsal etkiye sahip her olguya dair popüler tartışma, tipik olarak onu yücelten müritleri ve öcüleştiren düşmanları tarafından esir alınıyor. İçinde yaşadığımız sınıflı toplumun temel marazlarından biri bu: İnsanlığın en tarafsız çıkarları (örneğin kansere çare bulunması) bile daima egemen sınıfın çıkarları ve bu sınıfın farklı öbekleri arasında yaşanan rekabetteki çıkarlar tarafından gölgelendiği için; olgular ve sorunlara dair somut kanıtlara dayalı, rasyonel, demagoji ile kirlenmemiş bir tartışma yürütülemiyor. Zaman zaman bilimsellik kisvesi korunsa da abartılı fanteziler ve kabuslar tartışmaya hakim oluyor ve önsel, sağlıklı bir kamuoyu oluşamıyor.

Yapay zeka konusunda da durum tam olarak bu. 

İki hafta önceki yazımızda, yapay zekayı yüceltip, devletin idaresini ona devretmeye heveslenenlerden bahsetmiştik. Bu hafta ise onu öcüleştirenleri ele alacağız ve örnek olarak, “okumuş karanlığın” günümüzdeki başlıca temsilcilerinden İsrailli ideolog Yuvel Noah Harari’yi konuk edeceğiz.

Harari, yaklaşık bir yıl önce The Economist dergisine bir makale1 yazdı, ardından da “bilim dünyasının Davos Zirvesi” olarak nitelendirebileceğimiz Frontiers Forum’da “Yapay Zeka ve İnsanlığın Geleceği” başlıklı bir sunuş yaptı.2 Harari bu sunuşta ısrarla “yabancı” (alien) olarak nitelediği yapay zekanın “insan uygarlığının işletim sistemi olan dili ‘hacklediğini’” ve dil yoluyla insanlar üzerinde bugüne dek kimsenin sahip olmadığı ölçekte bir ikna kabiliyeti kazanacağını, kamuoyunu aşkın biçimde belirleyebileceğini, böylelikle insanlığı kendi yazacağı bir öyküye inandırıp “bir illüzyonlar dünyasına hapsedebileceğini” iddia ediyor.

İnceleyelim...

                                                         ***

Önce işin basit kısmını halledelim. 

Harari, ağzını her açtığında ve kalemi eline her aldığında, bugün içinde yaşadığımız toplumsal düzen olan kapitalizmde yaygınlık kazanmış tüm kötülüklerin insanın doğası olduğu yalanını tekrarlayan bir demagog. Onu özgün kılan şey, kendisinden önce (ve sonra) başka binlerce ideologun dile getirdiği “insan özünde kötüdür” iddiasını, ikna edici bir anlatı ile süslemesi. Bu yalana inanılması düzen açısından çok önemli olduğu için Sapiens kitabı hemen her dile tercüme edildi ve on milyonlarca sattı, satıyor.3

Yani Harari’nin işi, sıradan insanları kendi çıkarlarına aykırı ve onların üzerinde egemen olan sınıfın çıkarlarına uygun bir anlatıya ikna etmek. Ve Harari, başka pek çok insan gibi, yapay zekanın işini elinden alacağından korkuyor. 

Korkuyor, korktuğu için korkutuyor. Frontiers’deki sunuşunu bitirirken “bir yıl önce böylesine güçlü ve sofistike bir metni bir insan zihninden başka bir şey yazamazdı, şimdi ise dinlediğiniz metin insan olmayan yabancı bir zeka tarafından yaratılmış olabilir” diyor ve “bunu asla bilemeyebilirsiniz” demeye getiriyor.

Harari’nin yazdıklarının ne kadar “güçlü ve sofistike” olduğu su götürür. Bana sorarsanız ona yazdıran da yazdıklarına güç veren de aynı şey, adı da egemen düzen. Ama şimdi, egemen düzenin bu ajanı, “ya yapay zeka kitleleri yalanlara benden ve yazdıklarımdan daha etkin biçimde ikna edebilir hale gelirse” diye korkuyor.

Korksun, böylelerinin korkması iyidir. 

                                                             ***

İkincisi, Harari kelimenin felsefi manasıyla bir idealist. Tarihteki insan yapısı tüm toplumsal olguların (dinler, devletler, hukuk, para, aklınıza ne gelirse…) birer “öykü” olduğunu iddia ediyor. Hatta sunuşta bu iddiasını savunurken, kendi öyküsüne yürekten inanmış pek çok din adamı gibi, Yuhanna İncili’nin ilk ayetine başvuruyor: “Başlangıçta Kelam vardı.”4

Ne var ki, gerçek hayatta hiçbir süreç düşünceyle veya düşüncenin dile dökülmesiyle başlamaz. Madde düşünmek zorunda değildir ama düşünce maddeden doğmak zorundadır. Üstelik düşüncenin maddi kaynağı da insan beyninin kıvrımlarından ibaret değildir. Bireyin düşüncesi, öğrenilen toplumsal tecrübe birikimini ve duyular yoluyla bilgisi edinilen çevre koşullarını veri alır. Düşüncenin başlıca maddi zemini bunlardır. Dolayısıyla düşünceyi önceleyen, “düşünce malzemelerini toplama” olarak adlandırabileceğimiz önsel bir eylem aşaması vardır ve bu aşama, düşüncenin hem içeriğini hem de sınırlarını belirler.

Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden Goethe, olağanüstü eseri Faust’un başında kahramanına Harari’nin alıntıladığı ayeti “Başlangıçta Eylem vardı” diye düzelttirirken yerden göğe haklıdır.5

Tarihin ilerleyişinde düşüncelerin, ortak inançların ya da herhangi başka bir ideolojinin etkisiz olduğunu iddia etmiyorum. Ama böylesi bir iddia ne kadar saçmaysa, insanlık tarihinin, anlattıkları öykülerle kitleleri peşine takan birtakım bireylerin düşünsel tasarılarını hayata geçirmesinden ibaret olduğu iddiası da o kadar saçmadır. Gerçek hayatta olan şudur: İnsanlık (bilhassa da sınıflara ayrılmış insanlık) bireyler, toplum ve bu ikisinin arasındaki pek çok örgütlülük düzeyiyle, sürekli olarak birbiriyle çelişkili (ve zaman zaman çatışmalı) eylemlerde bulunan öznelerle doludur. Her bir özne eylemlerinde bilinçli ve belli bir plan doğrultusunda davranıyor olabilir; ama farklı öznelerin, her biri farklı etki gücüne sahip eylemlerinin vektör bileşkesi alındığında ortaya çıkan şey (ki adına tarih diyoruz) tek tek öznelerin hiçbirinin planına tıpa tıp uymaz.

Dolayısıyla yapay zekanın herkesi ikna edecek bir öykü yazıp herkesi o öyküye hapsetmesi heyulası da bir saçmalıktır. Gerçek hayatta olan şudur: Birbirleriyle rekabet ve çatışma halindeki taraflar yapay zekayı da bir silah olarak kullanmakta, bilhassa sosyal medyada bu araç yoluyla manipülasyon yapmaktadır. Zaten Harari de esas bundan rahatsız görünüyor, mesela yapay zekanın insanlık açısından ne denli tehlikeli olduğunu göstermek için, “ABD vatandaşları son seçimleri hangi başkan adayının kazandığı konusunda uzlaşamıyor” ve “2024 başkanlık seçimlerinde yapay zeka neler yapabilir bir düşünsenize” diyor.

Harari’nin bu meselede tarafı belli: O, “batı demokrasisi” sıfatıyla tanımlanan, emperyalist egemenliğin liberal kanadının ideologu. Onun tedirginliği, bu çıkar öbeğinin yapay zeka konusundaki tedirginliğini yansıtıyor. Nitekim Harari’nin makalesini basan The Economist dergisinde “Çin’in Yapay Zekadaki İlerlemesi Neden Endişe Verici?” gibi makaleler de yayınlanıyor.6

Bu konuda, geçtiğimiz Kasım ayında ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği arasında yapılan, toplantıların çoğuna Çin’in de katıldığı yapay zeka güvenliği zirvesi, yapay zekanın yarattığı tehditleri bertaraf etmeye yönelik bir ortak deklarasyon ile sonuçlanmıştı. Ne var ki Çin, zirvede alınması istenen bir başka karar olan, İngiltere’nin ev sahipliğinde uluslararası bir yapay zeka test merkezi kurulması ve yeni yapay zeka araçlarının genel kullanıma açılmadan önce bu merkezde test edilmesi önerisine karşı çıkmıştı.7

Ne tesadüftür ki, bu zirveden aylar önce yaptığı sunumda Harari, yapay zeka araçlarının yaygınlaştırılmadan önce bir otorite tarafından test edilip zararsız olduklarının onaylanması önerisini savunuyordu.

Dediğimiz gibi, korkuyorlar. Korkmaları iyidir.

                                                           ***

Üçüncü sorun ise şu: Harari bir yandan yapay zekanın (henüz) bilinçli olmadığını kabul ediyor, öte yandan onu bir “ajan” yani özne olarak niteliyor ve bu tuhaflığın etrafından “yaşam bilinçsiz de olabilir” demagojisiyle dolaşıyor. Bilinç kuşkusuz yaşamın önkoşulu değildir; ancak özne olmanın önkoşuludur. Ne kadar karmaşık olursa olsun algoritmalarla işleyen, insanı simüle eden bir makine, öğrenme becerisine sahip olsa da özne değildir. Yapay zeka, insanlığın bugüne dek biriktirdiği tüm tecrübeyi (daha doğrusu bu tecrübenin erişebildiği kısmını) gerçek bir insanın asla ulaşamayacağı bir kapsam ve hızda özümseyip, işleyip, sentezler üretebilmektedir ama bu, kendi başına bilinç değildir. Dolayısıyla yapay zeka da özne değildir, ahlaki sorumluluk taşıyamaz ve cezai ehliyeti olamaz. Kullanımı sonucunda ortaya çıkacak tüm zararların sorumluluğu onu kullanan özneye aittir.

Harari, öznelliğin önkoşulunun bilinç olduğunu yadsıdığı için, dili kullanarak düşünceleri manipüle edebilen yapay zekaya sırf bu becerisi sebebiyle öznellik atfediyor. Ve sonra, bildiği tek özne insan olduğu ve insanın da özünde bencil, kötücül bir “ekolojik seri katil” olduğunu savunduğu için; yapay zekanın da aynısını insana yapacağını iddia ediyor. 

İnsan, tüm diğer canlılardan farklı olarak bilinç kazandı ama onu bilinç kazanmaya iten temel güç tüm canlılarda bulunan hayatta kalma güdüsüydü. Harari, insanın tüm kötülüklerini de buraya dayandırıyor. Bir an için yapay zekanın bilinç kazanabileceğini kabul etsek dahi, şunu sormamız gerekir: Varoluşu sürdürme güdüsü bilincin değil, bilinç varoluşu sürdürme güdüsünün sonucu olduğuna göre; bir akıllı tasarım olan yapay zeka, bilinçli olsa dahi, neden varoluşunu sürdürme güdüsüne de sahip olsun? Bunun tek cevabı bu güdünün insan tarafından programlamasına yerleştirilmesi olabilir. Oysa böyle sorun yaratmaya meyilli, yapay zekanın fonksiyonlarını yerine getirmesinde sorun çıkartabilecek bir unsur programlamaya neden dahil edilsin? 

Farkındaysanız bunun mantıklı bir yanıtı yok. Zaten yapay zekanın öcüleştirildiği Terminatör ve benzeri tüm korku öykülerinde de bu soruya bir yanıt verilmiyor. Bilinç varsa onun otomatik olarak kendi varoluşunu saldırgan, tahripkâr biçimde korumaya ve ilerletmeye çalışacağı varsayılıyor. 

Neden?

Çünkü egemenler egemenliklerini böyle sürdürüyor ve kitleleri egemenliklerine ikna etmek için her insanın özünde böyle olduğunu savunuyorlar.

Harari ve benzerlerinin yapay zeka konusunda korku öyküleri anlatmasının bir sebebi de bu: Emperyalist işverenleri yapay zekayı insanlık dışı, kötücül amaçları için kullanıyor ve kullanacak. Atom enerjisinden nasıl önce atom bombası yaptılarsa, yapay zekayı da öncelikle insanlığın ortak çıkarları değil kendi bencil sermaye çıkarları için kullanacak, bunu yaparken insan sömürmenin ve insan öldürmenin daha etkin yöntemlerini icat edecekler.

Tüm bunlar olurken emekçi insanlığın “neden teknolojik ilerleme bana zarar veriyor?” sorusunu sormaması gerekiyor. Bunun en kolay yolu da teknolojiyi özünde kendisine yabancı, kendisinden olmayan bir şey zannetmesi. Teknolojinin kendisinin (ya da o teknolojiyi üreten bilim insanlarının) on yıllardır öcüleştirilmesinin arkasında bu neden yatıyor. Harari bu yüzden yapay zekaya hem göçmenleri hem de bilim kurgu öykülerinde (tipik olarak insana düşman) uzaylıları tanımlamak için kullanılan “yabancı” (alien) sıfatını takıyor. 

Makineyi öcüleştirdiğinizde, makinenin sahibi aklanır.

İnsan öcülerden korkar, ama kendisine kötülük yapan başka insanlara öfkelenir. Biz korkmayalım, öfkelenelim ve öfkemizi nesneye değil özneye, makineye değil sahibine yöneltelim. Bunun için de önce hep birlikte aklımızı Harari gibi demagogların yalanlarından kurtaralım.

                                                                                       /././
İliç için hazırlanan bilirkişi raporuna tepki: Asıl sorumluların üzeri mi örtülüyor? (Özkan Öztaş)
İliç'teki maden faciasının ardından hazırlanan bilirkişi raporuna Maden Mühendisleri Odası'ndan tepki geldi. Sorumluların değil mühendislerin üzerine yıkılmak istenen ihmalleri soL için konuştuk.

Erzincan’ın İliç ilçesinde 13 Şubat’ta Anagold Madencilik tarafından işletilen Çöpler Altın Madeni’nde yüz binlerce metreküplük siyanürlü toprak kaymış, göçük nedeniyle bölgede çalışma yapan 9 işçi toprak altında kalmıştı.

5 Nisan'da Uğur Yıldız'ın cesedine, 19 Nisan'da da Adnan Keklik'in cesedine ulaşılmıştı. 4 Mayıs'ta da Ramazan Çimen ve Kenan Öz'ün cesetlerine ulaşıldı. 5 işçiyse hâlâ toprak altında.

Cumhuriyet Başsavcılığının toprak kaymasıyla ilgili soruşturması sürerken, heyelana ilişkin bilirkişi raporu da tamamlandı.

262 sayfalık bilirkişi raporunda, kazanın teknik boyutları değerlendirildi. Raporda, altın madeni ocağını işleten şirketin izin belgeleri, olay yönetimi ve kusurlularının da incelendiği aktarıldı.

Bilirkişi heyetinin değerlendirmeleri sonucu raporda, olay, 5510 sayılı SGK Kanunu 13/a-b maddesi gereğince "iş kazası" olarak tanımlandı. Bunun yanı sıra altın madeni ocağını işleten şirkette mühendis, yönetici ile idareci pozisyonunda çalışanlardan 13 kişinin asli kusurlu olduğu kanaatine varıldı. Asli kusurlular arasında global projeler başkan yardımcısı J.H. ve Kanadalı yöneticisi I.R.G de bulunuyor.

Maden Mühendisleri Odası'ndan rapora tepki: 'Mühendisler günah keçisi değildir!'

Konuyla alakalı bir açıklama yayınlayan Maden Mühendisleri Odası, İliç ve benzeri diğer maden facialarında "gerçek sorumluların es geçilerek kabahatin mühendislere yıkılmasına" tepki gösterdi.

Odanın yaptığı açıklamada "maden mühendislerinin günah keçisi olarak görüldüğü" ifade edilirken bilirkişi raporlarında suçun mühendislere yıkılmak istendiğine dikkat çekildi.

"Her faciadan sonra günah keçisi ilan edilen mühendislerin mesleklerini sağlıklı bir şekilde yapabileceği bir ortam ne yazık ki kalmamıştır. Patronların kendilerini aklama aracı olarak mühendisleri hedef göstermeleri anlayışı sonucunda mühendisler mağdur edilmekte ve hayatları karartılmaktadır. İliç faciası ile ilgili tüm süreçler ve teknik değerlendirmeler ilk günden itibaren Odamız tarafından yakından takip edilmiş ve kamuoyunun doğru bilgiye ulaşması sağlanmıştır. Önümüzdeki süreçte de Odamız tüm sürecin yakından takipçisi olacaktır. Mühendisleri günah keçisi ilan eden tüm değerlendirmeler, anlayışlar ve kararlar toplumun vicdanında nasıl kabul görmüyorsa bizlerin vicdanında da kabul göremeyecektir" ifadelerine yer verilen açıklama "Çalışırken patronlar adına yargılanmak ve ölmek istemiyoruz!" denildi.

'Asıl sorumluların ortaya çıkarılabilmesi için mücadelemizi vereceğiz' 

soL'a konuşan Maden Mühendisleri Odası Genel Sekreteri Veyis Sır, gelinen noktada yaşanan sorunlardan dolayı maden mühendislerinin mesleklerini icra etme noktasında zorluk yaşadığını belirtti.

Sır, "Bir daimi nezaretçilik müessesesi var. Maden mühendisi daimi nezaretçilik görevini yerine getirirken ücreti madencilik faaliyeti yürüten firmadan alıyor ancak daimi nezaretçilik görevini yerine getiren maden mühendisinden ücreti aldığı yeri denetlemesi isteniyor. Bu mümkün mü sizce? Maden mühendisinin üzerinde ekonomik baskı ve işini kaybetme korkusu oluşuyor. Daha önce de söylemiştik. Bir havuz oluşturulmalı. İşverenler bu havuza yatırmalı daimi nezaretçi ücretlerini. Meslektaşlarımız, daimi nezaretçilik yapan maden mühendisleri de ücretlerini bu havuzdan almalılar. Daimi nezaretçiyi ekonomik olarak firmaya bağlarsanız teknik olarak da bağımsızlığını elinden alırsınız" diye konuştu.

İlgili mevzuatın yeniden düzenlenmesi gerektiğini ifade eden Veyis Sır, "Maden Mühendisleri Odası İliç faciasında olduğu gibi Amasra'da ve diğer facialarda da konunun teknik ve hukuki takipçisi olacaktır, ilerleyen süreçte. Asıl sorumluların ortaya çıkarılabilmesi için mücadelemizi vereceğiz. İliç faciasında liç yüksekliğinin 260 metrelere ulaştığını gördük. Teknik olarak kabul edilebilir bir husus değildir bu. Firma maliyetlerden kaçmak için heyelan olan alanda liç işlemini sürdürmeye devam etmiştir. Dikeyleşmiş bir alanda liç işlemine devam edilmesi de faciaya davetiye çıkarmıştır. Bilirkişi raporları olayın belli bir kısmına odaklanabiliyor" dedi.

Faturanın mühendislere kesilmeye çalışılmasına karşı Maden Mühendisleri Odası olarak hukuki olarak yollarını arayacaklarını söyleyen Veyis Sır, sürecin takipçisini olacaklarını da belirtti.

                                                                  /././


Lima Seramik işçileri maaş alamıyor: İki yıl önce ‘kaçak işçi çalıştırmaktan polis baskını’ iddiası (Yekta Armanc Hatipoğlu) 
Eskişehir’de Lima Seramik işçileri maaşlarını alamıyor. soL’a konuşan bir işçi, içeride maaşının kaldığını ve kaçak işçi çalıştırmaktan dolayı fabrikaya polis baskını yapıldığını anlatıyor.
Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) bulunan Lima Seramik işçileri maaşlarını alamamaktan şikayetçi. Aylardır çalışan işçilerin sadece birkaç aylık maaş alabildiğini kaydeden işçiler, fabrika yönetimi tarafından oyalandıklarını söylüyor.

soL’a ulaşan eski bir Lima Seramik işçisi, iki yıl önce şirkete kaçak göçmen işçi çalıştırmaktan dolayı polis baskını gerçekleştirildiğini anlattı. Olay geçmişte basına yansımazken, Lima Seramik patronlarının olayı gizlemeye çalıştığı iddia ediliyor.

Ayşe* isimli bir Lima Seramik işçisiyle, fabrikada yaşananlar hakkında konuştuk. Ayşe, yaklaşık yirmi gün önce Lima Seramik’ten birkaç işçinin Monte Sera Seramik’e gönderildiğini söyleyerek, bazı işçilerin ücretsiz izne çıkarıldığını belirtti. Lima Seramik’te bazı bölümlerin hâlâ çalıştığını ifade eden Ayşe’nin fabrika hakkındaki en büyük şikâyeti maaşların geç yatırılması.

‘İki ay çalışıyoruz bir maaş ya alıyoruz ya alamıyoruz’

Sözlerine herkesin konuşmaktan korktuğuyla başlayan Ayşe, çalıştıkları zamanların maaşlarını alamadıklarını dile getirdi. “Kiminin üç aylık, kiminin dört aylık maaşı var içeride” diyen Ayşe, şunları kaydetti:

“Bizim bütün arkadaşlar konuşmak konusunda korkuyor. Durum şöyle, iki ay çalışıyoruz bir maaş ya alıyoruz ya alamıyoruz. Kiminin üç aylık, kimisinin dört aylık maaşı var içeride. Bu bahsettiğim durum bütün birimlerde var. Sendika vs. yok zaten, kimse niyetlenmiyor içeriye sendika almaya. Başta dediğim gibi herkes korkuyor.”

‘Maaşı düşünmekten başım ağrıyor’

İşçilerin gün boyu “Bu maaşlar ne olacak?” diye düşündüğünü belirten Ayşe, muhatap bulamadıklarını söyledi: “Gün boyu konuşulan şey ‘Bu maaşlar ne olacak?’ Başım ağrıyor bu maaşı düşünmekten. ‘Çarşamba yatacak’, ‘Perşembe yatacak’ deyip duruyorlar. Sözde her çarşamba bizim maaşımız yatıyor ama yatmıyor, her çarşamba çarşafa dolanıyor anlayacağınız. Bir muhatap bulursak söyleyeceğiz, bakacağız ama bir şeyin düzeldiği yok.”

‘Orada çalışıp ücretini zamanında alabilen bir kişiyi bile tanımıyorum’

Ayşe, bazı işçilerin bıkıp işten ayrıldığını, dava açtığını söyledi. Dokuz ay önce ayrılıp dava açanların paralarını alamadığını söyleyen Ayşe, maaşların çoğunlukla zamanında verilmediğine dikkat çekti:

"Ben gireli bir yıla yakın zaman oldu, neredeyse altıncı aya gireceğim. Yedi ayın ücretini alabildim sadece. İşi bırakıp dava açanlar oldu, dokuz ay önce ayrılıp dava açanlar daha parasını alamadı. Gerçekten bütün işçiler zor durumda. Herkesin aklının bir köşesinde bu maaş meselesi var. Orada çalışıp ücretini zamanında alabilen bir kişiyi bile tanımıyorum ben."

Ayşe, Lima Seramik patronlarının işten atmayıp işçilerin istifa etmesini beklediklerini söyleyerek sözlerini noktaladı:

“İşten de atmıyorlar. İşçilerin bezip istifa etmesini bekliyorlar tazminat vermemek için. İstifa eden dava açıyor ama dediğim gibi, oradan da doğru düzgün bir sonuç çıkmıyor.”

*İşçinin ismi güvenliği için değiştirilmiştir.

(soL)

                                                                    



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder