21 Mayıs 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI (21 Mayıs 2024)

 

Türkiye'nin en iyi gazetecisi Buket Aydın'dır (Çağdaş Gökbel)

Bugün, iyi gazetecilerin dünyası ve sürüyor onlar sefasını ama Anadolu büyüktür, ozanlar kaydetmiştir tarihe bu olanların hepsini, bu hesap döner bir gün.

Avrupa'nın sevimsiz gündeminden uzaklaşıp, kendimi güzel ülkemin akıllara durgunluk veren gazetecilik atmosferine bırakmak istiyorum. Baharın mis gibi toprak kokan yağmurunda mı ıslanırım, yoksa ekranlarda, sokaklarda, reklam tabelalarında zihinlerimizi iğfal edenlerin yoksul bedenlerimize sürüklediği asit yağmurunda mı ıslanırım bilmiyorum. Asit yağmuru tehlikelidir diyor bilim. Yağmura maruz kaldıktan sonra, hayatıma kaldığım yerden devam edebilir miyim, yoksa nalları diker, soluğu öteki tarafta mı alırım bilmiyorum. Elbet bunun cevabı astrolojide değil, bilimdedir. Doğa bilimlerini bir kenara bırakır, kendi çalışma alanım ekseninden yani sosyal bilimlerden yorumlayacak olursam, asit yağmuru çok tehlikelidir. Holdinglerin atmosfere gönderdiği bu tehlikeli bulutlar, bir kez zihninize çökmeye görsün işte o vakit hapı yuttunuz. Zihniniz bir daha toparlanmamak üzere dumura uğrayabilir; hiçbir zaman alamayacağız Rolex saatin rüyalarına dalabilirsiniz. Asit yağmurları kulübede yaşayanları, sarayda yaşadıklarına inandırmak için durmaksızın zihinlere yönlendirilmelidir...

Gazeteciliği soruyor dostlar, nedir bu gazetecilik? Gazetecilik tanrılar tarafından lanetlenmiştir diyorum, doğrulamaz beli gazeteciliğin. Düzen değişmeden, asit yağmurlarını tepemize boca eden bulutları üreten plazalar dinamitlerle patlatılmadan ve yerle yeksan edilmeden kurtuluş yok! Buket Aydın, Enver Aysever'in programına katılmış.1Program tüm gazetecilik öğrencilerine, hatta iletişim akademisyenlerine izletilmeli. Seyirlik eğlence tadında izlediğimiz programı, Buket hanımın karşılaştığı haksızlıklarla kâh kahrolarak, kâh acı bir tebessümle kahkahayı gülüşümüze katık ederek izledik. Bu eğlenceden bizi mahrum etmeyen dostlara ne kadar teşekkür etsek az. Yanlış anlaşılmasın, Enver Aysever fena bir iş yapmıştır demiyorum; Aysever, sorularıyla programı iyi idare etti ve isabetli bir iş yaptı. Gazeteci dostlarım bu yazıyı okuyup hiç sitem etmesin. Şimdi, tek tek isimlerini yazmaya çalışıp içlerinden birini unutma riskini almak istemiyorum. Ben dahil hepimiz berbat gazetecileriz. Buket hanımı izledikçe ve dakikalar birbirini kovaladıkça "bizimkilerden adam olmaz, bunlar bu işte ihya olamaz" dedim kendi kendime. Elbette benden de bir cacık olmaz, hatta olmamaya da devam eder. Konu holding medyası ve bu medyanın yoksun ve yoksul kitlelere sunduğu figürler olunca, fakültedeki hocalarımın çabalarını gözlerim dolarak hatırladım. Yok medyanın ekonomi politiği, yok tekelleşme biçimleri, yok tamamen yok olan kamuyu koruma refleksi vs. Katı olan her şeyin, yüce para tanrısının karşısında eridiği bu düzende afili sözlere, bilimsel inceliklere lüzum var mı? Tamam tamam, kızmayın. Elbette bu çabalar çok kıymetli, çocukları yoldan çıkarmak, onları olmadık ideallerin peşinden koşmaya sürüklemek ve hayatlarını karartmak için aşırı faydalı bilgiler bunlar. Anamalcı düzende, insandan uzaklaştıkça paraya yaklaşırsınız, paradan uzaklaştıkça da insana. İnsana yaklaşanlar, bu düzenin en başarısız ve en kötü örnekleridir. İnsana yaklaştık ve toplumun gözü olmak için doğrulttuk objektifimizi, çocukların gözyaşı sessiz kalmasın diye dokunduk deklanşörün düğmesine, kalbimizi titretecek olan o sesi duymak için bir daha bir daha dokunduk! Elbette kötü gazeteci olmanın bedelini çatır çatır ödeyeceğiz. Bugün, iyi gazetecilerin dünyası ve sürüyor onlar sefasını ama Anadolu büyüktür, ozanlar kaydetmiştir tarihe bu olanların hepsini, bu hesap döner bir gün.

Program esnasında Enver işi Rolex saate getirdi. Ah kardeşim, mevzuyu oraya niye getirdin? Bilmediğimiz konular bunlar, elbette sıkıştırayım derken sıkışıverdi Enver. Buket hanım saat konusunu açarken başka büyük ve iyi gazetecilerin taktığı saatlerin ve markalarının neden gündem olmadığını sordu haklı olarak. Sordu ama bahsettiği saati ne benim gibi dinleyiciler ne de Enver anladı. Buket hanımın markayı ifade ederken kullandığı kelimeyi "Patik" olarak anladık. Uzun bir süre saatin markası "patik" olarak büyük bir tur attı zihnimde. Sonra Enver ile birlikte aslında bir saat markasından bahsedildiğini anladık. Fakir dünyamızın ufku, bir bebenin minik ayakları üşümesin diye giydirilen o şeye sıkışıp kalmıştı. Öküzlük bizimdir, zarif hanımefendinin değildir. Çok öğretici bir programdı ve öğrenmeye devam ettik. Hep dostlarımı uyarmışımdır, televizyonun tek işlevi yoksulu eğlendirmek değildir! Yoksul eğlenirken öğrenir, biçare zihnini ardına kadar açar asit yağmurlarına. Zorbanın uçağına binen, uçaktaki eğlenceli anları hayran gözlerle anlatan Buket Hanım uçağın atmosferinden midir nedir bilinmez, veri verdi fermanı! "İlk buluşmada ("Date" deniyor ona, cahiller öğrenin. Buket Hanım "date" kelimesini sıkıştırıverdi araya.) hesabı erkek ödeye!" Bir şeye uzaktan bakınca insana hoş gelir, cazip gelir. Bu nedendir bilinmez, cevabını psikoloji biliminden anlayanlar bilir belki. Erkek olmak matah bir şey değil. Hayalleri kırdık mı bilmem ama yoksulların hayatında ayrıcalıklara yer yok. Geçmiş olsun bu pahalılıkta aşık olana, cesaret edip yoksulluğuna bakmadan aşık olduğu kızı pastaneye (Pastane mi kaldı? diyenleri duyar gibiyim.) çağıran yiğit adamlara geçmiş olsun. Üzülmeyin, maharetli bankalarımız bu işi çözer. "İlk buluşma kredisi" hazırlanır ve erkekler bu dertten azade edilir. Buket Hanım bu yazımızı okursa, bakmasın kusuruna yoksul ufkumuzun. Ufkumuz yoksul ama şükür zihnimiz zengindir; sözlerimiz güçlü, aklı baştan çıkartıcıdır. Madem hava atmanın bir yoludur Rolex, bizim havamızı da kelimelerimizin gücü estirsin.

Bu yazıyı zalimin kızı Buket Hanım için bir Anadolu ozanı ruhuyla bitirmek isterdim; ancak şu an yaşadığım ülkenin en büyük ozanının sözleriyle bitirmeyi tercih etmek istiyorum. Yani başta yazacağımı, sona yazmak istiyorum. Güzellik, Rolex, Kralın ya da Sultanın binilen o uçağı hepsi ama hepsi gelip geçici; Köroğlu, Toroslar, Muğla'nın düşmana kan kusturan gerillaları yani Kuvâ-yi Milliye'si kalıcı Buket hanım. Çok üzgünüm; siz geçicisiniz, biz kalıcıyız. Hans Fallada'nın bir kitabı var, "Köylüler Kodamanlar ve Bombalar". Bu eserde Fallada, gazetecinin sermayenin nasıl kölesi olduğunu, nasıl paranın esiri olup halkını sattığını anlatır. Kısacası gazetecinin ne menem şey olduğunu çok güzel yansıtır okurlara. Yoksul sözlerimizi yanlış anlamayın Buket Hanım, siz bu eseri okuyun...

Şimdi, son söz dostlarıma olsun. Bizler bu düzenin en güzel marazlarıyız. Bahsini etmeye cüret ettiğimiz o eserleri okumamış, ozanları, şairleri, romanları bilmemiş olmamız gerekirdi. Zihinlerimizi medyanın asit yağmurlarında süngere çevirmiş olmalıydık. Öyle olmadı; paradan uzaklaştık, mücadeleye yaklaştık. Mücadeleye yaklaştık ve insan olduk. Tam son kulvara girerken Buket Hanım'a haksızlık etmeyelim. Bugün, görüyoruz ki anlı şanlı üzerine muhalif forması giymiş Türkiye'nin en başarılı, en mükemmel gazetecileri soluğu İmamoğlu'nun Roma uçağında alıvermiş. İşte o uçağa binenler bir yanlış yapar da bu yazıyı okumaya kalkarsa aşağıdaki sözleri çok ama çok iyi okusunlar! Öyleyse bırakalım son satırları İrlanda'nın büyük ozanı Oscar Wilde tamamlasın. Ve görelim bakalım, kimmiş bu gazeteci?

"Kitlelerin kalemin kaldırım taşından güçlü olduğunu ve bir tuğla parçası olarak da kullanılabileceğini keşfettikleri gün, yandığımız gündü! Hemen gazeteciyi bulup çıkardılar, onu geliştirip yetiştirdiler ve kendi çalışkan ve iyi ücretli uşakları haline getirdiler." (Oscar Wilde-Sosyalizm ve İnsan Ruhu)

İmamoğlu ve ekibinin yalanı halka pahalıya patlayacak (Emre Alım)

Kamuya ait İGDAŞ'ın hisseleri satılacak. İmamoğlu "halka arz, özelleştirme değildir" diyor. Bu bir yalan. Devlet bile ikisi aynı şey diyor. Finans uzmanları, asıl tehlikenin altını çiziyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Meclisi'nde çoğunluğu elde eden CHP grubu, şirketleşmenin gazına bastı.

30'dan fazla iştirakiyle bir belediyeden çok anonim şirketi andıran İBB'de yeni planın adı "halk arz" oldu.

Finansman Şube Müdürü Neslihan Vural, Bloomberg'e konuştu ve "sadece belediye işlerine" dönebilmek için özelleştirmeden yana olduğunu söyledi. Gaz dağıtımını, yani vatandaşın ısınma hakkını belediyenin değil şirketlerin işi olarak gördüğü anlaşılan Vural, bunun için atılacak ilk adımın da belediyenin gaz dağıtım şirketi İGDAŞ'ın halka arz edilmesi olacağını açıkladı.

Halka arz, özelleştirme midir?

Bu sözler İGDAŞ'ın özelleştirileceği şeklinde yorumlandı. Fakat İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu bu yoruma karşı çıktı, "Halka arz, özelleştirme anlamına gelmez" dedi.

İki kavramın bilinen anlamlarını ters yüz eden açıklama akılları karıştırdı. Oysa sözlüklere göre benzerlik ortadaydı. 

Halka arz, "finansman sağlamak için bir şirketin hisselerinin halka satılması" şeklinde tanımlanıyor. Bu satış bazen eldeki hisselerden bazen de sermaye artırımıyla yaratılan yeni hisselerden yapılıyor. Özelleştirmeyse kamuya ait işletmelerin mülkiyeti ve yönetiminin özel sektöre devri anlamına geliyor.

İGDAŞ örneğinde bugün tümü kamuya ait olan hisselerin bir bölümü yatırımcıların mülkiyetine geçecek. Bu el değiştirme işlemi iki kavramı ortaklaştırıyor ve İmamoğlu'nun önermesini yalanlıyor.

Özelleştirme İdaresi: Halka arz bir özelleştirme yöntemi

Bu yalnızca kamudan yana, özelleştirmeye karşı olanların yorumu değil. Piyasa aktörleri de böyle düşünüyor. Bunun açık örneği TEİAŞ.

Türkiye Elektrik Üretim AŞ (TEİAŞ) iki yıl önce halka arz furyasına katılma kararı aldı. Benzer bir tartışma burada da alevlendi. Bunun üzerine bir açıklama yapan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tartışmaya şu sözlerle noktayı koydu:

“TEİAŞ halka arz yöntemiyle özelleştirilecek, çoğunluk hissesi kamuda kalacak, kamu kontrolü devam edecek, kişi veya kuruma blok satışı, işletme hakkı devri söz konusu değil”.

Böylece halka arzın bir özelleştirme yöntemi olduğu kabul edildi, ikisi arasında esasen bir ölçek farkı olduğu vurgulandı.

Şimdi İGDAŞ'ın hisseleri, borsada satışa sunulacak. İşi borsadaki hisseleri alıp satmak olan bir finans profesyoneline, halka arzı nasıl algıladığını sorduk. Portföy yöneticisinin bakışı net: 

"İmamoğlu'nun kasaba kurnazı kelime oyunlarıyla yaptığı "özelleştirme değil halka arz" yutturmacasına toplumun kanmaması gerekiyor. Çok iyi biliyoruz ki bir kez kamu mallarının yağmalanma kapısı aralandığında, sermaye o kapıyı sonuna kadar açmanın yollarını bulur."

TÜPRAŞ: AKP’nin kesip Koç’a hediye ettiği can damarı

Hisselerin birinde "halka", diğerinde "özel sektöre" sunuluyor olması "İmamoğlu'nu haklı çıkarmaz mı?" sorusuna finansçı, "Kesinlikle hayır" diyor ve Özal'lı yıllarda hayatımıza giren iki popüler kavramı hatırlatıyor: Özelleştirme ve KİT'ler yani Kamu İktisadi Teşebbüsleri.

Kamuya ait her şeyin yağmalanmaya başladığı o dönemde, tıpkı Neslihan Vural'ın dediği gibi devletin birçok hizmetinin "kamunun işi olmadığı" savunuluyor, bunların "özel şirketlere bırakılması" isteniyordu.

Örneğin TÜPRAŞ. Önce PETKUR adı altında faaliyetlerini yürüten bir kurum içerisinden çıkarılarak şirketleştirildi ve PETKUR daha sonra TPAO adında bir şirkete dönüştü. Özelleştirme idaresine bağlanan TÜPRAŞ da önce 1991 yılında yüzde 2,5 hisseyle "halka arz" edildi. Daha sonra bu oran yüzde 4'e yaklaştı.

Sonrasını portföy yöneticisinden dinleyelim:

"Bunlar özelleştirme fikrine halkı ısındırmaya yönelik adımlarken büyük adım AKP'li yıllarda atıldı. 2005 yılında Koç-Shell ortaklığına yüzde 51'i satılan TÜPRAŞ'ın bugün yüzde 46,78'i halka açık, yüzde 53,22'si ise Koç Holding ve bağlı şirketlerinin elinde."1

Arz edilen halk kimlerden oluşuyor?

Yani halka arz, özelleştirmeye giden sürecin ilk halkası. Araladığı kapıdan halktan çok sermaye sahipleri geçiyor.

Burada İGDAŞ'ı bekleyen bir tehlike de blok satışlar. Hisseler başta küçük yatırımcıya ulaşıyor gibi görünse de büyük ölçekli satışların önünde bir engel bulunmuyor. Tek şart şu: Yüzde 5 ağırlığa ulaşan yatırımcı KAP'tan duyuru yapıyor ve "benim payım şu" diyor.

Özetle borsa pastasının dağılımı, İGDAŞ'ın halktan halka arz edilmesini engelliyor.

Bugün Borsa İstanbul'da yatırımcı adına saklanan payların piyasa değeri 5,7 trilyon lira. Bu payların yüzde 72'si 10 milyon lira üzerinde yatırımı olan 18 bin 500 yerli ve 1875 yabancı yatırımcının elinde. Yani yatırımcıların binde 2'si, hisselerin yüzde 71'ine sahip.

Yatırımcıları yakından tanıyan finans profesyoneli, tabloyu şu sözlerle özetliyor:

"Her ne kadar borsada yatırımcı sayısı 8 milyonu aştı dense de gerçekte bir avuç insan her zenginlikte olduğu gibi borsada da hisselerin yüzde 80'ine sahip."

İGDAŞ borsada satıldığında hissedarlar kompozisyonun farklı olacağını düşünmek için bir neden yok. Ayrıca 1 ortak yerine 100 ya da 1000 ortak olması kamuya ait bir malın satıldığı gerçeğini değiştirmiyor.

Türkiye siyasi tarihinde sosyal demokrasinin sahte umut üretme sicili (Nevzat Evrim Önal-Gelenek)
Sosyal demokrasi, sosyalistlerin dostu değil düşmanıdır; ama düzenin kendi özgün işlev ve çelişkilerine sahip bir parçasıdır. Onunla bu özgünlükleri dikkate alınarak mücadele edilmelidir.
Seçim sonuçları ve ardından 1 Mayıs’ta yaşananlarla birlikte, sosyal demokrasinin kapitalist düzende nasıl bir yere oturduğu konusunda detaylı ve bütünlüklü bir tartışma yapma ihtiyacı doğdu.

Dilerseniz bu tartışmaya, yazının sonunda dönmek üzere çok temel bir doğruyu alıntılayarak başlayalım. Stalin 1924’te, faşizm henüz yeni ve tam kavranmamış bir olguyken sosyal demokrasiyle ilişkisine dair şunları yazıyor:

Faşizm burjuvazinin savaş örgütüdür ve sosyal demokrasinin aktif desteğine dayanır. Sosyal demokrasi nesnel olarak faşizmin ılımlı kanadıdır. Burjuvazinin savaş örgütünün, savaşlarda veya ülkeyi yönetmede sosyal demokrasinin aktif desteği olmaksızın kesin başarılar elde edebileceğini varsaymanın hiçbir temeli yoktur. Öte yandan burjuvazinin savaş örgütünün aktif desteği olmadan, sosyal demokrasinin savaşlarda veya ülkeyi yönetmede kesin başarılar elde edebileceğini düşünmek için de aynı derecede temelsizdir. Bu örgütler birbirini etkisizleştirmezler, aksine tamamlarlar.1

Okumakta olduğunuz yazının iki amacı bulunuyor: Birincisi, sosyal demokrasinin sıklıkla üstlendiği bir görev olan, toplumsal hoşnutsuzlukları frenleme ve demoralize etme işlevinin Türkiye’deki tarihselliğini hatırlatmak; ikincisi, alıntıladığımız pasajda vurgulanan temel doğrudan türetilebilecek indirgemeci ve yanlış politik çıkarsama ve stratejilere yönelik bir uyarıda bulunmak.

Birincisi için, önce sosyal demokrasinin nasıl bir ihtiyaçtan doğduğuna bakmamız gerekiyor.   

Düzenin 'sol' ihtiyacı

Olgunlaşmış, yani ekonomik anlamda yerleşiklik kazanmış ve meta ekonomisi dışındaki tüm ekonomi biçimlerini kendisine bağımlı hale getirmiş, politik anlamda da sınıf egemenliğini tesis etmiş kapitalizmde; kök sebebi sermaye birikiminin çelişkili doğası olan ekonomik kriz dinamiklerinin de, kök sebebi sınıf mücadelesi olan politik kriz dinamiklerinin de kalıcı biçimde bertaraf edilmesi mümkün değildir. Sermaye birikiminin hızlandığı her genişleme döneminin devamında kâr oranlarının düştüğü, rekabetin şiddetlendiği ve üretimin daraldığı bunalım dönemlerinin gelmesi ne kadar kaçınılmazsa; hem düzenin öncelikle kendi çıkarlarına uygun işlemesi için siyaset yürüten farklı burjuva taraflar hem de burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki politik mücadelelerin zaman zaman hükümet krizleri ya da daha genel anlamda ideolojik krizler yaratması da aynı ölçüde kaçınılmazdır. Bu krizler birbirlerini takip edebilir, tetikleyebilir hatta üst üste düşebilir.

Dolayısıyla düzen, sık sık kriz yönetmek zorunda kalacağı için, dönemsel olarak siyasi/ideolojik anlatısında ve daha önemlisi, ekonomi politikasında değişimlere ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Bu değişimlerin hız ve şiddetini krizin şiddeti dayatacaktır. Bu nedenle düzenin ekonomi politikası da siyasi iktidarı da kalıcı biçimde tekleşemez. 

Öte yandan bu, hiçbir hal ve durumda sınırsız bir esneme becerisi, sonsuz alternatifler anlamına gelmez. Düzenin politika seçeneklerini sermaye birikiminin tarihsel ihtiyaçları sınırlar, zira tüm politikalar birikimin devamlılığı içindir.

Kapitalizmin kendi tarihsel gelişim ve olgunlaşma süreci içerisinde iki ekonomik eğilim ve iki politik taraf, bir ölçüde kristalize olmuş durumdadır: Ekonomi yönetiminde salınım esasen liberal piyasacılık ile devlet müdahaleciliği arasında, politik alanda salınım ise muhafazakâr siyaset ile sosyal demokrasi arasındadır. 

Ne var ki bu genelleme, iki indirgemeye dönüşmemelidir: Birincisi, bu soyutlamanın her somut durumda iki parti ya da konsolide iki politik taraf ile sonuçlanması beklenmemelidir. Örneğin Türkiye’de tarihsel olarak İslamcılık ile milliyetçilik ayrı partilerde örgütlenmiş, ama sık sık (Milliyetçi Cephe hükümetleri, AKP-MHP ittifakı) birlikte hareket etmiştir İkincisi, “muhafazakârlar liberal, sosyal demokratlar devletçidir” gibi bir genelleme de söz konusu değildir. Düzen solu ve düzen sağı arasındaki ayrım ekonomi politikalarından ziyade ideoloji alanındadır. Pekâlâ bir muhafazakâr iktidar bölüşüm düzenleyici politikalar yürütebileceği gibi, sosyal demokrat bir parti de liberal bir ekonomi politikası savunabilir ya da uygulayabilir. Birincisine örnek olarak klasik faşizmin korporatist sınıf uzlaşmacılığı ya da daha yakın tarihte örneklerini gördüğümüz sağ popülist politikalar; ikincisine örnek olarak pek çok ikinci kuşak kapitalist ülkede ağır ekonomik krizler sonrasında işçi sınıfını ağır biçimde yoksullaştıran yapısal uyum politikalarının sosyal demokrasi eliyle uygulanması gösterilebilir.

Dolayısıyla asıl olan, birbirleriyle rekabet halinde siyasi alternatiflerin bulunmasıdır. Bu politik rekabet, egemen sınıf içerisinde daima ekonomik rekabet (dolayısıyla düzen partilerinden farklı ekonomi politikaları hatta bunlara bağlı farklı ideolojik yönelim talepleri) olacağı için basit bir danışıklı dövüş olmayacak, ekonomik rekabetin politik alana yansımasını da içerecektir. Böylelikle kitleler sermaye-emek çelişkisi etrafında değil düzenin kendi iç gündemlerinde taraflaşır ve dolayısıyla düzen tarafından kapsanır. Rıza, bu kapsanma ile yeniden üretilir; sadece iktidarın değil muhalefetin seçmeni ya da taraftarı olmak da düzene rıza göstermektir.

Sosyal demokrasi, düzenin bu “iç alternatif” ihtiyacına yanıt vermek için, sosyalist siyasetin içinden bir döneklik hareketi olarak doğmuştur.

Türkiye’de sosyal demokrasinin doğuşu

Bu yazı kapsamında sosyal demokrasinin genel bir tarihsel çözümlemesini yapmayacağız. Konunun izini Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne kadar sürmeyeceğiz ve kapsamımızı Türkiye’de sosyal demokrasinin partili tarihiyle sınırlayacağız.

Konuya başlarken, ülkenin kurucu partisi olan CHP’nin başından beri sosyal demokrat bir parti olduğunu düşünmenin temeli bulunmadığını vurgulamamız gerekiyor. Zaten kapitalizm koşullarında bir tek parti iktidarının eşyanın tabiatı gereği birden fazla politik eğilimi içinde barındırması gerekir ve tek parti dönemi CHP’si de böyledir. Hatta bu dönemde CHP içindeki en önemli tartışma başlığı ülkenin ekonomik kalkınmasının liberal politikalarla mı devletçi politikalarla mı sağlanacağı sorusu etrafında yürümüştür.

1946’da çok partili siyasete kalıcı biçimde geçilmesi ve Demokrat Parti’nin CHP’den ayrışmasıyla2 muhafazakâr sağ bir parti kurulmuş olur; ancak bunun da otomatik olarak CHP’yi sosyal demokrat yaptığını düşünmemek gerekir. Kurucu partinin bu kimliği ve misyonu üstlenmesi, ancak 27 Mayıs darbesiyle birlikte gerçekleşecek ve İsmet İnönü tarafından muhafazakarlığa karşı bir konumlanış olarak değil Demokrat Parti’ye karşı yükselen yoksul emekçi hareketini teskin etme amacıyla gerekçelendirilecektir.3 Bu siyasi pozisyon, İnönü tarafından 1930’larda ABD’de Roosevelt tarafından yürütülen New Deal’a, daha genel anlamda da Keynesçi istihdam ve bölüşüm düzenleme politikalarına referansla “ortanın solu” olarak tanımlanacak; on yıl kadar sonra Bülent Ecevit tarafından da “tarihsel olarak sosyal demokrasi Marksizm kökenli” olduğu için “demokratik sol” olarak isimlendirilecektir.4 Türkiye’de partili sosyal demokrasinin ilk 20 yılı sürekli komünist olmadığını vurgulamakla geçmiştir ve bu kısmen muhafazakar siyasetin ısrarla bu gündemi açmasından kaynaklı olsa da, işin diğer yanında sosyal demokrasinin antikomünist misyonu durmaktadır. Nitekim Ecevit’e göre “Türkiye’de de demokratik solun güçlenmesi oranında komünizm tehlikesi zayıflamaktadır ve zayıflayacaktır. Demokratik rejimde komünizmin ancak demokratik sol akımla yenilebileceği artık çağımızda bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmektedir.”5

Şimdi, bu misyonun çeşitli siyasi dönemeçlerde nasıl yerine getirildiğine bakalım.

Örnek olarak üç kritik dönemeç

1970’ler: Türkiye’de genel olarak solun yükselişi, yukarıda not ettiğimiz üzere 27 Mayıs darbesinden önce başlamış ancak 1960’lar boyunca giderek ivme kazanmıştı. 12 Mart 1971 muhtırası döneminde sosyalizm mücadelesinin en önemli yasal unsuru olan TİP kapatılsa da bu ivmelenme genel olarak engellenememişti. Dünyanın geneline paralel bir biçimde “sol” bir atmosfer gençliği ve emekçi sınıfları sarmış, bu atmosferde düzen değişikliği talebi de kitleselleşmişti. Yeniden kurulan TİP 1977’de genel ve yerel seçimlere katılmış olsa da hayli etkisizdi ve bu dönem boyunca yasal siyasette devrimci bir alternatif mevcut değildi. Halkın düzen değişikliği talebinin yasal siyasette kendisine bulduğu adres, 1972’de İsmet İnönü’yü deviren Ecevit’in genel başkanlığındaki CHP’nin muhtıra öncesinden bu yana sürdürdüğü “bu düzen değişmeli” sloganı ile özetlenebilecek programatik hattıydı.

CHP bu dönem boyunca yapılan genel, yerel her seçimden birinci parti olarak çıktı ve oylarını da giderek artırdı, ne var ki hiç tek başına iktidar olamadı. 1973 seçimlerinden sonra hükümetsiz geçen üç buçuk ayın sonunda Erbakan’ın partisi MSP ile kurulan hükümet, MSP’nin gerici dayatmalarının da sonucunda bir yıl geçmeden dağıldı ve devamında dört muhafazakâr partiyi bir araya getiren birinci Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. 

Sosyal demokrasinin halkın kendisine verdiği desteğe asıl ihaneti ise 1977 seçimlerinden sonra yaşandı. CHP bu seçimlerde oylarını 1973 seçimlerine göre yüzde 8 artırmış ve yüzde 41 ile yine birinci parti olmuş ancak mecliste salt çoğunluk sağlayamamıştı. Ecevit bir azınlık hükümeti kurmayı denemiş ancak güvenoyu alamamış, Demirel 2. Milliyetçi Cephe hükümetini kurmuştu. Ecevit bu ortamda etkili bir muhalefet yapmak yerine, tarihe Güneş Motel olayı olarak geçecek kirli pazarlıklarla hükümeti düşürdü ve bir takım sağcı milletvekillerine bakanlıklar dağıtarak derme çatma bir hükümet kurdu.

Ecevit bu girişimi sonrasında “toplum hızla iç kargaşaya, belki iç savaşa doğru, demokrasi de çöküntüye doğru kayıyordu. O sırada önemli ve gerekli olan, bu kaymanın, gidişin hızını kesmekti; kamu kuruluşlarını işgalden, devleti ve demokrasiyi çöküntüden kurtarmaktı”6 şeklinde gerekçelendirecekti. “Motel hükümeti” bekleneceği üzere bir süre sonra, halkın kendisine bağladığı umutları da akamete uğratarak çöktü ve Demirel tarafından kurulan azınlık hükümetinin aldığı 24 Ocak kararlarıyla, Türkiye işçi sınıfının uzun yıllar boyunca mücadele ederek elde ettiği kazanımlara yönelik büyük bir saldırı başlatıldı.

CHP’nin bu dönem boyunca propagandasını yaptığı program, bugünden bakıldığında şaşırtıcı derecede ilerici bulunacaktır (Aynı şey 1961 Anayasası için de söylenebilir). Ecevit’in dönem boyunca lakabının “Halkçı” olmasının da bugün halen bir kesim tarafından özlemle anılmasının da arkasındaki neden budur. Ne var ki, bu dönemde sosyal demokrasi ortada bir sebep yokken halkçı bir programla siyasete damga vurmamıştır. Aksine CHP’nin topluma vaatleri, Ecevit’in defalarca ifade ettiği üzere, toplumda yükselen düzen değişikliği taleplerinin bütünüyle sosyalist bir kanala akmasını engellemek için formüle edilmiştir ve bu amacı gerçekleştirmek için ne kadar ilerici olması gerekiyorsa o kadar ilericidir.

Öte yandan, söz konusu vaatlerin kapitalist bir toplumda uygulanması mümkün değildir. Dolayısıyla bu dönemde düzenin selameti açısından CHP ne iktidara gelip programını uygulayabilirdi ne de sürekli muhalefette kalıp halkta “daha fazlasını yapmak lazım” kanaati uyanmasına malzeme olabilirdi. CHP hem hükümet olmalı hem de başarısız olmalıydı ve bu işi, kabul etmek gerekir ki, çok iyi başardı.

ANAP iktidarı çökerken: Sosyal demokrasinin fren rolünün de sayesinde Türkiye sermaye sınıfı 1970’lerin ikinci yarısında büyük bir devrim tehlikesini atlattı ve böyle bir dönemeçten çıkan her siyasi güç gibi hasmını ezip dağıtma işine girişti. 1980’ler boyunca önce cunta, ardından da ANAP hükümetleri tarafından işçi sınıfının politik ve ekonomik kazanımlarına yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirildi. Türkiye’de neoliberal reformların birinci dalgasının yaşandığı bu dönemde işçi sınıfının üretilen değerden aldığı pay ciddi ölçüde geriledi, ancak darbenin politik etkisi azaldıkça yaşananlara karşı biriken öfke de kendisini göstermeye başladı. Ortada 1970’ler gibi devrimci bir atmosfer yoktu ancak işçi sınıfı ekonomik mücadele konusunda giderek cesaret topluyordu. Bir kez daha sosyal demokrasiye ihtiyaç doğmuştu ve bir kez daha emekçi halkın talepleri akamete uğratılmalıydı.

SHP 1989 yerel seçimlerinde bugünküne benzer ama çok daha çarpıcı bir sonuç alarak, yaklaşık %29 oyla İstanbul, Ankara ve İzmir dahil olmak üzere 67 ilin 39’unda belediye başkanlığını kazanmıştı ama düzen açısından benzer bir sosyal demokrat yükselişin hükümete yansımaması gerekiyordu. Bu kez sosyal demokrasinin başarısız olma taktiği bir “bölünmüşlük” haline dayandırıldı. Üç sosyal demokrat parti vardı: Erdal İnönü SHP’si, 1987 referandumunda siyasi yasağı kalkan Ecevit DSP’si ve Deniz Baykal CHP’si. Ne var ki, 1970’lerde öyle ya da böyle Milliyetçi Cephe hükümeti kuran sağcıların aksine bu üç parti, toplamda hep birinci parti olacak kadar oy alsa da asla birlikte hareket etmiyordu. 

Bugünden bakıldığında bu dönemde yaşanan en sembolik olay ise 1994 yerel seçimlerinde İstanbul’da üç sosyal demokrat partinin toplam %36 oy alması ve Recep Tayyip Erdoğan’ın %25 oyla İstanbul Belediye Başkanı seçilmesiydi. (SHP’nin adayı Zülfü Livaneli, CHP’nin adayı ise yıllar sonra AKP’nin Kültür ve Turizm Bakanı olacak Ertuğrul Günay’dı). Ama daha önemlisi, ANAP’ın iktidardan düştüğü 1991 seçimlerinin ardından kurulan DYP-SHP, DYP-SHP-CHP ve DYP-CHP koalisyonlarıydı. Bu koalisyonlar yoluyla sosyal demokrasi, 1980’ler boyunca kaybettiklerini geri kazanmaya çalışan emekçilerden aldığı oylarla, 1991-1996 arasında kurulan tüm muhafazakâr hükümetlere destek verdi. Bu süre zarfında hem Sivas Katliamı gibi korkunç bir olay hükümet tarafından hiçbir gerçek önleme çabası olmaksızın gerçekleşirken suç ortağı, hem de ANAP’ın son yıllarından itibaren işçi sınıfının mücadele sonucunda elde ettiği her kazanımın enflasyon yoluyla geri alınması siyasetinin yürütücülerinden biri (bu üç koalisyonda görev yapan toplam altı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın altısı da sosyal demokrat partilerdendi) olarak hareket etti.

IMF programının uygulayıcısı Ecevit: 1990’ların sonuna gelinirken bu kez sermaye çıkarları ekonomide istikrarın sağlanmasını gerektiriyordu. DYP etrafında kümelenen banka yolsuzlukları, genel mafyalaşma, sürekli ve yüksek enflasyon, sürdürülemez ve her an bir likidite krizine dönüşebilecek kırılganlıktaki dış borç durumu gibi faktörler ortadan kaldırılmalı, ama bu olurken sermaye hiçbir bedel ödememeliydi. Bunun için bir IMF istikrar programı yürürlüğe konacaktı ve programın uygulayıcısı olma işi de1999 seçimlerinden sonra kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonunun başbakanı olarak Bülent Ecevit’e düştü.

Söz konusu IMF programı, emekçi sınıfların pek çok kazanımına bir saldırı niteliğindeydi. Örneğin yakın geçmişe kadar “emeklilikte yaşa takılma” olarak isimlendirilen soruna sebep olan sosyal güvenlik reformu 17 Ağustos depreminin hemen ardından hayata geçirilmişti ve IMF’ye programın başlangıç belgesi olarak sunulan niyet mektubunda yapısal uyum reformlarına başlandığının bir göstergesi olarak sunuluyordu. Aynı mektupta, on yıllar sürecek bir tarımsal gerilemenin temellerini atacak bir tarımsal destek sistemleri tasfiyesi öngörülüyordu.7

IMF programı, on dört ay kadar sonra, 19 Şubat 2001’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Ecevit’le Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer arasında yaşanacak münakaşanın ardından tetiklenen ekonomik kriz ile çöktü. Bu kriz nihayetinde AKP’yi iktidara taşıyacaktı. Ama önce Ecevit, o sırada Dünya Bankası başkan yardımcılarından biri olan Kemal Derviş’i yalvar yakar ülkeye çağırıp, bu kişiyi aynı anda hem özel yetkilerle donatılmış ekonomiden sorumlu devlet bakanı hem de hazine müsteşarı yapıp, “15 günde 15 yasa” çıkartmak gibi ancak bağımsızlığını yitirmiş bir ülkede olabilecek rezilliklerle niyet mektubunda çerçevesi çizilenden çok daha ağır bir piyasacı dönüşümün temellerini atarak siyasi kariyerini noktaladı. Türkiye’nin neoliberal dönüşümünün (AKP’nin ilk iktidar döneminde tamamlanacak ve tüm büyük kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesini içerecek) ikinci dalgasını başlatmak ve taşıdığı “Halkçı” sıfatıyla bu talan programına meşruiyet sağlamak da Türkiye sermaye sınıfına son hizmeti oldu.

Değerlendirme ve uyarı

Bu sicili, AKP dönemi boyunca CHP’nin üstlendiği tamamlayıcı rol ve her kritik dönemeçte aldığı pozisyonu içerecek biçimde uzatmaya yerimiz müsait değil, ancak bu bahse dair şu kadarını söyleyerek geçelim: AKP’nin İslamcı siyasetini açıkça ve uşakça emperyalizm yanlısı, milliyetçilik karşıtı bir liberallikle tahkim ettiği, başlıca yedeğinin de Taraf gazetesinde toplaşan Fethullahçı ve İkinci Cumhuriyetçi ideolog güruhu olduğu dönemde Baykal CHP’si, halkta biriken yurtsever ve laik tepkiyi göğüslemek için ulusalcı bir pozisyona yerleşmişti. AKP giderek daha milliyetçi bir pozisyona kayıp, MHP’yi yedeğine çektikçe bu kez de Kılıçdaroğlu CHP’si, halkta biriken özgürlükçü ve laik tepkiyi göğüslemek için liberal bir pozisyona yerleşti. Öteki türlü, Cumhuriyet Mitingleri döneminde de, Gezi Direnişinde de, hatta 15 Temmuz sonrasında da niyeti olan bir muhalefet iktidarı düşürürdü. CHP bu dönemeçlerin tümünde tam tersi bir pozisyon takındı ve AKP’nin ömrünü uzattı.

Çünkü sermaye sınıfının çıkarları bunu gerektiriyordu.

Dediğim gibi, bu bahsi uzatmayacağız. Bunun yerine bir takım genel sonuçlar çıkartmanın ve gerisini okura bırakmanın yeterli olacağını düşünüyorum. Verdiğimiz örneklerden, ayrıca bunların Türkiye’de ve dünyanın başka yerlerinde yaşanmış benzerlerinden şunları görebiliyoruz:

  1. Sosyal demokrasi ya da bir başka deyişle “düzen solu”, düzenin, sınıf karakteri muğlak, emekçi sınıfların en azından gündelik ve ekonomik çıkarlarından yana görünen, “gülümseyen” yüzüdür.
  2. Bu siyasi hattın en temel işlevi, tarihsel çıkarları düzen değişikliğinde, yani devrimde olan emekçi sınıfların kolektif düşünce ve duygularının düzenin sınırları içerisinde tutulmasıdır.
  3. Sosyal demokrasi bu işlevi sadece emekçi sınıfların taleplerine düzenin sınırları içinde ılımlı yanıtlar üreterek ve bu budanmış yanıtları hayata geçirerek yerine getirmez. Bu taleplerin taşıyıcısı haline gelip ardından basiretsiz davranmak ve başarısız olmak çok etkili bir başka taktiktir.
  4. Bu, sosyal demokrat liderlerin ve partilerin hayatları yalandan ibaret üçkağıtçılar olmasını gerektirmez. Hatta pek çok durumda, olmayacak duaya yürekten âmin diyen “romantik” bir sosyal demokrasi seçmenleri açısından daha samimi ve inandırıcı olacak, dolayısıyla misyonunu daha iyi yerine getirecektir.
  5. Sosyal demokrasinin bir diğer işlevi de çeşitli kritik dönemeçlerde düzenin politikalarına emekçi kitleler nezdinde meşruiyet sağlamaktır. Bunun için, en azından düzen sağına göre daha ahlaklı görünmelidir. Bir önceki maddeye benzer biçimde, bu da tam anlamıyla bir aldatmaca olmak zorunda değildir. Bir takım sosyal demokratların ahlaklı insanlar olmaları ile düzenin emekçi sınıfların tarihsel çıkarlarına zarar verecek kimi politikalara destek vermeleri, hatta bu politikaların uygulayıcısı olmaları arasında bir tutarsızlık yoktur. 
  6. Yazı boyunca doğrudan ele almış olmasak da şimdi not düşebiliriz: Sosyal demokrasi bu meşruiyeti sadece bizzat değil, kendisinden daha radikal kimi sol unsurları kendisine yedekleyerek ve bunların desteğini alarak da yaratır. 1980’lerin sonunda bugün TKP’de temsil edilen siyasi hat dışındaki hemen her sol yapının SHP’nin arkasına dizilmiş olması buna iyi bir örnektir. Benzer bir durum Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’nde de yaşanmıştır.

Bu genellemelerle birlikte, yazıya başlarken not ettiğimiz ikinci amaca, yapacağımızı söylediğimiz uyarıya geliyoruz. Sosyal demokrasi ya da düzen solunun, düzenin bir unsuru olduğunu bilmek ve buna göre hareket etmek ile, düzen sağı ile solunu yan yana koyup “ikisi de düzen, ha biri ha öteki” demek arasında dağlar kadar fark var. Birincisi faydalı bir soyutlamayken, ikincisi yanlış ve emekçi kitleler nezdinde ikna ediciliği olmayan bir indirgeme. Yanlış, çünkü arada bir fark olmasaydı sosyal demokrasi işlevli olmazdı. Oysa sosyal demokrasi kapitalizmin tarihi boyunca defalarda devrimi önlemiş, düzen açısından vazgeçilmez bir siyasi hat.

Üstelik sermaye düzeninin rekabetçi doğasından kaynaklı olarak, parçaları arasında çelişkiler bulunması da, bu çelişkilerin zaman zaman devrimci biçimde istismar edilebilecek derecede şiddetlenmesi de kaçınılmazdır. Düzen daima yekpare bir yapı olsaydı, örneğin, bugün yanlışlığı doğruluğu tartışılır olsa da “faşizme karşı birleşik cephe” gibi bir siyaset yürütülemezdi.

Ayrıca düzenin, farklı ancak birbirini çelişkili biçimde bütünleyen parçaları olduğu gerçeğini önemsemeyerek düzeni sürekli bütünsel olarak karşıya almaya çalışmak, bazı dönemeç ve bazı başlıklarda, düzen devrimcilere karşı yekpare davranırken anlamlı olabilir. Ancak işin kolayına kaçıp her durumda böyle siyaset yapmak devrimcileri soyut ve doktriner bir argüman setine sıkıştıracaktır.

Uyarımız bu “kolaya kaçma” eğilimine dairdir. Sosyal demokrasi, sosyalistlerin dostu değil düşmanıdır; ama düzenin kendi özgün işlev ve çelişkilerine sahip bir parçasıdır. Onunla bu özgünlükleri dikkate alınarak mücadele edilmelidir.

  • 1.J. Stalin, “Concerning the International Situation”, Works C.6 içinde, Moskova: Foreign Languages Publishing House, 1953 (makale tarihi 20.09.1924), s.294.
  • 2.Bu çok unutulan gerçeğin her fırsatta altının çizilmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Demokrat Parti yoktan var olmadı, bir takım karanlık gericilik yuvalarından falan fışkırmadı, CHP’nin içinden çıktı.
  • 3.Fatih Yaşlı, ‘Halkçı Ecevit’: Ecevit, Ortanın Solu, CHP (1960-1980), İstanbul: Yordam, 2020, s.55.
  • 4.Fatih Yaşlı, age., s.326.
  • 5.Aktaran Fatih Yaşlı, age., s.287.
  • 6.Aktaran Fatih Yaşlı, age., s.350.
  • 7.9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu, Madde 40-42, https://shorturl.at/djly7.
  •                                                                   /././
Şarampol (Yiğit Günay)
'Yola çıkmak yetmiyor, yolu kesmek gerekiyor. Kol kola. Kolay değil. Parti olmadan olmaz.'

“Karayollarının her iki kenarındaki, yol düzeyinin aşağısında kalan bölüm”, öyle diyor TDK.

Torosların Anadolu’dan sakladığı ufak bir kent o zaman Antalya. Üç mahallesi var.

En dıştaki, hayat kendi yolunda akarken kenara atıverdiklerinin yerleştiği çukur: Şarampol.

Önce Çerkesler gelmiş, Rus Harbi’nin ardından. Kafkas halkları dayanamamış Antalya sıcağına, kimi Korkuteli yaylalarına göçmüş, kimi daha uzaklara.

1900’lerin başında Girit’teki çatışmalardan kaçanlar sığınmış Antalya’ya. Şarampol’de konaklamışlar. Bir eski bina tahsis etmiş Osmanlı, sığmayanlar binanın etrafına kurmuş çadırları. Zamanla mahalle şekillenmiş.

1947’de burada doğdu Ziya. Yol düzeyinin aşağısında kalan bölümde. 1960’lar, ortaokul ve lise yılları. Şarampol asfaltından okula yola koyulmalar.

Şükran Yiğit, “Burası Radyo Şarampol” romanında, o dönem yol kenarındaki bu çukurda kendi yolunu açmaya çalışanları anlatır. Romanın baş karakteri evden okula, tıpkı Ziya gibi, Şarampol asfaltından gider, okuldan çıkınca aynı çukura döner. Şükran Yiğit, baş karakterin mahalleyle okul arasındaki bu ilkgençlik yıllarını, roman boyunca birkaç kez tekrar eden şu ifadelerle betimler: “Geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta, ne çocuk ne de yetişkin olunan o on dört yaşın başıboşluğunda tek başıma ve her defasında daha büyük daireler çizerek evden okula, okuldan eve gidip geliyordum.

“İlkokul hayatım başarılı mı yoksa başarısız mı bir öğrenci olduğumu kimsenin anlayamadığı beş yıllık bir muamma olarak geçmişti. Pedagoji terörü de tıpkı aşk gibi henüz Şarampol Mahallesi’ne ulaşamadığından kimsenin pek ilgisini çekmemişti bu durumum.”

Roman karakterinin aksine, Ziya’nın nasıl bir öğrenci olduğuna dair eğitim sisteminin kuşkusu yoktu. Lisede iki dersten çakınca, bıraktı okulu.

Antalya o zamanlar şimdiki kişiliksiz haline bürünmüş değil. Etrafındaki verimli ovalara hizmet eden bir sanayi kenti. Üç büyük fabrikası var: Dokuma fabrikası, ferrokrom fabrikası, kanalet fabrikası. Ziya sonuncuya işçi girdi.

Şarampole pedagoji terörü ve aşk henüz ulaşamamıştı belki, ama sosyalizm fikri ulaşmıştı. Ziya hem fabrikadaki sendikalı işçilerden hem de 50’lerde Ankara SBF’de okumuş TİP’li akrabalarından öğreniyor, mahalledekilere öğretiyordu.

67’de, 20 yaşında, İstanbul’a taşındı. Elmas Dikiş Makinesi fabrikasında işe başladı.

Hayatın akıp gittiği yolun iki tarafında aşağıda kalanların, kol kola yola çıkmaya başladıkları yıllardı. Geçmiş çocukluktu, gelecekse bilinmez olmaktan çıkıyordu.

Ziya elini uzatıyor, tuttuğunu yola çıkarıyordu. İstanbul’un emekçi mahalleleri arasında mekik dokuyor, işçileri örgütlüyordu. 12 Mart geldi Ziya greve çıktı. Sonra cezaevi. “Marksist Leninist Haziran Hareketi” davasında Rasih Nuri İleri’yle birlikte sanıklık. Şimdiki Harbiye Askeri Müzesi binasında, Selimiye Kışlası’nda tutukluluk.

Afla çıkış. Mihri Belli’yle birlikte Türkiye Emekçi Partisi’nin önce kuruculuğu, sonra muhalefeti. Sonra, 12 Eylül. İllegalite.

                                                         ***

Ziya. Veya Mustafa. Veya Mustafa Ziya. Hangi ara, ne vesileyle tanıdığınıza bağlı. Örgütte mi? Fabrikada mı? Kaçaklık yıllarında mı?

1980’lerin ortasından itibaren önce fotoğrafçı, sonra sinema emekçisi olarak tanıdınızsa, Mustafa Ziya Ülkenciler.

Geçen yıl yaşamını yitirdi. Bu yıl, yıldönümünde, Ender Özer, Tuna Pektaş ve Olgu Ülkenciler’in hazırladığı bir sergiyle İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde anıldı.

Sergi, Ülkenciler’in şarampolden çıkıp Türkiye’nin sanat geçmişinin onsuz yazılamayacağı bir isim olmasına dek serüvenini yansıtıyor.

Serginin açılış günü, Çağrı Kınıkoğlu’nun moderatörlüğünde kardeşi Doğan Ülgenci ve Aydemir Güler, Ülkenciler’i anlattı.

Kardeşi, Ülkenciler’in “dava adamlığı”na vurgu yaptı. Tepeden tırnağa “pratik”ti Ziya, İstanbul’a yanına gelen kardeşini ayağının tozuyla Aster-İş sendikasını sokabilmek için uğraştığı tersaneye işe girmeye yollayan, her nefeste İstanbul’un kenara atıverdiklerinin kavgasını soluyan bir devrimciydi.

Aydemir Güler, ölümünden önce, sözlü tarih çalışması kapsamında Mustafa Ziya Ülkenciler’le söyleşmişti. 2000’li yılların başlarında Türkiye Komünist Partisi’ne örgütlenmişti Ülkenciler. Tüm yaşamını anlattığı mülakatta, “Parti olmadan olmaz” demişti. “Dava adamlığı”nın yanına, önüne veya, “parti adamlığı”nı iliştirmişti.

                                                        ***

Ben tanımadım. Geriden geliyor, takip ediyorum.

Ondan on yıllar sonra Dokuma-Güvenlik-Şarampol arasında, geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta daireler çizdim. İstanbul’a geldim. Hayat kendi yolunda akıp giderken, yol düzeyinin aşağısında kalan bölümden kol kola çıkma mücadelesine giriştim.

Artık yollar daha yüksek, ama daha hızlı. 

Bu ara yollar hep Saraçhane’ye çıkıyor.

Yola çıkmak yetmiyor, yolu kesmek gerekiyor. Kol kola. Kolay değil.

Parti olmadan olmaz.

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder