20 Mayıs 2024 Pazartesi

Latmos'un kalbine maden kepçesi + Siyasette korku satarak geçinmek / EVRENSEL

 Latmos'un kalbine maden kepçesi (Özer Akdemir)

Koçarlı'dan sonra gidiş geliş tek şerit halini alan kara yolunun etrafındaki zeytin ve incir bahçeleri Mersinbelen’i geçtikten sonra yerini birdenbire fıstık çamlarına bıraktı. Latmos'a doğru, yeşilin yetmiş tonunun da görülebildiği bu çam gölgeli yolu tırmanmak bile başlı başına bir keyifti. 

Hele bir de belli bir yüksekliğe çıktıktan sonra aşağıda kalan uçsuz bucaksız Aydın ovasının sabah sisi çökmüş düzlüğüne bakmanın doyumsuzluğu...

Eğer aceleniz yoksa durun, gözünüz bu güzelliğe doyarken tertemiz dağ havasını ciğerlerinize çekin. Yok eğer bizim gibi bekleyeniniz, aceleniz varsa göz ucuyla bakıp geçin manzaraya. Çünkü alıcı gözle bir an bakmanız bile onun büyüsüne kapılmanızla sonuçlanır. Aracı sağa çekip en az yarım saat bu güzelliği doyum tokum izlemeden yola devam edemezsiniz.

Aydın Üniversite Hastanesinde beyin cerrahı olarak çalışan Dr. Varol Aydın ile Bağarcık köyünde, saat 11.00 sularında buluşacaktık. Varol Bey tam bir Latmos sevdalısıydı. Aydın’ın başka bir ilçesinden olmasına rağmen 15 yılını Latmos'a adamış, onu karış karış gezerek tanımaya ve son yıllarını da dağı korumaya adamış birisiydi. Bizi, “Latmos’un kalbi” dediği Çörlen Yaylası’na götürecek, yaylada başlayan maden çalışmaları hakkında bilgi verecekti. 

Amyzon Antik Kenti’ne giden toprak yolu yeni geçmiştik ki aradı Varol Bey. Yoldayız, yarım saat geç kalacağız dedik, özür dileyerek. Sesi hiç de şaşırmış gibi değildi bu duruma. Bu dağlarda, bu yollarda vakit geçirip de zamanında bir randevuya geleni bulmanın olanaksızlığını en iyi o bilirdi kuşkusuz.

Köy içlerinde yolun ortasına sere serpe uzanmış tembel köpekler keserdi hızınızı her şeyden önce. Fıstık çamlarının koyu gölgelerinden salına salına yola çıkıp, sizlere meraklı gözlerle bakan dilberim inekler, keçiler...

Bir de Latmos’un kayaları vardı tabii. Adama benzeyen, kurbağaya, ata, ite, deveye...

Doğanın yağmurla, rüzgarla, kar ile şekillendirdiği kayalar, birbirinden güzel heykeller olarak önünüzde resmi geçit yapar adeta. Bunları defalarca görüp her seferinde “Aa bak pörtlek gözlü bir kurbağaya benzemiyor mu bu kaya? ", "Miğferli asker şu da bağırıyor..." gibi cümleler kurulan bir yolculuktu bizimki de.

Bağarcık köyü muhtarının, köyün hemen girişindeki evinde buluştuğumuz Varol Bey, tam da hayal ettiğim gibi birisiydi. Daha önce defalarca telefonda konuşmuş, internetten yazışmıştık ama ilk kez yüz yüze geliyorduk. Uzun boylu, sık beyaz saçlı, aydınlık yüzlüydü. Üzerinde doğa tutkunlarının giydiği türden rahat ve dayanıklı araziye uygun giysiler vardı. Dört çeker pikapının tepesine kondurduğu araç üstü çadır onun sık sık bu dağlara kamp attığını ve gecede milyon tanesini sayabileceğiniz yıldızların altında sabahladığını gösteriyordu.

Muhtarın tek katlı evinin geniş bahçesinde meyve ağaçları, büyük bir fıstık çamı ve çamın hemen yanı başında künar işleme makinesi vardı. Avluda, beton bir zemin üstüne, tam güneşin alnına yığılmış olan çam kozalaklarından gelen çıtırtılar eşliğinde çayımızı içerken, muhtarla da sohbet ettik.

Varol Bey on yıldır gide gele aileden biri gibi olmuştu. Latmos’un mutlaka milli park ilan edilmesi gerektiğini söyleyince muhtar durakladı biraz. “Hocam, köyde bunu pek isteyen yok. Bize buralar milli park olursa çivi çakamazsınız, hayvancılık, tarım biter diyorlar” sözleriyle endişesini anlattı.

Varol Bey ise milli park korumasının bölgede canlı-cansız tüm varlıkları, köylünün geçim kaynağı olan hiçbir şeye dokunmadan korumak anlamına geldiğini anlattı. "Bu söylentilerin bilinçli olarak çıkarıldığını düşünüyorum. Milli park ilan edilirse buralara madenler, madenciler giremez çünkü" dedi.

Varol Bey’in aracını izleyerek Bağarcık'ın birkaç kilometre uzağındaki Çörlen Asarkale'nin yakınına kadar gittik. Latmos'un zirvesine yaslanmış, etrafı fıstık çamları ile bezeli bir yaylanın tam ortasında, yerden fışkırmış gibi duran kocaman, yekpare bir kayalıktı Çörlen denilen yer. Etrafındaki ağaçların yeşilinden ve başı bulutlara değen Latmos'un beş parmağa benzetilen kurşuni kayalıklarından sarıya çalan çıplaklığıyla ayrılan Çörlen'in tam tepesinde Bizans döneminden kaldığı söylenen bir kalenin kalıntıları duruyordu hâlâ. Bulunduğumuz yerden kale kalıntılarını ve etrafındaki surların bir bölümünü görebiliyorduk.

Kayanın dibinden suları sarı renkli incecik bir dere geçiyordu. Dere, ilerde Sarıçay’a karışıyordu.

Varol Bey, Çörlen Asarkale'nin 1. derece arkeolojik sit korumasında olduğunu, buraya gelirken geçtiğimiz bozuk toprak yolun da arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığını anlattı.

Madenin ruhsat sahası da Çörlen Asarkale ile Latmos'un Beşparmak Kayalıkları arasında bulunan yaylanın bir bölümü imiş.

Maden alanı, her biri gökten düşmüş gibi duran gnays kayalarla kaplıydı. Milyonlarca ton kayanın arasındaki feldspat madeni güneşte damar damar parlayarak kendini belli ediyordu.

Zirveye doğru uzayan yolun biraz ötelerinde teraslanmış yeşil alanlar vardı. Varol Bey, 'tarım terasları' dediği bu alanların çok çok eskilerden kaldığını, yüzlerce, belki de bin yıldır bölgede tarım yapıldığını anlattı. 

"Latmos'ta 20 yıldan uzun süre çalışan Arkeolog Anneliese Peschlow, 2005 yılında basılmış kitabında bunu açık bir şekilde belirtilmiş. Çörlen ve Karapınar Yaylası'ndaki bu tarım teraslarının yanı sıra etrafta taş döşeme patikalar, demir işlikleri, Eren mezarlığı, taş evler var. Buralar korunması gereken kültür varlıkları olarak çok önceden tescil edilmeliydi". 

Sonuçta bu kültür varlıkları tescil edilmedikleri için bugün madenler tarafından yok edilme tehdidi ile karşı karşıyaydılar. Bölgede bir değil aslında iki maden sahasının işletilmesi söz konusuymuş! Patlatmalı açık ocak madenciliği hem de. Madenciliğin en vahşi türlerinden!

Bu maden sahalarının ileride kapasite artırarak birleşmesi durumunda ortada ne tarım terasının ne yüzlerce yıllık taş yayla evlerinin, ne antik yolların kalmayacağı açıktı. Anadolu parsının son yaşadığı yerlerden birisi olan Latmos’taki yaban yaşamı da bu madenlerin kepçe darbeleri altında yok olup gidecekti! 

2007 yılında bu madenlere verilen bir ÇED gerekli değildir kararının bulunduğunu ancak bunun artık geçersiz olduğunu söyledi Varol Bey. Bunu maden şirketinin mühendisine de söylemiş. Aldığı yanıta çok öfkelendiği belliydi. “Gevrek gevrek gülerek ‘2022'de yenilendi ÇED izni’ diyen mühendisin yüzünü mahkeme kararıyla burayı terk ederken tekrar görmeyi umuyorum.”

Dağın neredeyse her karışı korunması gereken tarihi, kültürel ve doğal varlıklarla doluydu. Bunu en iyi bilen kurumlardan Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğünün 2018 yılında bölgede maden ocağı açılmasına olumsuz görüş verdiğine de dikkat çekti Varol Bey.

Çörlen Yaylası’nda yaşayan Sakarkaya köylülerinden Mehmet Durmaz geldi yanımıza, çekimlerimiz sırasında. "Bu madene asla izin vermeyeceğiz" dedi.

Buradaki çekimlerimizin ardından önce geldiğimiz asfalta çıkıp, sonrasında yüzlerce yıllık Yörük mezarlarının yanından geçen toprak bir yolla Latmos'un zirvesine daha yakın bir yaylaya gittik. Köylülerin geçen sene açtırdığı yolla ulaşılabilen, naylon bırandalarla gölgelendirilmiş taş kulübelerin sekilerinde yaylacılarla çay içtik. Onların Latmos'un bugününe, geleceğine dair düşüncelerini, düşlerini ve endişelerini dinledik.

Karabaş otları ile bezeli yayladan dönerken güneş Latmos'un kayalıklarından yavaş yavaş deniz tarafına doğru ilerliyor, ikindi serinliği birkaç semiz ineğin yayıldığı otlaklara çöküyordu.

Bölgede yaşayan herkesin ortak talebi en azından hukuki süreç tamamlanana kadar madenin çalışmamasıydı. Latmos'u, bu yaylaları, bu fıstık çamlarını, Çörlen'i, kır çiçeklerini bir kez görenin buralara kıyamayacağını söylüyordu Varol Bey. İçinde birazcık vicdan, doğa ve yurt sevgisi olan insanın bundan farklı düşünmesi de olanaksızdı, gerçekten. Ancak, Latmos'un onlarca yerini delik deşik eden bu şirketlerin hiç birinde bu sayılan meziyetlerden bir tanesinin bile olduğunu gören, duyan, bilen olmamıştı şimdiye kadar!

 Latmos çekimlerimizden birkaç gün sonra, sizin bu yazıyı okuduğunuz günden iki gün evvel, Çörlen Yaylası’na uzun kepçeli bir iş makinesi girdi. Jandarma "Madenin izni var, karışamazsınız" deyip köylülerle kepçenin arasında durdu. Kepçe bizim iki gün önce bakmaya kıyamadığımız kayaları parça parça edip, mor çiçekli karabaş otlarının üzerine savurdu...

                                                                      /././
Siyasette korku satarak geçinmek (Fatih Polat)

Tarih 25 Mart 2019. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Cumhur İttifakının Yenikapı’da düzenlediği İstanbul mitinginde kürsüye geliyor ve şunları söylüyor: “İstanbul, Cumhur İttifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek Türkiye demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu siper düşerse Türkiye’miz gider, nice miras ve emanetler kararır.”

Bu konuşmanın ardından 31 Mart 2019’da gerçekleşen yerel seçimlerde Cumhur İttifakı İstanbul’u kaybetti. İktidar medyasının manşetleriyle desteklenen hukuksuz dayatmalarla yenilenen İstanbul seçimlerinde fark daha fazla açıldı.

Cumhur İttifakı için o siper düştü, ama Bahçeli’nin söylediğinin aksine Türkiye bir yere gitmedi.

31 Mart 2024 yerel seçimleri, Cumhur İttifakının güç kaybettiği, AKP’nin ikinci parti durumuna düştüğü bir tabloyu ortaya koyarken, devlet imkanlarının harekete geçirildiği ve bakanların sahaya sürüldüğü İstanbul’da Cumhur İttifakı büyük bir hezimet yaşamaktan kurtulamadı. Bahçeli’nin ifadesiyle ortada ‘siper’ kalmadı ama Türkiye de bir yere gitmedi.

Son yerel seçimler, Cumhur İttifakının ülkenin “bekası” ile kendi iktidarları arasında koşutluk kuran söylemlerinin kitleler nezdinde inandırıcılığını önemli oranda kaybettiğini gösterdi.

Bahçeli, Yenikapı’daki o konuşmasından 5 yıl sonra, 18 Mayıs 2024 günü, partisinin Kızılcahamam Kampı’nın açılışında yaptığı konuşmada, “Partimiz ve Cumhur İttifakı, yerel seçimlerde başarıya ulamıştır ve bu seçimlerden de yüzünün akıyla çıkmıştır” dese de MHP’nin son seçimlerde, kalesi gibi görülen Kastamonu’yu dahi kaybettiği biliniyor. Uşak ve Balıkesir de MHP’nin kaybettiği kentler arasında. 

Bahçeli’nin ifadesiyle söylersek; “Somut sonuçlar, bu durumu göstermektedir.”

Siyasetteki vizyonu korku satarak geçinme üzerine kurulu olan Bahçeli’nin Kızılcahamam’daki şu sözleri içinden geçtiğimiz dönem açısından ayrıca not edilmeli: “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya çalışanlara, hoşgörü ile bakmak, tehditlerle yargıyı işlevsiz hale sokmak tükeniştir. Terörist Demirtaş'ın ve 6-8 Ekim olaylarını azmettiren diğer bölücülerin ceza almasına itiraz etmek ise hem millete hem de devlete ağır bir hakarettir. Bu cezaların yumuşama ortamına zarar verdiğini söylemek ise terör seviciliğidir.”

Geride bıraktığımız haftanın önemli bir gelişmesi olarak, Kobanê davasında karar açıklandığı günün akşamı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlanan kararla 28 Şubat davasında hüküm giyen generallerin cezaları kaldırılarak tahliye edilmesine ilişkin olarak da Bahçeli, Kızılcahamam’da şu ifadeleri kullandı: “Türkiye’de normalleşme süreci yaşanıyorsa onun içerisinde önemli bir adım olarak görülmeli.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisi açısından ise generallerin tahliyesi ile Kobanê davası kararı, ciddi bir gerileme yaşadığı son yerel seçimlerin ardından içinde bulunduğu tablonun dengelerini yansıtıyor. Bir yandan Özgür Özel ile yaptığı görüşmede kendisine iletilmiş olan yaşlı generallerin tahliyesi talebini, ihtiyaç duyduğu yeni anayasa sürecine dair bir yatırım hesabıyla karşılamak, diğer yandan, ittifak ortağı Bahçeli’nin Kobanê davasına dair hassasiyetlerini dikkate almak. Ancak Kobanê davasında bir yandan eki HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42 yıl, Figen Yüksekdağ’a 30 yıl 3 ay hapis cezası verilirken, tahliye ve beraat kararlarına da yer verilmiş olması farklı hesapları dengelemeye yönelik bir formül gibi duruyor.

Bu arada, Kobanê davası kararının, MHP’nin tercihlerine ek olarak, Kürt sorununda devletin sınır ötesine kadar uzanan konsepti içinde anlam bulduğunu da eklemek gerekiyor.

Devletin Kürt sorununa dair politikasının sınırları “terörle mücadele” ekseniyle şekillendiği sürece onun iç politikadaki ve yargı süreçlerindeki yansımalarını da görmeye devam edeceğiz.

Tam da bu nedenle, Kürt sorununu ‘devlet bekası’ parantezinin dışına çıkaracak bir tutumu örgütlemek muhalefetin önünde önemli bir görev olarak duruyor.

(EVRENSEL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder