20 Mayıs 2024 Pazartesi

soL KÖŞEBAŞI (20 Mayıs 2024)

 

Erdoğan sonrasına geçiş (Anıl Çınar)

1980 darbesi, 1990’ların geçiş dönemi, AKP’nin yükselişi ve şimdi Erdoğan sonrasına geçiş… Bunların istisnasız hepsinde TÜSİAD’ın istediği oldu ve olmakta.

Henüz Erdoğan’dan kurtulamamışken “Erdoğan sonrası” için konuşmak yersiz mi?

Üstelik kimin (veya kimlerin) Erdoğan’ın yerini alacağı, siyasi partilere ne olacağı bu kadar belirsizken, dolayısıyla önce biraz “görmek” gerekiyorken… 

Geleceğin ne getireceğini görmek, ona göre konuşmak ve konuşlanmak…

Oysa bizim şu an ihtiyacımız olan şey biraz da ne göreceğimize karar vermek. Yani ihtiyacımız olan şey biraz teori.

Peki teori ne diyor?

Teori Türkiye’yi yönetenlerin hangi programı uyguladığını sorgulayarak işe başlamalısın diyor.

O halde çok net söyleyerek başlamalıyız. Türkiye’nin önündeki program TÜSİAD'ın programıdır.

Türkiye’yi yöneten siyasi kadrolar şu ya da bu açıyla şu ya da bu itirazla ama belli bir zorunlulukla hareket etmekte, TÜSİAD’ın yani Türkiye’nin büyük, tekelci ve dilerseniz “hegemonik” sermayesinin programını uygulamaktadır.

Murat Yetkin TÜSİAD adına mı konuşuyor?

Bu program belli bir gecikmeyle devreye girmiş olsa da son derece dikkatli bir biçimde hayata geçirilmektedir. 

Yani Erdoğan’a “Mehmet Şimşek’i zamanında görevlendirseydin şimdi acı reçete olmazdı” diyen Murat Yetkin yanılmakla kalmıyor, kasıtlı olarak yanıltıyor.

Çünkü, aslında, söz konusu gecikmenin kendisi de bir açıdan “başarıdır”. 

Bilindiği gibi, TÜSİAD bu konuda farklı sermaye çevreleriyle gerilim halindedir. Türkiye’de kaynak sorunu yaşayan ve düşük faiz + değersiz TL’yi tercih eden bir sermayedar toplamı vardır. Bunlar kendi programlarını kutsallaştırmak için “faiz lobisi” argümanına başvurmakla meşguldürler. Ancak acı reçetenin gecikmesi bu ekibin programının uygulandığı anlamına gelmemektedir. Bu, TÜSİAD'ı hafife almak anlamına gelir.

Önemli olan şudur ki seçim arifesinde acı reçeteyle uğraşmak istemeyen yalnızca Erdoğan değildir. TÜSİAD da bunun farkındadır. Hayat pahalılığını idare etmek bir şeydir, ancak geniş işsizliğin ve kemer sıkmanın sadece hükümet değişikliğiyle sonuçlanabileceğini ve orada kalabileceğini düşünmek Türkiye’yi kolay risk alınabilir bir ülke zannetmektir.

Her şeyin zamanı vardır

Ayrıca gecikme, TÜSİAD’ın kendi programını “rasyonel olan budur” diyerek halkın programı gibi sunmasına imkan sağlamıştır. Bu gerilimin yönetilebilmesidir “başarı” olan. 

Öyleki şimdi kimsenin “faiz lobisi”ni umursadığı yoktur!

Ötesi de var. Fiyat istikrarı, politika faizi, kur dengeleri bu gerilimin içerisinde kendine yer bulur ama bundan ibaret değildir. Burada emeğin üretkenlik seviyesi, hangi malların nasıl üretildiği ve uluslararası piyasalarda hangi zincire yerleştiği gibi pek çok farklılık devreye girer. 

Bu belki başka bir yazının konusu. Ama yeri gelmişken bizim için önemli olan kısma değinelim: Türkiye sermaye sınıfının iç gerilimlerinde belirleyici olan nedir?

TÜSİAD sermayesi uluslararası bağlantıları, kredi olanakları, Türkiye ekonomisinin kaynaklarının kullanımı gibi bir dizi başlıkta “hegemonik”tir. Uluslararası piyasaların durumu, kredi olanakları, sıcak paranın hareketi gibi başlıkların Türkiye ekonomisi açısından ifade ettiği anlam işte bu büyük sermayenin programı üzerinden anlaşılabilir. Büyük sermayenin programı hem sermaye içi gerilimlere hem de emekçi çoğunluğun çıkarlarına baskın gelerek devreye girmiştir.

Aslında bugün uygulanmasına başlanan programın tarihi 2018’in de öncesine dayanıyor bile denebilir. Halbuki geçtiğimiz 10 yıllık dönemde tek sorun bu değildir. Türkiye siyaseti büyük gerilimlerle gerilmiş ve farklı alternatifler ya denenmiş ya cepte tutulmuştur.

TÜSİAD hız ister, istikrar ister

Hatırlanacaktır: Ergenekon ve Balyoz “bahar”ları, başkanlık sistemi tartışmaları, Gezi direnişi, CHP-HDP ittifakı, darbe, patlamalar ve sayısız seçim Türkiye ekonomisinin “tepesinde” istenen istikrarı yaratmaktan uzak bir resim çizmektedir.

Burada artık Türkiye siyasetinin “kural”ı haline gelen şeyi hatırlamamız gerekiyor.

Türkiye’yi yöneten asıl güç olan TÜSİAD sermayesi Türkiye’de siyasi dengelerin sürpriz gelişmeler ortaya çıkarabildiğini bilmektedir. Ve TÜSİAD, Türkiye kapitalizminin zayıf noktalarının son derece farkındadır.

Türkiye sermayesi (kıyaslama tartışılır ama) söz gelimi Fransa’da olduğu şekliyle insanların sokakları doldurduğu, emekçilerin ve halkın kendi gücünün farkına varmaya başladığı, mücadele kültürünün kök saldığı ve düzen siyasetinden umudu kestiği bir pencerenin açılmasından ölesiye korkmaktadır.

Hükümet sisteminin “yavaşlaması”, zamanında ve etkili kararların alınamaması, TÜSİAD ile etkili bir diyalogun kurulamaması da burada belirleyenlerdendir.

Gezi direnişinin görece “istikrarlı” bir ana denk gelmesi bu sınıf için büyük bir şans olmakla birlikte, AKP hükümeti ve Erdoğan’ın hizmetlerini arka plana ittirmemelidir. Çok uzun bir dönem boyunca Erdoğan ve AKP hükümeti ekranlara yansıyan bütün o gerilimleri boşa çıkaracak kadar etkili bir TÜSİAD programı uygulayıcısı olmuştur.

Ve AKP dönemi ancak kendinden önceki dönemle birlikte anlaşılabilir. Özellikle de 1990’lar koalisyonların, hükümet sistemindeki gelgitlerin dönemidir. TÜSİAD-IMF programı ancak AKP iktidarıyla tam anlamıyla uygulanabilmiştir.

O dönemde, sosyal demokratların da parçası olduğu kargaşalı sistemde işçi sınıfına da “fazla taviz verilmiş”, hükümet Türkiye ekonomisinin kaynaklarını yönetmek konusunda çuvallamaya başlamıştır. TÜSİAD ısrarla kendi programının uygulanmasını istemekte, hatta artık doğrudan siyasete de müdahale etmekte ama istediği yanıtı alamamaktadır.

TÜSİAD başkan sever

Bunun ne sonuç ürettiğini hepimiz biliyoruz. TÜSİAD programını uygulayacak etkili bir otorite gerekmektedir. TÜSİAD programı derken buna ABD’nin Irak işgali, Ergenekon ve Balyoz davaları, özelleştirmeler dahildir. 

TÜSİAD aradığı etkili yönetimi yani koalisyon tartışmalarından uzak ama aynı zamanda halkı ikna etme görevini de yerine getiren bir yönetimi Erdoğan liderliğinde elde etmiştir.

Yani Erdoğan’ın diline pelesenk olan “koalisyonlar etkisizdir” deyişi aslen TÜSİAD’ın seslenişidir.

Üstelik Erdoğan, sermaye sınıfının iç gerilimlerini, yani TÜSİAD’ın “çevresinde” konumlanan grupları da TÜSİAD programına ikna edebilecek bir lider olarak ortaya çıkmıştır.

Hem halkı, hem sermaye gruplarını bir projede birleştirebilmek TÜSİAD için muazzam bir nimet olmuştur.

Ve Erdoğan’ın tam da bu özelliği, uzun bir dönem boyunca onu “vazgeçilmez” kılmıştır.

Bakın, TÜSİAD’ın programı olan son Orta Vadeli Program aslen Mehmet Şimşek ile birlikte devreye girmiştir. Ama bu programın ruhu çok uzun süredir ortadadır. TÜSİAD Türkiye’nin zor dönemecinde farklı dinamikleri ikna edebilme kabiliyeti olan bir lidere güvenmiş ve çok şey kazanmıştır.

Nasıl mı?

Erdoğan, bir gün, içinden yetişip geldiği sermaye gruplarının gönlünü alırcasına “nas” demekte, enflasyona dair teoriler anlatmakta ve ona uygun kadroları oraya yerleştirmektedir. Başka bir gün kendisiyle çelişmekte kemer sıkma, faiz ve diğer başlıklarda Mehmet Şimşek gibi konuşmaktadır. Bir gün “dar gelirliyi unutmayacağız”, diğer günse “bu kadar zam yeter” demektedir.

Kadrolar değişir, iktisat teorileri anlatılır, önemli olan istikrardır

Ortalama bir göz burada büyük çelişkiler ve kafa karışıklıkları görmekte, ekonomi politikası açısından AKP iktidarının gelişigüzel vurduğunu düşünmektedir. Halbuki neyin ne olduğunu TÜSİAD da bilmekte ve zamanını beklemektedir. Kendisi için en önemli başlıkta, siyasi istikrar ve zamanı iyi kullanabilme konusunda Erdoğan’ın ekmeğini yemektedir.

TÜSİAD aradığı istikrara nihayet kavuşmuştur. Erdoğan sonrasına geçişi belirleyen temel enstrüman da bu olacaktır.

Seçimsiz, istikrarlı bir dönem ve artık zamanı gelen bir programın uygulamaya geçirilişi….

Şunun artık anlaşılması ve hatırlanması gerekiyor. 

Erdoğan ve ekibi iktidara gelmek için yetiştirilirken, TÜSİAD’ın ilk tepkisi “bu İslamcılar ne dediğimizi anlayabilecek mi?” olmuştur. Öyleki Milli Görüş hareketi Türkiye kapitalizminin dinamiklerini, tekelci yapısını anlayamayacak “ideolojik” tuhaflıklar ve “sorumsuzluklar” sergilemiştir. 

Ne var ki Erdoğan ve ekibi daha en başında TÜSİAD’a “biz sizi anlıyoruz ve dediğinizi yapacağız” demiştir. Özelleştirmelerin bu kadar hızla hayata geçirilebilmesi bunun en önemli göstergesidir. Irak işgali öncesi Türkiye’ye müjde edilen yabancı kredilerin “kime ait olduğunu” anlayacak kadar işgalci ve TÜSİAD’cı olmuştur AKP hükümeti.

Bugün de aynı mekanizma işlemektedir.

Bir sonraki 'Erdoğan' da TÜSİAD’cı olacaktır

Erdoğan, İmamoğlu, Özel veya o çok güvenilen güvenlik bürokrasinin suskun kadroları… Öyle ya da böyle, TÜSİAD’ın programını uygulayacaktır.

Türkiye AKP ve CHP’de cisimleşen, batıdan aşina olunan tipte bir ikili sistem yaratabilir mi? AKP ile MHP arası gerilim ne noktada sonuçlanır? Bir Kürt açılımı yolda mıdır? Devlet içi mücadele nereye evrilir?

Bütün bunlar “Erdoğan sonrası” için önemlidir. Ve elbette zamana, “görmeye” ihtiyacımız olacağı açıktır. Bununla birlikte, Türkiye’nin bugüne kadar yaşadığı bütün geçiş dönemlerinin TÜSİAD'ın programının uygulanmasıyla sonuçlandığı da unutulmamalıdır.

1980 darbesi, 1990’ların geçiş dönemi, AKP’nin yükselişi ve şimdi Erdoğan sonrasına geçiş… Bunların istisnasız hepsinde TÜSİAD’ın istediği oldu ve olmakta.

Türkiye sermayesi “insanların sokakları doldurduğu, emekçilerin ve halkın kendi gücünün farkına varmaya başladığı, düzen siyasetinden umudu kestiği bir pencerenin açılmasından ölesiye korkmaktadır” demiştik.

Bunun sonuçlarından biri de düzen siyasetine olan ilginin kaybolmasının önüne geçilme gereksinimidir. Halkı düzen içi taraflaşmaların bir safı haline getirmek için yol bulunur. Üstelik TÜSİAD programının acı reçetesini unutturmak için bir miktar “ödün” verilmesi de muhtemeldir.

O halde yeni dönemin kavga konularında pozisyon alırken, gerçek bir kamplaşma ve kavga için öncelikle bu temel ayrımdan yola çıkılması gerekiyor.

Türkiye'de düzen siyaseti baştan sona TÜSİAD'cıdır. Öyle olmak zorunda olduğunu da görüyoruz.

Gerçek bir mücadele için bu programın işler ve meşru kılınmasına çabalayanların da deşifre edilmesi gerekmektedir.

                                                               /././

Mayıs’ın 18’i, 19’u…(Asaf Güven Aksel)

1919’un iz bırakan hamleleri, toplumsal bilincin küllerinden, ancak sınıfsal bir düzen yıkma cüretiyle yeniden hayat bulabilir. Sermayenin sistemi içinde böyle bir alternatif yoktur.

Belki, “barış içinde geçiş” vurgusunun hâkim olmaya başlamasına da tepki olarak, Çin’de türetilmiş  ve yayılmış olan “iktidar namlunun ucundadır”ın ilginç bir uygulaması, Hindistan’da, Naksalbari köylü ayaklanmasında yaşanıyordu 60’ların ikinci yarısında . Bu ayaklanma, doğrudan iktidarı almayı hedefleyerek benzerlerinden ayrılıyordu ama, özüne de o kadar bağlıydı ki, “ucunda olunan namlu” yoktu. Silah olarak geleneksel köy üretim araçları kullanılacaktı. Orak, tırpan, yaba…  Çaru Mazumdar öncülüğünde bu hareket, heyecan yaratır, özellikle gençliği etkiler ve dünyada yankılanırken, esin kaynakları arasında ilk sıra Çin Kültür Devrimi’nindi, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin. 

Pekin Radyosu’ndan bu gelişmeler takip ediliyor, “kırdan kente” stratejisi Türkiye özelinde de akla yatıyor, zemin, “bozkırın bir kıvılcımla tutuşacağı” kadar kurumuş mu diye adım adım inceleniyordu. Çünkü, Köy Enstitüleri’nden, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’ndan yükselen keman seslerinden birinin sahibi, İstanbul’a, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na, oradan da İÜ Fen Fakültesi’ne geçmişti ve sosyalizmle tanışmış, Varlık’la edebiyat, Yön’le siyaset okuru, bu genç eline kalemi almış, 6.Filo’ya karşı bildiri yayınlayarak “fişlenmiş”ti bile. 

İbrahim Kaypakkaya’nın, 18 Mayıs 1973’te durdurulan yaşamını burada özetlemeye kalkışmanın anlamı yok tabii. Sadece, Kültür Devrimi’nin en etkileyici yanı olan, devrim yapmış ÇKP MK’sı dahil, her şeyin, duvar gazeteleriyle eleştiriye tabi tutulması, her şeyin tartışılmasıydı. Engels’in “Aydınlanma” tanımı gibi. Bunun, Kaypakkaya’nın öncelikle solda “doğru ve geçerli varsayılan”lar, “sorgulanmayan”lar, olarak değerlendirdiği görüşlerin eleştirisine yönelmesinde bir payı olsa gerek. Ve içinde bulunduğu yapılardan kopup kendi çizgisini oluştururken farkını ortaya koymanın tek etkili yolu olan, “keskin reddiye”ler zincirinde. 

Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı, Kemalizmin tarihsel niteliği, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizmin güdümü, Kürt ve Ermeni sorunu, Mazumdarcı kırılmayla “kırdan kente” stratejisi vesaire, tümüyle tartışmalı olabilir, son derece eleştiriye açıktır. Örneğin, Stalin’in “Kemalist Devrim, bir üst tabaka devrimidir, millî ticaret burjuvazisinin devrimidir” değerlendirmesini, cümle bütününden ve devamından koparmak, “üst tabaka”yı “komprador”, “millî”yi “Türk” anlamında kullandığını söyleyerek kendi tezine dayanak yapmak, aynı zamanda MDD’ci kanatta yer alan Kaypakkaya için, anlaşılırdır. Ama bunların yanlışlık, doğruluk derecelerinden çok, Varlık, Yön, Pekin Review dergileri, radyo istasyonları, henüz çevrilmeye başlanmış literatür, Kültür Devrimi’nin dalgaları, Şnurov’un  bir görevli olarak yaptığı analizlerin kılavuzluğu arasında, sürekli bir araştırma, sorgulama, rota çizme, örgütlenme çabasıyla geçen, toplamda 24 yıl sürmüş ve işkenceyle sona erdirilmiş hayat önemlidir. 

Hayır, tıpkı benzer yaşlarda öldürülen, farklı görüşlerdeki arkadaşları gibi, İbrahim’i de değerli kılan tek şey, “trajik bir son”, bu dolayımla bir destanlaşma olamaz. Kalan, “ser vermişlik”teki adanmışlık, bu dünyayı, bu düzeni değiştirmeyi sabit fikirleştirme ve bunu olabilecek en sert reddiyelerle mesafelenerek ögütlemenin dersleridir. 

Her 18 Mayıs’ta, İbrahim Kaypakkaya’yı anısına saygıyla, ölümüne yangınla hatırlatan, bu yaşamıdır.

* * *

Dilimiz öyle bozguna uğratıldı ki, hâlâ geçerli midir, öğretilir mi bilmem, “ismin halleri” diye bir şey vardı. Bunların içinden, “e” hali, “i” hali geldi aklıma. Yönelme ve belirtme halleri ya da (uydurmuyorsam!).

Çünkü, “idrak etmek” diye bir kalıp eşlik ediyor yıldönümlerine. İdrak etmek. Sözlük anlamları arasında, “kavramak, bilincine varmak” da var, “erişmek, ulaşmak” da. Elbette sofistike bir yaklaşımla, bunlar birbirine ulanabilir, mecazdan el alınabilir ama, aynı anlama gelir gibi kullanılması, bir imla sorununa eşlik eden siyasal izdüşüm örtüsüdür gene de. 

Deniliyor ki örneğin, “bilmem kaçıncı yılını idrak ettiğimiz şu günde…” Bu kalıplaşmış kullanımda, herkes murad edileni anlasa da, “e” hali yerine “i”halini kullanmak bir yıldönümünün, yanıltıcıdır. Ulaşmak, erişmek, dediğim gibi mecaza kaçmayacaksak, “e” haline olur. “yılını değil de, yılına idrak”, dile ve alışılagelmiş kalıba biraz aykırı gelse de, ağıza oturmasa da, yerini bulan bir anlam düzeltmesidir, yerleşik kurallar ne derse desin.

Yönelme, bir yıldönümünden bahsediyorsak, bilinçli bir müdahale gerektirmez çünkü. Dünya, Güneş çevresinde insan etkisi olmadan turunu atar, o kadar. Hızını belirleyemez, durduramaz, geri çeviremezsiniz. O akar gider. 19 Mayıs 1919’dan sonra, yüz beş kez tamamlamıştır turunu ve o yaşa gelmiştir bir tarih. Halen yürürlükte olsun olmasın, kalsın kalmasın, hatırlansın hatırlanmasın. Doğa yasasıdır, yıllar geçer üzerinden her şeyin, sizi umursamaksızın.

Üzerinden yıllar geçen şeyin bir anlam ifade etmesi, “idrak etme”nin kavrama, bilincine varma karşılığına denk gelmesiyle mümkündür. Ne oldu, ne kaldı, nedir fonksiyonu soruları ancak böyle yanıtlanabilir.

Eşit değildir yani kalıp olarak “i” ve “e” farkını silen kullanım. Biri doğa olayıdır, biri insan eylemi. Doğa olayını esas alanlar, her zaman olduğu gibi, anlı şanlı kutlama törenleriyle kendilerini kandırırlar. 19 Mayıs 1919’dan bu yana şunca yıl geçmiştir, hatırlanmaktadır, demek ki bâki kalmıştır! Bu yaklaşımda insan bilinci yoktur, doğa olayından kendine “müdafaa ve muhafaza” payı çıkarma yanılgısıdır. Bugüne bakamadığı gibi, düne ve yarına da bakamaz. Haliyle kavrama yoktur, bilince çıkarma yoktur, sadece gümbürtülü tören vardır. 

Tarih, dünyanın dönmesiyle değil, o dönen dünyadaki insanın eylemiyle anlam kazanır. Eylemlilik halindeki insan, tarihsel dönemeçlere de “i” haliyle bakar. Geçen zamandan yaşanan zamana, bir idrak zorunluluğuyla.

Zaman, yalnızca insandan bağımsız bir doğa olayı değildir tabii. Saliselerden binyıllara insan eliyle dilimlenen zaman geçerken, insan eylemliliği, tarihsel akışı değiştirir, “zamanlar çok değişti”den, “mazide kaldı,” demeye kadar kastedilen budur. Zaman, kendi sabitine uyar. Değişen ve niceliğe nitelik veren, toplumsal tarihtir.

Ve bir gün, diyelim, 19 Mayıs 2024’te, dönüp geriye baktığınızda, başlangıç ve gelinen an arasındaki zaman diliminde değişenlerdir aslolan.

18 Mayıs 1973’te, “iktidar namlunun ucunda”ydı.

18 Mayıs 1919’dan bir gün sonrası, bir vapurun demir almasının, bir kalkışmanın, birikmişten eyleme geçişin tarihinde de böyleydi. “Yurdu düşmanlardan kurtardı”yla bitmez, bir annenin “padişaha karşı mı geleceksiniz?” kaygısını da içerir.

İşgalcilere karşı yürütülen mücadeleden ibaret değildir. Saltanata ve hilafete karşı yıkıcı kararlılık olmadan, kurulduğu ilan edilen bir cumhuriyet olamayacağı bilincidir. 1923’ün tasarlanmasıdır. Taassuba, dinsel gericiliğe, cehalete karşı bayrak açmadan, zor yoluyla kazımayı göze almadan tarihsel bir hamle yapılamayacağını “idrak”tir.

1919, “kaç kişiyiz” sorusuna değil, “ne istiyoruz” sorusuna yanıt vermeyi önceleyenlerin, amacını ara duraklarla, şimdilik yetinmelerle, öncelikli merhalelerle ölçüye biçiye terk etmeyenlerin iradi müdahalesidir tarihe. Nesnelliğin vazgeçiriciliğine, “genel manzara”nın erteleticiliğine kulak asmayan iradenin müdahalesi. Vazgeçişlerin, itidallerin, teslimiyetlerin rengârenk, göz kamaştıran “gerçekçilik”lerine yüz vermeden, gücüne bakmadan, bir hayali gerçekleştirmek üzere yola çıkan irade. Yüz beş yıl sonrasının en önemli dersi budur. 

Böyle baktığınızda, bir burjuva devrimin sınırları ve “kendine has” denilmesinin sınıfsal bir yumuşatmada kullanılmasına izin vermeyen bir kapitalizm hedefinin kaçınılmaz sonunu yaşadığımız gerçeğini tekrarlamakla yükümlüyüz. Toplumu yeniden 1919’un cüretine, bir üst aşamada hazırlamak, bir tatlı rüyadan uyandırmakla başlar. Sevimsiz gelse de…

Bugün, herhangi bir yıldönümünü idrak edeceksek 1919’un, kutlanacak nesi kaldığını sorarak başlamakta fayda var: İşgalciye karşı mücadele; tutarsızlığı ve yenilgisi muhakkak da olsa bağımsızlık vurgusu; gericiliğe karşı aydınlanma ve laiklik; saltanata karşı cumhuriyet; “özel teşebbüs” palazlanmasına karşı halkçı, kamucu yönler taşıyan planlı ekonomi; eğitim ve öğretimi tabana yaymaya dayalı, hurafelere karşı bilimi önceleyen kültürel inşa; tebaanın, hukukta hakları eşitlenmiş yurttaşa dönüşümü. Hangisi payidar?

Doğa olayı ve insan eylemi. İsmin “i” ve “e” halleri.

Bütün bu yıkımdan, final vuruşunu yapmış olan AKP’yi sorumlu tutup, onun yıkılmasıyla her şeyin güzel olacağını düşünenler, dönüp tarihe bir daha bakmalıdır. Bugünün AKP alternatiflerini, kurucu ilkelerini sıraladığımız 1919’la, 1923’le karşılaştırmalıdır. 

Karşılarına çıkacak tek sorumlu, cumhuriyetin kendisini emanet ettiği sermaye sınıfının ta kendisidir. Burjuva devriminde başka bir yönelim mümkün müydü münazarası boştur. 

Tarihsel ileri atılımlar, kuşkusuz insan bilincine, toplumsal belleğe iz bırakır. Ama belli dönemeçlerde, o izler, yaşanan dilime uygun biçimde yeniden canlanıp, o izi bırakan cüreti gösteremezse, anımsamalarla yetinmeye, gerçekliğin inkârına dönüşerek silinir.

Bize düşen de bunu anımsatmaktır. 1919’un iz bırakan hamleleri, toplumsal bilincin küllerinden, ancak sınıfsal bir düzen yıkma cüretiyle yeniden hayat bulabilir. Sermayenin sistemi içinde böyle bir alternatif yoktur. 

Sosyalizmi, emekçi cumhuriyetini öncelemeyen bütün alternatifler, ancak bir yıldönümüne, yerinde yeller eseni anımsamalara idrak ederler, doğa yasaları sayesinde.

1919, idraki, anlaşılmayı, kavranmayı bekliyor, tarihsel bir dönemeç olarak bu saygıyı hak ediyor.

                                                               /././

Bugün bayram olmaz (Berkay Kemal Önoğlu)

Cumhuriyet yeniden kurulmak zorunda. Bunun için bu halk asalakları sırtından atmak zorunda. Hayatla, memleketle, insanla yeniden ve sımsıkı bir bağ kurmak zorunda.

Bugün sokaklarımızda, caddelerimizde, meydanlarımızda, gündelik yaşantımızda pek de hissedilmese de resmi olarak bir bayram günündeyiz. Halkın büyük çoğunluğu için resmi tatilden başka bir anlam ifade etmez hale gelse de, elbette, gözden kaçması mümkün olmayan, büyük bir tarih 19 Mayıs, Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı.

Mazisi Gazi Günü, 1926 yılından başlayarak Samsunluların kendi illerinde, Mustafa Kemal'in 1919’daki gelişi şerefine kutladıkları bir gün 19 Mayıs.

1934’te Soyadı Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle 1935’te yine Samsun ölçeğinde fakat Atatürk Günü adıyla kutlanmaya devam ediyor.

Her sene yalnızca Samsun'da kutlansa da ulusal ölçekte dikkat çekiyor ve basında da kendisine yer buluyor 1919'un yıl dönümü. Bunda elbette Mustafa Kemal’in Samsun’daki kutlamalara gösterdiği alaka ve Samsun halkına ilettiği mesajların etkisi büyük. Ancak kuşkusuz daha önemlisi 19 Mayıs’ın bir başlangıç günü olarak taşıdığı sembolik anlama yapılan vurgunun her geçen yıl artırılması. Tarih yazmaya bir yerden başlanacaksa, takdir edersiniz ki, nereden başlanacağı konusu bir yerden sonra karar konusu oluyor. Kurtuluş Savaşı’nın sembolik başlangıç günü de işte o yıllarda belirmeye başlıyor.

Bununla beraber o yıllarda her Mayıs ayı yurt genelinde göze çarpan başka bir uygulama daha var. Bu uygulama aslında Osmanlı’nın son yıllarında maarif takvimine girmiş fakat takip eden yıllarda savaştan, açlıktan, yoksulluktan unutulup geri planda kalmış…

Genç Cumhuriyet Osmanlı’da bahar aylarının gelişiyle spor şenliği, öğrenci bayramı, jimnastik şöleni vb. isimlerle anılan öğrenci etkinliklerini 1927 yılından itibaren ‘Talebe Bayramı’ olarak yeniden ayağa kaldırmayı amaçlıyor. Talebe Bayramı’nın en önemli parçası ise ayrı bir başlık olarak düzenlenen İdman Bayramı oluyor. Bu kapsamda her Mayıs ayında bütün orta dereceli okullardan binlerce öğrenci koreografik beden eğitimi gösterilerine ve yurt genelinde okullar arası spor müsabakalarına katılıyor. Evrensel, çağdaş kıyafetlerle, olimpik branşlarda gerçekleşen müsabakalar kimi illerde halkın da yoğun katılımıyla büyük spor organizasyonlarına dönüşüyor.

1937’de Milli Eğitim Bakanlığı bir genelge ile İdman Bayramı’nın tüm illerde 19 Mayıs’ta başlatılmasını karar altına alıyor. Bu da 19 Mayıs’ı ulusal ölçeğe yayan en önemli adım oluyor. Öğrencilerin İdman Bayramı böylece, daha fazla törensel unsur ilave edilmesiyle yeni bir biçim kazanmaya başlıyor. Bir yıl sonra, 1938 Haziran’ında ise ‘19 Mayıs, Gençlik ve Spor Bayramı’ TBMM tarafından resmen kabul ediliyor.

Bu isme daha yakın bir tarihte 1981 yılında ‘Atatürk’ü Anma’ öbeğini ekleyenler ise 12 Eylülcüler oldu. Onların icat ettiği ‘Gardırop Atatürkçülüğü’ tabir edilen, bütün güzel şeyleri kapsadığı iddia edilip esasen bu sebeple hiçbir anlama denk düşmeyen, hiçbir ilerletici yan taşımayan, aptallaştırıcı bir “Atatürkçülük” türüdür. Kenan Evren çetesi işte bu ilerletici/ayrıştırıcı referanslardan tamamen arınmış, dev heykel ve bayraklardan ibaret Atatürkçülük türünün mucitleridir. Tanrı, Devlet ve Para dışında herhangi bir şeye inanç duymanın yasaklandığı düzenin mimarları...

Sonuçta 19 Mayıs, Cumhuriyetin kabul ettiği, yasalaştırdığı beşinci bayramdı. Tarihine bakıldığında anlaşılacağı üzere Cumhuriyet'e yakışıyordu. Fakat bugüne gelindiğinde bu bayramın, ne spor ne de gençlik bağlamında canlı bir anlam ifade ettiği söylenebilir.

Peki canlı olmasa da, ne anlam ifade ediyor bu gün?

Güya bir ulusal bayramdan söz ediyoruz, sokaktan geçenlere 19 Mayıs’ın anlamını soralım. Ortaya çıkan tablonun herhalde bir ortaklık duygusu vermeyeceği açıktır. Tamam, sömürü ortadan kalkmadıkça bir toplumun herhangi bir konuda yekpare anlam bulması pek de hayırlı değildir ve bu açıdan bazı ayrılıklar sağlık ve dinamizm göstergesidir. Ama bugünkü tablo ne yazık ki sağlıklı bir ayrışmadan çok bir dağılmaya işaret ediyor.

İşte bu açıdan kapanmadı 12 Eylül dönemi…

Öyle çabucak kapanacak bir parantez gibi açılmamıştı çünkü. Takip eden yıllarda karşı-devrim galebe çaldı, cumhuriyet yıkıldı. Bu hesaplaşma eninde sonunda bir semboller savaşıdır da. Ve ne acıdır ki 12 Eylül’ün dayanaksız bıraktığı, fikirlerden arındırdığı sembollerin cumhuriyet namına savaşacak hâlleri kalmadığını gördük.

Yani patron takımının sırtlarında yük gibi görüp kurtulmak için Erdoğanların öncülüğünde açıktan kavga etmeyi göze aldıkları Cumhuriyet çoktan dayanaksız bırakılmıştı. 12 Eylül zayıflattı, etkisizleştirdi, biçimsiz ve anlamsız sembollerle donattı ve kumdan kale haline geldi Cumhuriyet… Gerek şartları, en temel fikir ve ilkeleri ortada yoktu. Sembollerine saldırıldığında onlara sahip çıkan, göğsünü siper eden yığınlar ise esasta neye ve nasıl sahip çıkacaklarını büyük oranda unutmuştu.

AKP Mustafa Kemal’le kavga etmeyi işte böyle göze alabildi…

Bugün halk her şeye rağmen sarılıyor Mustafa Kemal’e, deyip avunanlar var. Evet, bu sarılışın cumhuriyete sarılmak olduğunu düşünmek bazıları için mutluluk verici olabilir. Ama 12 Eylül’ün mucidi olduğu türden Atatürkçülüğün cumhuriyete fayda getirmediği, cumhuriyetin yıkılışında kurulmuş bir tuzak olduğu asla unutulmamalı. Yani biçimsiz, ne dediği belli olmayan, programsız bir yöneliş kimseyi avutmamalı.

23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim bu tarihler bize bugün yürünecek bir yolu hatırlatıyor. Kazanıncaya kadar omuz omuza sürmesi gereken cumhuriyetçiliğin mücadele ortaklığını… Bu ortaklığın bugün en kuvvetli zemini olmaya aday Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ne dönüyoruz yüzümüzü bu günlerde.

Çünkü biliyoruz ki;

Türkiye’de Cumhuriyetçilik tutarlı, güçlü ilkelere yerleşmek; somut, elle tutulur bir programa sahip olmak ve tarihsel cumhuriyet mevzisi için dişe diş savaşmak zorunda.

Mücadele olmadan bugün bayram olmaz.

Yeni bir ülke umuduyla, yeni başlangıçlarla beraber anılması gereken gençlik; yaşama sevincine yeniden sarılmak, karamsarlığa teslim olmadan ülkesine duyduğu sevgiyi sorumluluk duygusuyla harmanlamak zorunda.

Gençlik olmadan bugün bayram olmaz.

Spor alınır satılır bir mal olmaktan çıkarılıp hayatın tümüne yayılmış, insanları kaynaştıran, bireyleri kuvvetlendiren, gençlerin kendilerini keşfetmelerine olanak sağlayan, bizi sağlıklı, dinamik bir ‘toplum’ haline getiren unsurlardan biri haline gelmek zorunda.

Spor toplum için olmadan bugün bayram olmaz.

Cumhuriyet yeniden kurulmak zorunda. Bunun için bu halk asalakları sırtından atmak zorunda. Hayatla, memleketle, insanla yeniden ve sımsıkı bir bağ kurmak zorunda.

Devrim olmadan bugün bayram olmaz!

Ama elbet bu ülke bir gün bayram yeri olur…

                                                           /././

Fransa Pasifik'teki sömürgesinde kontrolü sağlayamıyor: Paris Türkiye'yi de suçluyor (Can Kuyumcuoğlu)

Fransa, Pasifik'teki sömürgesi Yeni Kaledonya'da zor günler yaşıyor. Paris, küresel ekonomi açısından kritik bir öneme sahip ülkedeki ayaklanmalarda Türkiye'nin de rolü olduğunu öne sürüyor.

Pasifik Okyanusu'ndaki bir Fransız bölgesi olan Yeni Kaledonya, seçim kurallarında önerilen değişiklikler üzerine çıkan ayaklanmalara sahne oluyor.

Paris hükümeti, adalarda olağanüstü hal ilan ederek, yerel yetkililere halka açık büyük toplantıları yasaklama ve insanları evlerinde kalmaya zorlama konusunda geniş yetkiler verdi.

Şu ana kadar ikisi Fransız güvenlik görevlisi olmak üzere altı kişinin ölümüne yol açan isyanlar, gelecek ay yapılacak Avrupa seçimleri öncesinde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'u sıkıntıya sokmuş durumda.

Fransız yetkililer önceki gün yaptıkları açıklamada, ülkedeki isyanların yatıştırıldığını açıklamıştı. Ancak başkent Nouméa'nın belediye başkanı Sonia Lagarde, bugün yaptığı açıklamada, takımadalardaki çok sayıda kamu binasının ateşe verildiğini ve yüzlerce polis takviyesinin gelmesine rağmen durumun "sakinleşmekten çok uzak" olduğunu söyledi.

Olaylarda şu ana kadar 200'den fazla kişi tutuklandı. Paris'in halihazırda bölgede bulunan 1700 personele katılmak üzere yaklaşık 1000 polis memuru daha gönderdiği bildirildi.

Yeni Kaledonya neresidir?

Yeni Kaledonya, Avustralya'nın doğusunda, yaklaşık 270 bin nüfusa sahip bir Pasifik takımadası. 140'tan fazla ada içeren ülkede ana ada olan Grande Terre neredeyse 400 kilometre uzunluğunda ve 50 kilometre genişliğinde.

Nüfusun yüzde 44'ünü yerli Kanak (Melanezyalılar) halkı oluştururken, yüzde 34'ü çoğunluğu Fransız olmak üzere Avrupalılar. Nüfusun geri kalanını Wallisliler ve Tahitililer de dahil olmak üzere diğer azınlık grupları oluşturuyor. Nüfusun üçte birinden fazlası başkent Nouméa'da yaşıyor.

Adalar, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa tarafından sömürgeleştirildi ve doğrudan Paris'in yönetimi altında kaldı.

Hint-Pasifik bölgesindeki Fransızların sahip olduğu birkaç ada grubundan biri olan bölge, Fransa için stratejik değere sahip. ABD'nin Jeolojik Araştırması (USGS) kurumunun verilerine göre, geçen yıl dünyanın üçüncü büyük nikel üreticisi olan Yeni Kaledonya, küresel nikel üretiminin yaklaşık yüzde 6'sını oluşturuyor.

                                                 Yeni Kaledonya başkenti Nouméa.

Yeni Kaledonya'da neler oluyor?

Adalarda, oy kullanma hakkına sahip yurttaşların sayısını artıracak yasa değişikliği üzerine protestolar patlak verdi.

Olaylarda şu ana kadar altı kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı.

Ayaklanmalar nikel üretimini de etkiledi. Fransız maden şirketi Eramet SA'nın şu anda adalardaki yerel birimini minimum kapasiteyle çalıştırdığı bildirildi.

 Ülkedeki isyanlar sırasında arabalar yakıldı, dükkanlar ateşe verildi, yol ortalarına barikatlar kuruldu. (AFP)

Yeni Kaledonya'daki protestocular neye öfkeli?

Yakın zamanda Paris'teki Ulusal Meclis ve Senato tarafından onaylanan yasa taslağına tepki gösteren Yeni Kaledonya halkı, bunun yerli Kanak nüfusunun gücünü zayıflatacağını ve yerel topluluklar arasındaki eski gerilimleri körükleyeceğini belirtiyor. Hükümetse, tasarı yasalaşmadan önce yeni bir müzakere turu önerdi.

Adalardaki en büyük yerli grup olan Kanaklar, özellikle nikel üretiminin yönetiminde Avrupalı yerleşimcilerin torunları tarafından dışlanmaktan uzun süredir şikayetçi. 1980'lerde başlayan gerginlikler sivil çatışmalara dönüşmüş, ancak çatışmalar Kanak kimliğini resmi olarak tanıyan ve eşitsizlikleri gidermeyi amaçlayan bir dizi barış anlaşmasından sonra yatışmıştı.

O tarihten bu yana yapılan üç bağımsızlık referandumunun tümü takımada ülkesinin Fransa'ya bağlı kalması lehine sonuçlandı. Ancak Kanak liderleri, koronavirüs salgınıyla bağlantılı sorunları öne sürerek 2021'deki son oylamayı boykot etmişti.

                                   Yeni Kaledonyalı protestocular, ülkenin ulusal bayrağıyla meydanlarda.

Yeni Kaledonya'nın dünya ekonomisindeki rolü nedir?

Yeni Kaledonya'nın dünya ekonomisindeki önemi tek kelimeyle "nikel" olarak özetlenebilir. Takımada, yüksek performanslı elektrikli araçlarda kullanılan pillerin temel bileşeni olan nikelin dünya genelinde en büyük üreticilerinden biri.

Son aylarda Endonezya'dan gelen ve neredeyse tamamı Çinli şirketler tarafından işlenen yeni arz dalgası nedeniyle ülkedeki endüstri, rekabette geride kaldı ve yerel firmaları kapanmayı gündem almaya zorladı.

Fransız hükümetiyse, Yeni Kaledonya nikelinin batmasını önlemek için, yerel madencilere uygun krediler ve sübvansiyonlar sağlıyor. Bu, Pekin'le Batı arasındaki artan gerilimin ortasında, Çin etkisinden arınmış maden tedarik zincirlerinin Batılı politikacıların gözünde artan önemine işaret ediyor.

         Kanadalı büyük maden şirketi Vale'nin de Yeni Kaledonya'da büyük bir üretim tesisi bulunuyor.

Fransız hükümeti Yeni Kaledonya'daki ayaklanmalara nasıl karşılık verdi?

İsyanların başlamasının ardından Macron hükümeti, takımadada 12 günlük olağanüstü hal ilan ederken, Fransa'dan yüzlerce ek güvenlik personeli uçakla bölgeye getirildi. Ülkedeki havalimanları kapatılırken, hükümet, takımadalarda Çin'e ait sosyal medya platfrmu TikTok'u geçici olarak yasakladı.

Fransız yetkililer halka gıda ve temel ihtiyaç malzemeleri göndermek için hava bağlantıları kurarken, Fransa Maliye Bakanı Bruno Le Maire, şiddetten etkilenen yerel işletmelere yönelik tazminata dair çalışmak üzere sigortacılarla görüşme planladı.

Yeni Kaledonya'da güçlü bir bağımsızlık hareketi var mı?

Fransa'dan bağımsızlık sorunu nedeniyle bölgede uzun süredir gerginlikler yaşanıyor.

Hükümette yalnızca birkaç sandalyeye sahip olan muhafazakar, ayrılıkçılık karşıtı siyasi parti The Rally gibi bazı siyasi gruplar, Fransa'ya sadık ve güçlü bağları korumak istiyor.

Ancak bu haftaki isyanlar, katı lobi grubu Yerdeki Eylemler Koordinasyon Birimi (CCAT) liderliğinde Şubat ayından Nisan ayına kadar Noumea'daki meydanlar çevresinde düzenlenen protestoların etkili olduğunu gösteriyor. Grup, son haftalarda yaklaşık 80 bin protestocunun ayrı mitinglerde toplandığını iddia etti.

Kanak ve çok sayıda siyasi partinin yer aldığı Sosyalist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNKS) gibi bağımsızlık yanlısı gruplar, destekçilerinin "Kanaki" adını verdikleri yeni bir ulusun yaratılmasını istiyor.

Yeni Kaledonya'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Kanak halkı. Kanak kelimesinin kökeni Hawaii dilinde ''insan'' anlamında kullanılan kanaka Maoli teriminden gelmektedir.

Paris Azerbaycan'ı suçladı: İsyanlarda parmağı var mı?

Fransa İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, Yeni Kaledonya'daki olayların ardından Azerbaycan'ı protestoları teşvik etmekle suçladı.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Fransa'nın Azerbaycan'ın komşusu Ermenistan'a verdiği destek nedeniyle Macron'u sert bir şekilde eleştirmiş ve Fransa'nın eylemlerinin yeni bir savaşı tetikleyebileceğini söylemişti. Aliyev ayrıca uzun süredir Fransa'yı Yeni Kaledonya halkını bağımsızlık hakkından mahrum bırakmakla suçluyordu.

Geçtiğimiz yıl Azerbaycan, Fransa'nın bazı eski kolonilerinde varlığını sürdürmesine karşı kampanya yürütmek için bir Bakü Girişim Grubu kurmuş ve Fransız denizaşırı topraklarından bağımsızlık yanlısı temsilcileri ağırlamıştı.

Fransız kanal: 'İşin içinde Türkiye de var'

Diğer yandan Fransız radyo ağı Europe 1, Yeni Kaledonyalı ayrılıkçıları kışkırtanlar arasında Azerbaycan'ın yanı sıra Türkiye'nin de olduğunu iddia etti.

Yeni Kaledonyalı ayrılıkçıların arkasında Bakü'nün ve Ankara'nın olduğunun artık Fransız iç istihbarat kurumu İç Güvenlik Genel Müdürlüğü (DGSI) için bir sır olmadığı öne sürülen haberde, Kaledonyalı yerli halk temsilcilerinin 1 Mart'ta Ankara'da sömürgecilikten kurtulma konulu uluslararası bir konferansa gittiği söylendi. 

Bir istihbarat kaynağının iddiasına göre Kanak heyetinin ulaşım masrafları Azerbaycan'ın gizli servisleri tarafından karşılandı. Bu toplantının sonunda Emmanuel Macron'a "Fransa'nın sömürgeci aşırılıklarını" kınayan açık bir mektup gönderildiği aktarıldı.

Fransa sömürgelerini artık kontrol altında tutamıyor

Fransa'nın uzun yıllar boyunca sömürgesi olan Nijer, Mali ve Burkina Faso gibi Afrika ülkelerinde son yıllarda Batı karşıtı askeri darbeler yapıldı. Bu ülkelerdeki cunta yönetimlerinin talebi sonucunda Fransa, buralardan çeşitli misyonlar gerekçesiyle bulunan tüm askerlerini çekmek zorunda kalmıştı.

Bu Afrika ülkelerinin en büyük ekonomik ortaklarından biri Çin olurken, Rusya'nın buralardaki askeri etkisi de giderek artıyor.

Türkiye ve İran gibi ülkelerin buralardaki ekonomik faaliyetlerindeki artış da dikkat çekiyor. Türkiye'nin Afrika'da Fransa'yla rekabet halinde olduğu artık bir sır değil.

Pasifik ülkesi Yeni Kaledonya'da yaşananlar da Fransa'nın sömürgeleri içinde nüfuzunun zayıfladığının sinyallerini veren son halka oldu.

Fransa'nın Pasifik takımadasında yaşananlara dair Türkiye'yi de suçlaması, Ankara'yla Paris arasındaki rekabetin Pasifik'e de sıçrayabileceğine dair işaretler de barındırıyor.

                                                          /././

Sömürgecilik zor zenaat! (Engin Solakoğlu)

Haklar ve özgürlükler söylemi üzerinden bütün dünyanın kafasını ütüleyen sömürgeci Fransa devleti iş Kanakelerin özgürlüğüne gelince 19. yüzyıl modeli her türlü zorbalığa başvurmaktan kaçınmaz.

Bu haftaki yazı  “bize ne el alemin derdinden!” demeyenler, başını yarın dönüm bostanından ya da plazadaki enayi masasından kaldırıp “Büyük insanlığın” peşinde mücadele verenler için yazılma iddiasını taşıyor. Yeni Kaledonya’da neler olduğunu çeşitli boyutlarıyla anlatmaya çalışacağım. Her zamankinden uzun olacak. Coğrafya ve tarihten başlayalım.

Türkiye’ye yaklaşık 15 bin kilometre uzakta, Avustralya’nın 1500 kilometre doğusunda, Yeni Zelanda’nın 2000 kilometre kuzeyinde bulunan bir adadan söz ediyoruz. Daha belirgin şekilde tanımlamak gerekirse 1 büyük, birkaç da küçük adadan oluşan bir takımada da diyebiliriz. Toplam yüzölçümü, yakınlardan örnek verecek olursak Kıbrıs adasının iki katına denk geliyor.

Bizim bildiğimiz ismi elbette Avrupalı sömürgecilerin bir adlandırması. İskoçya’nın dağlık kuzey yörelerine (Highlands) benziyor diye oranın tarihsel ismi olan Kaledonya’yı uygun görmüş başına bir de “yeni” eklemişler. Adanın yerli  halkı,  “Kanaky” diyor. Batılıların deyimiyle Kanaklar ya da orijinal isimleriyle “Kanake”lerin ülkesi anlamında. Kanakeler Polinezya-Melanezya grubuna ait bir halk. Bilim insanlarının tahminlerine göre en az 3500 yıldır orada yaşıyorlar.

Sömürgecilerin Avustralya ve Yeni Zelanda’yı “keşfi” ve sömürgeleştirmesiyle birlikte bölgede üçüncü büyük toprak olan Kanaky de emperyalizmin hedefi haline geliyor. Becerikli emperyalist Britanya İmparatorluğu ilk ikisine el koyunca, Fransa’ya da bir anlamda teselli ikramiyesi olarak bırakılıyor. Yıl 1853. Fransa’nın III. Napolyon hakimiyetinde “empire” yani imparatorluk olarak adlandırıldığı, emperyalizm liginde şampiyonluk mücadelesi verdiği dönemdeyiz.

Başta değerli bir kereste sayılan sandal ağacı ticaretine odaklanılan adada zengin nikel ve demir cevheri kaynakları da bulununca Kanaky’nin sömürgeleştirmesinin ekonomi politik bağlamında önemi artmış. Yerli halk nikel madenlerinde karın tokluğuna çalışmaya pek de gönüllü olmadığı için, birçok başka sömürgede olduğu gibi, buraya da mücavir adalardan çoğu da çocuk olmak üzere köle işgücü taşınmış. Bu işgücüne 17 bin kilometre uzaktan getirilen Fransız mahkumlar da dahil edilmiş zaman içinde. Sömürgeci yerleşimi bugün başkent Noumea’nın bulunduğu güneyde yoğunlaşmış. Kanakeler “Avrupa medeniyetinden uzağa”, Kuzey’e çekilmişler. ABD yerlileri misali, sömürgeci yönetimin kendilerine uygun gördüğü “rezervlerde” yaşamaya başlamışlar.

Adanın tarihinde sömürgecilik karşıtı birçok ayaklanma var. Hepsi şiddet kullanılarak bastırılmış. II. Dünya Savaşı’nı izleyen “dekolonizasyon” dönemi her nedense Kanaky’yi es geçmiş. Fransa Pasifik bölgesindeki jeopolitik konumu ve yeraltı zenginliği sebebiyle buradan vazgeçmemiş. Ada yerlilerinin toplam nüfus içinde mutlak çoğunluğu kaybetmeleri ise nikelin uluslararası piyasalarda tavan yaptığı 1969-72 yıllarına rastlıyor ne hikmetse. Kanakeler bugün hâlâ toplam nüfusun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyorlar.

Sömürge karşıtı mücadelenin belirli bir ideolojik bilinç katkısıyla yoğunlaştığı dönem ise 1976-88 arası. Geçmişten farklı olarak bu kez hem ideoloji hem de örgüt var karşımızda: Kanak Sosyalist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNKS). Örgüt şiddeti ve silahlı mücadeleyi de kapsayan siyasal bir mücadele sonunda Fransa’da o dönem iktidar olan Sosyalist Parti’den birtakım tavizler elde etmiş. Bunların en önemlisi yerlilere egemenlik hakkı, Avrupa kökenli yerleşimcilere yani sömürgecilere ise hukuki güvence sağlayan bir plan. Birkaç sebeple yürümemiş. Adanın kaymağını yiyen Avrupalı burjuvazi Fransız devleti içindeki gücünü de kullanarak şiddet olaylarını körüklemiş. Sonuç OHAL ilanı, Kanakelerin kazanımların Fransız sağcı hükümetleri tarafından aşındırılması ve zamanla ortadan kaldırılması olmuş. Sosyalist Parti iktidarı tarafından Kanakelere bırakılan araziler geri alınıp yeniden Avrupa kökenli nüfusun kontrolüne verilmiş. Yerli halka şiddete başvurmaktan başka çare bırakılmamış. Şiddetin zirve noktası ise 1987 yılının sonunda meydana gelen, 6 Fransız jandarması ve 22 Kanake Özgürlük Savaşçısının öldüğü çatışma.

Siyasi tarihten sıkılanlar için bir ara verip, Kanakelere dair bir anekdot aktaralım. Futbol meraklılarının anımsayacağı bir isim: Christian Karembeu. Fransa Milli Takımının 1998 yılında Dünya Kupasını, 2000 yılında Avrupa Futbol Şampiyonası’nı kazanan kadrosundan. Şimdi  Olimpiyakos takımının teknik kadrosunda yer alıyor. Karembeu bir Kanake. Milli takım kariyeri sırasında Fransa Ulusal Marşı’nı söylemediği için eleştirilmiş. Karembeu eleştiriler karşısında sabrı tükenince tarihten bir hatırlatmayla yanıt vermiş. Büyük dedesi 1931 yılında Paris’te düzenlenen Paris Sömürgecilik Sergisi’ne getirilen 100 Kanake yerlisinden biriymiş. Diğerleri gibi bir kafese konmuş, “yamyam” etiketiyle “medeni Avrupalılar”a sergilenmiş. Hikâye burada bitmiyor. Siyasi tavır bakımından öne çıkan takım arkadaşı Lilian Thuram’ın aktardığına bakılırsa, Dede Karembeu sergiden sonra diğer yerlilerle birlikte bir miktar “timsah’ karşılığında Almanya’ya gönderilmiş. Fransa ve Almanya “egzotik” ürün değişimi yapmışlar bir anlamda.

Bu acı parantezle birlikte tarihsel geçmiş bahsini de kapatıp bugüne geliyorum. Öncelikle bir konunun altını çizelim. Yeni Kaledonya gerçek anlamda bir sömürge. Fransa Anayasası’na göre hangi ismi taşıdığının, statüsünün uluslararası hukuka göre ne olduğunun hiçbir önemi yok. Yerli halkı zulüm görmüş, öldürülmüş, demografik olarak baskılanmış ve azınlık haline getirilmiş. Yerleşimci Avrupalı nüfus ve sömürgeci devlet ekonomiyi kontrol ediyor. Ondan sonra da Kanakelere “seçim” hakkı veriliyor. Tercih anlamında değil, bildiğiniz ve sıkça yaşadığınız o sandıklı soytarılık. “Üç kez Referandum yaptık, kaybettiniz” deniyor. Taşıma nüfus, hile hurda önemli değil. Yaptık, kaybettiniz!

İşte geçen hafta yaşanan gösteri ve şiddet olaylarının ardında bu sömürgeci anlayış yatıyor. Kapitalist model sıkıştıkça doğası gereği faşizme doğru koşan Fransa Devleti’nin anakaradan gelip adaya yerleşmeleri için bin bir teşvik verdiği sömürgecilerin adanın kaderinde söz sahibi olma hakkını genişletmesine karşı çıkan Kanakeler direnmeye çalışıyorlar. Bu direnişin karşısında sadece Fransa Devleti yok. O sömürgeci siyasi iktidar tarafından silahlanmalarının önü bilinçli olarak açılmış Avrupa kökenli milis güçleri de var. Sorarsan “mallarını” koruyorlar. Hangi mallarını? Yoksul Kanake halkından yağmaladıklarını.

Bu arada Fransa’da Kanaky’deki gelişmeler, büyük ölçüde aşırı sağcı patronların denetimindeki Fransız medyası tarafından aktarılıyor. Bizdeki sersemlerin süt kardeşi olabilecek sözde “uzmanlar” sömürgeciliğin övgüsünü yapmakla meşguller. Utanmayı bilenler için utanılması gereken ama önce Ukrayna-Rusya savaşı, sonra Filistin’deki sömürgeci soykırımla birlikte alışıldık gelen manzara. “Yeni Kaledonya, Fransa’dır” diyorlar. Bundan 70 yıl kadar önce Cezayir için kurulan cümlenin aynısı.

Yazıda bilinçli olarak Kanaky dediğim Yeni Kaledonya’da yaşanan sömürgeci çirkinliğin bir jeopolitik bir de iç siyasi boyutu var. Jeopolitik boyut içerisine yeraltı zenginliğini, yani nikel rezervlerini koyabilirsiniz elbette ama mesele bundan ibaret değil. Sıkılabilirsiniz ama biraz geriye gidelim. Bundan üç yıl kadar önce Pasifik bölgesinin Fransa bakımından taşıdığı öneme ABD, İngiltere ve Avustralya tarafından oluşturulan AUKUS ittifakı bağlamında değinmiştim. Meraklısının yeniden okumasını tavsiye ederim. Fransa kendisini bir “dünya devleti” olarak görür. Nükleer silaha, büyük bir ekonomiye, teknolojik üretim konusunda yüksek bir seviyeye, dünyanın en büyük donanmalarından birine sahip olduğu yadsınamaz. Bunlara ilaveten “büyüklük” iddiasının somut dayanaklarından biri de coğrafi yayılımdır. Belleğim beni yanıltmıyorsa dünyada en geniş karasularına, kıta sahanlığına ve münhasır ekonomik bölgesine (EEZ) sahip birkaç ülke arasındadır. İşte bu iddianın en önemli maddi dayanaklarından biri ana ülkeden 17 bin kilometre uzakta, Pasifik’te sahip olunan Kanaky’dir. Kanaky’nin kaybı Fransa bakımından jeopolitik anlamda ciddi bir cüceleşme anlamına gelecektir. İşte bu yüzden haklar ve özgürlükler söylemi üzerinden bütün dünyanın kafasını ütüleyen (monşerliğin zorladığı sözcük seçimi), genç Devlet Başkanı, eşcinsel Başbakan seçmekle övünen sömürgeci Fransa devleti iş Kanakelerin özgürlüğüne gelince 19. yüzyıl modeli her türlü zorbalığa başvurmaktan kaçınmaz. Açık söyleyelim komünist reflekslerle hareket eden, anti-kolonyalist güçlü bir devletin bulunmadığı uluslararası konjonktürde Kanakelerin Fransa’yı sömürgecileriyle birlikte topraklarından kovarak edip bağımsızlık kazanma şansları yok. 

İç siyasi planda ise başka bir oyun dönüyor. Fransa’nın deniz aşırı topraklarının farklı statüleri bulunur. Kimi vilayet, kimi toprak veya bölge olarak tanımlanır. Bunların tamamının idaresi İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Devlet Sekreterliği tarafından koordine edilir. Bu “iç meselemiz” diyebilmek bakımından önemli bir araçtır. Hal böyleyken Başkan Macron’un Kanaky’deki olaylar konusunda Başbakan Attal’ı görevlendirmesinin bir anlamı var. İçişleri Bakanı Darmanin ve Başbakan Attal, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iktidar blokunun çıkartacağı adaylardan ikisi gibi görünüyor. Attal tam bir Macron 2.0’ken, Darmanin daha pespaye ve popülizme yatkın bir sağcı. Sermaye o sıradaki ihtiyacına göre bunlardan birini 2027 yılında düzenlenecek seçimlerde aşırı sağcı Marine Le Pen’in karşısına çıkartacak. Macron’un tercihi şimdilik Attal olduğu için, Kanaky’de meydana gelen olayların sorumluluğunu İçişleri Bakanı Darmanin’e yıkan, çözümün primini ise Attal hanesine yazacak bir oyun sergiliyor olabilir.

Kanaky’deki olayların bir başka boyutunu da ihmal etmeyelim. Fransa ve dünya basınında Azerbaycan, Türkiye, Rusya, Çin gibi ülkelerin adadaki olayları kışkırttıklarına dair resmî açıklama ve yorumlara da rast gelmişsinizdir. Fransız istihbarat kurumlarının sızdırdığı bu gülünçlükler, bir sermaye devletinin, başı sıkışınca tam da bu saydığı ülkelerin sık sık bastıkları bu düğmeyi parmaklamaktan çekinmediğinin mükemmel bir örneğidir. Sayılan ülkelerin verdikleri ileri sürülen destek gerçek olabilir. Ancak bunlar “retorik” boyutun ötesine geçmeyen, “faydacı” birtakım girişimlerden ibarettir, inandırıcı olmadığı gibi ve belirleyici de değildir. Halk hareketleri çeşitli güçler tarafından araçsallaştırılabilir ancak bunları kafadan ve tümüyle “birtakım karanlık güçlerin” hanesine yazmak terbiyesizliktir.

Toparlarsak, Kanake halkı vardır. Kanakeler özgür ve bağımsız yaşama, adanın kaynaklarının tümüne sahip olma hakkına sahiptir. Bunun için seçim veya referandum kazanması gerekmez. Kanaky halihazırda Fransa’nın bir sömürgesidir ve bu durumun değişmesi için verilen silahlı ve siyasi mücadele her türlü saygın ve meşrudur. 

                                                                /././

19 Mayıs'ta gençler: 'Sadece yaşadığı sorunlarla anılan bir kuşak olmak istemiyoruz' (Özkan Öztaş)

19 Mayıs'ta kamuoyunda en çok gündem olan gençlik konusu gençlerin yaşadığı sorunlar oluyor. Ancak gençler sadece sorunlarla anılmak istemiyor.

Bağımsız bir gelecek için emperyalizme karşı girişilen savaşta kritik bir tarihin yıl dönümü. Bağımsızlık, on yılları savaşlarda geçmiş, büyük acılar çekmiş nesillerin gençliğe verdiği bir armağandı. Ancak bugün gençlik 19 Mayıs söz konusu olduğunda kamuoyuna en çok tekrar edilen gündem gençlerin yaşadıkları sorunlar oluyor. 

Eğitimin piyasalaşması ve buna eşlik eden eğitimde gericileşme, üniversite yurtlarında yaşanan sorunlar ve asansör kazaları, öğrenci yemekhanelerindeki yemeklerden çıkan pislikler, geçinemediği için okurken çalışmak zorunda olan büyük çoğunluk ve hatta bu nedenle eğitim sürecini noktalamak zorunda kalanlar; yaşanan intiharlar, ölümler... Tüm bunlar geçtiğimiz bir yılın, söz konusu gençlik olduğunda, en çok tekrar eden konuları arasına girdi ne yazık ki. 

Ancak gençlik bugün sadece sorunlarıyla anılmak istemiyor. Hem hak etmedikleri sorunlarla baş başa kaldıklarını düşünüyorlar hem de bunca sorunun arasında gençlerin bu sorunları çözme iradesi, gelecekten beklentileri ve arayışları bu sorunların gölgesinde kalıyor. Hal böyle olunca, gençlik iradesiyle, enerjisiyle ya da cesaretiyle değil, yalnızca sorunlarıyla gündeme geliyor. 

Üniversite öğrencileriyle, yaşadıkları sorunların gölgesinde kalan gençliği soL için konuştuk.

'Birilerinin ucuz ve değersiz kaynakları değiliz'

Buse, Hacettepe Üniversitesi'nde okuyor. Gençlerin yaşadığı sorunlardan nemalananlara dikkat çekiyor öncelikle. 

"Bu durum kuşaktan bağımsız olarak bizlerin, öğrencilerin, ucuz iş gücü olarak görülmesiyle de paralellik gösteriyor, hayatlarımızın ucuz olması da bu bağlamda değerlendirilebilir. Fakat bizler ceplerini dolduran patronların, sermayenin ucuz ve değersiz kaynakları değiliz, bizler geleceğin emekçileri yaşamı var eder ve değer üretiriz"  diyerek anlatıyor bunu. 

İsmail de Ankara Üniversitesi'nde. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde okuyor. Üniversiteye gelmeden önce daha çok hayale sahip olduğunu söyleyen İsmail, sorunlara mahkum olmayı değil, bu sorunlara karşı mücadele etmek istediğini ifade ediyor.

"Bir kere ben 20'li yaşlarımda bir öğrenciyim, üniversite tercihi yaparken pek çok hayale ve gelecek kurgusuna sahiptim. Ancak bu düzen gençliği her alanda o kadar sıkıştırıyor ki tek başına hayal kurmayı geçtim onun ötesinde hayata umutla bağlanmak bile çok zor. Bize diyorlar ki 'gelecek sizin eseriniz'. Ama biz ne nitelikli eğitim ne de güvenceli bir yaşam hakkına sahibiz. Hiç sahip olmadık mı? Bizim kaynaklarımız bizim için kullanılsa nasıl olur diye düşünüyorum. Düşünsenize teknolojinin geniş imkanlarına sahip dünya, ama ona erişmeye ne kadar imkanımız var. Ben sorunları mahkum olmayı değil bu karartılmaya çalışılan geleceğin nasıl kurtarılabileceğini düşünmek ve benim gibi düşünenlerle mücadele etmek istiyorum." 

'Sorunlardan ülkeyi terk ederek kaçamıyorsunuz'

Gençliğin en çok karşısına çıkan gündemlerden biri de ülkeyi terk etmek. Avrupa'da daha iyi bir yaşam, daha iyi koşullarda iş veya daha ileri bir yaşam olarak lanse edilen bu durum hemen hemen her gencin karşısına çıkıyor. 

Ve fakat ülkeyi terk ederek yeni bir yaşam kurma hayaliyle Avrupa ülkelerine giden gençlerin çok küçük bir bölüm hayal ettiği yaşam koşullarına temas edebiliyor. Bu örneklerdeki gençlerin ezici çoğunluğu ne yazık ki kendi eğitim gördüğü alanların dışında gündelik hayatlarını idame edebilecekleri işlerde çalışarak gençlik yıllarını dolduruyor. 

Buse bu süreci şu sözlerle anlatıyor.

"Burada şöyle bir durum var, içinde yaşadığımız düzen sürekli olarak krizlere giriyor, felaketlerle karşılaşıyor ve bu krizlerden, felaketlerden faydalanan küçük bir azınlık varken bizler o sorunların altında kalıyoruz. Oluşturulan algının ise bu düzenin sadece Türkiye’ye özgü olduğu ve ülkeden gidince bu sorunların altında kalmaktan kurtulunabileceği yönünde.

Ama durum öyle değil.

Arkadaşlarımızın kaçıp gittiği ülkelerde de emekçiler için durum çok farklı değil, sömürü her yerde sömürü. Ve fakat bu altında kalmaktan kurtulmanın tek yolu onunla hep birlikte mücadele etmek, ondan kaçmak değil. Burada kaldığın vakit ise onunla mücadele edebilecek gücü seninle aynı derdi paylaşanlardan aynı kültürü paylaşanlardan edinebilirsin. Ben kaçmayı düşünerek değil yanımdaki insanlardan güç alarak çıkabildim"

İsmail ise sorunun başka bir boyutuna dikkat çekiyor. "Yaşanan sorunlar bize ait, ülkeyi yönetenlerin böyle dertleri yok" diyen İsmail bu sorunları ve ülkeden umudu kesmeme iradesini şu sözlerle anlatıyor. 

"Ben hep şunu düşünüyorum, neden burada yaşıyorum? Çünkü yaşadığımız coğrafya siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak bir kargaşaya sahip. Bu çok açık görülüyor. Ama bu durum bizim açımızdan böyle, yani emekçiler, emekçi gençler açısından... Ama bunca sorunun aksine bu ülkenin zenginleri bu kargaşanın dışında bizi izleyen kargalara benziyorlar. Bu kargaşadan, bu pisliğin içinden kaçmak mümkün mü? Evet belki bir miktar mümkün, ama esas soru şu: Nereye kadar!

Bir şeyi güzel görmek istiyorsak önce onun güzelleşmesi için çabalamalıyız. Tabi yolda kısa vadede çözüm sunan alternatifler de var. Mesela Avrupa hayalleri. Onun da ne kadar gerçek olduğu tartışmalı. Bir kere kimse bize kucak açmış beklemiyor. Çünkü benim gibi milyonlarca insan var. 

Ben düşünüyorum, ben yazıp çiziyorum, ben üretiyorum; çalışan benim ama neden benim söz hakkım yok? İşte tam burada durup şunu demeliyiz diye düşünüyorum: Gitmiyorum ve bu memleketin her karışında emekçilerin eşit ve özgür yaşayabileceği bir dünyayı inşa etmeliyim, etmeliyiz."

'19 Mayıs mı? Bugün neyin kutlandığını dahi bilmediğimiz bir 'özel' gün var karşımızda'

Bugün, sözün yılda bir kez gençliğe geldiği 19 Mayıs'lar bağlamından koparılmış, mücadele ve geleceği kurma iradesinden arındırılmış bir "spor günü" olarak karşımızda duruyor. 

Bu konuya hem Buse hem İsmail tepki gösteriyor. 

"Tarihsel olguları bir bütünlük içinde ele almamız gerektiğini düşünüyorum. 19 Mayıs tarihsel bir mücadelenin başlangıcıdır, simgelediği şey ise bu topraklarda bir umudun olduğudur. Bu topraklardan vazgeçmeme iradesidir. Bu, sömürüye karşı bir umuttur. O günün unutturulmaya çalışılması da kimler tarafından unutturulmaya çalışıldığı sorulmadan değerlendirilemez. Ki bu da kültürel bir hegemonya kurmaya çalışan ve sermayenin kârı için, sömürenlerin kârı için atmayacağı adım olmayan iktidardan başkası değil." diyen Buse, tarihsel bağlamdan kopan etkinliklerin gençliğe herhangi bir umut ya da heyecan vermediğini ifade ediyor. 

İsmail ise "Ortada bayram falan görmüyorum" diye giriyor söze.

"Bu bayramın asli öznesi benim ama hiç de öyle bir bayram falan görmüyorum. Bugün bunun ötesinde sadece bir gelenekselleşmiş ama neyin kutlandığımızı bile bilmediğimiz bir özel gün var. Aslında cevap basit. Gençler henüz kendisini bu topraklara ait hissetmezken nasıl buraya ait bir bayramı kutlayacak. Ama bizim için 19 mayıs cumhuriyet demek, bağımsızlık demek, özgürlük demekti. Memleketi kurtaracaksa ona amasız fakatsız sahip çıkan emekçiler, yurtseverler kurtarabilir. Dolayısıyla bayramın gerçek sahipleri kutlayamadığı müddetçe umut verici bir şey de çıkmayacak ortaya"

'Yaşadığımız sorunlar yaşlı, onlara karşı mücadele etmek genç hissettiriyor'

Biraz rahatsız edici bir soru ancak yine de gençlere "Gerçekten kendinizi genç hissediyor musunuz?" diye soruyorum. Gülümseyerek biraz da öfkeyle ve tereddütsüz cevap veriyorlar. 

"Elbette kendimi genç hissediyorum. Çünkü her türlü olumsuzluğun karşısında bunu farkedip bir şeyler yapıyor olmak beni umutlandırıyor. Ama genç olmam her şeyi sadece benim gibi gençlerin yapacağı anlamına gelmiyor. Nihayetinde bu memleket genci ve yaşlısı ile bizim. Değişecekse de genci ve yaşlısıyla birlikte değişecek" diyor İsmail. 

Buse de aynı fikirde. Sorunlara karşı ördükleri direncin kendilerini genç hissettirdiğini ifade ediyor. 

"Kendimi genç mi hissediyorum. Elbette. Bu düzende yaşarken omuzlarımıza yüklenen sorumluluklar var, evet. Fakat bu sorumlulukları taşımak, dirayet göstermek ve sorunlara karşı çabalamak da gençliğimizin etkisi, büyük bir enerji katıyor. Sorunlara karşı mücadele ettikçe genç hissediyor insan kendisini. Belki de bu yaşadığımız yaştan bağımsız bir şey"

19 Mayıs'ın sadece geçmişten bir takvim yaprağı değil aynı zamanda yeni bir ülke kurmak isteyen gençler için bir ilham kaynağı olabileceğini ifade eden gençler sahip oldukları sorunların ötesinde yetenekleri, olanakları ve iradeleriyle anılmak istiyor. "Sadece yaşadığımız sorunlardan ibaret değiliz" diyen gençler aynı zamanda ülkenin yalnızca geleceğinde değil, bugününde de söz sahibi olmak istiyor.

(soL) 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder