15 Mayıs 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI (15 Mayıs 2024)

Yargıtay’da seçim pazarlığı bitti: ‘Yargı bağımsızlığını istemeyen güçler kazandı’ (Aslı İnanmışık)

Yargıtay'da başkanlık düğümü çözüldü. Kulislere göre sonucu Menzilciler belirledi. Hukukçu Ömer Faruk Eminağaoğlu'na göreyse kazanan yargı bağımsızlığını istemeyen güçler oldu.

Yüksek yargıda Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarına uyulmamasıyla başlayan kriz, Yargıtay'da yılan hikayesine dönen başkanlık seçimiyle sürdü. 37 tur süren oylama dün nihayet sonuçlandı.

348 üyenin bulunduğu Yargıtay’daki seçim 25 Mart’ta başladı. Rekabet, 8 Mayıs’taki 35'inci tura kadar Mehmet Akarca, Muhsin Şentürk ve Ömer Kerkez olmak üzere 3 aday arasında geçti. Akarca mevcut Yargıtay Başkanlığı, Şentürk Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanlığı ve Kerkez 3. Hukuk Dairesi Başkanlığı görevindeydi.

Erdoğan 'kolaylık' istedi, milliyetçi aday çekildi 

36’ncı turdan önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın müdahalesiyle olduğu öne sürülen bir gelişme yaşandı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanı Muhsin Şentürk adaylıktan çekildi ve başsavcılığa talip olduğunu açıkladı. 

Şentürk’ün adaylıktan geri çekilmesi Devlet Bahçeli ile görüşen Erdoğan’ın şu sözlerinin peşi sıra geldi:

“Herkes yargıya yardımcı olmalı, işini kolaylaştırmalı. Ülkenin selameti yerine belli zümrenin menfaatini gözeten dar kadrocu anlayışların adalet teşkilatı dahil devlet kurumlarında yuvalanmasına izin vermeyeceğiz.”

Şentürk adaylıktan çekilirken “Süreçte oluşan tıkanmanın giderilmesi ve Yargıtayımızın kurumsal itibarının kurunması amacıyla birinci başkanlık adaylığından çekiliyorum” ifadelerini kullandı.

Şentürk yargıda milliyetçi grubun adayı olarak öne çıkan isim. Aynı zamanda da AYM’nin Can Atalay kararını tanımayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin başkanı.

Son başkan olan Akarca’nın Şentürk tarafından desteklenmesi bekleniyordu. Ancak beklenen olmadı. Dün yapılan 36'ncı tur seçiminde Akarca 111 oyda kalırken, Kerkez 169 oya yaklaştı. 6 oy daha alsaydı seçimi Kerkez kazanacaktı.

Bu durum Şentürk'ün oylarının lehine çekildiği Mehmet Akarca'ya gitmediğini gösterdi. Oyların tepki oyu olup olmadığı merak konusuydu.

Bu sorunun yanıtı belirsizliğini korurken, bugün düzenlenen 37’nci tur oylamasında sonuca ulaşıldı.

Pazarlık uzun sürdü, seçim 37 turda belli oldu

Seçime katılım 324 olurken, 8 boş oy kullanıldı, 20 oy da geçersiz sayıldı. Yeniden aday olan Mehmet Akarca 103 oy aldı. Oyların 193'ünü alan Ömer Kerkez dört yıl boyunca başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazandı.

Onlarca defa tekrarlanan seçimlerin perde arkasında iktidar içerisindeki çeşitli grupların rekabeti yer alıyor. Oylamadaki düğümün Erdoğan-Bahçeli görüşmesinin ardından çözülmesi de bunu doğrular nitelikte. 

Seçimin sonuçlarını soL'a değerlendiren Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) eski Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, ilk olarak yeniden aday olan Mehmet Akarca'ya dikkat çekti. Eminağaoğlu, Akarca'nın adaylık ısrarını "İlk kez böyle bir seçim yaşandı. Görevdeki bir Yargıtay Başkanı kendisine güven duyulmayan, Yargıtay'ı temsili istenmeyen kişi konumuna gelmesine rağmen ısrarla seçimlerde yer aldı" sözleriyle yorumladı.

'Seçimin uzama nedeni siyasi ve tarikat bazlı kümelenmeler'

Seçim sürecinin ve sonucunun hukuka herhangi bir katkısının bulunmadığını altını çizen Eminağaoğlu, sonucu Menzil Cemaatinin belirlediğine işaret etti:

“Yargıtay'da Menzilciler var mı var ve onlarının oylarının çoğunun kulis bilgilerine göre seçilen yeni isme gittiği söyleniyor. Net şunu söyleyelim hepsi muhafazakar ve AKP'nin desteğini olabildiğince almış isimler. Yargıtay'da seçimin uzamasının nedeni siyasi ve tarikat-cemaat bazlı kümelenmeler. Gücü kim kullanacak bu tartışma yapılıyor. Hukuka sağlanan bir katkı yok. Bu gruplardan hangisinin oyunu alırız bunun üzerine kurulu seçim. Erdoğan-Bahçeli görüşmesinin yarattığı bir tepkinin de olduğunu biliyoruz. Oyların o görüşmede söylenenin aksine yarısının geçersiz olduğu, yarısının da kazanan adaya gittiği, söylendiği gibi mevcut başkana gitmediği gibi bir tablo var.”

Yargıtay'ın seçimlerden “kayıp”la çıktığını vurgulayan Ömer Faruk Eminağaoğlu'na göre hukuka sağlanan bir katkı yok bu seçim sürecinde ve sonucunda:

”Sonuçta yargı, hukuk kazanmadı. Yargıtay kazanmadı. Yargı bağımsızlığını istemeyen, yargıda etkin olan güçler kazandı.”

                                                              /././

Küba ne yapsın? (Cansu Oba)

Ama Küba şunu yapsın şunu yapmasın diye dışarıdan verilen akılların bir yerden sonra “Küba halkı onurlu bir şekilde açlıktan ölsün” demek ile aynı kapıya çıkmasına itirazımız var.

Kübalı devrimciler hızlarından bir şey yitirmiyor. 

Biz “hızlı devrimciliğin” daha ziyade mecaz anlamına alışkınız. Bir zamanlar devrimcilikte herkesten önde giden ama sonradan çabuk vazgeçeni anlarız. 

Ama yok, Kübalıların hızıyla elbette bunu kastetmiyorum. Kastettiğim devrimci mücadelede asla kaybedilmeyen bir uyanıklık, çaresizlik hissine fırsat tanımayan bir ataklık, hiç vakit kaybetmeden tam zamanında yapılan müdahaleler.

Fidel bunu yaptı. 

Devrim başarıya ulaşır ulaşmaz ABD emperyalizminin başlattığı alçakça saldırılara karşı her zaman çok hızlı hareket etti. Bu saldırıların göğüslenmesinde yaşanan her örnekte ilk andan itibaren Küba’nın sokaklarına, meydanlarına çıkmasının, Küba halkının görüş mesafesinde olmasının büyük payı var. Kendisi asla tereddüt etmedi, Küba halkının bir an bile tereddüte düşmesine fırsat vermedi. Tam zamanında olması gereken yerdeydi, yapması gerekeni yapıyordu.

Devrimden itibaren ABD’nin Küba’yı teslim alma yöntemleri türlü şekle girdi. Küba halkına ve yöneticilerine yönelik sayısız saldırı ve komplodan adaya doğrudan çıkarma yapmaya, Fidel’e yönelen 637 suikast denemesinden CIA destekli onlarca karşı devrimci ayaklanma girişimine ve Kübayı ziyaret eden turistleri hedef alan bombalamalara kadar uğraştı durdu ABD.

Korkutarak, kandırarak, sindirerek dize getiremedikleri Kübalıları açlıkla sınayarak teslim alma hamlesi diyebiliriz mevcut abluka koşulları için. 

Ama ablukanın sonuçlarının dünyada da ülkemizde de tam olarak anlaşıldığını sanmıyorum. 

Abluka güçlü bir sözcük. Küba’nın karşı karşıya olduğu tablonun ağırlığının hakkını veriyor. Yine de çoğu zaman uluslararası alanda karşılaşılan diğer yaptırım örnekleriyle karıştırılıyor. Biraz da bundan olsa gerek, yaptırımdan çok daha fazlası olan abluka bir ülkenin kendi değerler sistemi doğrultusunda ayakta kalabilmesi için başvurabileceği tüm seçeneklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan kuşatma halini anlatmakta bir yerden sonra tek başına yetersiz kalıyor. Bu kuşatmanın ve karşı-devrimci saldırının medya alanında da ciddi bir uzantısı olduğunu düşünürsek sonuç sürpriz değil.

Öyleyse Küba’nın dostlarına daha fazla iş düşüyor.

Abluka Küba’nın bir gerçeği. Devrimle neredeyse yaşıt. Devrimin çocukları aynı zamanda ablukaya karşı mücadelenin de çocukları. Kübalıların yüzde 80’den fazlası ablukanın olmadığı bir yaşam bilmiyor. Tabii devrimin olmadığı bir yaşam da. 

ABD’nin doğrudan saldırılarının ve ablukanın çetinleştirdiği kuruluş koşulları devrimin sosyalist karakterini, devrimin liderlerinin komünist kimliklerini ve Kübalıların mücadeleci yapılarını perçinledi. Şimdi bu saldırıya karşı olağanüstü bir direniş sergileyen Küba’nın gücünü aldığı kaynaklar bunlar.

Geçtiğimiz günlerde TKP heyeti olarak Küba Komünist Partisi tarafından Küba’da konuk edildik. Ziyaret programı ağırlıklı olarak abluka ile mücadelede farklı kurumların kendi cephesinden ürettiği yanıtları görebilmemize olanak sağlamak üzere tasarlanmıştı. 

Ziyaret ve toplantılar boyunca ablukanın sonuçlarına dair edindiğimiz her bir güncel bilginin ardından insan “bizim taraftan” Küba’ya yöneltilen eleştirileri düşünmeden duramıyor.

Yanlış anlaşılmasın. Nedeni, önümüze samimiyet ve açıklıkla serilen gerçeklerin bu eleştirilerin haklılık payını göstermesi falan değil. Fakat bazısı sorumsuzluğun getirdiği büyük bir rahatlıkla dile getirilen, bazısında iyi niyet ve muhtemeldir ki biraz da bilgi noksanlığı bulunan bu eleştirilerin sahiplerinin ve daha fazla kişinin Küba gerçekleriyle yüzleşmesi de ablukayı yırtıp atmak için verilen mücadele açısından bir ihtiyaç. Ve bu ihtiyaç her geçen gün artıyor.

ABD’nin uzun süredir yapmaya çalıştığı şey Küba’yı boğmak. Bunu yapmak için sahip olduğu hareket alanını anlamak açısından Batı emperyalizminin tepesindeki bu aktörün dünya ekonomisinde kapladığı alanı aklımızda tutmamız gerekir.

Çünkü mesele yalnızca Küba ve ABD arasındaki ikili ilişkiler değil. Boğma operasyonu ABD ile ekonomik, ticari ve finansal ilişki içinde bulunan bütün üçüncü tarafları bağlıyor. Kısaca ABD, kendisi ile aynı emperyalist blokta bulunsun ya da bulunmasın, tüm ülkelere “ya ben ya Küba” diyor. Kapitalist sistemin dünya ölçeğindeki bu entegrasyon düzeyinde tüm üretim süreçleri ve bileşenleriyle yüzde yüz yerli bir ürünle karşılaşmak ne kadar imkansızsa ABD ile hiçbir biçimde ekonomik ilişki içine girmeyen veya bu ilişkilerden Küba için vazgeçebilen bir ülke bulmak da o kadar zor.

ABD, içeriğinde yüzde 10’dan fazla ABD menşeli bileşen bulunan ürün ve ekipmanların Küba’ya ihraç edilmesinin önüne geçiyor. Küba nikel yatakları açısından zengin bir ülke örneğin, ancak ürettiğiniz bir üründe Küba nikelini bir gram da olsa kullanıyorsanız o ürünü ABD satın almıyor. Küba’nın ABD tarafından terörü destekleyen ülkeler listesine alınması birçok yönden uluslararası ziyaretçi sayısını olumsuz etkilerken Küba'nın en büyük gelir kaynaklarından turizm sektörünü de aşağıya çekiyor.

Küba’da neredeyse tüm hayatı etkileyen enerji ve yakıt sorununun kaynağında da yine abluka var. Tarım ve dolayısıyla gıda üretimi bundan en derinden etkileniyor. Küba çaresizliğin en beteriyle sınanıyor. Sosyalizmin pek çok açıdan gelişkin bir örneğini temsil eden Küba, bir süredir açlığı önleme önceliğiyle hareket etmek zorunda. Küba için yokluk içinde eşitlik benzetmesi sık kullanılır adanın doğal kaynaklarının kısıtlılığına işaret edilerek. Doğrusu gelişkin bir eşitlik içinde yoksunluktur. 

Küba hiçbir yurttaşını aç ve açıkta bırakmadı, eğitimli bir nüfus yarattı, kanser aşısını herkesten önce buldu, kendi aşılarını üretti, pandemi esnasında kapitalist ülkeler insanlarını maske için yarıştırırken çocuk-yetişkin aşılanmadık bir kişi dahi bırakmadı. Ama abluka nedeniyle en basit ekipman ve kaynaklara erişimde tıkanıp kalıyor. Zaten doğal dezavantajlara sahip bu ülkenin potansiyelinin çok altında bir ekonomik gelişim sergilemesi bundan.

Küba yarattığı gelişkin toplumun ihtiyaçlarına tam olarak yetemiyor evet. Ve şu anda masadaki öncelik gıda ve enerji sorununu aşmak. Şimdi ablukanın tüm etkilerine rağmen altyapısını güçlendirerek abluka karşısında kalıcı olarak güç kazanmaya çalışırken bu esnada ülkenin nefes almasını ve ayakta kalmasını sağlayacak bölgesel adımları örgütlüyor. 

Küba artık tarihsel olandan farklı bir liderliğe sahip. Küba’nın en zorlu döneminde bu yeni kadrolar ağır bir görevi omuzlamış durumda. Ziyaretimiz esnasında bu liderliği farklı düzeylerde temsil eden isimlerle görüşme imkanımız oldu. Hem devlet hem parti kadrolarından farklı kuşaklardan komünistlerle buluştuk.

Hepsi de kendi görev alanlarından yola çıkarak bu yerel ekonomik kalkınma programı kapsamında ne yapabileceğine, ülkesine nasıl katkı koyabileceğine kilitlenmiş durumda. Küba’ya hiç yakıştıramadıkları bu açlık tehdidini boşa düşürmek için hız kesmeden çalışıyorlar. Halkın karşı karşıya kaldığı bu tehdit bir Kübalı devrimci için oldukça acı verici. Her zamanki gururlu ama aynı zamanda duygu dolu hüzünlü bakışları bundan. Hemen arkasından öfke ve kararlılıkla parlayan ışıklar çakıyor o gözlerde. 

Öfkeleri en çok da ABD emperyalizmine. 

Ama asla bunun arkasına sığınmıyorlar. Evet, Küba’nın kalkınmasının önündeki en temel güncel engel abluka. Ama Küba liderliği sosyalizmin inşasında karşılaştığı sorunları yalnızca dış tehditle açıklama kolaycılığına hiç kaçmadı. İçeride yaşanan hoşnutsuzlukları yok saymadı, üzerine gitti, anlamaya anlatmaya çalıştı.

Şimdi de Küba’dan göç edenlerin sayısını, yaşam standartlarından hoşnutsuzluktan kaynaklanan tepkileri saklamıyorlar. CIA hala karşı-devrimci bir kalkışmayı ateşleyebilmek için gözünü bu tepkilere dikiyor ama Kübalı devrimcilerin hızları burada da devreye giriyor. Ablukanın yol açtığı koşullara dair şikayetlerini dile getirmek isteyen Kübalıların düzenlediği gösterilere önce Küba liderliği tarafından kulak veriliyor.

Daha fazlasını dinlemek ve doğrudan iletişimi kuvvetlendirmek amacıyla başta Diaz Canel olmak üzere parti liderliği Küba’yı karış karış dolaşıyor. Her il ve belediyeye gidilene dek 2024 sonuna kadar devam edecekler.

Eleştiriler demiştim. Küba eleştirilemez değil. 

Ama Küba şunu yapsın şunu yapmasın diye dışarıdan verilen akılların bir yerden sonra “Küba halkı onurlu bir şekilde açlıktan ölsün” demek ile aynı kapıya çıkmasına itirazımız var.

Küba ne yapsın? Gözümüzle bir kez daha gördüğümüz, Küba Komünist Partisi’nin buna bir yanıtının olduğudur. Küba bu kuşatmada, değerlerini rafa kaldırmadan, atılan geri adımların dönemsel olması gerektiğinin tam bilinciyle, sosyalist Küba’yı ayakta tutabilmek için elinden geleni yapıyor. Yapmaya devam etsin. Bunu onlara bırakalım.

Biz kendi yapabileceklerimize bakalım. Küba’nın yalnızlığına son vereceğimiz gün gelene kadar Küba ile dayanışma adına üzerimize düşeni yapmak için yeterince siyasi ve ahlaki nedene sahibiz.

                                                                 /././

Beşiktaş’ta borsa spekülasyonu: Ne yaşandı, daha önemlisi, kulübün borsada ne işi var? (Emre Alım)

Beşiktaş’ın borsa hisselerinden vurgun vuran altı kişiye ceza geldi. Küçük yatırımcı battı. Bütün bunların sporla ne ilgisi var?

Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün borsa hisselerinde büyük bir spekülasyon yaşandı. Altı kişi, 151 milyon lira fazla gelir ettikleri bir operasyon yürüttü. Olayın ardından kulübün hisseleri dibe çakıldı, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), altı kişiye altı ay geçici işlem yasağı getirdi.

Konuyu dün Murat Ağırel, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde dile getirdi. Ağırel, yaşananların, kendisini arayan okurlarının da aralarında olduğu çok sayıda yatırımcının batmasına neden olduğunu yazdı.

Neoliberal politikalar futbola da sirayet etti

Peki, ne yaşandı?

Süreci, ismini vermek istemeyen bir portföy yöneticisiyle konuştuk. Konunun uzmanı, meseleye spor kulüplerinin şirketleşme sürecinden başlamak gerektiği görüşünde:  “Neoliberal ekonomi politikalarının diğer her şey gibi futbolu da metalaştırması 1990’lı yıllara dayanıyor. Kulüplerin şirketleşme ve halka açılması bu yıllarda ingiliz takımlarıyla başladı. Büyük Türk futbol kulüpleriyse 2000’li yıllarda şirketleşerek halka açıldılar. Futbolun giderek bir endüstri haline gelmesi, futbol transferlerinde havada uçuşan rakamlar, sponsorluk ve yayın bedellerinin akıl almaz rakamlara ulaşmasıyla birlikte genellikle dernek statüsündeki  kulüplerin şirketleşme ihtiyacı doğdu. Kâr amacı olmayan ‘dernek’tense, varlık sebebi ‘kâr’ olan şirket yapısı bu endüstriye daha uygundu. Bir şirket yapısıyla bankadan borç almak da, hisse senedi satmak da hatta tahvil çıkararak borçlanmak da spor kulüpleri için mümkün hale geldi.”

Kulüpler şirketleşti, şirketlerin hisseleri satıldı...

Kulüpler, böylece anonim şirketler kurmaya başladı. Futbol faaliyetleri bu şirketlere devredildi, ayrıca daha fazla gelir elde etmek amacıyla alt şirketler kuruldu. Sonra bu şirketler “halka arz” edildi. Yani şirket ortakları, ellerindeki hisseleri veya sermaye artırarak yeni yarattıkları hisseleri halka satmaya başladı. İşte bu hisselerin yatırımcılar arasında el değiştirdiği yer, Borsa.

“Halka arzlar ile halktan topladıkları bedelsiz kaynaklarla büyümenin yollarını aradılar.”

İnsanlar niye kulüplerin hisselerini alıyor? Portföy yöneticisine göre borsada küçük yatırımcılara “şirketlere ortak olacak beklentisi” satılıyor, böylece şirketler kaynak yaratıyor. Küçük yatırımcılarsa genellikle kısa vadede yüksek kazanç hevesiyle hisse senetlerine yöneliyor. “Belli dönemlerde küçük yatırımcılardan devamlı sağlanan kaynak girişi topyekün bir yükselişe kaldıraç olurken, büyük oyuncuların satışları küçük yatırımcıların beklentilerinin hüsranla sonuçlanmasına yol açıyor. Her ne kadar analizler, şirket değerlemeleri vs. konuşulsa da esas hareketi büyük paranın, ki bu bazen yabancı bazen yerli kaynaklı olabilir, yönünün tayin ettiği de bir gerçek. Zaman zaman hisselerde oluşan balonlar, oluşum sürecinde çok sayıda küçük yatırımcıyı peşine katarken, balon patladığında da olan küçük yatırımcıya oluyor.”

Beşiktaş'ın hisseleri: Balonu şişirip patlattılar

Uzmana göre Beşiktaş hisse senedinde de benzer bir balon oluşumu ve ardından balonun patlaması yaşandı.   “2023 yılı başına kadar 10 TL altında dalgalanan hisse senedi geçen yılın Nisan ayında 10 TL seviyesini aşıyor ve inanılmaz bir yükseliş başlıyor. Yıl içerisinde 5 kat artarak 50’ye ulaşan hisse, yıl sonunda 40.50’ye kadar düşüyor. Yeni yılla birlikte ise 89.75’e yükseliyor. Tabii ki bu dönemde ne futbol takımının başarısı ile ne de Beşiktaş Futbol Yatırımları San. Ve Tic. A.Ş. isimli şirketin finansal performansı şirket değerindeki 9 kat artışı desteklemiyor.”

Sporun endüstrileşmesi, sporun doğasını tamamen değiştirdi. Bugün “elbette böyle” denilen şeyler, son birkaç on yılda yaşanan değişimlerin sonucu. Gelinen noktanın, asırlardır insanlığın kültür değeri olan sporla pek ilgisi yok. Beşiktaş hisselerindeki değişimlerin de kulübün sportif faaliyetleriyle bir ilgisi yok.

SPK, 22 Nisan 2024 akşamı yayınladığı bültende Kanun’un piyasa dolandırıcılığı suçu olan 107/1 maddesine dayanarak Beşiktaş hissesinde işlem yapan 6 kişi hakkında 6 ay süreli işlem yasağı getirdi. Portföy yöneticisi, SPK’nin kararından sonraki süreci şöyle anlatıyor:  “Bu tarihten itibaren hisse senedi her gün taban fiyatına düşerek 15 işlem gününde 20TL’ye kadar geriliyor. Her gün taban seviyesinde açılan hissede alıcı bulunmadığından herhangi bir yatırımcının bu arada satış yapma ihtimali neredeyse yok. Bugün ise Murat Ağırel’in köşesinde bu konuyu gündeme getirmesinin ardından 18.49 açılış seviyesinden 22.58 seviyesine yükseliyor.”

Peki tüm bunlardan ne sonuç çıkartılmalı?

Portföy yöneticisine göre ortada tek seferlik bir spekülasyon değil, emekçiler aleyhine hep çalışan bir düzen var: “Borsa, sermaye sahiplerinin emekçilerin alın teri birikimlerine göz koyup, onları kolay para, tatlı kazanç hayaliyle düzen çarkları içerisine çektiği bir kumar masası.  Bu masadan genellikle zararla kalkanların yerine yeni hayallere sahip yeni yatırımcılar bulmak ise piyasa uzmanları, medyanın ve ekonomistlerinin işi.”

                                                                /././

Komünistler haklı çıktı: Ortak ATM kararının asıl gösterdiği ne?(Evren Çubuk)

Kamu bankaları, ATM’lerini ortaklaştırıyor. Sebep kriz, gerekçe verimlilik. Karar, “kapitalizm rekabeti, rekabet verimliliği sağlar” amentüsüne dair ne söylüyor?

Türkiye’nin kentlerinde hemen her köşe başında birçok bankanın ATM’sinin yan yana dizilmesi, hepimizin alıştığı bir görüntü.

Aslında hepsi aynı işlevi gören bu makineler, büyük bir verimsizliğe yol açıyor. “Kriz” karşısında “tasarruf”a yönelen hükümet, birdenbire bu verimsizliği keşfetti.

Yedi kamu bankasının bir süredir yürüttüğü proje, önceki gün tanıtıldı. “TAM” Platformu denilen proje, Ziraat Bankası, VakıfBank, Halkbank, Ziraat Katılım, Vakıf Katılım, Emlak Katılım ve PTT ATM’lerinin “TAM” adlı ATM’lerde birleştirilmesini öngörüyor. Özel geliştirilecek bir yazılım, bu ATM’de, her bankanın kendi özel işlemlerinin tamamının yapılabilmesini sağlayacak.

Şu an ülke genelinde bu ATM’lerden 5 bin 600 adet var. Proje kapsamında üye bankaların tüm ATM’leri TAM ATM’sine dönüştürülecek, böylece sayı 19 bine çıkacak.

Platform, açıklamasında, projenin orta vadede ekonomiye 500 milyon dolar katkıda bulunacağı öngörüsünü paylaştı.

Her bankanın ATM’sinin olması, büyük bir verimsizlik. Makinelerin alım maliyeti, bakım ve onarım maliyeti, sarf ettikleri enerji, operasyon maliyetleri her bir ATM’yle katlanıyor.

Hükümet, bunların yanı sıra, ATM’lerde tutulması gereken nakit para miktarını azaltarak, piyasadaki parayı çoğaltmayı da hedefliyor.

Geçen yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstiklal Caddesi’ndeki Göktaşı Heykeli’nin önüne üç tane ATM yerleştirmişti.  ATM’ler tepkiler üzerine kaldırıldı.

Peki niye şimdiye kadar her bankanın ayrı ATM’si vardı? Niye hâlâ özel bankalar, sonuçta topluma maliyeti olacak şekilde ayrı ATM’lere sahipler?

Sebep, kapitalizmin kimi kesimlerce verimliliğin anahtarı olarak gördüğü ve övdüğü rekabet.

Şirketler, birbirlerine üstünlük sağlamak için, kaynakları ve altyapıyı paylaşmıyor. Birçoğumuzun apartmanında birden fazla internet sağlayıcı şirketin kablo ve kabinleri var. Oysa Türk Telekom, AKP tarafından özelleştirilmeden önce kamuya aitti, kablolama masrafları, halkın bütçesiyle yapılmıştı. Şimdi bu altyapıya konan şirket ya başkasına kullandırtmıyor ya da kullanım parası alıyor. Maliyet, yine vatandaşa yansıyor.

Bu verimsizliğin en çarpıcı örneklerinden biri, baz istasyonları. Her iletişim şirketi, kendi baz istasyonunu kuruyor. Maliyet katlanıyor, faturalara yansıyor. Ayrıca şehir merkezlerinde baz istasyonlarının insan sağlığına olumsuz etkisi de katlanıyor. Şehirler arası alanlardaysa baz istasyonlarının inşası için genellikle tepelere yollar açılıyor, ağaçlar kesiliyor, kuleler dikiliyor, doğayı tahrip de katlanıyor.

Peki bu mesele, “verimsiz” olduğu için eleştirilen Küba’da nasıl çözüldü? Küba’da telekomünikasyon şirketi kamuya ait, dolayısıyla zaten aynı alanda birden fazla baz istasyonu kurulması söz konusu değil. Dahası, Küba hükümeti, mobil internet hizmetine geçerken, karasal yayın yapan bazı televizyon kanallarını dijitale çevirip, bunların karasal yayın antenlerini mobil internet vericileri olarak kullanmaya başlayarak, meseleyi çok az maliyetle çözdü.

                                                               /././

Tasarruf paketi: Siyasal ve sınıfsal (Fatih Yaşlı)

Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına halkın ekmeğinin gaspı anlamına gelen bu programın karşısına halkın ekmeğini halkla birlikte savunacak bir siyasetle çıkmak gerekiyor. 

Devlet bütçeleri siyasal metinlerdir ve siyasal olan her şey gibi sınıfsaldırlar. Bir bütçede gelirlerin hangi sınıflardan elde edildiği ve elde edilen gelirlerin hangi sınıflara harcandığı bize bütçenin sınıfsal özünü verir. O özü belirleyen ise sınıflar arası güç ilişkileri ve sınıf mücadeleleridir. Konjonktürel olarak güçlü olan sınıf bütçeye damgasını vurur.  

Günümüz Türkiye’sinde bütçelere dair esas hakikat, geniş halk kitlelerinden küçük bir azınlığa servet transferi yapılması, çeşitli mekanizmalarla halkın ürettiği zenginliğin sermaye sınıfının cebine aktarılmasıdır.

Bugün Türkiye’de bütçe gelirlerinin tamamına yakınını oluşturan vergilerin yükü neredeyse bütünüyle halkın sırtındadır. Servetten, kazançtan ve zenginlikten alınan ve “dolaysız vergi” olarak adlandırılan vergiler tüm vergi gelirlerinin yüzde 30’unu oluştururken, tüketimden alınan ve “dolaylı vergi” diye adlandırılan vergiler vergi gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturmaktadır. Dolayısıyla holdingler, şirketler, patronlar elde ettikleri devasa kârlara rağmen doğru dürüst vergi ödememekte, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlar ise ağır vergi yükünü sırtlanmaktadır.

Dahası, dolaysız vergilerin de önemlice bir bölümü çalışanların sırtındadır; bunun için ise bordro mekanizması kullanılmaktadır. Beyanname esası üzerinden vergi verenler kırk çeşit yöntem kullanarak ya hiç vergi ödememekte ya da cüzi miktarda vergi ödemektedirler; ücretli çalışanlar, yani işçi ve memurlar ise vergilerini bordroları üzerinden peşin ödemektedirler.

Buna bir de faizden, borsadan, mevduattan, hazine bonosundan, devlet tahvilinden elde edilen kazançların ya hiç vergilendirilmediğini ya da cüzi miktarda vergilendirildiğini eklediğimizde tablo tamamlanmaktadır. Türkiye’de paradan para kazanmak vergiye tabi değildir, bu da finans kapitalin egemenliğinin en açık göstergelerinden biridir. 

Bütçe giderlerine gelince, oraya da damgasını vuran sermaye egemenliğidir. Bugün Türkiye’de kamu hizmetleri ve sosyal devlet harcamalarının bütçe harcamaları içerisindeki payı ABD ve Japonya gibi liberal ekonomilerin bile altındadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut, tarımsal destek, bunlara bakıldığında Türkiye’nin gerçek anlamda bir sosyal devlet olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 

Bütçenin aslan payı ise faiz ödemelerine gitmektedir. Çünkü sınıfsal bir tercih olarak bütçe açıklarını kapamak için sermayeden vergi almak yerine borç alınmakta, borçlar faizleriyle birlikte geri ödenirken de halktan toplanan vergiler kullanılmakta, böylece emekçilerden sermaye sınıfına bir servet aktarımı yapılmaktadır. Yani Türkiye’de bütçe kamusal ve sosyal bir nitelik taşımamakta, bir servet aktarımı mekanizması işlevi görmektedir. 

Türkiye ekonomisi şu an çok büyük bir krizin içerisinden geçerken bütçe de büyük açıklar veriyor; Şimşek’in ise bu açığı ne sermayenin üzerindeki vergi yükünü artırarak ne de faiz ödemelerini öteleyerek/azaltarak kapatma gibi bir niyeti var. Çünkü böyle bir tutum sermaye karşıtı emek yanlısı bir tutum anlamına gelir ki Şimşek’in hangi sınıfın temsilcisi olduğunu zaten biliyoruz. 

Peki bunun yerine önümüze konulan şey ne? Pazartesi günü açıklanan sözde tasarruf programı. 

Neden “sözde” diyoruz peki? Bunun çok basit bir nedeni var; karşımızda bütünüyle uygulansa dahi bütçe açığını kapatmak açısından devede kulak kalacak bir program var, birincisi bu. Ancak mesele basitçe ve sadece bu değil. Mesele bir kez daha sınıfsal; yani esas mesele tasarruf programının yükünün kime yıkıldığı.

Artık iktidar mensupları çift maaş almayacak, tavan maaş uygulaması gelecek, araç sayısı azaltılacak vs. diye sevinecek değiliz; bilakis “şimdiye kadar aklınız neredeydi, böylesine bir israf ekonomisinin hesabını kim verecek” diye sormamız gerekiyor. 

Tasarruf dedikleri şeyin bedelini ise eninde sonunda kamu çalışanlarına ve halka ödeteceklerini biliyoruz. Kamu çalışanlarının personel servisini kaldırmakla mı devlet tasarruf edecek? İnsanlar ay sonunu getiremezken, bütçelerine cüzi bir katkı anlamına gelen servis hakkının kaldırılması mı kapatacak bütçe açıklarını? 

Aynı durum lojmanlar için de geçerli elbette. Konutun sosyal bir nitelik taşımayıp bir rant aracı olduğu ve kiraların alıp başını gittiği Türkiye’de daha çok sosyal konut ve lojman yapılması gerekirken, lojmanların da piyasa mantığıyla satışa çıkarılacağı ya da kiralarının piyasa fiyatları düzeyinde belirleneceği söyleniyor ve buna da tasarruf deniyor.  

İstihdam meselesine bakalım. Deniliyor ki üç yıl boyunca kamuya sadece emekli olanların yerine alım yapılacak. Peki her yere açtığınız üniversitelerden her yıl mezun olan yüz binlerce genç ne yapacak? Nerede istihdam edilecek? Kamuya giriş sınırlı oldukça özel sektör bu yüz binleri köle emeği şeklinde istihdam etmeyecek mi? Bu sınırlama genç işsizliğini/üniversiteli işsizliğini patlatmayacak mı? Ülkede hala çok ciddi öğretmen, sağlık personeli, doktor açığı, kadro ihtiyacı yok mu? 

Tasarruf programının içerisine sıkıştırılmış “esnek istihdam” kavramı karşısında da uyanık olmak gerekiyor. Çünkü bu kavram aslında güvencesiz, taşeron, çalışanların kolaylıkla işten çıkarılabildiği bir emek rejiminin kapılarını açıyor ve bu kapı bir kere açılırsa köleci emek rejimi özel sektörle sınırlı kalmayıp kamuda da norm haline gelecek. 

Peki patronların doğal olarak çok beğendiği ve destek verdiği tasarruf paketinde sermayeye yönelik herhangi bir tasarruf tedbiri var mı? Elbette ki yok. 

Hazine garantili ve hedefi hiçbir şekilde tutturması mümkün olmayan projelere aradaki farklar ödenmeye devam edecek mi, elbette ki edecek. Yolcu garantili hava limanları, hasta garantili şehir hastaneleri, araç garantili köprü, tünel ve yollar… “Cebimizden bir kuruş çıkmadı” denilerek reklamı yapılan tüm bu projelerin hepsine milyarlarca liralık ödemeler yapılacak ve bu ödemelerin hepsi halkın cebinden çıkacak.

Sermayenin silinen vergileri, vergi teşvik, istisna ve muafiyetleri peki? Bunlarla ilgili herhangi bir adım var mı? Silinen vergilerin hiç olmazsa bir kısmını almak bütçe açığını kısmen de olsa kapatmaz mı?

Kapatır elbette ama iktidarın ve Şimşek programının sınıfsal karakteri buna izin vermez; bilakis bu vergiler alınmadığı gibi bütçenin “faiz dışı fazla” vermesi sağlanarak elde edilen fazla faiz ödemesi olarak patronların cebine girecek. 

Velhasıl, sermayenin üzerindeki vergi yükü artmadıkça halkın ödediği vergi daha da çok artacak. 19. yüzyılı anlatan romanlardaki “halk ağır vergi yükünün altında ezilirken tepedekiler lüks ve sefahat içerisinde yaşıyorlardı” sözü gerçeğimiz olmaya devam edecek. Servet vergisi gibi tartışmaların önü ise önce kendisine “muhalif” diyen holding profesörleri tarafından kesilecek.  

Şimşek programı, 12 Eylül’ü saymazsak, Türkiye’nin yakın tarihi boyunca izlenen kemer sıkma politikaları arasında böylesine rahat, böylesine pervasızca uygulamaya konulabilen tek program. Çünkü karşısında ne siyasal ne de toplumsal bir muhalefet var. Yürürlüğe girişinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bu programın karşısına ne halkçı-kamucu alternatif bir program konulabildi ne de böyle bir program etrafında siyasal ve toplumsal muhalefet dinamikleri harekete geçirilebildi. Üstelik halk 31 Mart seçimlerinde programa yönelik tepkisini çok net bir şekilde göstermişken oldu bu.

31 Mart seçimleri halkın öfkesinin açık bir şekilde somutlaşması olduğu halde devreye hızla “normalleşme” edebiyatı sokuldu ve Şimşek köpeksiz köyde değneksiz gezmeye devam ederek programın devamı olan tasarruf tedbirlerini açıkladı. Muhalefetin “halkın gerçek tasarruf talepleri” adlı bir programı ise maalesef yoktu, bunun üzerine bir söylem ve eylem pratiğinin hayata geçirileceğine dair bir işaret de görünmüyordu.  

Ancak bunun için hala geç değil; kemer sıkmadan artık boğaz sıkma aşamasına geçen Şimşek programı en az bir yıl daha ana gündemimiz olmaya devam edecek. Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına halkın ekmeğinin gaspı anlamına gelen bu programın karşısına halkın ekmeğini halkla birlikte savunacak bir siyasetle çıkmak gerekiyor. 

Somut talepler, somut hedefler, bu talep ve hedefleri toplumsallaştırmak, buradan bir siyasal hat çizip kitleselleşmek ve bir özne haline gelmek… Zor elbette ama imkansız değil.

                                                                  /././ 

Akdeniz Belediye Başkanı Muhammed Mustafa Gültak (Özkan Öztaş)

                                     Eski Akdeniz Belediye Başkanı Muhammed Mustafa Gültak

Mersin Akdeniz belediyesinde geçmiş dönemde AKP'li belediye başkanının yaptığı usulsüzlükler gündem olmaya devam ediyor. Eski belediye başkanı Gültak belediyenin hem başkanı hem çalışanı çıktı.

31 Mart 2024 seçimlerinde DEM Parti'nin kazandığı Mersin'in Akdeniz belediyesinde geçmiş döneme dair yapılan yolsuzluklar ve usulsüzlük haberlerine her geçen gün bir yenisi ekleniyor.

DEM Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan'ın geçtiğimiz gün basın emekçileriyle gerçekleştirdiği toplantıda aktardığı bilgilere göre geçmiş dönem AKP'li Akdeniz Belediye Başkanı Muhammed Mustafa Gültak'ın çift maaş aldığı ortaya çıktı. Gültak hem belediye başkanlığı için hem de belediyeye ait bir şirketin yönetim kurulu üyesi olduğu için maaş alıyormuş.

Her ay ekstradan 33 bin 800 lira maaş

Mersin'de gazetecilerle bir araya gelen DEM Parti Mersin Milletvekilleri Ali Bozan ve Perihan Koca kent gümdemlerini değerlendirdi. Buluşmada DEM Partili vekiller Akdeniz Belediye’sinin önceki dönem başkanı AKP'li Mustafa Gültak ve kadrosunun belediye şirketinden ikinci bir maaş daha aldığını açıkladı. Ali Bozan, “Akdeniz Belediyesi eski Başkanı Gültak, belediye şirketlerinden birinden başkanlık maaşının dışında her ay yönetim kurulu üyesi olarak 33 bin 800 lira maaş almış. Bu vicdansızlıktır” dedi. 

Bozan konuşmasında "Geçmiş dönemden ortaya çıkan kimi rakamlar, kimi kişilere ödenen maaşlar ücretler vicdan yaralayıcı. Akdeniz Belediyesi’nin 2 şirketi var. Şirketlerinden birinde 10, diğerinde 6 kişi yönetim kurulu üyesi adı altında maaş alıyor. Bu kişilerden Akdeniz eski Belediye Başkanı Mustafa Gültak, belediye şirketlerinden birinden başkanlık maaşının dışında her ay 33 bin 800 lira maaş almış. Yönetim kurulu üyesi olarak maaş almış. Bu vicdansızlıktır” ifadelerine yer verdi.

DEM Parti Mersin Milletvekilleri Ali Bozan ve Perihan Koca, Mersin'de basın emekçileriyle bir araya geldi.

Hem belediye başkanı hem de şirketin yönetim kurulu üyesi

Hukuken çifte maaş alamayacağı düşünülen belediye başkanları için AKP'li Akdeniz eski Belediye Başkanı Mustafa Gültak bir çözüm yolu da bulmuş. Gültak, belediyeye ait bir şirlette yönetim kurulu üyesi olarak huzur hakkı kapsamında maaş almış. 2019 yılında Mersin Akdeniz'de göreve gelen Mustafa Gültak'ın 33.800 lira "huzur" hakkı olarak maaş aldığı dönemde asgari ücretin brüt 2 bin 558 lira, net 2 bin 20 lira olduğu hesaba katılınca bu rakamın neredeyse asgari ücretin 10 katına tekabül ettiği anlaşılıyor. Sürecin hukuken takipçisi olacaklarını ifade eden DEM Parti Mersin milletvekilleri ise yetkilileri ilgili idari süreçleri başlatmaları için göreve çağırıyor.

AKP'nin 31 Mart seçimlerinde kaybettiği belediyelerde ve kayyum belediyelerinde ortaya çıkan yolsuzluk ve usulsüzlük haberleri uzunca bir süre daha kamuoyunun gündeminde yer alacak gibi görünüyor.

(soL) 

                                             




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder