(V)-Bir Bolşeviğin Anıları
Geçtiğimiz hafta Çarlık Rusya'da Narodnikleri ele aldığımız Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki konusu Ekim Devrimi. Bir Bolşevik'in gözünden baktığımız yılları Yusuf Şaylan'la konuştuk.
Ankara Kuğulu Park'ta buluşalım diye sözleştik Yusuf Şaylan'la.Hava güzel mi güzel. Orhan Veli'nin eve ekmekle tuz götürmeyi unuttuğu cinsten. Kuğulu Park'ın fıskiyeleri çalışmaya başlamış. Azıcık daha ısınınca havalar küçük çocuklar tutmaya başlar suların havaya fırladığı deliklerinin başını.
Yusuf ağabey ayakta bekliyor. Geç kaldım. Kıtır'ın oradan, mesaiden kaçıp öğle kaçamağı yapanların arasından usulca süzülüp Yusuf Ağabey'e doğru yürüyorum. Karşılaşınca önce bir sarıldık birbirimize. Sırtımızı Tunalı Hilmi heykeline verip cadde boyunca aşağı doğru yürümeye başladık. Seçenekleri birer birer eledikten sonra Tunus Caddesi'nde bir mekana oturduk.
Yusuf Şaylan pek bir enerjik bugün. "Hayırdır" diye sorunca "Hep böyleyimdir" diyor ve gülüyor. Keyfi yerinde.
Hafta içinde birçok kitap seçeneğini konuştuk. Hatta ilk zamanlar başka bir kitapta karar kıldık ama geçen gün arayıp "Bu kitap içime sinmedi değişelim mi?" diye sorunca "Kaptan sensin abi, sen karar ver" dedim.
Değiştik.
Narodniklerin bıraktığı yerden Rus topraklarındaki devrimci hikayeye bakmaya devam edeceğiz. Bu sefer kitabımız "Bir Bolşeviğin Anıları". Ossip Piatnizki kaleme almış. Otobiyografik bir kitap. Piatnizki en başından beri yanı başında Bolşeviklerin. Kendisi de tutkulu bir Bolşevik. Onun gözünden bakacağız dünyanın en büyük hikayelerinin yazıldığı yıllara. Yusuf Ağabey elinde bir poşet dolusu kitapla oturuyor masaya. "Biliyor musun? Çok garip ama bu kitaba dair internette yazılmış hiçbir şeye denk gelmedim. Çok önemli anılar ve önemli tanıklıkların yer aldığı bir belge. Ama nedense çoğu kişinin radarına girmemiş" diye başlıyor söze.
Masamız yerden hafif yüksek. Sandalyeleri de öyle. Üzerine tırmanarak oturuyoruz. Kitapları masaya koyuyor Şaylan ve gözlüklerini burnun kemerine iyice oturtup uzaklara bakar gibi seyrediyor sayfaları.
"Başlayalım" diyor.
Başlıyoruz.
'Herkes diken üstünde. Ama feci herifler bunlar. Okurken dahi yetişemiyor insan hızlarına'
Kitap 19. yüzyılın sonlarına doğru yaşanmış olayları ele alıyor. Ve Ekim Devrimi'ne kadar getiriyor takvimi.
Kahramanımız Ossip Piatnizki kendi tanıklıklarını ve hatıralarını kaleme alıyor. Aklıma ilk olarak, bir kişinin gözünden yazılmış anılara ya da hikayelere nasıl güveneceğimiz sorusu geliyor.
Yusuf Şaylan önce biraz düşünüyor sakin ve rahat bir cevap veriyor, "Kitap Ekim Devrimi'nden sonra yazılmış bu kitap. Burada abartı ya da yalan yanlış şeyler olsaydı muhtemelen yayınlanmasına izin vermezdi bizimkiler. Ama bu tür kitaplar bence mutlaka okunmalı. Yani aslında anılar ve hatıraların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak belli rezervle okunmalı elbette. Güvenebilir miyiz sorusuna benim cevabım rezervli güvenmektir" diyor. Çünkü Şaylan'a göre tarihi ve teorik tüm kitapların yanında anılar ve hatıralar dönemi en iyi anlatan dip notları oluşturuyor.
Kitabın karakteri çok önemli Yusuf Şaylan'ın ifadesiyle. Temasları, tanıklıkları herkese nasip olmayacak cinsten. Bu da bahsi geçen hatıraları biraz daha kıymetli hale getiriyor. 1898 yılında yaşananlar ile 1 Mayıs mücadeleleri ve iş saatinin kısaltılması için verilen kavgalar Haymarket romanını konu edindiğimiz söyleşiyle paralellik gösteriyor. Şaylan da bu benzerlikleri hatırlatıyor ve hemen kitabın başında 11. sayfadaki notlara dikkat çekiyor.
19. yüzyılın sonunda Rus devrimciler, Avrupalı yazarları yakından takip ediyor ve neredeyse tüm kitapları Rusçaya çeviriyor. Şaylan da haliyle "İşe bak ya" diyor ve basıyor kahkahayı, "Sen ne ara duydun da çevirdin bunları okudun be adam. Bu ne hız? Bizim ülkedeki liberallerin falan son düzlükte fark ettiği kitapları, Paul Lafargue'ı falan o dönem çevirmiş okumuşlar cezaevlerinde" diyor heyecanla.
Bugünden bakınca
Elindeki küçük notlara bakıyor Şaylan. Birazcık uzaklara dalıyor. "Hayırdır nerelere gittin?" diye sorunca da "Ya şimdi böyle söylemek yanlış biliyorum ama. Bugünden bakınca Bolşeviklere ve yaptıklarına, insan kendini tembellik yapıyor gibi hissediyor" diyor.
"Bolşevikleri mi güzelledin yoksa bizi mi yerdin" diye sorunca hafif ekşiyor yüzü ve devam ediyor söze "Öyle değil. Yani Bolşevikleri güzelleyelim tabi ama derdim bizimle. Bize dair. 'Ölüler sanıyor ki diriler her gün helva yiyor' diye bir laf vardır bizim oralarda. Yani bugünden bakınca o günler her şey yolunda gitmiş de Bolşevikler bir zafere imza atmış gibi düşünülüyor. Muazzam bir çaba var. İnanılmaz bir emek. Yahu düşün bunların gecesi gündüzü yok. Sürgünde değillerse cezaevindeler. Cezaevinde değillerse yer altında kaçak yaşıyorlar. Ama ne yapıp edip bir yayın çıkarıyorlar, bildiri dağıtıyorlar. İnanmış adamlar. Yapacaklar bu işi belli yani. Ama nasıl bir inanmışlıktır, nasıl bir emektir bu. İşte bu emeği görünce zoruma gidiyor" diyor.
Nâzım geliyor aklımıza. Memleketimden İnsan Manzaraların'ın Tanya bölümünde, "Hapiste'de olsam, bal gibi yaşıyorum" diyor Nâzım, İkinci savaşta yitip giden Bolşeviklerden bahsederken. Bizimkisi öyle bir bal yani. Bolşevikleri düşününce kapitalizmin böylesine çürümüş ve çürütmüş dönemi dahi hafif kalıyor sanki.
Yusuf Ağabey yine doğru yere ayağı basar gibi "Hah! işte tam da öyle. İşte öyle bir duygu. Eksik kalmak diyelim." diyor ve devam ediyor "Baksana. Adam 24. sayfada yoldaşının ölümüne üzülmeyi dahi acaba bencillik mi yapıyorum diye ölçüp tartıyor. İki sayfa sonra tüm İskra okurlarının iradesini anlatıyor. Polislerin dahi İskra okurları konuşmaz boşuna zorlamayın dediğinden bahsediyor" diye tamamlıyor sözlerini.
Ossip Piatnizki epey ayrıntıya girerek anlatıyor bu dönemi. Ancak bu ayrıntılar okuru boğar mı acaba diye düşünüyorum bir yandan.
'Bir bilinçle okunduğunda çok lezzetli bir kitap'
Yusuf Ağabeye soruyorum aynı kaygıyı. Okurlar biraz yabancıysa literatüre ne olacak diye.
"Hiç tereddüt etmesinler. O bilinci var etmek için en iyi başlangıçlardan biri olur bu kitap. Yazar 170 sayfaya koca bir dünyayı sığdırmış. Evet bazı isimler, bazı ayrıntılar daha derin okumalarla daha lezzetli, daha güzel bir hal alıyor. Ama konuya yeni başlayanlar için de çok keyifli bir kitap.
Kitabın ayrıntıları muazzam çünkü. Çift tabanlı bavullar mesela. Yasak yayınları taşımak için Bolşeviklerin en yaygın yöntemi. Çift tabanlı bavulu olan herkes Bolşevik desek yeridir. Gizli bölmesinde gazeteler taşınıyor işçilere. Sonra kongrenin gücü mesela. Her topu Lenin'e atan Bolşeviklerin girdikleri bir tartışmada Lenin'i kötüleyenlere 'Lenin'den büyük kongre var, Lenin de ona uymak zorunda' demeleri, böylesi bir mesaj verilmesi ne müthiş bir uyum. Düşünsene. Sonra mesela herkesin Lenin'i dik başlılıkla suçlanması. Ne kadar tanıdık değil mi?" diyor ve gülümsüyor.
Yurt dışındaki Bolşeviklerin bir kongre kararıyla dönüşleri, Avrupa'daki işçi hareketlerini takip etmeleri, cezaevlerini okula dönüştürmeleri, hayatı durdurmak ile üretimi durdurmak arasındaki ayrımda greve giden işçilerin halkçı yanları. Her biri çok önemli kitabın anlatısında.
Ama Yusuf Ağabey konuyu başka bir yere getiriyor. Aynı mevziye bakan onlarca farklı görüşten devrimcinin zaman zaman kesişen yolları.
Yusuf ŞaylanKaleye atılan top atışları ve Konur Sokak'taki 'delinin' hatırası
Kitabın alametifarikalarından birisi de devrimcilik ile itiraz etmek arasındaki ayrıma dair yaptığı göndermeler.
Yusuf Ağabey, "Biraz da öyle değil midir zaten. Devrimci çözüm arayandır, sadece karşı çıkan değil. Yani sadece karşı çıkana devrimci demek eksik olur. İtiraz önemli bir şey ama yeterli değil. Çözüm bulan, çözüm öneren, çözüm arayan kişidir devrimci. Yani mevcudu reddeden değil sadece, yenisini de kurmak isteyendir" diye giriyor söze.
Bir yandan tarihin tekeri Ekim Devrimi'ne doğru dönerken, Rusya'da farklı farklı yapılarda yer alan devrimcilerin birbirleriyle olan uyumu ve uyumsuzluğu konu oluyor kitaba ve söyleşimize.
Şaylan böylesi anlarda hep aynı taktiği kullanıyor. Eğer aklından geçen cümlelerin dilinde güzel bir ifadeye karşılık gelmediğine kanaat getirirse hemen ustalara başvuruyor ve onların cümleleriyle anlatıyor anlatmak istediklerini. Ve bunlar illa ki Marks, Engels ya da Lenin oluyor. Ama Yusuf Ağabeyi aynı zamanda nevi şahsına münhasır kılan iki şey daha. Yalçın Hoca ve Hikmet Kıvılcımlı.
Bu sefer Yalçın Küçük'ün cümleleri geliyor yardıma Yusuf Ağabey devrimciler arasındaki ilişkiyi anlatırken.
"O yıllar Toplumsal Kurtuluş Dergisi'nin yayın ofisindeyiz. Yalçın Hoca yine böyle bir gündeme dair konuşurken kale ve top atışlarıyla örnek vermişti. Güzel örnekti bence.
Biz bir kaledeyiz. Kaleye top atışları geliyor sürekli. Ve devrimcilerin kalesinden bazen taşlar eksiliyor bu nedenle. İlk görev taşların yerine yenisi eklemek. Yani kaleyi top atışlarına her zaman hazır kılmak.
İkincisi de kapitalistlerin kalesine atılacak toplar. İşte orada bizimle beraber ya da bizden bağımsız o kaleye top atan herkes devrimcidir. Biz top atarken bize engel olmayanlar ise dostumuz diye anlatmıştı." diye aktarıyor bu anektodu.
Aklıma zor yıllar geliyor benim. Sanki zorluklarla sınanan devrimciler arasındaki iletişim daha güçlü oluyor diyorum. Hep meşakkat mi yaşamak zorundayız dost olabilmek için diye soruyorum.
Gözlüğünün üstünden yukarı bakıyor. Söze giriyor.
"Şimdi tabi, zorluklara birlikte göğüs geren devrimciler arasındaki iletişim güçlü oluyor. Ama bundan ibaret değil. Mesela ben en başa Yalçın Hoca'nın tarifiyle kaleye atılan top atışlarını yazarım. Kendi top atışlarına devam eden bize de engel olmayan herkesi dostum bilirim. Üstüne bir de severim öylelerini. Sıcak bulurum, samimi bulurum. Ama sadece zorluklar dersek eksik kalır. Buradaki eksiklik bilince dair biraz da. Birbirimize sahip çıkmak duygusu önemli. Burjuvazinin kalesine boş ver bir devrimciyi bir çakıl taşını bile kaptırmayı ayıp sayarım" diyor.
Ve bir anda yüzünde inanılmaz bir gülümseme beliriyor. Bak sana ne anlatacağım diyor ve söze devam ediyor.
"Vaktiyle Konur Sokak'ta deli diye bilinen biri vardı. Bir süredir göremiyorum kendisini. Konur Sokak'ta olan herkes onu Yaşar Abi diye tanır. İsmi Yaşar Öztemel.
Konur Sokak'ın Yaşar Abisi. Fotoğraf: Emine KartGeçmiş yılların Dev-Yolcu'su. Sonra hapishanelerde gördüğü işkencelerin ardından aklını yitiriyor. Bence deli dedikleri normalin dışına çıkandır. Yaşar da normalin dışındaydı sadece. Ben devrimcilere deli diyemem. Ama yaşadıkları çok zor şeyler. Şimdi burada anlatıp okurların canını sıkmayalım.
Neyse bir gün yine işte Konur Sokak. Polis basın açıklaması yapanlara saldırınca bizim Yaşar dayanamıyor eline geçen ne varsa fırlatıyor. Taştı, sandalye ayağıydı derken polisler Yaşar'ı alıp gözaltına, emniyete götürüyor. Sorguydu, ifadeydi derken hastane raporu falan Yaşar'ı iki gün göremedim Konur'da. Sonra görünce gittim yanıma. Yusuf merhaba dedi. Merhaba Yaşar geçmiş olsun dedim. Ama kızgındı Yaşar.
Öfkelendi ve dönüp bana 'Esas size geçmiş olsun Yusuf. Bir deliniz var ona bile sahip çıkamadınız' dedi. Ben Yaşar'a sarıldım. Haklısın Yaşar bu bizim ayıbımız ama telafi ederiz dedim. Bazen böyle kusurları olur devrimcilerin hayatın içinde ama tarihte karşılığı hep verilir" diyor.
Aklıma Ankara'nın en güzel sokaklarından birine Yaşar'ın adını vermek geliyor böyle olunca. Aklını "yitirse" de iradesini yitirmemiş birinin hikayesi güzel denk geliyor konuya. Şimdilerde tedavi gördüğü söyleniyor Yaşar'ın Bakırköy'de.
'Bir gün bir rüzgar eser, yıkılır tüm kaleler'
Sohbetimizin sonuna doğru kitapta da Birinci Dünya Savaşı patlak veriyor. Rüzgarın yönü değişiyor. Hava dönünce Bolşeviklerden yana, kendi nefesiyle yelkeni şişiren Bolşeviklerin sesi de gür çıkıyor.
Yusuf Şaylan'a bu süreci okumak isteyenler başka nelere bakabilir diye soruyorum. Yusuf Ağabey önce bir düşünüyor sonra da "Bence çok fazla kaynak var ama ben birkaç tanesini söyleyeyim. Bir tanesi Kavganın Şafağı kitabı olabilir. İvan Popov'un romanı. Sonra mesela ilginç bir kaynak daha var. Lenin eşi Nadejda Krupskaya tarafından kaleme alınan Lenin'den Anılar."
Kitabı çıkarıp masaya koyuyor. İki cilt. "Bunu biz basmıştık" diyor ve devam ediyor.
"Anılara nasıl bakacağımızı konuşmuştuk zaten. Bir de biraz daha kapsamı ve süreci geniş tutuyor ama Saat 13'te Sayın Generalim romanı işin istihbaratı açısından da keyifli bir okumasıdır. Nicesi var ama aklıma gelenler bunlar" diyor.
Ossip Piatnizki'nin Bir Bolşeviğin Anıları kitabının iki baskısı var. Bendeki Tohum Yayınları'ndan. Maya serisi olarak basılmış. Yusuf Abideki daha eski bir basım. Oda yayınlarından. Sahaflarda bulunur cinsten. Kokusuyla sarı sayfalarıyla sahaf kitabı.
"Haydi o zaman bugünlük bu kadar yeter. Haftaya kaldığımız yerden devam ederiz" diyor. Haftaya neleri konuşacağımızı zaman gösterecek. Belki bu sefer farklı bir şey yaparız diye geçiyor aklımdan.
Birlikte kalkıyoruz. Hava hala güzel ve sıcak. Ankara sokaklarında yürürken ıhlamur ağaçlarının kokusu geliyor ufaktan. Yusuf Şaylan'la Ziya Gökalp'te ayrılıyoruz. O Sakarya'ya doğru yürüyor, arkadaşlarıyla buluşacak. Ben de elimdeki kitaplara bakıyorum bir kez daha.
/././
(VI)-Kaya Tokmakçıoğlu'ndan okuma önerileri
Sahaflar Çarşısı'nda bir misafirimiz var. Bu hafta Yusuf Şaylan'la gerçekleştirdiğimiz sahaf söyleşilerine konuk olan Kaya Tokmakçıoğlu'nun kitap önerilerini konuşacağız.Yeni halinin adına pek gar diyemesek de, Ankara tren garının yanı başında bitiveren, tabelasında da hiç çekinmeden "AVM Gar" yazan ucube bina önünde misafirimizi bekliyorum. Böylesi "AVM Gar" örneğinde yolcu karşılamak ya da uğurlamak da o bilindik duyguları yansıtmıyor ne yazık ki. Meyhanesiyle, müzesiyle, okuma salonuyla, simitçisi ve mecmua bayisiyle Ankara Tren Garı artık daha çok nostaljinin konusu.
Yusuf Şaylan ile bir süredir devam ettirdiğimiz Sahaflar Çarşısı'na bir misafir arayışındayız. Zira sürekli aynı sesleri duyan okuyucuları sıkılmaktan kurtaracak bir katkı Sahaflar Çarşısı'nı da değerli kılacaktır diye düşünüyoruz. Bir başı ve sonu olan bu yazı serisinin ara uğraklarına zaman zaman konuklar almak niyetindeyiz.
Tam da bu düşüncelere eşlik eden dönemde sevgili Kaya Tokmakçıoğlu'nun Ankara ziyareti rast geliyor. Fırsatı değerlendirmek istedik biz de.
Tokmakçıoğlu, Yazılama Yayınevi'nden çıkan "İstanbul'un Toplumsal Mücadeleler Tarihi Köle, Kul, Amele" kitabının bir parçası olacak sunumunu icra etmek için Ankara'da Sokullu Semt Evi'ne konuk oldu. Sokullu Semt Evi'nin "Sokullu'da Rönesans" ismini taşıyan serisi ise can sıkacak cinsten güzel içerikler sunuyor mahalledeki emekçilere. Kaçırdığınız her etkinlikten mahrum kalıyorsunuz bir yanıyla çünkü. Alanında uzman akademisyen, sanatçı ya da aydınların katkılarıyla yapılan etkinlikler kapsamında "İstanbul’un Toplumsal Mücadeleler Tarihi: Kentsel Mekanın Siyasallığını Düşünmek" başlığındaki sunumunu yapmak için semt evine misafir oluyor Kaya Tokmakçıoğlu.
Güzel ve güneşli bir pazar günü. Ancak hava gölgeye geçti mi hala serinliğini hissettiriyor. Tren garının önünde girip çıkan sarı taksileri izlerken Kaya da "İndim trenden" diye mesajını atıyor. Hemen kendisini alıp bizi bekleyen Yusuf Şaylan'a götürüyorum. Yusuf ağabeyin buluşmak için seçtiği mekan pek bir kalabalık. O yüzden biraz keyifsiz, canı sıkılmış. "Ali yokmuş burada. Buranın çalışanlar da beni tanımaz" diyor. Kaygısını fark ediyorum hemen. Misafire mahcup olma kaygısı bu, tanıdık. Misafirimiz de anlamış olacak ki "Gel Yusuf abi oturalım şu köşeye sorun değil" diyor. Otururken telefona sarılıyor Yusuf Şaylan, "Ali selam nerelerdesin ya, senin mekana geldik sen yoksun" diyor. Bir tür kibarca fırça çekme biçimi bu. Nazının geçtiğine yapıyor sadece.
Üç kişi bir masaya geçiyoruz. Ev sahibi sayılırız. O yüzden ikili sandalyede Yusuf Şaylan'la birlikte oturuyoruz karşımızda Kaya Tokmakçıoğlu. Yanındaki boş sandalyeye de Yusuf abinin misafir ağırlama telaşı yerleşiyor. Dört kişi sayılırız.
Hoş geldin diyoruz.
Başlıyoruz.
'Derinleşmek ve merak duygusu... Bunu körelttiler'
İnce belli bardaklarda yudumladığımız çaylarla Kaya'nın yol yorgunluğu da azaldı diye umuyoruz. Sabah treniyle geldiği için erken bir saatte çıkılan tren seferi... Şimdi mevsimidir. Baharda bu güzergah pek bir güzel olur. Arifiye ile Bilecik arasında dağlar ve ağaçlar neşelidir şimdi.
Sohbetimiz koyu, fakat iki eski yayıncıyı sohbet ederken konuyu kitap önerilerine getirmenin çok zor olduğunu fark ediyorum. Yusuf Şaylan gibi Kaya Tokmakçıoğlu da bir süre yayıncılık yapmış. Hal böyle olunca sahaflar, kitaplar, yazarlar, konular peşi sıra devam ediyor sohbetimizde. 2013 ila 2018 yılları arasında yayıncılık yapan Kaya Tokmakçıoğlu o süre zarfında hayalini kurduğu "nitelikli yayınlar" çizgisinin piyasada nasıl sınandığından bahsediyor.
Söz ise dönüp dolaşıp merak duygusuna ve derinleşme arayışlarına geliyor. Bu duygunun zamanla nasıl köreldiğinden söz ediyor Tokmakçıoğlu. Arada bir de "Biz ansiklopedi okurduk. Baya sayfa sayfa okurduk. Şimdi garip geliyor mesela insanlara" diyor.
Yusuf Şaylan ise gülüyor buna. "Yıllarca sırtımda memleketi köy köy, şehir şehir gezerek ansiklopedi sattım. Çok iyi anlıyorum seni" diyor.
"Çok hızlı bir çağda yaşadığımız aşikâr. Düşünme, algılama, irdeleme vd. tüm pratiklerimizin geçtiğimiz yüzyıldakinden çok daha farklı bir şekilde seyrettiğini söylemek mümkün sanırım. Bundan okuma eyleminin, kültürünün ve özel olarak sahafların da payını aldığını düşünüyorum. Aslında tümünün kökeninde, merak duygusunun körelmesi yatıyor. Bilgiye ulaşmak, herhangi bir konuda derinleşmek için merak etmemiz gerekiyor. Bu duyguyu köreltmek için de son on yıldaki eğitim sistemi epey yol kat etti sanırım. Bu duyguyu körelttiği gibi bu uğurda verilecek emeği de değersizleştirdi. O yüzden artık bir kitabı saatlerce sahafta aramak, bir senfoni dinlemek ya da uzun-metraj bir film seyretmek söz konusu, “hız çağında” bir anlam ifade etmiyor genç kuşaklara. Ama gene de kalıcı, dönüştürücü, harekete geçirici olan her türlü bilginin emek verilen, içselleştirilmiş bir süreç sonucunda kazanılabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden shorts diye tabir edilen kısa-videoların, tüm artılarını bir yana koyarak podcast kültürünün uzun vadede ideolojik mücadelede pozitif katkıları olacağını sanmıyorum. Buralardaki üretimlerin tümünü çöpe atalım diye kast etmiyorum ama önceliği bu noktalara veremeyeceğimiz apaçık" sözleriyle tarif ediyor Kaya Tokmakçıoğlu düşüncelerini.
Yusuf Şaylan da benzer düşünceleri tekrar ediyor. Dijital, PDF ya da sahaflarda güzel kokan kitaplar. Fark etmiyor. Şaylan her biri için "Okumakla kurulan ilişkiyi yeniden tesis edecek şeyler gerekiyor. Belki de bu söyleşiler bu buluşmalar azıcık olsun bunun için yapılıyor, buna fayda sağlasın isteniyor. Mesela şimdi kitaplarla haşır neşir olmayan, ne bileyim mesela yanında bir kitap, roman taşımayan insanlara belki de azıcık kuşkuyla bakmak gerekiyor" diyor.
Bu cümle bana bu köşenin okurlarının yazılarına aşina olduğu soL yazarlarından Kemal Okuyan'ın 2009'da Komünist dergisinde kaleme aldığı Okumak isimli bir köşe yazısını hatırlattı. Okuyan da köşesinde "Kitap dostlukları ya da kitapla pekişen dostluklar 19. Yüzyıl romantizmine ait kalmak zorunda değil. Belki de kitapsız dostluklara kuşkuyla bakmak gerekiyor." diyordu.
Yusuf Şaylan ve Kaya Tokmakçıoğlu, Sokullu Semt Evi'nde etkinlik öncesi kitap önerilerine dair sohbet ederken.Kaya Tokmakçıoğlu'ndan 10 roman önerisi
Buluşmamızın esas konusuna geliyoruz. Kaya'dan 10 tane roman önermesini rica ediyoruz. Burada tek kriterimiz önerilerin roman olması ve daha önce Türkçe yayınlanmış olması.
Kaya bu şartı duyunca biraz rahatlıyor. Zira bu durum kendisine sahaf raflarındaki kitapların yanı sıra güncel kitapları da listeye alma olanağı sunuyor. Yusuf Şaylan'la birlikte yazarların kitaplarına, yayımlanma yıllarına, yayınevi sahiplerine dair ayaküstü bir sürü şey konuşup tartışıyorlar. İki yayıncının ortasında kalmanın zorluğunu yaşıyorum. Zaman zaman tenis maçı seyreden seyirciler gibi başım bir o tarafa bu tarafa dönüyor. Konuşulanları not etmek de zorlaşıyor haliyle.
Kaya Tokmakçıoğlu ve Yusuf Şaylan'ın heyecanlı sohbetine bir es veriyorum. Yoksa Sokullu Semt Evi'ndeki etkinliğe geç kalacağız. İkisi de "O kadar oldu mu saat?" diyor. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
Hızlıca Kaya'nın önerilerine geçiyoruz.
En başa Mario Benedetti - Kırık Köşeli İlkbahar kitabını yazıyor Kaya Tokmakçıoğlu.
"Döneminin üretimlerini derinleştiren bir yazar" diyor Benedetti'yi anlatırken. Listeye bu nedenle aldım diyor. Ve devam ediyor, listenin ikinci sırasında Zaven Biberyan - Karıncaların Günbatımı yer alıyor. "Biberyan İstanbullu. 2. Dünya Savaşı yıllarında ve 6-7 Eylül olayları sürecindeki İstanbul'u çok iyi anlatır" diyor. Tarihle bağ kuran tüm romanların kıymetli olduğunun altını çiziyor ve ekliyor, "Marksistler açısından romanlar sadece edebi haz duymak için okunan metinler değil. Aynı zamanda dönemi kavramak için de iyi metinler. Tarihle iç içe bir roman Karıncaların Günbatımı. Hem konusu hem de nesnellik itibariyle öyle" diyor.
Listenin üçüncü sırasında Vergilius'un Ölümü romanıyla Hermann Broch yer alıyor. "Bu roman Broch'un en ayrıksı kitaplarından. Sanat konusunu kurmaca bir romanla anlatıyor" diyor. Borch'dan sonra Dino Buzatti'yi listeye ekliyor: Tatar Çölü. Neden ekledin bunu listeye deyince de önce hafif bir düşünüyor gözlerini kısarak ve gülümsüyor "Bence filmi çok iyiydi" diyor. "Bazı romanların filmleri romanın gerisinde kalır ama Tatar Çölü öyle değil. Kitabını mutlaka okumalı" diye ekliyor.
İtalo Calvino'yla devam ediyor Kaya. Önerisi ise Sandık Müşahidi. "Calvino ne yazsa okunur diyebilirim. İtalyan toplumunun geçirdiği dönüşümü çok iyi resmediyor. Sandık Müşahidi bu açıdan çok keyifli bir roman" diyor. Calvino'yu ise Türkiye'den bir yazar, Leyla Erbil takip ediyor, Tuhaf Bir Kadın romanıyla. "Leyla Erbil'in ucunu açık bıraktığı bir roman. Mesela ikinci baskısında kitaba Mustafa Suphi bölümünü eklemiş." diyor. "Kadın yazarlar arasında önemli isimlerden" diyor Leyla Erbil için Kaya Tokmakçıoğlu, "Politik olarak özel bir duruşu var" diye anlatıyor.
Carlos Fuentes'in Artemio Cruz'un Ölümü romanıyla devam ediyoruz listeye. "Meksika'nın kurucu partisi bizdeki CHP'ye çok benziyor. İhanetleri, burjuvazinin gelişimine olan katkısı, ülkenin nasıl zamanla ABD'nin arka bahçesi haline gelişine dair güzel bir romandır Artemio Cruz'un Ölümü. 1950'lili yılların Meksika'sını anlatır" diyor. Türk edebiyatından Ayhan Geçgin'in Son Adım romanıyla devam ediyor önerilerine Kaya. Geçgin'in kalemindeki felsefi imgelerin romana nasıl yedirildiğinden söz ediyor önerisini anlatırken.
Jaroslav Hasek'in Aslan Asker Svayk romanını mizahi yönüyle değerlendirirken Giuseppe Tomasi di Lampedusa'ın Leopar romanını yine çok iyi olduğunu söylediği filmiyle hatırlatıyor.
On kitap etti.
Kaya Tokmakçıoğlu ise "Aslında benim listem bitmedi" diyor gülümseyerek. Kitaplar kitapları hatırlatıyor ve listeye önerilen şeyler kitaplar olunca diğer yazarların hatırı kalıyor ister istemez.
Listesini on taneyle sınırlamak istemiyoruz biz de. Yusuf Şaylan da devam edelim deyince listeyi genişletiyoruz. Şoför koltuğunda Yusuf abi var. Uzun yolu da pek sever malum. Listeye devam ediyoruz.
Kaya Tokmakçıoğlu Gabriel Garcia Marquez'den Kırmızı Pazartesi'yi, Dido Sotiriyu'nun Benden Selam Söyle Anadolu'ya romanını ve Vasilis Vasilikos'un Ölümsüz romanını ekliyor listesine. Elio Vittorini'nin Fil ve Peter Weiss'in Direnmenin Estetiği romanlarını da ekliyor. Weiss'in kitabını, Vergilius'un Ölümü romanıyla Hermann Broch ile benzer bir biçimde sanatsal yanı belirgin olan kitaplar olarak tarif ediyor. Zabel Yesayan'dan Silahtar Bahçeleri, Tahsin Yücel'den Yalan, Stratis Mirivilis'ten Savaştan Korkuyorum, Jose Saramago'dan Umut Tarlaları ve Leonardo Sciascia Baykuşun Günü romanlarıyla listesini tamamlıyor.
Her biri üzerine düşünmeyi, tartışmayı ve sohbet etmeyi gerektiren romanlardan oluşan bir dolu listemiz var Kaya'nın önerileriyle.
Hızlıca kalkıp etkinliğin olduğu Semt Evi'ne doğru geçiyoruz. Etkinlik başlamadan önce yeniden çaylar yudumlanıyor. Yusuf Şaylan ile Kaya Tokmakçıoğlu etkinliğe kadar listedeki kitaplar üzerine sohbetini devam ettiriyor.
Haftaya Sahaflar Çarşısı'na Türk edebiyatından önemli bir romanı konuşarak devam edeceğiz. Bu bahane ile Türki edebiyatına da giriş yapacağız.
Özkan Öztaş - soL/Kültür
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder