Ankara’yı satıyorlar (Ali Ufuk Arikan)
"AKP-CHP ele ele onaylıyor bu satışları, büyük bir uyum içinde satıyorlar halkın kaynaklarını."
Atatürk Orman Çiftliği’nin hikayesiyle başlayalım…
Hikayenin arka planı sanıyoruz herkesçe biliniyor. Kurtuluş Savaşı’nda direnişin son merkezi, karargâhı olan, geri kalmış bir Anadolu kasabası görüntüsündeki Ankara, tarihin bu çok zorlu sınavından Başkent olarak çıktı.
Sonrasında her şeyin en ince ayrıntısıyla planlanmaya çalışıldığı bir kent kurgusu çıktı ortaya.
Bu çorak başkentin hayat damarlarından birisi de Atatürk Orman Çiftliği oldu.
Modern tarım ve sanayi tekniklerinin uygulandığı bir kent çiftliğiyle başladı hayal, bu yönde çok kapsamlı bir çalışma başlatıldı Mustafa Kemal eliyle.
Bataklık ve çorak bir alandan kentin nefes alacağı yeni bir merkez çıktı ortaya.
Mesire alanları, parklar, eğlence mekanları, yüzme havuzları yapıldı. Kent yeni bir çehreye kavuşurken, Atatürk Orman Çiftliği bu çehrenin en özel noktalarından biri oldu.
Meyve suyu fabrikası, bal fabrikası, dondurma fabrikası, ziraat aletleri ve demir üretim ve onarım fabrikası, süt ve süt ürünleri imalathaneleri, deri fabrikası, bira fabrikası ve dahası... Hepsi bu alanda hayata geçirildi.
Sonrası mı?
Cumhuriyet nasıl bu düzen eliyle lime lime edildi, parsel parsel satıldıysa, Atatürk Orman Çiftliği de aynı akıbete uğradı.
Önce 50’lerde yasal olarak çiftliğin yağmasının önü açıldı, sonra açılan bu kapıdan düzenin kâr hırsı bütün ihtirasıyla içeri girdi.
Uzun uzun bu yağmanın tarihçesini vermek niyetinde değil bu yazı, bu yağmanın özel bir dönemine ve bu dönemin sürekliliğine işaret etmek istiyoruz.
***
Atatürk Orman Çiftliği denilince akla gelen ilk şeylerden biri, bin odalı Saray.
Çiftlik arazisi yağmalanarak yapılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, bu yağmanın en büyük sembollerinden biri olarak başkent semalarında yükseldi.
Melih Gökçek ve AKP iktidarı, çiftliğin yağmalanması, ranta açılması konusunda çok büyük bir gayret gösterdiler.
Ancak bu yazının konusu, Gökçek ve AKP’nin Atatürk’ün mirası olarak değerlendirilen çiftliği nasıl yağmaladıkları veya sattıkları değil tek başına.
Bu yazının konusu olan güncel bir gelişme var…
O gelişmenin merkezinde, Ankara’nın CHP’den belediye başkanı seçilen ülkücü ismi Mansur Yavaş bulunuyor.
23 Mayıs’ta Atatürk Orman Çiftliği Arazisi’nin Yenimahalle İlçesi sınırlarında bulunan bir bölümü, CHP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ticarethane yapılması için satılıyor.
Nasıl olur da cumhuriyetin kurucu partisi tarafından, cumhuriyetin kurucu isminin başlattığı Çiftlik projesinin bir bölümü ticarethane yapılması için satılır diye az da olsa şaşıranlar olur sanıyoruz.
Onlara kötü bir haberimiz var…
Bu ilk değil!
Ankara’da verilen kent mücadelesinin önemli parçalarından birini oluşturan geçtiğimiz dönemki Mimarlar Odası Şubesi yönetimi, 2022 yılında bir açıklama yapıyor ve AOÇ’yi hedef alan Gökçek projelerinin neredeyse tamamının Mansur Yavaş eliyle sürdürüldüğünü belirtiyordu: “ODTÜ ve AOÇ’de geçirilen yollarla ve pek çok projeyle Gökçek’in cesaret edemediği kötülükler bu dönemde projeye dönüştürülüyor… AOÇ ve ODTÜ’deki yollar ve katlı kavşaklar gibi Gökçek’in kendi eliyle çizdiği projeler hayata geçiriliyor.”
Kötü haber bitmedi, gerçekten Ankara tıpkı Gökçek döneminde olduğu gibi, parsel parsel satılıyor.
Satan isimler, satılan isimler değişince, halkın kaynaklarının yağmalandığı gerçeği değişmiyor!
Ortada AKP’den CHP’ye uzanan bir süreklilik var.
Anıtpark Forum duyurdu, 23 Mayıs’ta sadece AOÇ arazisi değil, Ankara’da halka ait olan 161 bin 915 metrekare arsa satılacak! Sadece iki gün sonrasında 76 bin metrekarelik bir arsa satışı daha yapılacak.
Aynı Yavaş seçimden hemen önce, 1 Şubat tarihinde 2,4 milyar liraya kentin 19 taşınmazını daha satmış, bunun dışında görev süresi boyunca yapılan taşınmaz satışı 100’e yaklaşmıştı.
Ne diyeceğiz, bütçesi yok, belediyede çoğunluğu olmadığı için (ki artık çoğunluğun da sahibi) mecbur kalıyor bu adımlara mı?
Hayır, AKP-CHP ele ele onaylıyor bu satışları, büyük bir uyum içinde satıyorlar halkın kaynaklarını.
Mecburiyet ilişkisi kurup halkın kaynaklarının satılmasını meşrulaştırmak isteyenler varsa biz de bir hatırlatmada bulunalım. Anıtkabir’in dibine, konservatuarı yıkarak cami yapmak isteyen Melih Gökçek’e mahkeme dur demiş, o dönem CHP’li meclis üyeleri bu konuda itirazda bulunmuş hatta dava açmıştı. Şimdi aynı alan, üstelik konservatuar ve alandaki okul yıkılarak Mansur Yavaş eliyle, Diyanet Akademisi’ne teslim edilirken, tek bir CHP’li meclis üyesinin karşı çıkmaması, hepsinin AKP ile el ele projeye onay vermesi de mi mecburiyetten?
Ortada zorunda kalındığı için atılan tek bir adım yok. Bu adımların hepsinin doğru olduğuna yönelik kesin bir düşünce ortaklığı var. O nedenle Mansur Yavaş da “babalar gibi satıyorum” diyebiliyor halkın kaynaklarını, tıpkı kendisinden önceki AKP’li belediye başkanları gibi.
Bu tabloda en çok güvendikleri şey, yaptıklarına kimsenin karşı çıkmayacağına dair duydukları rahatlık. Bunun böyle olmadığını Ankaralılar göstermek zorunda, başka bir yol yok.
Yoksa Yavaş Anıtkabir’in dibine Diyanet Akademisi yapmanın, belediyeyi TÜGVA’cı daire başkanlarıyla doldurmanın, belediyenin her yerini ülkücü kadrolarla doldurmanın fazlasını yapabileceğini göstermiş durumda.
Bu tabloya, Ankara'nın yağmalanmasına, bunun AKP-CHP ortaklığıyla devamına dur demek, buna karşı mücadele etmek zorundayız.
/././
Ne Cumhuriyetçi Ne Halkçı… Solda CHP’cilik Üstüne Notlar (Aydemir Güler-GELENEK)
"Türkiye’de CHP’ci bir sol vardır ve kuşkusuz önümüzdeki dönemde de var olacaktır. Ancak bunu aşan bir komünizmin ve cumhuriyetçiliğin inşa edilmesi de pekâlâ mümkündür."Solda CHP’cilik deyince, aslında 1923’te Halk Fırkası olarak kurulup bugünlere gelen köklü partinin onun solundaki güçler tarafından desteklenmesinden öte bir olgu anlaşılmalı. Bu yazıda, başlangıçtaki ve 1980 sonrasında kâh ana parti kapatıldığı, kâh zayıf düştüğü için onun yerini farklı tabelalarla dolduran partilerin hepsini kast ederek “CHP’cilik” tabirini kullanacağım. Ancak tek bir terimi kullanıyor olmamız, söz konusu geleneğin uzun tarihinde bambaşka politik konumlanışlara denk geldiğini atlamamıza neden olmasın…
Uzun tarih, farklı dönemler, farklı pozisyonlar… İsterseniz özet bir periyodizasyonla başlayalım. Bu, dar anlamda bir CHP periyodizasyonu olmayacak; solda CHP sempatisinin farklı bağlamlarını hatırlatmak buradaki amaç.
Çok CHP tek CHP’cilik
Birinci döneme isterseniz devrim diyebiliriz. İlk adı Halk Fırkası olan örgütün öncülü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Cemiyet savaşın kaybedilmesiyle birlikte Osmanlı’nın devleti ve ülkesiyle çöküşe sürüklenmesine gösterilen direncin yansımasıydı. Çöküşe direnç, onlarca yıllık burjuva modernleşme hareketlerinin ve daha önemlisi 1908 Meşrutiyet Devriminin toplam dinamizmiyle bütünleşir. Anadolu’nun birçok yerleşiminde direniş örgütleri kurulmakta, kongreler toplanmaktadır. Hareket sınıfsal olarak İttihat ve Terakki’nin programlaştırdığı ve temsil ettiği Türk-Müslüman burjuva sınıfına dayanmakta, egemen güçlerin işbirlikçi kanadıysa eski rejimle ve emperyalizmle birlikte saf tutmaktadır.
Hareketin örgütsel kaynağı da hiç kuşkusuz yine ittihatçılardır. Parti, merkezinden başlayarak büyük bir dağılma yaşamış olsa da, modern, yani kitlelerle yurttaşlık temelinde bir bağ kuran ilk siyasi parti olarak benzersiz bir birikime sahipti. Kurtuluş Savaşı önderliği, Ankara Meclisi, Meclis hükümeti ve Cumhuriyet devrimi hep bu birikimin dar bir zaman aralığında yaşadığı dönüşümlerden türemiştir.
Mülk sahibi sınıfların olduğu herhangi bir yerde konformizmden başlayıp eski düzenin korunmasına uzanan, geriye çekici bir kuvvetin kendini hissettirmemesi imkânsızdır. Önderlikse her devrimci süreçte kritik öneme sahip olur. Mustafa Kemal önderliği karmaşık bir altyapının üstüne anti-emperyalist ve Bolşeviklerle müttefik bir yurtseverliği, saltanat ve hilafeti etkisizleştirmeye yönelen bir laisizmi, kapitalizmin çerçevesini sorgulamasa da halkçı bir devletçilik anlamında etatizmi bina edebilmiştir.
Devrimci CHP budur. Bu söylenenlerden soldaki güçlerin kayıtsız şartsız desteği çıkmaz, çıkmamıştır da…
İkinci dönemi dalgalanmalar karakterize ediyor. CHP Batı emperyalizmiyle Bolşevik Rusya veya Sovyetler Birliği arasında dalgalanmıştır. Yağmacı ve kayırmacı asalak zenginlerle modern iktidarın gözetmesi gereken sosyal kesimler arasında dalgalanmıştır. Piyasa ve planlama arasında dalgalanmıştır. Gerici ve ilerici ideolojiler arasında dalgalanmıştır…
İkinci Dünya Savaşı yıllarında iktidarın ağırlık noktası netleşecekti. Utangaç bir Nazi dostluğu, emperyalist kapitalist sistemle geçmişin pürüzlerini ortadan kaldırma iradesi, her alanda gericilik… Öyle ki bizim CHP’cilik dediğimiz tarihsel “sapma” savaşın sonu itibariyle kendisini karşıt siyasi aktörlerde somutlayacak, DP’cilik biçimini alacaktır! TKP’nin, tek parti iktidarında aşırı yıpranmış ve çıkış yolu aramaya koyulan CHP muhaliflerinde müttefikini bulması çok ilginç ve çok geri bir taktikti.
Daha sonra 1980’lerde ANAP’çılıkla, Morrison Süleyman’dan demokrasi savaşçısı Demirel türetme arayışıyla ve AKP’ye demokratikleşme misyonu yükleyişle ifrata varacak olan yaklaşımın ilk versiyonu bu sayılabilir. Ama onlardan çok daha masum ve iddialı olduğu da atlanmamalıdır.
Gelenin gideni arattığı Bayar-Menderes yıllarında bu istisna çözülür ve CHP’cilik 1960 dönemecinde yeni bir biçim alır. Türkiye, bu kez Demokrat Parti despotizmi altında yaşadığı sıkışma ve ekonomik krizden çıkarken, solculuğun buna destek vermeye indirgendiği yolunda bir algı kendini göstermemiş değildir. Ancak sonradan iddia edildiği gibi sol 27 Mayıs’tan hareketle “darbeci” tutum almaktan ziyade yeni ve gerçekten ileri nitelikli Anayasa’dan hareketle pozisyon geliştirmiştir. Sonraki yıllarda CHP kaynaklarından beslenen ama komünizmle mesafesini koruyan yeni bir sol akım, Yön Hareketi sahneye çıkacaktı. Özetle, kısa süre öncesi ve sonrasıyla 27 Mayıs bir geçiştir.
Sonra yeni dönemi karakterize eden dengeler oluştu. Dördüncü dönem CHP’nin sosyal-demokratlaşmaya yönelmesiyle başlamış ve 1965’ten 1980’e kadar sürmüştür. Bu CHP, Avrupa sosyal-demokrasisine en çok kendi solunun önünü kesme stratejisi açısından benzer. İnönü’nün “ortanın solu” çekingenliğini Ecevit “demokratik sol” kavramıyla aşacaktı. Ortanın solu, kendini daha soldakilerden ayrı tutmaya dönük savunmacı bir dilken, diğeri “demokratik olmayan sola” karşı saldırgan bir ton barındırıyordu. Belli ki, sosyal-demokrat dendiğinde, devrimci ve komünistlerle artık uzakta kalsa da bir akrabalık ifade edilmiş olacaktı… Solda işin bu kısmı görmezden gelinmiş ve CHP’ciliğin en derin izleri bu yıllarda kazınmıştır. Doğaldır, çünkü bu aynı zamanda solun en güçlü olduğu altın yıllardır.
1989’da SHP yerel yönetim seçimlerinden birinci çıkmıştı. Bu nedenle 31 Mart 2024’le, bu aralar çok sık karşılaştırılan 1989’u, bu açıdan düzeltmek üzere tartışmalıyız. 1989 ile 2024 arasındaki biçimsel benzerlik, o dönem var olan toplumsal dinamiklerin görmezden gelinmesine vesile olmamalı. Hatta 2024 CHP yükselişini, toplumsal-siyasal tablonun içinde değerlendirdiğimizde, akla daha ziyade 1983 ANAP’ı gelmelidir.
Aşağıda bu periyodizasyonun içini doldurmaya çalışacağım. Ancak baştan söylemeliyim; komünizm işçi sınıfının devrim hareketi, devrimle birlikte yeni bir yaşam kurma davasıdır. Herhangi bir gerekçe güncel politik taktiklerde bu karakterin geri plana itilmesine yorulmamalıdır. Kuşkusuz sadece bu yazıda tartışacağım gibi Türkiye’de değil, bütün dünyada komünist partilerin devrim için mücadele vermemeyi seçtikleri örnekler saymakla bitmiyor. Bunların tamamına kısa yoldan “ihanet” damgası vurulması, bizi komünizm deneyimini devrimci momentlere sıkıştırmaya götürür ve açıkçası yoksullaştırır.
Hayır; bu o kadar kolay olmamalıdır. Komünizmin esas olarak bir devrim ve yeni yaşam kurma davası olduğu doğrudur. Lakin bu yaklaşımda açılmış gedikleri sağlıklı bir biçimde kavrayıp yargılamaksızın doğru dürüst bir devrimci dava da güdülemeyecektir. Sapmalarımızı anlamalıyız. Hoş görmek için değil. Aşmak için. Bu arada sapmadan ihanete geçiş mesafesi çok kısa olabilir. O zaman da mahkum etmek, bir daha yol vermemek gerekir. Bu da anlayarak mümkün olur ancak.
Devrimi desteklemek
Komünist siyaset devrimi merkeze oturtur dedik. Oturtur da, ya devrim komünistlerin önderliğinde bir işçi sınıfı devrimi veya komünistlerin güçlü bir parçası oldukları bir halk hareketi değilse; örneğin bir burjuva devrimiyse ne olacak?
Bu sorunun soğuk ama sağlıklı bir yanıtı kesinlikle var. Yanıt tarihin içinden süzülüp gelmiştir. Büyük Fransız Devrimi’nin en ileri evresine imza atan Robespierre ve arkadaşlarının Jakoben Kulübünü bile, soldan zorlayan akımlar olmuştur. Bu akımların dönemin işçi sınıfı dinamiğine iktidardaki devrimcilerden daha yakın konumlandıkları da söylenebilir. Ancak Fransa’ya damga vurma kapasitesindeki Paris’in dışında kaldığı için 1830 Lyon dokuma işçileri ayaklanmasına ya da 1848 yaz başına kadar, Jakobenizmi sınıfsal olarak aşan bir yükseliş olmamıştır. Sonraki çağların komünistleri de kendilerine miras olarak, Lenin’in de kullandığı kavramla Robespierizmi seçmekte tereddüt göstermemişlerdir. Bu durumda burjuva devriminin içinden “gerçekçi olmayan”, toplumun rotasını değiştirme gücü bulunmayan bir sol uç çıkabilmekte, bizim için parıltılar barındırsa da, romantik duygulanımların ötesine geçememektedir.
Komünistler burjuva devrimini desteklerler. Ancak 1848 başında Marx’ın iddiayla ortaya attığı bu formülasyonun devamı vardır. Burjuva devrimi yükselişinden daha da hızlı biçimde tıkanacak ve esas işlevi işçi sınıfına yolu açmak olacaktır. Bizim desteklediğimiz sömürücü sınıf burjuvazi değil, tarihin ilerlemesidir. Bu bakış açısı tarihsel olarak alternatifsizdir. Ancak beklendiği kadar kısa zaman dilimlerinde genellikle doğrulanmamıştır. 1917 Rusya’sında Şubat’tan Ekim ayına kadar geçen kısa sayılacak sürede demokratik devrimin tıkanması ve yolun sosyalist devrime açılmasında Bolşevik önderliğin rolü son derece büyüktü. Komünistlerin burjuva devrimini aşan kritik stratejiyi geliştirmeleri de, sonuç alıcı devrimci taktikleri hayata başarıyla geçirmeleri de bir mücadelenin konusudur. Ne yazık ki, sosyalizm mücadelesinin dünya ölçeğindeki tarihinde başarısız deneyimlerden çıkartılacak dersler, başarılı olanlardan çekilebilecek kopyadan defalarca daha fazla.
Biz Türkiye’ye dönelim… Osmanlı’nın yıkılışından Cumhuriyet Devrimine uzanan yaklaşık on yıllık zaman dilimi, yukarıda Fransız Devrimine göndermeyle tarif ettiğim, komünist hareketin henüz nesnelliği değiştiremeyeceği kısıtlı döneme dâhil edilemez. Her coğrafya farklı ve bizimki özellikle işçi sınıfının gelişmişlik düzeyi açısından geri olsa da, Paris Komünü’nü ve Ekim Devrimini yaşamış bir dünyadan söz ediyoruz. Fazla genel ve uzak bulduysanız, ülkemizin İstanbul çevresi, Yunan Makedonyası, limanların derinlik bölgeleri, Çukurova gibi sanayi havzaları yok değildi. Buralarda işçi sınıfı vardı, işçi sınıfının mücadelesi de vardı. Türkiye siyaseti ciddi zenginlikler barındırıyordu. Ülke savaş sonunda bir devrimci krize giriyordu ve komünistler açısından sorun, hele bugünden bakıldığında açıkça şöyleydi: Komünist hareket bu krize sonuç alıcı müdahalelerde bulunmak için yeterince güç biriktirmemiş, olgunlaşmamış ve örgütlenmemiş olarak giriyordu. Türkiye’de solun ve emekçi sınıfların birikimi, devrimci krize giden çözülüş sürecinde kısmen tasfiye olmuştu. Selanik, Kavala işçileri başka bir ülkeye aitti. Anadolu’ya toplumsal olarak yayılan Ermeni modernleşmesi sert bir kesintiye uğramıştı, Makedon, Bulgar, Ermeni, Yunan ilerici akımları Türkiye’yi kendi ölçekleri olarak görmeye devam etmiyorlardı…1
Bu koşullarda sosyalist birikimin bir bölümü Kemalist önderliğe doğrudan omuz vermeye yönelmiş2, bir diğer bölümü ise Milli Mücadelede yani devrim cephesinde amele ve rençberlerin temsilcisi bir kanal açmaya soyunmuşlardır. İlk tercihte bulunanların kimlikleri aşınmış, Mustafa Kemal hegemonyası doğal olarak bu unsurları kendi bünyesinde soğurmuştur. İkinci tercihte bulunanlarsa kurdukları hassas denklemde şiddetle tasfiye edildiler.
Mustafa Suphi TKP’sinin tasfiyesini bir kaçınılmazlık olarak göremeyiz. Ancak bu hareketin devrim sürecinde etkili olabilmesi için öznel koşulların da nesnel durumun da çok elverişli olmadığını saptamak durumundayız. Burada Türkiye’ye ilişkin bir siyaset yasası kendini gösteriyor. Türkiye burjuva devrimi, daha yolun başındayken, az sonra kendisini aşma ihtimali olan bir akım için saha temizliği yapmak yerine, ön kapatıcı olmuştur. Türkiye coğrafyası Sovyet faktörünün önemini arttırmaktadır. Burjuva devriminin ve sonrasında egemen kapitalist düzenin Sovyetler’le olumlu etkileşime girmesi, ülke nesnelliğinde sol etkiler yaratsa da, bunların içinde örgütlü komünist hareketin alanının genişlemesi diye bir şey kesinlikle yoktur. Devrimci veya değil, ülkenin Sovyetler’e doğru salınım göstermesi, ister istemez nesnel olanaklar sunduğu komünist hareketi öznel olarak baltalamıştır.
Türkiye Komünist Partisi bu dengeler içinde yol alırken, dramatik olayların içine düşmüştür. 1925 Şeyh Sait ayaklanmasına karşı Kemalist iktidara destek açıklar açıklamaz, Takrir-i Sükun’un kurbanları arasında TKP’nin de girmesi böyledir. Buradan komünistlerin şeriatçı-aşiretçi damarlarla yan yana gelmesi gereğini çıkarsayan meczuplar yok değil. Bu yönelim komünizme dönük bir tasfiyeciliktir.
Öte yandan TKP önderliğinin devrimin tepeden ve eski düzenin güçleriyle karmaşık ilişkilere girerek ilerletilmesi yerine halkçı karakterinin güçlendirilerek yükseltilmesi yönünde bir yaklaşıma sahipti. 1927 Tevkifatı sırasında bölünen partinin içinden “ikinci dalga destekçilik” çıkıp ayrışır. Devrimci dönemde komünizm adına etkili olamayan kadroların bir kısmı, siyasette etkili olmak için kısmi solculuklarını yanlarında taşıyarak Kemalizme iltihak etmişlerdir.3 Diğerleri yola devam eder…
Bütün bunlardan birkaç sonuç çıkartarak bu bölümü kapatalım.
Birincisi, komünistler devrimi destekler, burada sorun yok. İlk dönem devrimci bir dönemdir, CHP veya Kemalist hareket bu döneme önderlik etmiştir.
İkincisi, bizim öncüllerimiz burjuva devrimini desteklerken, bağımsız bir işçi sınıfı hareketini güçlendirmek için yeterli altyapıya, ön birikime ve konjonktürel olanaklara sahip olamamışlardır. Yani işleri gerçekten çok zordu.
Üçüncüsü, devrimci dönemin kapanması ülkenin kalkınma sorununun, emperyalizmle ilişkilerdeki sorunların, gericiliğin zapturapt veya kontrol altına alınması ihtiyacının ortadan kalkması anlamına gelmez. Bu başlıklar ileriye devrolurken komünist hareketin yeterli bir kitle tabanına sahip olmadığı not edilmelidir. Bu durumda TKP, CHP’yi ilerici davrandığında desteklemekle tutucu veya gerici davrandığında eleştirmek arasında gidip gelmiştir. Böylesi bir konumlanış sahibine güç kazandırmaz. Çünkü destekçi veya eleştirmen, kendisini bir alternatif olarak sunmamaktadır.
Son olarak da, Sovyet faktörüne değinilmesi gerekir. Sovyetler Birliği’ni emperyalist kuşatma altında bunalmaktan kurtaracak kritik coğrafyaların başında Boğazlar ve Anadolu’nun geliyor olması Türkiye’de komünist hareketi geriye çekip durmuştur.4
Aşırılıklar
Şimdi uç örneklerden kurtulalım. Kurtulalım ki, bugünün CHP’ciliğinin arka planına daha fazla değinebilelim.
Birinci aşırılık İkinci Dünya Savaşından çıkan Türkiye’ye ilişkin yanlış bir analizden kaynaklanıyordu. Dünya çapında anti-Nazi demokrasi ittifakının varlığı, emperyalizmi emperyalizm olmaktan çıkartmıyordu. Faşizmin halk kitlelerinde gördüğü büyük tepki ve Sovyetler Birliği’nin Anayurt Savaşındaki başarısı İngiltere-ABD ikilisini geçici bir esnemeye mecbur bırakmıştı yalnızca. Bu eksendeki beklentilerin ayarının kaçırılıp demokratikleşme dinamiklerinin abartılması hatadır.
Bu hataya yönelen TKP’nin elindeyse ciddi bir birikim vardı. Bu birikim 1940’lardaki aydın (ve bir ölçüde onun parçası öğrenci gençlik) açılımıyla elde edilmiş, 1946 sendikacılığıyla bir teste daha sokulmuş ve sınıf alanında da doğrulanmıştı. Burjuva siyasetinde yeni yeni örgütlenen liberal muhalefetin, yani Demokrat Parti’yi kurarak sonraki on yıla damga vuracak olan kadroların, illegal TKP ile ittifaka ikna olmaları, Şefik Hüsnü ve arkadaşlarının bir hayal dünyasında yaşamadıklarının yeterli kanıtıdır.
CHP’nin savaş yıllarında bir dizi nedenle kaybettiği alan, siyaseti güdükleştirmişti; TKP tıkanmayı çözebilecek kritik unsur olarak öne çıkıyordu. Ancak böyle bir gidişata ne emperyalizm ne de egemen güçler izin verirdi. Tan matbaası basıldı, demokratikleşme umutları Soğuk Savaş’ın hızlı tırmanışında tuzla buz oldu. TKP ise ikinci kez fiziki tasfiyeye uğratıldı.
Sonuç olarak burjuva liberalizminden müttefik türetmeye kalkışmak, söz konusu hareketin toprak sahiplerine yaslandığını önemsememek, CHP iktidarı altında beslenen gerici, ırkçı odakların düzenin bütünü açısından bir kazanım sayılarak sahiplenileceğini algılamamak ve emperyalizmin reflekslerinin köreldiğini varsaymak, o zamana kadarki tarihinin en güçlü momentini yakalayan TKP’nin sonunu getirdi.
Bu, affedilir bir yanılgı değildir. Partili gelenekte demokrasi mücadelesinin sosyalist devrim programını ikame etmesinin nerelere varabileceğini göstermesi açısından ibretliktir.
İlle bir analoji kurulacaksa 1980’lerin ikinci yarısında TBKP’nin Gorbaçov’u takip ederek komünizmden kopacağı dönem hatırlanmalıdır. 1940’ların ikinci yarısında, “sonuç olarak düşülen hata” kırk yıl sonra karşımıza sistematik bir tasfiyecilik olarak çıkar. TBKP’ye giden yolda “12 Eylül darbesinin faşist olmadığı” tezinden, faşizmin ekonomisti Özal’dan demokrasi beklenmesinden geçilmiş, en sonunda kapitalizmin aklanmasına varılmıştır.
TBKP sürecinde girilen yolun solun farklı kesimlerinde de karşılık bulduğu görülmüştür. “İşçi sınıfı partisi”nin eskidiği iddiasından “parti olmayan parti” olarak ÖDP’ye geçilecekti…
Bu, iyi işlenmiş bir likidasyon sürecidir. SBKP’nin kapitalist yolcuların egemenliğine girmesi gibi, bizde Partili geleneğin o dönemki ana kolunun liberal sola iltihak etmesidir.
Beterin beterinin olabileceği ise AKP’li yıllarda görülecekti. Artık söz liberal Birikimcilerdeydi ve bunlar şeriatçı karanlığı demokratik devrim olarak satma misyonunu üstlenmiş; sadece yazmıyor, kanal kanal geziyorlardı.
Bu, son derece özenle yapılandırılmış bir ihanet süreci, solu karşıdevrime yedekleyerek yok etme operasyonudur. En önemli motifi Kürt sorununun Türkiye’nin Batıya tam boy eklemlenmesiyle ve liberal-islamcı ittifakıyla çözülebileceğiydi.5
Bu aşırılıklar bugün tükenmiş değil. Ancak uzun süreli AKP’cilikten CHP’ciliğe keskin bir dönüş yapılmış bulunuluyor. Cumhuriyetin yıkılmasının düşünsel alandaki karşılığı olarak geliştirilen Post-Kemalizm kavramına birkaç yıl önce bir post öneki daha monte edilmesi bu dönüşün teorik temelini oluşturmaktadır. Kemalizm sonrasının da sonrasına geçilmiş. Yadsımanın yadsınması yoluyla CHP’de cevher aranmasına geçilebilir.
Biz ilgi alanımıza dönersek, solda AKP’cilik yapılan ara aşamada orijinal içeriğiyle bağları çok zayıflayan CHP, şimdi karşımıza yeniden demokrasinin adresi olarak çıkabilecektir. Bu CHP ne cumhuriyetçi ne halkçı, ama gericilikle ve emperyalizmle uyumlu neoliberal bir partidir.
Mavi Dalga’dan “yok bu işin sağı soluna”
Bu yeni-CHP hem 1923 Cumhuriyeti kuruculuğundan hem de 1965 sonrası sosyal-demokratlaşmadan arındırılmış bir oluşumdur. 1960-70 dönemecinde sosyal-demokratlaşma Cumhuriyetçiliğin üstüne eklenmiş, kökendeki halkçılığı takviye etmişti. Ecevit CHP’sinin “mavi dalgası” Türkiye’nin sola kayışını faşizmle değil bir sosyal-demokrasi deneyimiyle engelleme önerisiydi. Bu önerinin egemen güçlerde kâh heyecan ve merak, kâh kaygı ve aşağılamayla karşılandığına ilişkin bol veri var.
“Ecevit mavisi” solun önünü kesmeyi, devrimciliği CHP’cilikle sulandırmayı başarmıştı. Ancak siyasi hareketler alanında, yani “öznellik” söz konusu olduğunda elde edilen bu başarı ile Türkiye toplumundaki “nesnel” solculaşmanın durdurulması arasında fark vardır. Sosyalist solda devrim ve iktidar perspektifi küçük çırpınışlar haricinde dağılmış, ufuk demokratikleşmeye daralmış olabilir. Ama Türkiye nesnelliği bundan ibaret değildi.
Türkiye kapitalizminin krizini aşması için o günün dünya konjonktüründe, Şili’deki neo-liberal laboratuvarın bir benzerinin burada kurulmasından başka bir program çıkmazdı. Emperyalizm 24 Ocak programının hayata geçirilmesinin faşizmi gereksindiğinin de bilincindeydi. Tekelci sermayenin iki kritik kurumu olarak TÜSİAD ve MESS’in de aynı çizgide oldukları açıkça görülüyordu.
1980’e kadar solu iktidarsızlaştırma işlevini anlamlı ölçüde görmüş olsa da, CHP bu ekonomik-politik yönelimi zorlaştıran bir ayak direme demekti. Operasyonun halkçılıkla, cumhuriyetçilikle, laiklikle, ılımlı da olsa solculukla uyumlu gitmesi olanaksızdı.
Sosyalist ve devrimci hareketin, geriye kayışa veya faşizmin yükselişine ayak direyecek bir CHP’ye angaje olması, garantili bir yenilgi stratejisidir. Her kesimden insanın büyük bir coşku ve adanmışlıkla sosyalizm arayışına çıkmış olmasıyla bu soğuk durum saptaması arasındaki çelişki, solun altın yıllarının dramını anlatır.
CHP’cilik ekseninden bakıldığında solda farklı konumlanışlar ortak bir paydada buluşur. İkinci TİP’in sert CHP eleştirisi 1977 seçimlerinden sonra inişe geçti ve Behice Boran’ın liderliğindeki bu parti, siyasal etkisinin azalması karşısında “birlikçilik” üstünden kendini ortak paydaya taşıdı.
Dönemin TKP’si, SBKP’nin Türkiye teziyle uyumlu bir formülasyona sahipti. Tarihsel Sovyet tezi Türkiye’yi sosyalizme geçiş için birikimi yetersiz ülkeler sınıfına sokuyor, Ankara’nın NATO’nun ileri karakolu konumunun gevşetilmesini, Sovyetler’le barışık bir solculuğa evrilmesinii yeterli buluyordu. Formül 1977’nin Ulusal Demokratik Cephe’sidir. TKP’nin cepheye taşıyacağı kayda değer bir işçi sınıfı ve aydın kuvvetine sahip olduğu atlanmamalıdır. Sola açık bir CHP iktidarı…
Devrimci demokrat kesimde ise CHP’ye hayırhah yaklaşım solun tarihsel akrabalık ilişkisi içinde olduğu geniş bir cumhuriyetçi tabanla yakınlığı “bozmamak” kaygısından doğuyordu. Oportünizm kokan bu pratik kaygı büsbütün haksız değildi, ama sosyalizm hedefiyle ürkütülmemesi gereken kitlelerin silahlı mücadele fikrine nasıl kazanılacağı sorusuna ilişkin olarak, devrimci demokrasinin fazla bir mesafe alamadığını söylemek durumundayız.
Sol elbette çok daha geniş bir yelpaze oluşturuyor ve akla gelebilecek bütün varyantları içeriyordu. Ama bizim konumuz CHP ve CHP’cilik.
Solundan gelen sempati, bu düzen partisinin merkezi aklının duvarlarına çarpıp kırıldı. Ulusal Demokratik Cephe çağrısına yanıt, TKP’nin DİSK merkezindeki etkisinin kırılması olmuştur. 1977 sonunda DİSK Genel Başkanı artık CHP eski milletvekili Abdullah Baştürk’tür. Başka pratiklerinde de CHP, soluna karşı daha olumlu yaklaşmayacaktır.
Kanlı 1 Mayıs, bir bakıma egemen güçlerin strateji belirsizliğine nasıl son verdiklerini de temsil ediyordu. CHP tipi bir demokratikleşme yolu sonraki gelişmelerle tamamen kapandı. CHP sadece Cumhuriyet Devriminin öncüsü değil, kapitalist Türkiye’nin de kurucusuydu ve düzenin ağırlık merkezi faşizme geçişte karar kıldığında, CHP bu tercihin karşısına dikilemezdi.
Peki, uluslararası ilişkiler alanında ne oluyordu? ABD’nin afyon üretimine kısıtlama talebi, silah ambargosu, Kıbrıs’ta bir karşıtlık görünümünün kurulması, Ecevit’in NATO’nun sorgulanabileceğini ve Türk-Sovyet ilişkilerinin başkalaşabileceğini dile getirmesi gibi olguların emperyalist-kapitalist sisteme karşı pozisyon alan bir CHP’ye yorulmasına sıkça rastlanır. Bu yorum yanlıştır.
ABD’nin müttefiklerine yönelik sıkıştırma hamleleri, Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkeler karşısında kendi arka bahçesini terbiye etme bağlamında tek tek ele alınmayı gerektirir. Kıbrıs’ta varılan nokta çelişkinin sömürgecilikle hesaplaşmadan çıkartılıp iki NATO üyesi ülkenin milliyetçi çatışmasına sıkıştırılması olmuştur. Batı ile Doğu arasındaki salınımsa bizim topraklarımızın geleneksel denge politikasıdır… Önemsiz değildir, ama abartılması küçümsenmesinden daha büyük sıkıntı doğurur. Biliyoruz, Sovyetler Birliği karşı cephedeki en ufak çelişkiyi önemserdi…
1970’lerin CHP’si “toprak işleyenin su kullananın” diyen, liderine bir emekçi imajı çizen, Batı’ya karşı başı dik görüntü veren, sendikalardaki geleneksel nüfuzunun hâkim sarı tonunu mücadelecilikle düzelten bir partidir. Yani sol, CHP’ciliği haklı göstermek için uzun bir mazeret listesi yazabiliyordu ve bunlar yalan da değildi.
2024’te ise slogan “yok bu işin sağı solu, aklın yolu İmamoğlu”dur. On yıl önce İstanbul adayı Mustafa Sarıgül için benzer lümpenlik dozunda “bas geç” çağrısı yapılmıştı. Kılıçdaroğlu’nun zamanında dediği gibi laiklik tehlikede olmadığına göre CHP’li başkanlar görev teslim törenlerine imam getirebilirlerdi. Zaten Cumhuriyet laikliği yanlış yapmıştı ve sol-sağ ayrımı yüzyıllar öncesine aitti!
AKP’nin iktidara gelmesinden sonraki ilk önemli muhalefet kampanyası 2007 Cumhuriyet Mitingleridir. Hareketin CHP’yle iç içe girdiği doğrudur, ama CHP’nin bu dalgaya binerek bir alternatif haline gelmekten uzak durduğu da çok açıktır. O günden beri CHP, iktidarı hedefleyen bir parti olarak yaşamadı. Siyasi iktidarı kazanmayı amaçlayan bir parti çok daha atak, mücadeleci ve –kendi meşrebince- halkı gözeten bir performans sergilerdi. CHP geçen uzun süreyi kendisini dönüştürmek için kullanmıştır. Bu dönüşüm geçmişte çeşitli konjonktürlerde zorunlu olarak yaptırdığı solculuk aşısının etkilerinin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu. Sonuç olarak ne cumhuriyetçi ne de halkçı olan bir parti çıktı ortaya!
CHP’cilik özünde düzenle uyuşmaktır. Ancak solcu rolü yapanlarla uyuşmak ile solla köprüleri atanlarla uyuşmak arasında, özü değiştirmese de bir fark vardır. Bu nokta CHP açısından değil CHP’cilik yapanlar için önemli. Geçmişte ilanı aşk edilen muhatabın solcu sayılması bir kriterken, artık buna gerek duyulmamaktadır. CHP solcu olmadığını gösterse, ilan etse, pratiğiyle kanıtlasa da, CHP’cilik sürdürülmektedir. Ne de olsa arada 12 Eylül tipi liberallerle ve şeriatçılarla mutlu yıllar yaşanmış ve solda bir ittifak için ille solcu arama sekterliği tedavi edilmiştir! Özal’la, Erdoğan’la yapılabilenin İmamoğlu’yla olmaması için bir neden var mıdır?
Sınıf mücadeleleri veya toplumsal dinamikler bağlamı
CHP’ye sosyal-demokrasi aşısının bizzat İnönü eliyle yapılması politik tercihler düzeyinde değil toplumsal bağlamında analiz edilmelidir.
İşçi sınıfının İkinci Dünya Savaşının sonundan itibaren başlı başına bir dinamik haline geldiği ve giderek etkisini arttırdığı hesaba katılmalıdır. Başka gelişmeler işçi sınıfını yalnız bırakmamış, 1960’larda yükseköğrenim üst sınıfların ayrıcalığı olmaktan iyiden iyiye çıkmış, halk çocuklarını kapsamaya başlamıştır. Komünal geleneklerin kitlesel kucağı olarak Alevi toplumunun dağ köylerinden sanayi kentlerine akması önemlidir. Kürt toplumunun modernleşme süreci açısından verdiği resim 1930’lardan 1960’lara gelindiğinde ciddi ölçüde değişmiştir. 1940’larda sıçrama gösteren aydın birikimi 1950’lerde dağıtılamamış, Türkiye’de düzeni sorgulayan, nitelikli bir entelijansiya doğmuştur. Dünyada ise faşizmi yenilgiye uğratan reel sosyalizm, sömürge sisteminin çözülmesiyle, hepsi müttefik olmasa da bir dizi kader ortağıyla buluşmaktadır. Emperyalizm en çarpıcısı Vietnam olmak üzere gerilemektedir.
Solun yükselişe geçmesinin arkasında bunlar vardı. Aynı dinamikler CHP’nin sola doğru manevra yapmasını zorunlu kılıyordu. Farklı ölçeklerde aldıkları oyla 1965’te TİP, 1973 ve 1977’de CHP işte bu dinamizmi temsil etmişlerdir.
1989 yerel yönetim seçimlerinde Erdal İnönü’nün genel başkanı olduğu Sosyaldemokrat Halkçı Parti yüzde 28,7 oy alacaktır. Onu izleyen Demirel’in DYP’si ile Özal’ın ANAP’ının toplam oranı neredeyse SHP’nin yirmi puan üstündeydi. Ama sağ partiler geçmişin bakiyesiydi. Gelişmekte olan toplumsal dinamizmi veya sınıf mücadelesindeki yeni eğilimleri temsil edense SHP idi.6
Neydi bu dinamikler?
1980’de, emek gelirlerinin büyük bir mücadelenin konusu olmasını sağlayan sendikal ortam kesintiye uğradı ve ekonomi politikalarında büyük sermayenin arzu ettiği değişim hızla sağlandı. Sonuç; 1988’e gelindiğinde reel ücretlerde üçte bir oranında gerileme olmuştu. 1989 yılı Bahar Eylemleri denilen ve kamu işletmelerinden yükselen bir işçi hareketine sahne oldu. 1 milyonun üstünde işçinin katıldığı eylemler Zonguldak’ta Büyük Madenci Yürüyüşüyle zirveye çıkacaktı. Bahar Eylemleriyle açılan yeni dönemde işçi sınıfı darbe altında yaşadığı gelir kaybını telafi etti.
Kamu emekçilerinin örgütlenmesi, daha önceki deneyimlerde olduğu gibi öğretmenlerle başlamış ve diğer sektörlere yayılma eğilimine girmişti. 12 Eylül sonrasının gelir kaybı açısından en ağır mağduru “memur” statüsünde çalışanlardı. Maaşların alım gücü 1979 sonundan itibaren on yılda yarıdan fazla azalmıştı. 1990’da ilk olarak Eğitim-İş kuruldu. Bu TÖS’ten, TÖB-DER’den gelen bir sınıf damarıydı.
İşçi ve emekçi hareketleri politik bir önderlikten yoksun olmakla birlikte, 1980 öncesinde edinilen deneyimin boşa gitmediği, hem sınıfın mücadele yeteneği hem de tabanda öne çıkan öncü işçilerce kanıtlanıyordu. Sosyalist, komünist ve devrimci hareketin genel politik gerilemesi yanında, 1985’ten itibaren dünyada Sovyetler Birliği iddialı değil tartışmalı ve giderek gerileyen bir taraf haline gelmişti. Dolayısıyla hareketliliğin yazabileceği SHP’den daha solda bir adres mevcut değildi.
Geçmişte solun bir parçası olan Kürt ulusal hareketi ise 1980 sonrasında bağımsızlaşmış ve kitlesel bir güce ulaşmıştı. Bu gelişmenin, sınırları 12 Eylül’le tanımlanan kısıtlı bir alanda tutulması olanaksızdı.
Türkiye’de birinci sosyal-demokratlaşma sosyalist-devrimci hareketin oluşturduğu basıncın ürünü olarak siyasetin sola kayması ve sosyalist seçeneğin etkisini kırmak için düzenin sol kanadının tahkim edilmesidir.
İkinci sosyal-demokratlaşma 1980’lerin sonlarında yaşandığında henüz soldan politik bir basınç yoktu, ama toplumsal mücadeleler yükselişteydi. Solda SHP üstünden somutlanan yeni CHP’ciliğin önemli bir politik, toplumsal etkisi olmamıştır. Sol zaten bir likidasyon sürecinden geçiyordu.
2023-2024’e geldiğimizde toplumun benzeri dinamiklerden yoksun olduğunu saptayarak konuyu ele almak gerekir. Tersine emekçilere yönelik ağır liberal ve cumhuriyetçi birikime karşı dinci operasyonlar, 1983 ANAP yükselişini daha fazla hatırlatıyor. AKP’li yıllar Kenan Evren darbesinin yarım bıraktıklarının tamamlandığı dönemdir. Darbeyle altından kalkılamayacak bir dönüşümdü, Cumhuriyet’in ona eşlik eden toplumsal ilerlemeyle birlikte yıkılması. Bu hedefe ulaşmak için bir toplumsal enerji gerekiyordu. İslamcılığın egemen ideolojide daha güçlü bir bileşen hale getirilmesi 12 Eylül’ün programındaydı gerçi. Ama bununla da uyumlu biçimde İslamcılık bir yedek güç olmanın ötesine geçemiyor, geçirilmiyordu. Oysa karşıdevrimin motoru olabilirdi.
Bu cüretli operasyon Evren’in üç yıllık konsantre faşizminden çok daha uzun süreye yayılan bir Erdoğan istibdadını gerektirdi. Sayılar geçer, içerik kalır. 12 Eylül darbe yönetimi Özal’ın ANAP’ıyla bir yumuşak geçişe yönelmişti. Şimdi AKP karanlığından yumuşak geçiş için, mühür İmamoğlu’nun CHP’sine verilmektedir. Asıl olan Evren-Erdoğan birleşik rejiminin sermaye düzeni adına elde ettiği kazanımları koruyacak bir yapının kurulmasıdır.
Günümüzün lider figürü olarak İmamoğlu’nun kendisinin de siyasete ANAP’ta gözlerini açması rastlantı mıdır?
Elbette henüz Ekrem İmamoğlu’nun liderliğinin formel olarak ilan edilmemesinden CHP’nin daha 31 Mart gününe kadar iktidarı düşünmeyen bir kadro topluluğundan oluşmasına, neoliberal programa destek verme zorunluluğu ile emekçi halkta büyümesi olası reaksiyonun nasıl dengeleneceğinden, dış politikada Atlantikçi ağırlığın arttırılmasının yaratabileceği bölgesel sorunlara kadar çok sayıda sorunla, hatta mayınla dolu bir yol var önlerinde. Öyle ki, bu süreçten yine bir CHP’nin mi çıkacağı yoksa düzen siyasetinin bir harmanlamadan mı geçirileceği bile henüz belli olmamıştır…
Siyasal sonuçları önceden projelendirmek için her özne uğraş verir. Ama sonuçlar projelerden değil mücadelelerden türer. Türkiye’de uzun süredir devrimci ve komünist solun etkin bir aktör olamadığı doğrudur. İyi de, böyle gelmiş diye böyle gideceğini kim iddia edebilir?
Çünkü dikkat; konumuz CHP’ciliktir…
1920’lerde Cumhuriyet Devrimine kendi renkleriyle katılmayı önüne koyan, ama önü kesildiğinde çözüm üretemeyen bir TKP’den söz ettik. İzleyen on yıllar boyunca düzenin salınımları karşısında kendisi de salınım göstermekten kurtulamayan TKP’nin giderek demokrasi mücadelesi alanına çekildiğini seçebiliyoruz. Solun açılım döneminde bu demokrasicilik sosyalizmin bir politik alternatif olarak sivriltilmesini çelmiş, geniş kitleler komünizmden görkemli bir kurtuluş ummak yerine CHP’den sınırlı bir demokrasi bekler olmuşlardır.
Peki, sol 2024-2028 arasında bu kadere mahkûm mudur?
Türkiye solunun ağırlık noktası şu anda Türkiye Komünist Partisi’dir. Solun başka kesimlerinin (ve aslında Kürt siyasetinin) 31 Mart 2024 kutlamalarına koşması bir veriyse, TKP’nin bu koroyla zaten açılan mesafesini iki karşı yaka haline getireceği de, bir diğer veridir. TKP solda CHP’ciliği etkisizleştirme becerisine sahiptir. Türkiye’de CHP’ci bir sol vardır ve kuşkusuz önümüzdeki dönemde de var olacaktır. Ancak bunu aşan bir komünizmin ve cumhuriyetçiliğin inşa edilmesi de pekâlâ mümkündür. Düzen siyaseti cumhuriyetçiliği, halkçılığı, laikliği terk etti diye bunlar ülke nesnelliğinden silinmeyebilir. TKP’nin de mücadelesiyle bu doğrultuda mesafe alındığında sermayenin korumak istediği kazanımlara acaba ne olacaktır?
Laikliğin bir halk aydınlanması olarak geri gelmesi imkânsız mıdır? Emperyalizmin uygun gördüğü mütevazı mevzilere çekilmeyi değil, NATO’ya ve savaşa karşı aktif bir yurtseverliğin güç kazanması imkânsız mıdır? Peki, görülmemiş yoksullaştırma operasyonunun karşısına kitlesel emekçi tepkilerinin çıkması?
Solda CHP’nin yürüteceği bir düzen restorasyonu programına ülkeyi ve kendilerini layık görenlerin bu sorulara verdiği yanıt, anlaşılan olumsuzdur!
Bizim yanıtımız olumlu.
Türkiye’de sol, tarihinde ne zaman sınırlı dengelere girse veya sokulsa, bu dengeleri aşan bir toplumsal dinamizm kendini göstermiştir. Birinci TİP demokrasiyi genişletmeye bakarken sosyalist devrimin güncelliği noktasına gelinmiştir. 1970’lerde mevzileri arttırmakla sınırlı tutulan ufku çok aşan devrimci duyular solun bütün kesimlerine yayılmıştır.
2020’lerde ülkemizin emekçi ve aydınlanma mücadelelerinin CHP’ye zimmetlenebileceğini, Türkiye’nin sosyalizmi hak etmediğini düşünenleri yanıltma işini sadece topraklarımızın bereketine havale etmiyoruz. Böyle düşünen, böyle davranan bir parti var.
- 1.Bu süreci Parti Tarihi çalışmamızın birinci kitabında yeterli düzeyde ele aldık.
- 2.Bu sol kol, Kemalizme iltihak ederken yer yer etkili de olmuş, Ankara Meclisinde, komünizmin bir ulusal kurtuluş bağlamında topluma yayılmasında iz bırakmıştır. Siyasete o istikamette giriş yapıp, hemen sonra rotayı Sovyetler Birliği’ne, komünistliğe çeviren genç bir ulusal kurtuluşçu da Nâzım Hikmet’ti.
- 3.Vedat Nedim Tör ekibi kısa süre sonra Kadro dergisini yayınlayarak Kemalist merkeze halkçı, devletçi bir rota katkısında bulunmaya çalışacaklardı. TKP’nin örgütsel olarak hainidirler. Yeni kurulan düzeni sola çekmeye çalışmışlardır.
- 4.Sovyet faktörü için yine Parti Tarihi birinci kitaba bakılmasını öneririm. Türkiye’de komünistlerin Sovyetler Birliği mevzisini savunma görevinin içeride yüklediği dengecilik/demokrasicilik ile komünizm davası ilkesi olağanüstü zor bir denklem oluşturmuştur. Burada anti-Sovyetizme en ufak bir alan açmaksızın Türkiye için devrimci bir strateji geliştirmenin başarılamadığını bilmeliyiz. Ancak soru budur ve başka sorulara kaçmak komünistlere göre değildir.
- 5.Sosyalist solun Türkiye sağına sempatiyle bakışından söz edince akla İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması (1969) kitabında siyaset sahnesini ters yüz eden tezleri geliyor. Bu noktada Küçükömer’in arayışının radikal bir düzen eleştirisi olduğunu not etmekle yetineceğim. Düzenin sağcılarını halktan yana göstermesi saçmadır, ama yıllar sonra karşı-devrim safına geçenlerin atası olarak damgalanması da haksızlık olur.
- 6.1987 milletvekili seçimlerinde ise SHP yüzde 24,7 oy oranı ile ANAP’ın ardından ikinci parti olmuştu. Yerel yönetimlerde yaşanan yolsuzluk dalgası sosyaldemokrasinin bu etabının sonunu getirecekti.
Bundan iki yıl önce Ekrem İmamoğlu yanına aralarında Nagehan Alçı, Ertuğrul Özkök, Akif Beki gibi isimlerin de bulunduğu bir grup gazeteciyi alarak Karadeniz turuna çıkmış, bu üç isimle otobüste bir de fotoğraf vermiş ve özellikle Alçı üzerinden büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı.
O gezinin birtakım sonuçları olduğunu hepimiz hatırlıyoruz; örneğin belediyede “İBB sözcüsü” gibi tuhaf bir unvanla çalışan Murat Ongun, gelen tepkileri “iki yüz, üç kişi umursamıyoruz” diye küçümsemiş ama tepkiler büyüyünce sözcülükten alınıp danışman unvanıyla işine devam etmişti.
Ama asıl mesele İmamoğlu’nun konuya dair yaptığı açıklamada “Küçük Reis” misali halka parmak sallayarak herkesi “akıllı olmaya” davet etmesi ve “vız gelir, tırıs gider, hiç umurumda değil” demesiydi; üstelik o konuşma 6 Mayıs günü Denizler için düzenlenen bir anma töreninde yapılmıştı.
İmamoğlu ertesi gün “vız gelir, tırıs gider” sözü için özür dileyecek ama “onun ötesinde yapılan bütün konuşmalarımın ve eylemlerimin arkasındayım” diyecek ve geziyi de geziye davet edilen isimleri de savunmaya devam edecekti.
Aslında İmamoğlu’nun Karadeniz gezisine verilen tepki basitçe Nagehan Alçı’nın da geziye davet edilmiş olmasıyla ilgili değildi; Alçı bir semboldü sadece ve o yüzden öfkenin doğrudan muhatabıydı.
Neyin sembolüydü peki? Aslında bütün bir AKP döneminin ve o döneme tekabül eden gazetecilik anlayışının. Yani yandaşlığın, yani kalemini satılığa çıkarmış olmanın, yani operasyonel haberciliğin vesaire…
Ve elbette Erdoğan’ın otobüsüne, uçağına binip, onunla bedava seyahatlere gidişte ve dönüşte Erdoğan’a gerçek anlamda tek bir soru sormadan gazetecilik, habercilik yaptığını sanmanın, meslek etiğini hiçe saymanın…
İşte o geziyle İmamoğlu aynı anlayışı devam ettiriyordu; gazetecilerin masrafları belediyenin, yani kamunun kaynaklarından karşılanmış, onlar da bu gezinin halkla ilişkiler çalışmasını yapacak potansiyel elemanlara dönüşmüşlerdi. “Küçük Reis” hem bunu yapıyor hem de eleştirilere parmak sallayarak halka had bildiriyordu.
Gezinin üzerinden tam iki yıl geçti ve yine bir mayıs gününde İmamoğlu yanına onlarca gazeteciyi alarak bu sefer Roma’ya gitti, bulunan bahane ise 2027 Avrupa Olimpiyat Oyunları’nın imza töreniydi. Aslında bu sefer Karadeniz gezisinden daha beter bir durum söz konusuydu; çünkü yoksulluğun böylesine yaygınlaşıp derinleştiği günümüz Türkiye’sinde ve iktidarın tasarruf masalları anlattığı bir dönemde kafilenin kaldığı otelin geceliği de yemek yenilen restoranlardaki fiyatlar da uçuk düzeydeydi ve bunların hepsi belediyenin kasasından çıkmıştı. İmza töreni ise neredeyse geziye katılan hiçbir gazetecinin umurunda değildi, ortada kamu kaynaklarıyla gidilmiş bir seyahatten ve elbette ki İmamoğlu’nun reklam çalışmasından başka bir şey bulunmuyordu.
Gezide her devrin adamı Özkök yine vardı ama Nagehan Alçı yoktu; belki bunun etkisiyle belki de aradan geçen iki senenin sonunda hem İmamoğlu gücünü tahkim ettiği hem de toplum “bunlar gitsin de ne olursa olsun”a iyice alıştırıldığı için bu sefer aynı tepki gelmedi. Ha elbette geziye “muhalif” basından çok sayıda isim katıldığı için o “muhalif basın” geziyi de eleştirileri de görmezden geldi ve bu da olayın büyümemesinde etkili oldu.
İmamoğlu’nun Erdoğan’ın izinden gidişi ve “Küçük Reis” olma hevesinin açık bir yansıması olan bu geziden hemen önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ilgili başka ve tamamlayıcı bir haber daha düşmüştü ajanslara aslında.
İBB Mali Hizmetler Daire Başkanı Neslihan Vural, sermayenin önemli yayın organlarından biri olan Bloomberg’e verdiği röportajda belediye meclisinde çoğunluğun ele geçirilmesinin ardından başta İGDAŞ olmak üzere, İspark, Hamidiye ve Halk Ekmek’in “halka arz” da dâhil çeşitli yöntemlerle satılmasının önünün açıldığını belirtiyor ve üstelik bunu “Bir finans insanı olarak özelleştirmeden yanayım. Belediyenin nihayetinde sadece belediye işlerine geri dönmesi gerektiğini düşünüyorum” sözleriyle savunuyordu.
Vural gayet dürüstçe halka arzın özelleştirme ve kamu mülkiyetinin tasfiyesi anlamına geldiğini, kendisinin de bunu savunduğunu söylemişti ama anlaşılan biraz erken konuşmuştu; İmamoğlu Roma gezisinde verdiği röportajda “halka arz”ın, yani özelleştirmelerin gündemlerinde olduğunu inkâr etmiyor ama Vural için de “haddini aşmış bir bürokrat” nitelendirmesinde bulunuyordu. “Halka arz”ı, yani özelleştirmeyi ise o nasıl mümkün olacaksa “toplumcu ve kamucu anlayışla” ve “halkçı uygulamalarla” yapabileceklerini söylüyordu.
İmamoğlu özelleştirmelerin gündemlerinde olduğunu belirtiyor ama bir yandan da toplumcu, kamucu ve halkçı gibi kavramları kullanmak zorunda hissediyordu kendini. Çünkü mükemmel bir düzen siyasetçisi olarak rüzgârın nereden estiğinin farkındaydı. Reklam çalışması için onlarca gazeteciyi Roma’ya lüks bir tatile götürse de kendisine asıl başarıyı getirenin başta Kent Lokantaları olmak üzere belediyenin izlediği sosyal politikalarda ve halkın sosyal devlet arayışında olduğunu biliyordu.
Toplumda 31 Mart’ta adı konulmamış da olsa sol bir rüzgâr esmiş, halk Şimşek programına tepkisini iktidarı cezalandırıp CHP’yi sandıktan birinci parti olarak çıkararak göstermişti. Hayat pahalılığı, enflasyon, yoksulluk, işsizlik, geleceksizlik toplumun ana gündemiydi ve istenen daha çok eşitlik, daha çok adalet, daha çok refahtı. Bunlar ise tarihsel olarak sola dair, solla anılan arayışlardı. İmamoğlu da zaten bu yüzden toplumculuk, kamuculuk, halkçılık gibi kavramları özelleştirme gibi bütünüyle halk düşmanı olan ve toplumculuğun, kamuculuğun zıttı bir kavramla birlikte kullanıyordu, oradan meşrulaştırmaya çalışıyordu.
Gerek Roma gezisi gerek özelleştirmeye bakışı gerek genel siyaset anlayışı bize post-Erdoğan döneminin en güçlü lider adayının başa gelmesi halinde Erdoğan dönemiyle bir kopuşun değil sürekliliğinin taşıyıcısı olacağını, esas hedefinin de düzenin restorasyonu olduğunu bir kez daha açıkça gösteriyor.
Ancak eskisinden farklı olarak İmamoğlu’nun kendisi de Özel ve diğer CHP yöneticileri de bunu AKP’nin ilk başta yaptığı gibi demokrasi, serbest piyasa, Avrupa Birliği vs. diyerek yapamayacaklarını biliyorlar. O yüzden Özel her konuşmasında Türkiye işçi sınıfına selam gönderiyor, o yüzden her konuşmasında -elbette ki İmamoğlu’ndan daha iyi bildiği için- “solculuk” yapıyor.
Peki halkın sola dair adı konulmamış arayışı ve öfkesi CHP tarafından bir kez daha etkisizleştirilip düzenin restorasyonu ve sermayenin yeni bir toplumsal rıza tesisi için kullanılacaksa ne yapmalı?
Meselenin tek başına CHP’yle, CHP solculuğuyla kavga ederek, sadece “restorasyon”a işaret ederek, toplumda sadece “doğrucu Davut” olarak görülerek çözülemeyeceği açık; çünkü 22 yılın sonunda muhalif kitleler göreli bir rahatlamaya da restorasyona da razılar, doğruları duymaya tek başlarına bir heves ve niyetleri de yok ve bu da gayet anlaşılabilir bir politik ruh hali.
O yüzden CHP’yle ideolojik bir kavga yürütmenin yolu Türkiye’de düzenin geldiği noktayla ve düzeni o noktaya getiren iktidarla ekonomik-politik bir kavga vermekten geçiyor. Kemer sıkmadan boğaz sıkma aşamasına geçtiği şu günlerde Şimşek programının Türkiye sermaye sınıfının ve sermaye düzeninin ana programı olduğu açıksa, emekçi halk adına siyaset yapan sosyalistlerin asıl mücadele başlığının bu program ve bu programın yarattığı sonuçlar olması tartışılmaz bir zorunluluk.
Şunu çok net bir şekilde görmemiz lazım: Eğer Türkiye’de emeğiyle geçinenler, ezilenler, yoksullar siyaset sahnesinde bir aktör haline gelemezlerse ve sosyalist sol emekçi halkı siyaset sahnesine taşıyarak onunla birlikte siyaset yapmayı başaramazsa, ne Şimşek programını engellemek mümkün olacak ne de CHP’yle ilgili solun uyarılarının bir anlamı kalacak.
Tam da bu yüzden sermayenin halkın boğazından ellerini çekmesi için yapılabilecekleri en başa yazmak ve oradan da ya bir yol bularak ya da bir yol açarak yürümeye başlamak gerekiyor.
/././
Özgür Özel'in bükemediği el: Bursa'da belediye işçileri gözden çıkarıldı, akrabalara kadro açıldı (Özkan Öztaş)
Bursa Nilüfer Belediyesi'nde seçimler sonrası işten çıkarılan işçilerin mağduriyeti ve kalan çalışanlara eksik maaş ödenmesiyle ilgili kriz giderek derinleşiyor. İşçiler süreci soL'a anlattı.Bursa'da Nilüfer Belediyesi, seçimlerden hemen sonra çok sayıda işçiyi işten çıkarmasıyla gündem olmuştu. İşten çıkarılan işçiler, belediye yönetiminin bu kararının ardından ciddi mağduriyetler yaşadıklarını belirtti. İşçiler, "deneme süresinin sona ermesi” gerekçesiyle işten çıkartıldıkları için kanunen de hak arayamadıklarını ve yeni iş bulma konusunda büyük zorluklar yaşadıklarını ifade ederken, işçilerin hepsinin durumu telefonlarına gelen bir mesajla öğrendiği anlaşıldı.
Eksik maaş ödemeleri
Konuya dair soL'a konuşan Nilüfer Belediyesi çalışanları, bir toplamın işten çıkarılırken, belediyede çalışmaya devam eden işçilere de eksik maaş ödemesi yapıldığını ifade ediyor. Alın terleriyle kazandıkları maaşlarının tamamını alamayan işçiler, parça parça yapılan ödemelerle geçinmeye çalışıyor. Hiçbir açıklama olmaksızın Nisan ayı maaşlarını 3 parça halinde alan işçilere, gelen tepkiler üzerine belediye Mayıs ayı maaşlarını da 2 parçada ödedi. Üstelik çalışmakta olan ve eksik maaş alan işçiler, Mayıs ayı ikramiyelerinin ise ne zaman ödeneceğine dair bir açıklama almadıklarını belirtti. Tüm bunlar, çalışanların ekonomik sıkıntılarını daha da artırmış durumda.
Yeni CHP'li başkan eski CHP'li başkanı eleştirdi ama olan işçilere oldu
Bursa Nilüfer Belediyesi'nde eski belediye başkanının kasayı boş bıraktığı iddialarına karşılık, yeni başkan, liyakati sağlama amacıyla işten çıkarmalar gerçekleştirdiğini belirtti. Ancak, mevcut mali kriz nedeniyle çalışanların maaşlarının tam olarak ödenememesi büyük bir tepki topluyor. Yeni başkan, maaşların neden eksik ödendiğine dair çalışanlara hiçbir açıklama yapmıyor, yapmaktan kaçınıyor. Bu süre zarfında da olan işçilere oluyor.
Öte yandan seçim çalışması adıyla seçim öncesi acele ile yeni birimler açan Nilüfer belediyesinin eski CHP’li başkanı Turgay Erdem, yeni açtığı bu yerlere elbette yeni kişiler almıştı. İşçiler, işten atılanların birçoğunun da bu yerlerde çalıştığını ifade ediyor. Yaşanan tüm sorunların belediyenin yine CHP yönetimindeyken yaşandığını ama ilk gözden çıkarılanların işçiler olduğunu ifade eden belediye çalışanları ise "İşten atılan atıldığıyla kalıyor, çalışanlara da eksik maaş ödeniyor" diyor. Hatta belediyenin “Çok fazla çalışan var o sebeple maaşlarınızı ödeyemiyoruz” diyerek işçiler arasında yapay düşmanlık yaratılmaya çalıştığını ifade ediyorlar.
'Belediyeden açıklama yok, kamuoyu görmezden geliyor'
Belediyeden işçilere dönük net bir açıklama yapılmazken mevcut durum da çalışanların tepkisini dindirmeye yetmedi. "Söz konusu CHP olunca muhalif basın da ses çıkarmıyor. Birileri bizi duysun" diyen işçiler başta belediye başkanı olmak üzere İnsan Kaynakları departmanının da detaylı bir açıklama yapmamasına itiraz ediyor. Bu durum, belediye çalışanlarının ve halkın bilgi alma konusunda yaşadığı sıkıntıları da artırdı.
'Özgür Özel bile değiştiremedi: Akrabaya iltimas geçildi'
CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in CHP'li belediyelerdeki liyakat ve "adam kayırma" örneklerinin üzerine gideceğini ifade ettiği günlerde CHP'li Bursa Büyükşehir Belediyesi'nde başkan Mustafa Bozbey'in yakınlarının işe alındığını ifade eden belediye işçileri "Bizler bütçe sorunundan dolayı işten çıkarılıp, eksik ödemelerle uğraşırken başkanın akrabaları ve yakınları bir yandan istihdam ediliyor" dedi.
Öte yandan işçiler, sözde liyakatı ön planda tutan Nilüfer belediye başkanı Şadi Özdemir’in Mustafa Bozbey’in izinde olduğunu da anlattı. Öyle ki Nilüfer’de adaylık sürecinin kıyasıya ve zorlu geçtiğini anlatan bazı işçiler, Özgür Özel’in bu kıyasıya rekabet için Bursa’yı birkaç kez ziyaret ettiğini ifade ediyor.
Bilindiği üzere, BURKENT şirketinin başına yeğenini getirmesine yönelik basın ve Özgür Özel’in tepkisi sonrası Furkan Bozbey’in görevine son verilmişti. Bozbey’in, eşinin kardeşini Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı’na aynı dönemde atadığını ve söz konusu kişinin hala görevde olduğunu belirten işçiler, ayrıca Özgür Özel’in bükemediği “baldız” bileğine karşılık Bozbey’in ödüllendirilir gibi Marmara Belediyeler Birliği’ne başkan seçilmesine de tepki gösteriyor.
Geçen süre zarfında Nilüfer Belediyesi'nde yaşanan mali kriz ve işten çıkarmalar, çalışanların ve işten çıkarılan işçilerin mağduriyetini arttırıyor. Belediyenin mali durumunun düzelmesi ve çalışanların maaşlarının tam olarak ödenmesi için atılacak adımlar merakla bekleniyor. Çalışanlar, belediyeden daha şeffaf ve açık bir iletişim bekliyor.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder