23 Mayıs 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI (23 Mayıs 2024)

Devletin piyasalaşması: Hız kesmeden devam (Ali Rıza Aydın)

Halkın vergileriyle bütçe hakkı kapsamında yürütülen asli ve sürekli devlet işi, halkın karşısına piyasa işi olarak çıkarılıyor, fon ve vakıflar bu işi görüyor. 

Piyasacı ve gerici ideoloji ve siyasetin kamusal olanı, devleti ele geçirme girişimine bir yenisi daha ekleniyor. Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı (DTGV) kuruluyor. Hem de kanunla…

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda kabul edilen kanun teklifi “devlet içinde devlet” yaratan örneklerden birini daha devreye sokuyor.

Neymiş? Dışişleri Bakanlığı teşkilatının faaliyetleri ve hizmet kalitesi güçlü değilmiş (21 yıldır kim yönetiyorsa), güçlendirilmeliymiş; personeli nitelikli, temsil kabiliyeti yüksek ve donanımlı yetiştirilmiyormuş, yetiştirilmesi desteklenmeliymiş. Bu amaçla belirli mal varlığı “özel hukuk tüzel kişisi” olan bir vakıf aracılığıyla kullanıma sokulmalıymış.

Bu vakfın özel faaliyetleri ve gelirleri olmalıymış, muafiyetleri olmalıymış. Vakıf, her türlü taşınır ve taşınmaz alabilmeli, satabilmeli, kiralayabilmeli, inşa edebilmeli, her türlü taşıt aracı alabilmeli ya da kiralayabilmeliymiş. Bakanlığa ait veya tahsisli olup güncel olarak ihtiyaç duyulmayan taşınmazların ilgili mevzuat hükümlerine uyulmak suretiyle bakanlık yararına değerlendirilmesine yönelik çalışmalar yapabilmeliymiş. Yükseköğretim kurumları kurabilmeliymiş.

Dışişleri bu… Yeter mi? Vakfa gelir temin edilmesi ve vakfın amaçlarına tahsis edilmesi amacıyla taşınır ve taşınmaz alabilme, satabilme, kiralayabilme iş ve işlemleri hem yurt içinde hem de yurt dışında yapılabilmeliymiş. Vakıf, ayni ve nakdi, fikri ve sınai her türlü hak ve alacak temin edebilmeli; takas, trampa, ipotek tesisi ve benzeri tasarruflarda bulunabilmeli; taşınmaz inşa edebilmeli ve ettirebilmeli; devlet iç borçlanma senetleri ile Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun kapsamında Hazine Müsteşarlığı Varlık Kiralama AŞ. tarafından ihraç edilen kira sertifikaları, şirket tahvilleri, hisse senetleri ve sair menkul kıymetleri alabilmeli, satabilmeli, şirket ve ticari işletme kurabilmeli,  işletebilmeli ve işlettirebilmeliymiş.

Merak edenler kanun teklifini okur. 

Yukarıda “devlet içinde devlet” dedim, “devlet içinde devasa, güçlü ve ayrıcalıklı şirket” demek daha doğru. Başta “Koç” olmak üzere holdingleri kıskandıracak bir güç. Birinin başında Koç, diğerinin başında mütevelli heyeti başkanı olarak Dışişleri Bakanı. Aslında sermaye “rekabet gücümüzü kırıyor” diye itiraz etmeli.

Al gülüm ver gülüm, patronların da çıkarı var bu işte. Kendilerine devletin ihale hukukuna tabi olmayacak bir pazar açılacak. Öte yandan Vakıf, çeşitli vergi muafiyetine sahip olurken Vakfa yapılacak bağış ve yardımlar, Gelir Vergisi Kanunu ve Kurumlar Vergisi Kanunu hükümleri çerçevesinde gelir veya kurumlar vergisi matrahının tespitinde, gelir ve kurumlar vergisi beyannamesi üzerinde ayrıca gösterilmek şartıyla bildirilecek gelirlerden veya kurum kazancından indirilebilecek. 

Vakıflar ile sermaye ilişkileri derin. Bu konuyu 2.6.2022 günlü soL’da genel boyutuyla yazdım.  (https://haber.sol.org.tr/yazar/para-babalari-ve-vakiflar-337282).

DTGV’nin başlangıç kaynağı nereden mi? Sorulur mu hiç. Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir ay içerisinde vakfın kuruluş işlemlerinde kullanılmak ve kalanı kuruluş tamamlandıktan sonra vakfa bırakılmak üzere Dışişleri Bakanlığı bütçesinden 10 milyon lira aktarılacak.

Anayasanın mülkiyet hakkı ile sözleşme ve girişim özgürlüğü kapsamında, iktisadi işletme ve şirket kurabilen, kurulmuş şirketlere ortak olabilen, yasal ayrıcalıklara sahip bir özel hukuk tüzel kişisiyle karşı karşıyayız. Bunun adı ve anlamı; dışişleri gibi devletin asli ve sürekli görev, yetki ve sorumluluğunda olan stratejik bir alanın faaliyetleri, varlıkları ve kamu görevlileriyle birlikte “özelleştirilmesi”dir. İster açık, ister örtülü densin dışişleri özelleştirilmekte, Anayasada güvence altına alınan “bağımsızlık ve bütünlük” piyasaya bırakılmaktadır. 

Aslında “özelleştirme” ve “devletin piyasalaştırılması” politikaları yeni değil. Özelleştirme yasal güvence altında, 1999’dan bu yana da anayasal güvence altında. Türkiye Varlık Fonu, Savunma Sanayii Destekleme Fonu, İşsizlik Sigortası Fonu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Afet Yeniden İmar Fonu gibi fonlar piyasalaştırmanın ayakları arasında. Türk Medeni Kanunu ve Vakıflar Kanununa göre vakıf senediyle kurulan (TBMM Vakfı, Türkiye Diyanet Vakfı, Adalet Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Türk Silahlı Kuvvetleri Dayanışma Vakfı gibi) vakıfların yanında, kanunla kurulan (Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Yunus Emre vakfı, Türkiye Maarif Vakfı gibi) özel hukuk kişisi vakıflar var.

Bunların içinde en yeni ve güçlülerden olan Türkiye Maarif Vakfı'nın kuruluş kanununun kimi hükümleri anayasal denetime tabi tutuldu ve Anayasaya aykırı bulunmadı. Anayasa Mahkemesi bu kararında bir vakfın kanunla kurulmasını, kanunda özel hükümler bulunmasını ve vakfa birtakım kamusal ayrıcalıklar tanınmasını “kanun koyucu”nun düzenleme alanı kapsamında değerlendirdi. “Her bir vakıf kendi kuruluş amacı çerçevesinde farklı hukuksal konumda” diyerek de yasayla farklı kuralların getirilmesini olağan buldu. Nasıl okunmalı diye sorarsanız yanıt açık ve net: Yargı da sınıfsaldır.     

Kanunla kurulan vakıflar hem güvenceli hem ayrıcalıklı. Kendilerine kamusal güç ve ayrıcalıklar tanınıyor: Bir kamu kurumu ya da kuruluşunun adını taşıyor, diğer vakıflardan faklı kurallara tabi tutuluyor, mütevelli heyeti ve üyeleri kamu görevlisi ağırlıklı oluşuyor, çeşitli vergi muafiyeti ve mali yönden kimi ayrıcalıklar tanınıyor, kamu görevlileri ve akademisyenler bu vakıflarda görevlendiriliyor, devlet bütçesinden kaynak ve kamuya ait taşınmaz aktarımı yapılıyor. 

Dernek ve vakıfların kamu kurum ve kuruluşlarıyla ilişkilerini düzene sokmak amacıyla 2004’de çıkarılan Kanun yürürlükte ama kanunla kurulan vakıflar bu kapsam dışında. Bir de özel hükümle bu Kanun kapsamı dışına çıkarılan vakıflar var. Diyanet İşleri Başkanlığı ile işbirliği içinde çalışan, gücüne güç katarak büyüyen Türkiye Diyanet Vakfı bunlardan biri. 

Halkın vergileriyle bütçe hakkı kapsamında yürütülen asli ve sürekli devlet işi, halkın karşısına piyasa işi olarak çıkarılıyor, fon ve vakıflar bu işi görüyor. 

Bundan sonra dışişlerinin durumu ve politikası sorgulandığında alınacak yanıt hazır olacaktır: “Durum ve politika piyasa işi…”   

Devletin kurumlarıyla ve kamu hukukuyla güven sağlamadığının, bunun yerine özel görev ve yetkilerle donatılan özel hukuk tüzel kişilerinin geçmesinin yine bir devlet organı olan “yasama organı” tarafından kabul edilen/edilecek kanunlarla kanıtlanması ve yaşama geçirilmesi şaşırtıcı mı?

Piyasanın, özelleştirmenin, özel mülkiyetin, sözleşme ve girişim özgürlüğünün savunucusu olan; kamu yatırım ve hizmetlerinin özel hukuk sözleşmeleriyle özel kişilerce yürütülmesini anayasal güvence altına alan; ulusal ve uluslararası sermayenin egemenliği için çalışan; bu egemenlik adına emekçileri, halkı denetim altında tutan; kamucu politikaları rafa kaldıran; bu uğurda emperyalizm ve gericilikle işbirliğini sürdüren bir devlette hiç şaşırtıcı değil.   

                                                          /././

Hedef başka (Alpaslan Savaş)

Yüksek teknolojili üretime yaslanma hedefi Türkiye burjuvazisinin üst lig iddiasıdır ve bunun eğitime, istihdama, mevcut işsizliğin niteliğine ve sendikal alana köklü etkileri olacağı kesindir.

Geçen hafta, siyasetteki yumuşamanın yeni bir sermaye baharı hedeflediğini yazmıştım. Sermaye sınıfı yeni bir birikim modelini zorluyor ve bir üst lige çıkmak istiyor. Baharın ekonomi politiğine işaret eden bu iddianın ayrıntıları ise bu haftaya kalmıştı.

Fakat geride bıraktığımız hafta “siyaset iklimi yeniden mi sertleşiyor?” sorusunu gündeme getiren bir dizi gelişmeye sahne oldu. Ayhan Bora Kaplan olayının iktidar bloğu içindeki gerilimi üst düzeye çıkarması, Kobane davasından çıkan ağır cezalar, Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebinin reddedilmesi bu gelişmelerin başında geliyor.

Tüm bu olan bitenin, yumuşamanın demokrasi ortamını geliştireceğine dair umudu olanları hayal kırıklığına uğrattığı anlaşılıyor.

Demek ki umut bile sınıfsaldır. Zira yerel seçim sonrası düzen siyasetinde ortaya çıkan yumuşama ikliminin motivasyonunda insan hakları ve özgürlükler alanının gelişmesi değil, uygulanan ağır ekonomi politikası için toplumsal rızanın sağlanması var.

Yumuşama ve sertlik bu açıdan da birbirini tamamlayan iki eğilim. Geçen haftanın söz konusu gelişmelerini, yumuşamada sınır tayini çabası olarak görmekte sakınca yok. Sınırların, uzundur uluslararası boyutları olan ve bu açıdan düzen içinde çözümü olanaksızlaşan Kürt sorunu ile Türkiye egemen sınıfının alışkın olmadığı halk hareketi örneği olan Gezi eylemleri bağlantılı çizilme çabası şaşırtıcı olmasa gerek.

Dolayısıyla hafta boyu sertleşen siyaset gündemleri, yeni bir sermaye baharı hedefiyle çelişki barındırmıyor. Sermaye sınıfının hedefi Mehmet Şimşek programıyla önündeki üç yılı kurtarmaktan ibaret değil. Hedef başka ve halkımız için tehlikeli. Gelin buna biraz daha yakından bakalım.

Türkiye burjuvazisi AKP’li yıllarda sermaye stoğunu muazzam ölçüde büyüttü. Büyümede kamu kaynaklarının fütursuzca aktarımının rolü büyüktür, ama AKP’nin esas marifeti temsil ettiği sınıfın ufkunun genişlemesine yardımcı olmasıdır. 20 yıl sonra gelinen nokta, Libya’da müteahhitlik işlerinden 115 ayrı ülkede 58 milyar dolar büyüklüğe ulaşmış doğrudan sermaye yatırımlarıdır. Türkiye sermaye sınıfı Cumhuriyet tarihinde ilk kez ülke sınırlarının dışında bu ölçüde, üstelik girdiği kimi bölgelerde uluslararası dengeler açısından dikkate alınması gereken bir aktör haline gelmiş durumdadır.

Sanayi sektörünün gelişimi de bu açıdan çarpıcıdır. Türkiye’de tarım sektörü geçtiğimiz yirmi yılda tam anlamıyla bir çözülme yaşarken, sanayi üretimi düzenli olarak arttı (2010->51,5; 2020->85,9; 2023->106,7; TÜİK, Sanayi üretim endeksi 2021=100). İmalat sanayi toplam milli hasıla içinde yüzde 20’lik düzeyini korumuştur.

Türkiye burjuvazisinin sanayi üretimiyle uyumlu bir ihracat rejimi oluşturmayı başardığı da görülüyor. Bu aynı zamanda bir büyüme rejimidir ve mazisi 24 Ocak kararlarıyla bu kararların uygulanmasını sağlayan 12 Eylül darbesine kadar uzanır. Düşük ücret-ucuz Türk Lirası ikilisi sistemin anahtarıdır. Geçtiğimiz yıl gerçekleşen 255 milyar dolarlık rakam, Cumhuriyet tarihinin en yüksek ihracat düzeyidir.

Dış dünyadaki doğrudan sermaye yatırımları, imalat sanayi üretimi ve ihracat, sermaye birikiminin dinamizmini gösteren temel verilerdir. Türkiye sermaye sınıfı AKP iktidarları döneminde bu üç kapasiteyi güçlendirmeyi başardı. Son yirmi yılın hikâyesi, sermaye stoğu ve istihdamın birlikte ve istikrarlı biçimde arttırılmasından ibarettir. Büyüme modeli de buna yaslanmıştır. Bu da işe yaramış ve patronlara çok kazandırmıştır. Şimdi Türkiye burjuvazisi bir adım daha ilerlemek istiyor, AKP döneminde ulaştığı sermaye stoğunu yüksek teknolojiyle buluşturmayı ve istihdamı, belki de daraltmak pahasına bu niteliğe uygun hale getirmeyi planlıyor.

Planın merkezinde yüksek-orta teknoloji yoğunluklu üretimin toplam katma değer içindeki payının artırılması duruyor. Patron örgütleri hedefi, yüksek-orta teknoloji yoğunluklu imalat sektörlerinde sürdürülebilir rekabet gücüyle kalıcı-yüksek verimlilik artışı olarak özetliyor.

Halen Türkiye’de yüksek teknoloji ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı (yüzde 3,8) gelişmiş kapitalist ülkelerdekinin oldukça altında. Fakat son yıllarda bu payda gözle görülür bir artış yaşanıyor. Son iki yıl içinde yüksek teknoloji ürünleri ihracatının toplam ihracat içindeki payı yüzde 3’ten 3,8’e yükseldi. Yüksek-orta teknoloji ürünlerinde ise değişim 36,4’dan yüzde 40,3’e çıktı.

Üretim ve ihracatta yüksek teknolojili üretim sektörlerine yaslanma hedefi, Türkiye burjuvazisinin üst lige çıkma iddiasıdır. Elbette Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları beklenmeyen krizlere neden olabilir, bölgesel istikrarsızlıklar kimi hesapları bozabilir ya da emperyalist hiyerarşi kendisini dayatabilir ve hepsi böylesi bir iddianın gerçekleşmesine engel olabilir. Olur olmaz bilemeyiz, fakat iddianın Türkiye’de eğitim sistemine, istihdam biçimlerine, mevcut işsizliğin niteliğine, çalışma yaşamı ve sendikal alana köklü etkileri olacağı kesindir.

Nisan ayında, biri Ankara diğeri İstanbul’da yapılan iki ayrı toplantıda meselenin bu boyutu değişik biçimlerde gündeme geldi. Toplantılardan biri yıllardır toplanmayan Çalışma Meclisi, diğeri İstanbul Sanayi Odası’nın Nisan ayı Meclis toplantısıydı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin’in de katıldığı bu toplantıların ortak gündemi “dijitalleşme ve yeşil dönüşüm ile birlikte çalışma hayatının dönüşümü” idi. Her iki toplantıda da imalat sanayi üretiminde teknoloji yoğunluğunda belirgin bir iyileşme yaşandığı dile getirilerek, bu iyileşmeye uygun yapısal dönüşümlere ihtiyaç duyulduğu ifade edildi.

Peki nedir bu dönüşümler?

Liste uzun. Sanayiden uzaklaşan nüfusun kamu ve hizmet sektörüne eğiliminin engellenmesi. İstihdam maliyetlerinin “rekabetçi seviyeye” çekilmesi. Esnek çalışma modellerinin geliştirilmesi, kısmi ve uzaktan çalışma başta olmak üzere farklı çalışma modelleri için mevzuat ve altyapının güçlendirilmesi. Çoğunlukla patronların aleyhine sonuçlanan iş davalarına çare bulunması. Kıdem tazminatında reform yapılması. Teşviklerin çeşitlendirilmesi, prim ve vergi istisnalarının geliştirilmesi.

Bunların hiçbiri emekçilere karşı gündeme getirilen yeni saldırı başlıkları değil elbette. Fakat işçi sınıfının elinde kalan bir dizi hakkın geri alınmasının, iddialarını büyüten sermaye sınıfı için önümüzdeki dönem daha fazla önem taşıyacağı anlaşılıyor.

Türkiye sermaye sınıfı iddialarını, ayakta bir işçi sınıfıyla gerçekleştiremeyeceğini biliyor. Bunun için her şeyden önce uygulanan ekonomi programının bir tür toplumsal konsensüsle ilerlemesini istiyorlar. Yerel seçim sonrası siyasetteki yumuşama ikliminin buna hizmet etmesi bekleniyor. Şimdilik ediyor da.

Ama şimdilik.

                                                               /././

Yeni seferberlik yönetmeliği: MİT detayı asıl amacı ortaya koyuyor (Burcu Günüşen)

Yeni yönetmelikle seferberlik ilan etme yetkisi Cumhurbaşkanı’na geçti. Seferberlik ilanı depremde çok can kurtarabilirdi ancak yeni yönetmelik Türkiye'nin değil Erdoğan'ın bekası amacını açık ediyor.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1990 tarihli Seferberlik ve Savaş Hali Tüzüğü’nü yürürlükten kaldırdı. Bunun yerine Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği yürürlüğe girdi.

Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlanan Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği’ne göre kaldırılan tüzükte “Bakanlar Kurulu”nda olan seferberlik ilan etme yetkisi de Cumhurbaşkanı’na geçti.

Yeni yönetmelik Cumhurbaşkanı’na “Savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi" ve "Ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve/veya dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması” hallerinde seferberlik ilan etme yetkisi veriyor.

Yeni yönetmeliğin zamanlaması dikkat çekiyor. İktidar içinde Ayhan Bora Kaplan, Sinan Ateş soruşturmalarıyla daha da ortaya çıkan gerilimlerde MHP kanadından gelen “darbe teşebbüsü” çıkışlarının ardından yayımlanan yönetmelik, aynı zamanda iktidarın kemer sıkma politikasında gaza basarken olası kitlesel tepkilere karşı ön alma çabalarının öne çıktığı bir döneme denk geldi.

Emekli asker, güvenlik ve savunma politikaları uzmanı Temel Ersoy’a göre aslında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin ardından bu düzenleme bir süredir beklenen ancak “savsaklanan" bir düzenlemeydi. 

Bugün Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmeliğin “apar topar”, “özensizce” hazırlanmış bir metin olduğu değerlendirmesini yapan Ersoy, metindeki yetki karmaşasına da işaret ederek bunun nihai sözün Cumhurbaşkanı’nda olduğunun vurgulanması için özellikle tercih edilmiş olabileceğini söyledi.

'En küçük bir muhalif harekette kullanmak için yapıyor olabilirler'

İktidarın hep bir darbe ve kalkışma beklentisi içinde olduğunu dile getiren Ersoy “böyle bir algı yaratıp en küçük bir muhalif harekette bunu kullanmak için yapıyor olabilirler” dedi. Ersoy “Normal koşullarda olması gereken hazırlıklar bunlar. Ama siyasi yönetim tarafından da istismar edilen bir durum var” diye ekledi.

soL’a konuşan Ersoy, 12 Eylül askeri darbesinden sonra çıkarılan kanun, tüzük ve yönetmeliklerle bir silsile hazırlandığına ve TSK’nin görece özerkliğinin pekiştirildiğine dikkat çekerken bu yönetmelikle getirileniyse “yeni hükümet sistemine uygun olarak her şeyi cumhurbaşkanının iki dudağı arasında bağlayan bir sistem” olduğunu ifade etti.

Ersoy “Daha önceden istişare, danışma, öneriler olan, kuvvet komutanlıklarının ve kamu kurumlarının tekliflerinin Milli Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesi ve ondan sonra bunun hükümete bildirilmesi gibi o sistematik akışı tamamen cumhurbaşkanının kararına vermişler” dedi.

NATO planlarından ithal

Önceden Soğuk Savaş’ın ihtiyaçlarına göre planlanan ve güncelliğini yitiren personel ve lojistik seferberliğiyle ilgili iki yönetmelik de kaldırılarak bu konular bugün Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmeliğin içinde bir bölüm olarak yer aldı.

Güvenlik politikaları uzmanı, emekli asker Ersoy'a göre yönetmelikte yetki ve sorumluluklar net değil, bu "Cumhurbaşkanı ne derse o olacak" demek için bilinçli bir seçim olabilir.

Seferberlik ve savaş haline ilişkin düzenlemelerin tüm dünya ülkelerinde olduğunu, Türkiye’deki çoğu düzenlemenin de “NATO planlarından ithal” olduğunu kaydeden Ersoy şunları söyledi:

Tüm dünya ülkelerinde de yapılan bir uygulama. Savaş zamanında zaten bunların çoğu bize NATO planlarından ithal edilmedir. NATO’nun istekleri doğrultusunda yapılmış planlardır. Diyelim ki deniz kuvvetlerinin personel ya da araç taşıma ihtiyacı var. Elindeki çıkarma gemilerinin sayısı yetersizdir ama ta barış döneminden itibaren armatörlerin veya kamu kuruluşlarının satın aldığı feribotlar, roro gemileri fişlenir, bunların planları yapılır, hangi gemilere el konulacak, bunların hangileri faal, hangileri arızalı, bu plan içinde bunlar güncellenir, belirlenir, tatbikatları yapılır, alınır. Ve daha önceden olduğu gibi silahlı kuvvetlerin ihtiyacı olan ağır iş makineleri, dozerler, TIR’lar, kamyonlar için de mesela bakanlıklardan kayıtlı araçların özellikleri, tonajları... Sonra genç kurmay subaylar bunları planlar, ihtimalat planına göre hangi bölgede olacak, ona göre oraya yakın araçlara el koyacak şekilde hazırlarlar.”

'Tarihte örnekleri var, sonuç iyi olmuyor' 

Tüm bunların yeni yönetmelikte de olduğunu söyleyen Ersoy’a göre yönetmelikte yeni olan bilinçli bir şekilde oluşturulan yetki karmaşasıyla her şeyin Cumhurbaşkanının kararına bırakılması:

Burada benim gördüğüm şey görev, yetki ve sorumluluklar net değil, mükerrerlikler var, kavram kargaşaları var, daha doğrusu yönetimde çok başlılığa da yol açabilir. Bu bilinçli bir tercih de olabilir. Yani Cumhurbaşkanı ne derse o olacak şeklinde. Ama tarih bunun örnekleriyle dolu. Yani savaş ve seferberlik konuları tek bir kişiye bırakıldığı zaman sonuç hiç iyi olmuyor.

6 Şubat depremi sonrasında yaşananlar, bu açıdan hâlâ örnek teşkil ediyor. Deprem öncesinde AKP hükümeti, tüm faaliyetlerin koordinasyonunu tek bir kişiye de değil, binlerce kişilik AFAD'a bırakmıştı. Sonuç tam bir karmaşa olmuş, devlet iki gün boyunca Erdoğan'ı beklediği için hareket edememiş, AFAD'ın koordinasyonu kimi örneklerde yarardan çok zarar getirmişti. Depremin yıktığı illerin girişlerinde enkaz kaldırma çalışmalarından para kazanmak isteyen şirketlerin kamyon ve iş makinaları yığılmış, ancak devlet hiçbirisine el koyup harekete geçirememişti.

'Erdoğan kendisini en iyi koruyacağına inandığı MİT'e ayrıcalıklar getiriyor'

Yeni yönetmelikte dikkat çeken bir maddeyse Milli İstihbarat Teşkilatı’yla (MİT) ilgili. Seferberlik ve savaş halinde silah altına alınacak MİT mensuplarının bu teşkilatın emrine tertip edilmesi öngörülüyor. MİT mensuplarının araçları için sefer görev emri verilmesi halinde de bu emir, yapılacak bildirim üzerine Milli Savunma Bakanlığı’nca ertelenecek. 

Ersoy, MİT’le ilgili istisnalar getirilmesini “Çok anormal değil. Bu zaten bir ruh halini de yansıtıyor" diye yorumluyor ve ekliyor:

"Sayın Cumhurbaşkanı'nın hiçbir kimseye, hiçbir kamu kuruluşuna güveni kalmadığı için -tabii çok iyi biliyor neyin ne olduğunu-, kendisini en iyi koruyacağına, kendisinin en iyi destekleneceğine inandığı MİT’e bazı ayrıcalıklar veriyor. Büyük ihtimalle daha önceden muhafız alay komutanlığının görevi olan cumhurbaşkanını ve aile fertlerini koruma görevini de MİT’in yapacağı anlaşılıyor.”

Garnizonların görevi valiliklere

Yönetmelikte seferberlik ve savaş halinde il sınırları içinde valiliklerin kamu ve özel kurum ve kuruluşlarının ihtiyaçlarının "müştereken" karşılanması için detay protokol ve sözleşme yapabileceği de belirtiliyor.

Ersoy’a göre “teşkilatlanma açısından bunda bir sıkıntı yok”. Ancak eskiden garnizon komutanlıklarında olan yetkinin valiliklere verilmesinin net bir tercih olduğunu dile getiren Ersoy şunları belirtiyor:

Mesela bazı bölgelerde bulunan fabrikalar ve üretim tesisleri de seferberlik döneminde bazıları doğrudan silahlı kuvvetlerin kontrolüne giriyor, bazıları ikiz üretim yapıyorlar. Örneğin eskiden KİT’ler vardı, Sümerbank basma veya dokuma üretirken aynı zamanda da seferberlik emri geldiği andan itibaren işte şu kadar metre kefen bezi üretecek ya da filanca fabrika normal koşullarda havai fişek yapıyorsa kara barut üretecek falan gibi ikiz görevleri vardır. Bunların koordinesinde eskiden garnizon komutanları yetkiliydi. Ama şimdi yeni akla göre, askerin etkin olmasını istemiyorlar ya... Bütün o görevleri de valilere verdiler. Dolayısıyla valilikler de, özel sektör kuruluşu 'tamam ben kefen bezi üreteceğim ama benim de şu şu şu ihtiyacım var' dediğinde onun çözümünü bulabileceği makam olarak gösteriliyor. Burada net bir tercihle savaş halinde ve seferberlikte bile askere o yetkiyi vermiyor.”

15 Temmuz'dan sonra ihraç edilenler 'yedek er' olarak göreve çağrılabilecek

Yeni yönetmelikte bir başka dikkat çeken başlıksa OHAL KHK’leri ile TSK’den, kamu görevi veya meslekten ihraç edilenlerin “yedek er” olarak göreve çağrılması oldu. Buna göre TSK’den ihraç edilen generaller, eski hava pilotları da seferberlik ya da savaş halinde “yedek er” olarak göreve çağrılabilecek. Ersoy bu personelin eski haklarının geçerli olmayacağına işaret ediyor.

                                                          /././

Diyarbakır’da sağlık emekçilerine şiddet: Hasta yakınları hemşirelere saldırdı (Burcu Günüşen)

Diyarbakır Gazi Yaşargil Hastanesi’nde, ölen hastanın yakınları hemşirelere saldırdı. Yaşananları ve sağlıkçılara şiddeti SES Diyarbakır Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri Ahmet Konak’la konuştuk.

Sağlıkta şiddet, Türkiye’nin son yıllarda tartıştığı konuların başında geliyor. Meslek örgütleri ve siyasi partilerin girişimlerine rağmen, hükümet kanadından sağlıkta şiddet konusuna dair dişe dokunur bir adım gelmiyor.

Son saldırı olayı Diyarbakır’da bulunan Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde gerçekleşti. Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde sağlık teknikeri olarak çalışan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Diyarbakır Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri Ahmet Konak, olayı soL’a anlattı. Konak’la aynı zamanda “sağlıkta şiddet” konusunu da konuştuk.

Yoğun bakımdaki üç kadın hemşireye saldırıp, servise yöneldiler

Ateşli silahla yaralama tanısıyla gelen, geldiği sırada durumu kötü olan hasta öldükten sonra hasta yakınlarının ara yoğun bakımdaki üç hemşireye saldırdığını söyleyen Konak, hasta yakınlarının sonra servise yöneldiğini kaydetti:

“20 Mayıs gece 22 sularında gerçekleşti olay. Ateşli silahla yaralama tanısıyla gelen bir hasta vardı, ikinci kat genel cerrahi ara yoğun bakımda yatıyor. Hastanın genel durumu zaten geldiğinde kötü. Daha önce bu konuda aile de bilgilendiriliyor. Hasta hayatını kaybedince aileye bilgi veriliyor. İlk aşamada ara yoğun bakımdaki üç kadın hemşireye yönelik sözlü saldırı başlatıyor aile üyeleri. Sonra servisteki arkadaşlara yöneliyorlar.”

Servise yönelen hasta yakınlarının burada da hemşirelere saldırdığını söyleyen Konak, sözlerine şöyle devam etti:

“Diğer hasta yakınları fenalaşan hasta yakınları için sakinleştirici istiyor, serviste olmaz böyle ilaçlar. Arkadaşlarımız durumu izah edince bu sefer servisteki arkadaşlarımıza yöneliyorlar. Bir hemşire kaçıp kendisini dinlenme odasına kilitliyor. Bir başka hemşirenin boğazından tutarak darp ediyorlar. Servisteki desklere yönelip orada ne varsa atıyorlar.”

Konak, saldırganların karakola götürüldüğünü, saldırıya uğrayan sağlık emekçilerinin saldırganlardan davacı olduğunu söyledi:

“Son olarak şiddet uygulayanlar karakola götürüldü. SES olarak bizim üyemiz olsun ya da olmasın her zaman şiddete uğrayan arkadaşlarımızın yanındayız. Arkadaşlarımız saldırganlardan davacı, dava süreci devam ediyor.”

‘Son yaşanan olay güvenlik zafiyetini gözler önüne serdi’

Son yaşanan olayın hastanelerdeki güvenlik zafiyetlerini gösterdiğini söyleyen Konak, hastane yönetimlerinin sağlık emekçilerinin güvenliğini sağlama konusunda vurdumduymaz olduğunu kaydetti. Konak, insan yaşatmak için verdikleri üstün çabanın sonucunda bu şiddeti mi hak ettiklerini sordu:

Son yaşanan olay hastanelerde büyük bir güvenlik zafiyeti olduğunu tekrar gözler önüne serdi. Yöneticilerin asıl görevlerinden biri olan çalışanların güvenliği sağlama konusunda ne kadar vurdumduymaz oldukları tekrar ortaya çıktı.

Biz sağlık emekçileri kendimizi güvende hissetmiyoruz. Çalıştığımız kurum amirlerinin biz çalışan sağlık emekçilerinin güvenliklerini sağlayacak tedbirleri alma konusundaki umursamaz tavırları, hastanedeki güvenlik önlemlerin yetersiz oluşu, şiddeti önleyecek gerçek anlamda caydırıcı yasaların olmayışı kendimizi güvende hissetmememize sebep oluyor.

Şiddete maruz kalan arkadaşlarımız duygusal boşluğa düşüyor. Biz, bir canı kurtarmak için verdiğimiz insan üstü çaba ve çalışmanın sonucunda gerçekten bunu hak ediyor muyuz? Maalesef çoğu arkadaşımız şiddetten sonra mesleklerine duyduklarım sevgiyi kaybediyor.”

‘Hasta müşteri, hastane işletme durumunda’

Konak, sözlerini sağlıkta şiddetin artması konusuna değinerek sürdürdü. Sağlıkta şiddetin artmasının en büyük sebebi olarak iktidarı gösteren Konak, hastanın müşteri, hastanenin işletme konumunda olduğunu söyledi:

“Sağlıkta şiddetin son yıllarda artmasının en büyük sebebi maalesef ülkeyi yöneten iktidar. Sağlık sistemi sağlıksız bir ortam üretiyor. Kışkırtılmış sağlık algısı bilinçli bir şekilde yapılmakta. Hasta müşteri, hastane işletme durumunda. Bu sistem de hasta ve sağlık emekçileri arasında olan güvenin kaybolmasına neden olmakta.”

Sağlık emekçilerine şiddet uygulayan saldırganların cezasız kalmasının ve Sağlık Bakanlığı’nın politikalarının şiddet olaylarının devam etmesinde önemli bir faktör olduğunu söyleyen Konak, şunları belirtti:

“Ayrıca Sağlık Bakanlığı’nın mesleğimizi halkın gözünde hiçleştirilmesi, ‘Hangi şartlarda olursa olsun size bakmak zorundadırlar’ fikrinin lanse edilmesi şiddet olaylarının artmasının temelini oluşturmakta. Şiddet uygulayanların cezasız kalması, caydırıcı cezaların olmaması önelim bir diğer faktör.”

‘Şiddet sadece hasta ve hasta yakınlarından gelmiyor’

Konak, sözlerini hastanelerdeki liyakatsiz yöneticilere değinerek noktaladı, hastane yöneticilerinin sağlık emekçilerine uyguladığı mobbing ve sözlü şiddetten bahsetti:

“Sağlıkta şiddeti dar çerçevede ele almak da doğru değil. Şiddet sadece hasta ve hasta yakınlarından gelmiyor maalesef. Hastanedeki çoğu yönetici liyakatsiz oluşu, işi bilmeyişi nedeniyle emekçilere mobbing ve sözlü şiddet uyguluyor.”

Sağlıkta şiddet oranları her geçen yıl artıyor

Şiddeti Önleme ve Rehabilitasyon Derneği-İMDAT’ın “Sağlıkta Şiddet-2023” raporunda “İMDAT olarak yaptığımız medya analizi taramasında son bir yıl içerisinde olgu sayısının 2022’ye göre yüzde 83,54 oranında artmış olması çok ürkütücüdür” denildi.

Rapoa göre salra göre 2023 yılında medyaya yansıyan 457 vaka tespit edildi. Bundırılar en çok hemşirelere, hemşirelerden sonra ise hekimlere yapıldı. Saldırıların toplam yüzde 84,2’si hemşire ve hekimlere, yüzde 15,8’i ise diğer sağlık personellerine yönelik yapıldı. Şiddet uygulayan her 5 kişiden 3’ünün hasta yakını olduğu tespit edildi.

2023’te yaşanan olayların yüzde 85,7’si darp etme şeklinde gerçekleşti, ateşli silah ya da bıçak gibi alet kullanımı ise geçen senelere göre yüzde 14,3’e çıktı. Her 5 olaydan 1’inde adli sürecin başlatılmadığı görüldü. Bu veriler sonucunda adli süreç başlatılan olayların oranı yüzde 80,5 olurken, adli süreç başlatılmayan olayların oranı yüzde 19,5 oldu. 

                                                             /././

Yapay Zeka işçi sınıfını ortadan mı kaldıracak? (Nevzat Evrim Önal)

Yapay zeka kimilerinin zannettiği gibi işçi sınıfını ortadan kaldırmayacak, yarattığı işten fazlasını yok ederek bu süreci biraz daha ilerletecek, çelişki yüklü sisteme biraz daha çelişki ekleyecek.

Siyasi anlamda kendimi bildim bileli, birileri şu ya da bu değişim sonucunda işçi sınıfının ya artık ortadan kalktığını üfürür ya da yakın gelecekte ortadan kalkacağını kehanet eder (bir de “hiç yoktu” diyenler var). Bu sadece benim, yarıdan fazlasını geride bıraktığım kuvvetle muhtemel ömrümle de sınırlı değil. Örneğin 1960’larda robotlar endüstriyel üretimde yaygınlaşmaya başladığında da aynı şey söylenmişti; kelime kökeni itibariyle aşağı yukarı “ırgat” demek olan robot, işçi sınıfını ortadan kaldıracaktı. 

Temel argüman hep şu: Bilim ve teknolojideki gelişmeler, patronların işçi çalıştırmasını gereksiz hale getiriyor, dolayısıyla işçi sınıfı da bir gereksizler yığınına dönüşüp, tarih sahnesinden silinecek.

Defalarca tekrarlanan bu kehanetin gerçekleşirse nasıl sonuçlanacağına birazdan geleceğiz, ama önce tartışmanın güncel ve yapay zekayla ilgili kısmına bakalım.

                                                             ***

“İşçi sınıfı kalmadı” diyenlerin önemli bir bölümü, ancak 1970’ler afişlerinden fırlamış tulumlu, baretli, kaslı ve tercihen bıyıklı bir sanayi işçisi gördüğünde “işte işçi” diyecek derecede sığ tipler. “İş”i fiziksel çalışmadan ibaret zanneden bu öbeği çok da ciddiye almamıza gerek yok; zira aklı başında herkes, bir çağrı merkezi çalışanı ya da banka veznedarının (da) işçi olduğunu biliyor.

Dahası, tüm robotlaşma ve otomasyona rağmen geçtiğimiz on yıllar boyunca sanayi işçiliği ortadan kalkmadı, hatta dünya çapında istihdamdaki payı büyüdü. Asıl köklü değişiklik tarımdaki istihdamın azalması ve hizmet sektörlerinde işçiliğin artması oldu.1 Dolayısıyla işçi sınıfı hem daha kentlileşti hem de onun diplomalı kesimi olan beyaz yakalılık genişledi.

Bir diğer önemli değişiklik ise şu: Sanayi istihdamı zengin ülkelerde oransal olarak biraz azaldı ancak Çin ve Hindistan gibi düşük ücretlerle yabancı yatırım çeken ülkelerde çok arttı.2 Zaten etrafta tulumlu işçi görmeyince hevesle “Elveda Proletarya” şarkıları söylemeye başlayanlar esasen emperyalist batı ülkelerinin liberal entelijansiyasıydı. Bazıları iki yaşından küçük çocuk gibi, gözlerinin önünden giden şeyin artık yok olduğunu zannediyor; çoğu ise angajmanları doğrultusunda kitlelere bu yalanı söylüyordu. 

Bizim gibi ülkelerde ise aynı yalanı, yine çoğunlukla benzer angajmanlarla liberal batı düşüncesinin papağanlığını yapan, entelektüel düzeyleri zannedilenden çok daha sefil olan yerli liberaller söyledi. Verilere bakmaya gerek bile duymadılar, zira baksalar 1991’den bu yana sanayinin istihdamdaki payının yüzde 7’den fazla yükseldiğini göreceklerdi.3 Batı için nasıl dünya kendisinden ibaretse, onlar için de Türkiye büyük ölçüde İstanbul’dan ibaretti. Mavi yakalı işçi sınıfı Anadolu kentlerinin organize sanayi bölgelerine itildikçe, “ortadan kalktı” dediler.    

Biraz daha kafası çalışanlar ise, metropollerden mavi yakalı işçilerin dışlanıyor ama beyaz yakalı işçilerin dışlanamıyor olduğunu farkındaydı. Önce bu kesime “Yeni Orta Sınıf” demeye çalıştılar. Ne var ki, her ekonomik krizde ücretler budandıkça bu uydurma tutmadı. Bu kez de (yine ithal olan) “prekarya” kavramına sarıldılar.4

İşte işçi sınıfını ideoloji dünyasından kovmaya, ama bunu incelikli, ikna gücü yüksek biçimde yapmaya çalışan bu okumuş karanlık, şimdi yapay zekada aradığı Mesihi buldu. Sonunda on yıllardır bilimkurgu öykülerine konu olan, insan yerine düşünen makine zuhur etmişti. İşçi sınıfının düşünerek çalışan kesiminin yerini de artık makineler alabilirdi. Böylelikle metropollerden banliyölere, taşra kentlerine ya da Güney Asya’ya sürülmüş mavi yakalı emeğin peşinden beyaz yakalı emek de gönderilebilir; metropol yalnızca merkezinde zenginlerin ve ona bitişik orta sınıfın, çeperinde ise bunlara hizmet edenlerin yaşadığı soylulaştırılmış bir ütopyaya dönüştürülebilirdi.  

Ne var ki hayat, liberallerin hayallerindeki gibi işlemiyor. Her makine canlı işçinin emeğini önemsizleştirmek için tasarlanıyor, ama her makine aynı zamanda kendi işçisini yaratıyor. Sanayi devriminin kendisi de bir makineleşme süreciydi ve ustaları, kalfaları yok edip modern işçi sınıfını ortaya çıkartmıştı. Yapay zeka geliştikçe de benzer bir süreç işleyecek. Görünüşe göre beyaz yakalı işlerin bilhassa görece vasıfsız olanları ciddi ölçüde ortadan kalkacak; ama diğer yandan yapay zekayı programlayacak ve kullanacak yeni işçilere ihtiyaç doğacak. Makineleşmenin doğası gereği toplamda yok olan istihdam yaratılandan fazla olacak, ama işçi sınıfı öyle toptan ortadan falan kalkmayacak.

Ama gelin bir bakalım, liberallerin “her işi makineler yapacak” ütopyası gerçek olursa, neye benzer.

***

Bu iddiayı savunanlara göre, teknolojik ilerlemede öyle bir nokta gelecek ki, artık mallar tek bir insanın emeğine gerek kalmadan üretilecek. İşçi sınıfının böyle ortadan kalkacağını düşünüyorlar.

Ne var ki, bunu savunanlar içerisinde şu soruya cevap verebilene hiç rastlamadım: Peki, o zaman üretilen mallar kime satılacak?

Kendisinden önceki üretim biçimlerinden farklı olarak kapitalizmde sorun hiçbir zaman üretememek olmadı. Sorun her zaman satamamak, mallar için pazar bulamamak oldu. Bu yüzden korkunç savaşlar yaşandı. Çünkü kapitalizm, bir yanda emeğin üretkenliğini artırıyor ama diğer yanda onun fiyatını, yani ücretini, dolayısıyla ürettiği malları satın alma becerisini asla aynı hızla artırmıyor.5 Tüm ekonomik krizlerin kökeninde bu aşırı üretim eğilimi yatıyor.

Örneğin bu yüzden dünyanın her yerinde, bilhassa da görece zengin ülkelerde hane halkı borcunun toplam borç içindeki payı görülmemiş boyutlara ulaştı. Finans sektörü sürekli sıradan insanlara borç veriyor ve bu borçlar dağıtılmasa, üretilen onca malın müşteri bulması mümkün değil.

Şimdi, diyelim ki üretim tamamen insansız hale geldi. Makineler düşünüyor, makineler hem tüm malları hem de yeni makineleri üretiyor. Patronlar artık işçi çalıştırmıyor ve kimseye de ücret vermiyor. Üretimin böylesine antisosyalleşmesinden sonra, üretilen mallar hangi pazara sürülecek?

Bu soruya çelişkisiz bir yanıt verilmesinin imkânı yok.

Ama soru teorik değil, alabildiğine pratik. Zira eğilim, liberallerin hayal ettiği hızda olmasa da gerçekten bu yönde. Üretimin teknik ilerlemesi işçi sınıfını değil ama onun istihdam edilen kesiminin (zira sadece istihdam edilenler değil, mülksüz ama istihdam edilmeyen kişiler de işçi sınıfına mensuptur) nüfusa oranını azaltıyor. Bunu ölçen bir değişken var: 15 yaş üstü (yani çalışma yaşına gelmiş) nüfus içerisinde istihdam edilenlerin oranı. Bu oran dünya çapında yavaş olmakla beraber sürekli düşüyor, yani giderek nüfusun daha büyük bir bölümü hiçbir geliri olmaksızın yaşıyor ve geçinebilmek için başkalarına bağımlı hale geliyor.6

Yapay zeka kimilerinin zannettiği gibi işçi sınıfını ortadan kaldırmayacak, ama yarattığı işten fazlasını yok ederek bu süreci biraz daha ilerletecek, çelişki yüklü sisteme biraz daha çelişki ekleyecek.

Bu yüzden, işçisiz bir kapitalizm arzulayan, yani ağacı değil sadece meyvelerini isteyenlerin inşa ettiği gelecekte, sadece kriz var. 

                                                                              /././
Maaşlar konuşulurken unutulmaması gereken: Emeklilik hakkı (Savaş Sarı)

Sadece emeklilerin geçinebilme koşullarının sağlanmasını savunmak için değil yarın çocuklarımızın emekli olabileceği bir Türkiye’yi savunmak için de emeklilere ve emeklilik hakkına sahip çıkmalıyız.

Kamuoyunda Temmuz ayının öneminden Temmuz’u atlatınca ekonomi ve siyaset cephesinde bazı taşların yerlerine oturacağından sürekli bahsediliyor. Bu değerlendirmenin bir dizi boyutu var. Bu boyutlardan biri de emekçilerin geçim derdiyle ilgili. Mehmet Şimşek’in ekonomik programı hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu programın olmazsa olmazlarından biri işçi ve emekçilerin ücretlerinin olduğunca baskılanması. Bunu enflasyonu kontrol altında tutabilmenin, hatta düşürebilmenin de koşulu olarak tarif ediyorlar. 

Ücretler konusunda da tartışılan aslında iki rakam var.

Bunlardan ilki asgari ücret. Asgari ücret dendiğine bakmayın, Türkiye’de uzun süredir asgari ücret rakamı işçilerin ortalama maaşını temsil ediyor. Mehmet Şimşek sürekli olarak Temmuz ayında asgari ücrette bir iyileştirmeye gidilmesinin uygulamaya çalıştıkları programdan ciddi bir sapmaya yol açacağı uyarısında bulunuyor. Düzenin ekonomi uzmanları da seçimlerin bittiği bu dönemde popülist politikalardan uzak durulması gerektiğini ısrarla hatırlatıyorlar. Buna aslında asgari ücretin döviz bazında oldukça yüksek olduğu, bunun yabancı sermayenin Türkiye’ye yatırım amacıyla gelişi önünde engel oluşturduğu, ihracatın da bundan kötü etkilendiği gibi değerlendirmeler ekleniyor. Lafın kısası Temmuz’da asgari ücrette bir iyileştirme olmasının sürpriz olacağı bir hava kamuoyunda çoktan oluşturulmuş durumda. Bu havanın bozulmaması konusunda ise neredeyse düzen siyasetinin bütününde bir ortaklık söz konusu. İşçiler enflasyon karşısında eriyen, açlık sınırının altında kalacak olan alım güçleri ile sene sonuna kadar nasıl idare edebileceklerinin hesaplarını yaparlarken düzen topluma tasarruf ve tutum çağrıları yapmaya devam ediyor. Devlette tasarruf söylemleri ve açıklanan tasarruf programı ise devlet giderlerinde gerçekleşecek hatrı sayılır bir tasarruftan daha çok halkın daha azla yetinmeye boyun eğdirilmesinin bir propaganda aracı olarak işlev görüyor adeta.

Devlette tasarruf adı altında açıklanan programın en çarpıcı boyutunun kamu emekçilerinin bir dizi hakkının tasfiyesi ve belli kamu kaynaklarının özelleştirilmesi olduğunu da geçerken not düşmüş olalım. Başka bir yazının konusu ama belli ki düzen siyaseti en iyi bildiğini yapıyor, kaynak yaratma adı altında ülke kaynak ve zenginliklerini çok uluslu ve yerli tekellerin yağmasına açıyor.

Ücret tartışmasında öne çıkan bir diğer rakam emekli maaşları. Emekli maaşlarının öne çıkması yakıcı ve üstü örtülemeyen bir gerçeklikten kaynaklanıyor. Emekliler geçinmeyi bırakın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli temel ihtiyaçlarını bile emekli maaşları ile alamaz hale getirildiler. Şu anda en düşük emekli maaşının 10 bin TL, ortalama emekli maaşının ise asgari ücretin altında kaldığı bir durumla karşı karşıyayız. Emekli nüfusun yoksulluğunun bu saklanamaz fotoğrafı nedeniyle belki de Temmuz ayı için emekli maaşlarına ve asgari emekli maaşı tutarına dair bir iyileştirme yapılacağı hükümet cephesince ifade ediliyor. Ama ifade edilen yaklaşık yüzde 25’e denk düşen iyileştirmenin herhangi bir yaraya merhem olma olasılığı ise bulunmuyor. Sayısı 16 milyonu bulan emeklilere ise ya emeklilik hakkını bir kenara bırakıp çalışmaya devam etmesi ya da imkansızı başarmayı deneyip eline geçen emekli maaşı ile yaşamını sürdürmeye çalışması salık veriliyor.

Emeklilerin karşı karşıya olduğu bu kötü durumun sadece Mehmet Şimşek programından ibaret olmayan yanları da var. Yanlış anlaşılmasın. Emeklilerin içine düştüğü bu yoksullaşmanın Türkiye’de uzun süredir uygulanan piyasacı politikalar ve AKP iktidarı döneminde bu politikaların galebe çalması ile doğrudan ilgisi bulunuyor. Mehmet Şimşek bugünkü ve geçmişteki sorumluluk ve pozisyonları ile de bu kötü tablonun birinci dereceden sorumluluğunu taşıyor. Zaten Mehmet Şimşek ekonomi politikaları diye ifade edilen uygulamalar da Türkiye’nin piyasacı hattaki yolunun yeniden ve halkın mutlak yoksullaşmasını göze alarak restore edilmesi anlamı taşıyor. Bu piyasacı politikalar emeklilik hakkını da bir yük olarak görüp kurtulmaya çalışıyor. Bu da emeklilerin yaşama hakkının ortadan kaldırılması anlamına geliyor. İsterseniz bunu biraz daha açalım.

Türkiye Sigorta Birliği Başkanı Uğur Gülen’in kimi değerlendirmelerine denk geldim. Bireysel Emeklilik Sisteminde (BES) katedilen yolu ve özellikle 2024’ün ilk beş ayında BES fonundaki birikimin 750 milyar TL’den 1 trilyon TL’ye çıkarıldığını övgü ile aktarıyor Gülen. Burada BES sistemini detaylı olarak tartışmayacağım. BES işçi sınıfının emeklilik hakkına karşı kapsamlı bir saldırının adı aslında. Ve tabi bir yandan da sermaye sınıfının kullanımı için devlet ve işçi sınıfından kesintilerle oluşturulan kaynaklardan bir diğeri. BES ile düzen işçi sınıfına “Eğer ilerleyen yaşlarında çalışmadan geçimini sürdürmek istiyorsan bunun için çalışırken aldığın maaşın belli bir kısmını bu fona aktarmalısın” diyor. Ve “Ne kadar uzun süre ve ne kadar fazla bir meblağı aktarırsan da emekliliğe o kadar hak kazanmış olacaksın” diye devam ediyor. Devletin verdiği emekli maaşının ise zaten hiçbir şeye yetmeyecek, hatta zaman içerisinde tamamen ortadan kaldırılması gereken, devlet sırtında bir yük olduğunu kabul ettirmeye dönük ciddi bir propaganda sürekli yapılıyor.

Emeklilerin toplum ve devlet sırtında yük olduğu, daha erken yaşlarda emekli olanların toplumu ve devleti istismar ettiğine dair görüşler topluma sürekli belli noktalardan salınan değerlendirmeler. Tamamının özünde geçerli olan vahşi liberal bir renk var: “Her şeyin olduğu gibi emekliliğin de bir karşılığı var. Bedelini ödersen emekli olabilirsin” denmeye getiriliyor. Bu savunu da açıkça gösteriyor ki bugün tartışılan ve şu an emekli olanlar için hayati bir sorun haline gelmiş olan emeklilik hakkı sadece emeklilerin sorunu olmaktan çoktan çıktı. Konu yaşlılara sahip çıkmalıyız, onları mağdur etmemliyiz asla değil. Her işçinin ilerleyen yaşlarında emek gücünü satmak zorunda kalmadan insanca yaşayabileceği ve düzenli bir gelirinin olacağı emeklilik koşullarının devlet güvencesi altına alınması, bunun tüm işçiler için bir hak olması bugün tartışılıyor. Daha doğru ifade ile içinde yaşadığımız piyasa düzeni, AKP hükümeti, Mehmet Şimşek politikaları emeklilik hakkına göz dikmiş bulunuyor.

İşçi sınıfı emeklilik hakkı için bu saldırıya gereken yanıtı vermeli. Meselenin bir mağduriyet konusu olmadığı veya yaşlı nüfusun yardıma muhtaç olup olmaması ile doğrudan ilgili olmadığı ile başlanmalı. İnsanlığın en önemli kazanımlarından birinin, herkesin yaşlılığında, çalışmasına gerek olmadan insanca koşullarda geçimini sürdürmesine olanak sağlayacak bir emeklilik hakkının savunulması merkeze konmalı. Sadece bugün emeklilerin geçinebilme koşullarının sağlanmasını savunmak için değil yarın çocuklarımızın emekli olabileceği bir Türkiye’yi savunmak için de tam da bugün emeklilere ve emeklilik hakkına sahip çıkmalıyız.

(soL)

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder