Moderato cantabile ve rıhtımdaki sesler (Asaf Güven Aksel)
Borusan'ın ‘modern ve beğenilen’ imajı, ‘kültür ve sanatın koşulsuz destekçisi’ oluşlarından geliyor olsa gerek. Bir de ‘gücünü çalışanlarından alan’ demeleri var ki, bu sömürünün açık ifadesidir.
“Çocuk”, bir türlü “Kadın”ın istediği yanıtları vermez, ölçüye uygun çalmaz Diabelli’nin küçük sonatını. İstese, pek âlâ yapabilmektedir oysa. Asıl çılgına çeviren de budur, müzik hocası “Kadın”ı. Ne âsi çocuktur bu. Aklı fikri sokakta. Kulağı, dikkati rıhtımdan gelen seslerde. Ve yapabildiklerini, ancak ve ancak o seslere kendi sesini katabilme şansını gördüğü anlarda, bir ödün olarak sergilemektedir... Diabelli, moderato cantabile çalınmalıdır. Ne var ki, “ılımlı ezgi”, pek uygun değildir “Çocuk”a.
soL Portal’da da okumuşsunuzdur, Borusan Holding bünyesindeki Borusan Lojistik’in Bursa Gemlik’teki Borusan Limanı’nda çalışan işçilerin Liman-İş Sendikası’na üye olmaları ve direnişleri sonucu elde ettikleri hakların sonrasında yaşanan işten atmaların haberini.
Elbet haberin asıl unsuru, işçilerin son derece kötü çalışma ve yaşam koşullarına isyanları ve hakları için yürüttükleri mücadeleydi. Ancak haberin başlığında, Borusan için “İşte pek beğenilen ‘modern’ şirket” ifadesi kullanılmıştı, işçiler de, Borusan’ın “çok iyi imaj” verdiğini, ama çalışanlar için işin aslının hiç de öyle olmadığını söylüyorlardı.
Çelik, boru, enerji, lojistik, otomotiv ve iş makineleri distribütörlüğü gibi geniş bir alanda faaliyet gösteren holdingin, bu modern ve beğenilen imajı, mottolarında yer alan “kültür ve sanatın koşulsuz destekçisi” oluşlarından geliyor olsa gerek. Bir de, “gücünü çalışanlarından alan” deyip durmaları var ki, bir kıymetbilirlik nişanesi gibi kullansalar da, bu, artıdeğerin, emek sömürüsünün genel ve açık ifadesidir zaten. O zaman, müzeler, sergi alanları, konferanslar, bienaller, akademik çalışmalar ve zirvede de Borusan Filarmoni Orkestrası kalıyor tek imaj yaldızlayıcı olarak. Oda orkestrası, uluslararası konser organizasyonları, festivaller filan...
Eh, yaylılar, vurmalılar derken, Orhon Murat Arıburnu’nun şiiri geliyor akla. Mahkûmların kurşuna dizilişlerini anlatırken, “bari şu trampetler çalmasa / insan gürültüye gitmese!” der ya hani. Emek, böyle gürültüye gidiyor işte, bizim aydınlar, “rafine burjuvazi” karşısında mest!
Ama işte bir hak arama, bir direniş, bir işçi eylemi, bir sendikalaşma, Canetti’nin “Maestro-so”suna çeviriyor patronları. “Aşkınlaşma anları” arasındaki duraklarda havyarla beslenip, melodili geğirenlerden, dünyayı ciddi ve heybetli bir ağırbaşlılıkla dolaşanlardan emek düşmanı sahtekâr çıkıveriyor.
Sendikanın işyeri yetkisi alabilmesinin gereği olan sayısal oranın altında kalması için, kayıtlar düzenleniyor, çalışan sayısı yapay olarak artırılıyor ve arada, o medar-ı iftihar, Filarmoni Orkestrası şef, müzisyen ve çalışanları da liman işçisi oluveriyor! Yaylılardan lojistik destek…
İşte haberin bu noktasında biraz durdum. İçlerinde çok sayıda nitelikli müzisyenin yer aldığı bu orkestra, gerçekten liman işçilerinden oluşsaydı harika olurdu, ama, müzisyenler, icralarını gerçekten limanda yapsaydı, o da hiç fena olmazdı diye geçti aklımdan.
Çünkü Marguerite Duras’yı anımsadım. “Moderato Cantabile”sini...
“Çocuk küçük sonatını bitirdi. O anda, aşağıdan gelen gürültü, zorla odaya doldu.
“—Bu ne?, diye sordu Çocuk.
“—Bir daha söyle, diye karşılık verdi Kadın. Unutma: moderato cantabile. Seni uyutmak için söylenecek bir ezgiyi düşün.”
Si bemol umurunda değildi ki Çocuk’un ve annesi ona hiç ninni söylememişti ki... O, rıhtımdaki sesleri merak ediyordu, dışarıda akan hayatı...
Marguerite Duras’nın “Moderato Cantabile”si, genellikle Hans Eissler’in ünlü sözüne eşlik eder: Yalnızca müzikten anlayan kişi, müziği de anlayamaz.
Haberin eksiği, durumu öğrenen orkestra elemanlarının ne tepki verdiğiydi. Böyle bir patron düzenbazlığıyla yaşanan emek düşmanlığının enstrümanı olmayı nasıl karşıladıkları… Bunu göreceğiz. Umalım ki, rıhtımdaki seslere kulak kabartan âsi Çocuk olsunlar, “ılımlı ezgi” dayatan, “Kadın” değil.
Çocuk ve Anne, piyano dersine ara verip rıhtıma inmelidir; çıkan seslerin nedenini merak ettikleri, yaşayan, insan dolan rıhtıma. Orada, kanlar içinde bir kadına, o kadının ölüsüne sarılıp yatan bir adama, polis sirenlerine, fabrika çıkışındaki işçilere, toplanan kalabalığa, anlatılan öykülere rastlamalıdır. Bir kahveye oturmalıdır Anne, bir yabancı adamla tanışmalıdır. Akşamın gelişini sokakta kovalanarak izlemelidir Çocuk. Adam düşlediklerini anlatmalı, Anne o düşlerde kendini bulmalıdır; sonra, bir şarap, bir şarap daha ve eller... Kadın, evde tiz sesle bağırmalıdır: Si bemol’le başla!... Çocuk, umursamazca “efendim?” demeli, Eissler’e göz kırpmalıdır: Yalnızca müzikten anlayan...
Genellikle “oda müziği tadında” denilmiştir Marguerite Duras’nın yapıtına, tanıtım yazılarında. “Sokakta bir gaz tenekesini devirip üzerine çıkarak kocaman elleriyle tempo tutan, ilk onun yüzü kana boyanan şarkı” gibidir aslında. Nereden baktığınıza bağlı. Yalnızca edebiyattan anlayan kişi... Yalnızca bir şeyden anlayan herkes gibi... Anlayamaz!
Herkesin kendi işini iyi yapması doğrusu, herkes yalnızca kendi işiyle ilgilenmelidir eğrisine bahane olalıberi, Eissler, küskün. Felsefesiz, politikasız, sosyolojisiz, tiyatrosuz, resimsiz müzisyenler, yönetmenler! Nedir o? Ben kendi işime bakarım, benim hayatım sanat.
Fanus içinde yaşa, dünyada olup bitenlerle, iki adım ötende yaşananlarla ilgin sosyal medya iletinden ibaret olsun, “sanat” üret. Olur mu olur...
“Ferhangi Şeyler”de miydi, “Sanki,” diyordu Ferhan Şensoy, “adam almış bağlamayı, geçmiş Çarşamba’nın karşısına da, ‘ulan bu Çarşamba’yı alsa alsa ne alır, dingilingiling, alsa alsa sel alır’ diye düşünüp türkü yakmış. Tersine, önce Çarşamba’yı sel almış da, ardından bunun türküsü gelmiş.” Müziğin gücü burada. Hayatın ezgilere dönüşmesinde. Yaşanılanın yarattığı müzik! Başa gelenin döküldüğü söz! Ve kendini ifade tarzları, karakter yansımaları.
Ne diyorduk? Evet, moderato cantabile... Ilımlı... Sokakta çok eğlenmelidir Çocuk... Koşmalı, oynamalı. Dönünce, soruları yanıtlamaksızın, gam’ları sıralamaksızın, kendinden bir şeyler katarak çalmalıdır Diabelli’nin sonatını. Çalmak istediği için. Öğretmen başında dikildiği, piyano öğrenmesi Anne tarafından şart koşulduğu için değil. Piyanosundan çıkan sesin, sokakta, rıhtımın sesleri arasında fark edildiğini, ona katıştığını, komşuların kaç gündür aynı parçayı çaldığını konuştuklarını anladığı için yapmalıdır bunu. Sokakta işlenen cinayetin üzerine ezgilerinin düştüğünü hissettiği için çalmalıdır küçük sonatı. “Ah, âsi çocuk” derken Anne, serzeniş midir bu, övgü müdür, belirsizliğini korumalıdır; ama o, âsi kalmalıdır...
Moderato cantabile prim yapar. Akordunu, verdiğim, çıkarmanı istediğim sese uygun yap. Gam’ları iyi çalış. Si bemol’le başla. Harfiyen uy önündeki notalara. Hayır, bunların hiçbirinde, müzik terimleri müzik terimi değil. Sosyolojik terimler. Bu mesajı al, yolunu açık et.
Çocuk’un penceresinden rıhtım görünür. Bir sokak vardır, kahveler, dükkânlar. İnsanlar vardır. O pencereden bakarken değil, orada yürürken, koşarken görülen olduğunda ezgi canlanır Çocuk’un parmaklarında. Ne âsi çocuktur!
Haberde müzik vardı, liman vardı. Eksiği, orkestranın tepkisiydi. Merak ettim…
Oda müziği tadında ha... Yorum farkı... Kreşendo!
Ha, orkestra elemanlarının yerinde olsam, işyeri kurallarına da uygun olarak, "Turuncu Etik Hattı"nı kullanırdım. Rengine takılmayın, bu turuncu hat, “Borusanlıların uyması gereken iş etiği kurallarını” belirliyormuş.”Borusan çalışanları, kendi davranışları veya çevresindeki Borusan çalışanlarının davranışları hakkında danışma veya bilgilendirme amacı ile bu hattı kullanabilirler”miş. Çok modern, çok çağdaş! Holding ve etik! Haydi fırsat bu fırsat, bu "etik dışı" hali bildirin bakalım, kurula!
/././
Üçün İkisi ya da Su Ustası Miraç (Ayşe Şule Süzük)
"Demek ki kitaplarla, romanlarla, öykülerle, şiirlerle gerçek bir karşılaşma için her iki tarafın da hazır olması gerek tıpkı aşk gibi."
Bazen geçilmez. Bazen gidilmez. Kalınır, durulur. Adeta toprağa kök salmak ister gibi, adeta mıhlanmış gibi. Hani çıkamıyorum denir ya, Füruzan’ın “Parasız Yatılı” öyküleri ile aramda gizli bir dil oluştu. Geçen dilimin döndüğünce yazmaya çalışmıştım. Ama şiir nasıl tam olarak çevrilemezse, ille de tüm lezzeti ana dilinde ise, iyi öykü üzerine yazmak da biraz öyle. Çünkü kitaptaki her bir öykü keskin bıçak… Her bir öyküde kurulmuş kişilerin her biri karakterleşmiş kahramanlar. Etlenmiş, canlanmış, kendine özgü yani biricik… Nev-i şahsına münhasır denir ya, sui generis…
Başlığa adını veren öykü şöyle başlıyor: Vedat’ın delirdiğini ilk kim söyledi; annesi mi?
Anne kim mi? Anne nasıl? Vedat ile anne arasında ilişki nasıl?
Annenin iç sesinden dinleyelim: “Ama ben dedem yaşında bir adamın tükürük hokkasını döktüm. Hizmet edenlere bırakmadım bir hizmetini… Kocamdan gayrısına içim kabarmadı. Onu da istedi diye hep boyun eğdim. Erkeğin harcı kadının boynunun borcu.”
Annenin ağzından anlatılıyor öykü. Küçük bir köylü kızının, çocuklarını doğurduktan sonra ana oluşunun, oğullar büyüdükçe hoyrat kaynana oluşunun ağzından. Vedat ise en akıllı oğul. Sürüden ayrılan Ağa oğlu Vedat o. Ankara’ya okumaya giden. Haktan hukuktan söz eden. Köylünün, ırgatın, yoksulun yanında yer alan.
Ağabeyleri yüzüne değilse bile ardından konuşur Vedat’ın. Anne aktarır: “Sen Ağa oğlu değil misin ulan? Burada bizim kadar sen de her şeyden hak alıyorsun. Diklenmen gösterişten başka ne ki? Öğrenmiş üç tane kıytırık şiir. –Burada Vedat’ın sesine benzeterek başlıyordu- Akıyordu su / Gösterip aynasında söğüt ağaçlarını / Salkım söğütler yıkıyordu suda saçlarını.”
Öykü annenin ağzından, onun iç sesi ile anlatılırken sonra mesafe girer ve Tanrısal bakış açısı ile devam eder. Öyküdeki bu yarılma hukuk okuyan Vedat’ın “tutuklanması, savcının Vedat için azılılar güruhunun elebaşı olduğunu söylemesi ile olur.
- Kaç gündür polisteymiş?
- Bir aydır anne. Soruşturmada tek sözü, “Daha gizlide ne arıyorsunuz?” olmuş. “Her şey meydanda.” Savcı arkadaş ona yardımcı olmak istemiş. Oysa o, “Sen hukuk okudun değil mi?” diyormuş. “Güçlülerin yönettiği hukuku.” Arkadaş, her kelimesi ayrı bir suç dedi. Soruşturmayı yönetenler korkunç aleyhindeymişler…
- Peki, ama ne yapmış, hırsızlık filan mı?
-Başkalarına hırsız diyormuş…
- Ah Vedat’ım. O yoksulluğu ne bilir ki… İnsanı erkenden kocatan ve de dünyasından geçiren yoksulluğu. Korkutan içini katıltan yoksulluğu… O hiç aç kalmadı ki! Vah benim civan oğlum, güzel gözlerine doyamadığım. Düğünlerinde oynayamadığım. Bu yaz boşuna mıydı uğraşıp didinip ekşi erik pestilleri yaydırmam o sever diye? Ben size demedim mi bir derdi var onun?
Dedim ya, her bir öyküyü, her bir öyküdeki her cümleyi, her ifadeyi, her iç konuşmayı tekrar tekrar okumak istiyorum. Neden bu kadar canevimden vurdu ki beni bu öyküler bilemiyorum. Demek ki kitaplarla, romanlarla, öykülerle, şiirlerle gerçek bir karşılaşma için her iki tarafın da hazır olması gerek tıpkı aşk gibi, desem şairanelik mi yapmış olurum?
Buradan, öyküde geçen Vedat’ın soruşturmasını yönetenlerin “ onun “korkunç aleyhinde” olması ifadesi geçtiğimiz günlerde izlediğim bir tiyatro oyununa götürüyor yazıyı. Oyunun adı “On İki Öfkeli Adam”. Belgesel tiyatro türünde imiş oyun. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilmesi sürecindeki tartışmaları TBMM tutanaklarının üzerinden anlatıyor oyun. Oyun yazarı ve yönetmeni Murat Karahüseyinoğlu, Denizleri ve süreci “Bulabildiğim kaynaklardan yola çıkıp ‘hiç bilmeyen’ birine anlatabilme tasasıyla yola çıktığını belirtmiş. Adını ve esinini 1957 yapımı “12 Kızgın Adam” filminden almış. Cinayetle suçlanmış bir gencin yargılanma ve jürinin karar verme sürecini anlatan filmi izlemiş, oldukça etkilenmiştim. Bu süreçte tekrar izlemedim ancak aklımda kalan, tek bir jüri üyesinin diğer 11’inin aksine gencin suçsuz olduğunu savunması ile taşların nasıl da yerinden oynadığı idi. Büyüleyici gelmişti. Kararlı, güvenli, sorgulayan ve doğruyu arayan tek bir kişinin varlığı bile çok şey değiştirir.
İşte sözünü ettiğim tiyatro oyunu Denizlere yaslanarak ve bu parlak filme gönderme yaparak aslında kendi izleyici kitlesine bir vaatte bulunuyor. Öte yandan hazır izleyici kitlesini de yanı başında buluyor. Bunun sorumluluğu var. Oldum olası tarihsel-devrimci kişiliklerin sanat yapıtlarında yer almasına şüphe ile yaklaştım. Risklidir. Altında kalma ihtimali barındırır. Hassasiyet ister. “Dokunan yanar.” misalidir. Hele Denizler söz konusu ise yönetmenin ve oyun yazarının izleyiciye geçecek bir sözü olmalıdır diye düşünürüm. Belgesel tiyatro eldeki malzemeyi olduğu gibi, ayıklayıp, elemeden, kurmadan, biçmeden, sorgulatmadan seyircinin önüne boca etmek midir? Emin değilim.
Tekdüze, heyecansız, karakterlerine gelişme, değişme ve aslında çatışma olanağı vermeyen sanat yapıtları iz bırakmıyor. Yine bir mahkeme, savcı, cinayet barındıran, Çehov’un tek ve muazzam romanı “Avda Cinayet” ise kaç zaman önce (İlk kez 1884-1885’te Moskova’da basılan günlük bir gazetede tefrika hâlinde çıkmaya başlar.) çevirmen Kayhan Yükseler’in yazısında belirttiği üzere bu karanlık, ilgi çekici roman sadece polisiye türünün iyi bir mükemmel bir örneği değil, aynı zamanda yenilikçi bir eser olarak görülmüş. Hem Rusya’da hem de pek çok ülkede defalarca sinemaya, tiyatroya ve baleye uyarlanmış, Bolşevik Devrimi’nin en civcivli günlerinde (1918) bile filme çekilmiş. Bayıldım, bayıldım. Okurken yazarın tutkusunun, heyecanının, söz söyleme neşesinin ve gayretinin okuruna ya da izleyicisine, geçtiği eserlerle buluşmak çok değerli.
Madem hukuktan gidiyoruz. Son sözü Çehov’a verelim. Size de bol okumalı, izlemeli, canlı günler dileyeyim.
“Kontla yaşıtız. İkimiz de aynı üniversiteyi bitirdik. İkimiz de hukukçuyuz ve ikimizin de hukuk bilgisi yetersiz. Ben az çok biliyorum. Kont ise alkolle yatıp alkolle kalktığı için bildiklerini unutuyor. İkimiz de gururluyuz ve sadece kendimizin bildiği birtakım nedenlerden insan düşmanı vahşi adamlar gibi dünyadan uzak duruyoruz. İkimiz de kamunun (yani S… ilçesinin) ne düşündüğünden çekinmiyoruz, ikimiz de ahlaksızız ve ikimizin de sonu kötü bitecek. İşte bizi birleştiren “manevi çıkarlar” bunlar. Bizi tanıyan insanlar ilişkimizin durumu hakkında daha fazlasını söyleyemezler.”
Füruzan (2021), Parasız Yazılı, İstanbul: YKY.
Anton Çehov (2023), Avda Cinayet, İstanbul YKY.
/././
Türkiye'nin kitap verileri: Kültür kitapları düşüp inanç kitapları yükselirken nereye bakmalı? (İrem Yıldırım)
2023 yılında üretilen kitaplara ilişkin detaylı bir rapor yayımlandı. Sadece rapordaki ilgi çekici verilerin değil, aklımızdaki soruların da peşine düştük.
Yayınevlerinin pazar kavgaları, kağıt ücretleri, basım maliyetleri, satış garantileri, popülerin peşinden koşma yarışına giren biçimsiz kalemler, toplumsallıktan uzaklaşma ve daha bir sürü şey giderek büyüyen bir sorun yumağı artık. Çözümünün peşinde ısrarlı bir takip yapmak da sorun tespiti kadar mühim.
Kitap üretiminin 8 yıl öncesine gerilediğini ortaya koyan Yayıncılar Birliği’nin 2023 yılı Kitap Pazarı Raporu bize pek çok şey anlatıyor. Yeni yayımlanan raporda döviz kuru ve yükselen enflasyonun kalan her şey gibi burayı da oldukça zorladığı, zorlamaya da devam ettiğinin adeta fotoğrafı çekilmiş. Rapor, Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu’nun (YAYFED) bandrol verilerine göre hazırlanmış. Bütçe düşüşleri, maliyet artışları, perakende satış fiyatlarının yükselmesi ve okura yansıyan fiyatların belirlenmesindeki zorluk yine raporda ilk sıralanan sorunlardan biri. Mesela, 2023 yılı Eylül ayında maliyetler döviz bazında yüzde 84 artmış. Yüzde 84.
2023 yılında Türkiye’de ikamet eden nüfusa göre kişi başına düşen kitap sayısı 7,52 olmuş, bir önceki yıl bu sayı 7,97 imiş. Geçtiğimiz seneyle benzer seyreden durumlardan biri öğrenci başına hâlâ 1 kitap bile düşmüyor oluşu.
Üretim adetlerinin 2016 yılındaki seviyelere kıyas edilmesi yıllardır raporlarda değinilen ve şikayet edilen bir durum. 2016’da yükselen rakamlar, 2018 yılında başlayan ve faiz politikalarının sonucu olarak büyüyen döviz krizi sonucu durmuş. 2023 de bu açıdan farklı bir yıl olmamış; “genel ekonomik koşulların belirsizliği, maliyet artışları, sektörümüzün pek çok bakımdan ithalata bağımlı olması, okurların alım gücünün düşmesi gibi nedenlerden dolayı, birçok sektörde olduğu gibi yayıncılıkta da üretim, stok, dağıtım – lojistik, fiyatlama ve satış planlarının yapılması çok zor hale geldi” ifadeleri aslında raporun tamamını özetler nitelikte. 2022’ye kıyasla bir miktar üretim artsa da Yayıncılar Birliği buna “gerçek anlamda büyümeden söz etmek mümkün değil” diyor.
Satıştan enflasyonu çıkarınca artış kalmıyor
2022 yılı 380 milyon kitap üretimiyle tamamlanmıştı. 2023 yılında 400 milyon 340 bin 577 adet kitap üretildi. 2023 yılında bir önceki yıla göre oransal olarak yüzde 5,3 büyüme gerçekleşmiş.
Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk, soL’a yaptığı açıklamalarda neden 2016’nın yükselişteki son yıl olduğu sorusuna yanıt aradı. Döviz krizinin yanı sıra o dönem eğitim sistemindeki değişiklik sonucu okul kitaplarının değişmesini de işaret etti. Fakat tüm sektörlerde dolar yükselişi ardından yaşanan sıkıntı, yayıncıları da oldukça zorlamış, büyüme de böylece durmuş. Kocatürk, “Üretimde ve cirolarda rakam olarak bir artış var ancak enflasyondan arındırdığınızda fiyatları böyle bir artış olmadığı ortaya çıkıyor” diyor. Tabii burada bir parantez açmak kaçınılmaz, kağıt fabrikalarının kapatılması. Dışa bağımlı bir hâle getirilince artan döviz, maliyet artışları da önlenemez bir hâl aldı.
Araştırma-inceleme düşüşte, inanç yayınları yükselişte
Kategorilerde de yıllara göre değişimler yaşanıyor. İlk olarak 2022-2023 karşılaşmasını ele alalım.
Verileri karşılaştırmak gerektiğinde durum şöyle:
2022 yılında yayımlanan kitapların yüzde 19,4’ünü yetişkin kültür (araştırma-inceleme) kitapları, yaklaşık yüzde 9’unu yetişkin edebiyat sanat kitapları, yüzde12,1’ini çocuk ve gençlik kitapları, yaklaşık yüzde 8,7’sini inanç kitapları, yaklaşık yüzde 1,4’ünü akademik yayınlar, yüzde 1,5’ini ithal yayınlar ve yüzde 47,9’unu eğitim alanındaki kitaplar oluşturdu.
2023 yılında yayımlanan kitapların yüzde 15’ini yetişkin kültür (araştırma-inceleme) yayınları, yüzde 14,2’sini yetişkin kurgu-edebiyat yayınları, yüzde 12,6’sını çocuk kitapları, yüzde 0,9’unu gençlik kitapları, yüzde 9,7’sini inanç yayınları, yüzde 2,2’sini akademik yayınlar, yüzde 1,4’ünü ithal kitaplar ve yüzde 44’ünü eğitim yayınları oluşturdu.
YAYFED 2023 bandrol verileri.
2022’de olduğu gibi 2023’te de en büyük düşüş yetişkin (Araştırma-İnceleme) ve eğitim kategorisinde. Yükselişse inanç kitapları kategorisinde. 2020’de yüzde 6,20, 2021 yılında yüzde 6,40, 2022’de yüzde 8,68’e çıkan inanç yani her türlü dini yayını barındıran kategori 2023’te 9,7’ye yükseldi hızla. Yükselen rakamların açılan Diyanet Vakfı’na bağlı olduğuna işaret ediyor Kocatürk.
YAYFED 2022 Bandrol RaporuKitaplarla ilk karşılaştığımız yerler kitabevleri. Tüm bir sektörün zarar gördüğü şu dönemde en zor süreçleri yaşayanlar da bağımsız kitabevleri oluyor haliyle. Bazen kapak resimlerine, bazen arka yazılara dalarak, kategoriden kategoriye atlaya atlaya sayfalar karıştırdığımız kitabevlerinin ayakta kalmasının en büyük tehdidinin e-ticaret olduğunu söylüyor Kocatürk: “Yıkıcı indirimler çok zorluyor. İnternetteki serbest piyasa koşulları öyle indirimler yapıyor ki insanlar kitabevlerine gitmektense online alışveriş yapıyor. Gelişmiş tüm ülkelerde yayıncılık kamu hizmeti gibi görünür ve kitabevleri korunacak şekilde indirimlerde kısıtlamalar olur. Sınırlama olmaması sadece indirimi değil fiyat artışlarını da arttırıyor. ”
Kocatürk, akademi yayınlarında öğrenciler başına 1 kitap bile düşmemesini hatırlatarak, PDF-kitap korsanlığı üzerinden yürümesinin üretim sayılarını inanılmaz seviyelerde aşağı çektiğini söylüyor:
“Bu akademik dünyaya zarar verecek çünkü yakında akademik kitap üreten insan bulamayacağız.”
Üretim düşüşte, okuma ne halde?
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından 24 Temmuz 2023 tarihinde yayımlanan “Yaşam Kalitesi Modülü, 2022” araştırma verilerinde de okuma oranlarının peşine düşüyoruz.
Çalışmaya göre son 12 ay içinde 15 yaş ve üzeri kişilerinin yüzde 69’u hiç kitap okumazken, yüzde 31’i ise yılda en az bir kitap okuyor. Kitap okuma oranları yaş gruplarına göre incelendiğindeyse son bir yıl içinde okul kitapları hariç tutulduğunda en çok kitap okuyan yaş grubu yüzde 50,9’la 15-24 yaş grubu. En az kitap okuyan yaş grubuysa yüzde 14,1 ile 65 yaş ve üzeri.
Yazar, akademisyen Prof. Dr. Erhan Nalçacı kitap okuma halini ele alırken, tarihte kitap okuma sayısının arttığı dönemler olduğunu, bunların da aydınlanma dönemlerini işaret ettiğini söylüyor, yani toplumların sıçrama yaptığı dönemler. Şu an Türkiye’nin öyle bir dönemde olmadığına dikkat çeken Nalçacı şunları söylüyor konuya ilişkin:
“Türkiye şu an hâlâ bir gericilik döneminin içinde. İnsanların kitap okuması için ya da aydınlanmaya inanması için bir umut görmesi gerekiyor geleceğe ilişkin, daha iyi bir dünya kurulacağına bir inanç olması gerekiyor. O zaman insanlar kendilerini geliştirebileceklerine, topluma yararlı olacaklarına inanıyorlar. Ve yine böyle dönemlerde aydın yetişiyor. Şimdi okuma sayısında, basım sayısında ya da kitap edinme halinde, aydın tartışmalarında genel bir zayıflık var. Bu zayıflık içinde bulunduğumuz gerici dönemin bir özelliği, akla dönük saldırının sonucu.”
Sadece dinci gericilik değil postmodernizm de saldırıyor
Egemen sınıfların doğrudan desteklediği dinci gericiliği kolladığının aşikâr olduğunu da ekliyor. Akla dönük saldırının araçlarından biri de sosyal medya ve internet. Hızla değişen şeylerin, hızla uyaranlar olmasının sonucu bir kitabın alınmasının, uzun uzun okunup altının çizilmesinin önüne geçiyor tabii. Nalçacı da bunu kast ediyor aslında ve devam ediyor:
“Sadece dinci-gerici saldırıyla karşı karşıya değiliz, postmodernizm de öyle. Yaşamın anlamını sorgulayan, tarihsel olayların kronolojik sırada olmasını anlamsızlaştıran, daha iyi bir yaşamın kurulmasını hiçleştiren, bireyciliği daha da öne çıkaran birçok ideoloji şu anda gençleri sarmış durumda. Emekçi sınıfların özellikle orta kesimlerinde metafizik düşüncelerin çok arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun bir ucu astroloji, bir ucu yoga, bir ucu aşı karşıtlığıdır. Bunlara bağlı olarak da kitap okuma oranlarında azalış var.”
E yayıncıların yüksek maliyet artan fiyatlar şikayetinin bir benzeri okuyucuda da var, kitaplar çok pahalı halde olmasa bile insanların kazandıklarının değeri çok azaldı. Ki emekçilerin çalışma koşulları ve saatleri de buna eklendiğinde ortaya çıkan kocaman bir ne zaman kitap okuyacaklar sorusu var. Çözüm için Nalçacı’nın işaret ettiği yer siyaset:
“Bu büyük sorun nasıl aşılabilir? Siyasetle. İnsanlara umut verecek yeni bir dünyanın kurulabileceğine ilişkin inanç yeni bir siyasi çıkışla çözülebilir. Kitap basmakla, okullarda kitap reklamı yapmakla olmaz. Bütün gerici ideolojilere karşı duruş, özgün çıkışların olması, yeni şeylerin üretilmesiyle devam eder (tiyatro, müzik, edebiyat, bilim). Siyasetin etrafında bunlar uydu olur aslında ve birlikte davranırlar, birbirlerini motive ederler. İşte böyle ortamlarda insanlar tekrar kitap okumaya başlarlar.”
Hızla edinilen bilgi gerçekten öğrenmeyi rafa mı kaldırdı?
Arama motorlarından en klişe ve vasat bilgilere hızla ulaşabilme hali “bilme” halinin yerine geçtikçe bilgilenmenin üstü giderek örtülüyor. Bu hızdan en çok etkilenen en çok kullananlar yani gençler. TKP Merkez Komite üyesi Berkay Kemal Önoğlu da bu hızın en radikal sonuçlarının gözlemlenebildiği kesimlerden birinin gençler olduğunu destekliyor. Sosyal ve entelektüel gelişim süreçlerinin büyük oranda sekteye uğradığı kanısında:“Burada bilginin sözcük anlamının geçirdiği erozyon gözden kaçırılıyor belki de. Sonuçta mühim olan bilgiden ne anlaşıldığı. Bugün internet yoluyla kolay erişilen şeye bilgi değil, belki ‘veri’ diyebiliriz. Evet, gençler işlenmemiş bilgiye erişmek için birçok alternatif yola sahip artık. Fakat söz konusu sistematik bilgi olduğunda tablo hiç de iyi görünmüyor.”
Bir çerçeve sorunu olduğunu dile getiren Önoğlu da siyasetle doğrudan bir ilişki kuruyor:
“Hayata daha güçlü bağlanmak, güçlü olmak, bir omurgaya sahip olmak bir çerçeveyi gerektirir. İnsanlığın meselelerini içinden çıkılmaz karmaşık bilmeceler olmaktan çıkaran işte bu çerçevelerdir. Kitaplar da işte bu çerçevelerin oluşmasında en büyük yardımcılardır. Bütün bir toplumun, gençlerin kitaplardan uzaklaşması işte bu çerçeve, diğer adıyla ideoloji sorununu doğuruyor. Gençlerin hayat mücadelesinde temel referans noktaları, dayanakları olmalı. Ancak bu şekilde büyük insanlıkla bağımızı kurabilir, bir bütünün parçası hissedebilir ve kazanabiliriz…”
/././
Avrupa’da Sağın Yükselişi: Bilindik Bir Filmin Tekrarı (Mehmet Erçetin-GELENEK)
"Kapitalizmin yarattığı yeni koşulları ve imkanları, kapitalizmin farklı üniformalı fedailerinin hazırlıklı karşılaması şaşırtıcı değil."Devasa savaş makineleri, gösterişli üniformalar, aynı anda nefes alıp veren geçit törenleri: Bir süredir faşizm, Avrupa’nın hafızasında yalnızca bu görüntülerle anımsanmaya başladı. Ne yazık ki…
Yeni faşizmin partilerine gösterilen tepkiler elbette gözardı edilemez. 2023’ten itibaren yüz binlerle sayılacak ölçeklerde eylemler Avrupa’ya yayıldı. Ancak AfD’nin başını çektiği yeni sağın, Ukrayna’da boy gösteren Bandera Nazizmi sayesinde 3. Reich sembolleriyle ilişkilenmekten bile imtina etmemeye başladığını, Batı kapitalizmi nezdinde tam boy meşruluk kazandığını, bu partilerin benzer söylemlerle Avrupa’da ve Türkiye’de güçlendiğini de görmezden gelmemek gerekiyor.
Güç kazanan söylemlerin örüntüsünü izlerken, partileri doğrudan gürültü çıkardıkları konularla ele almak esasında anlamsız. Örneğin mülteci başlığında ne AfD ne Zafer Partisi konuya dair kapitalizm içi bir çözüm dahi getirebiliyor. AfD’nin geçen yılki skandallarından biri, “büyük geri gönderme planı” ve benzeri isimlerle yaptığı gizli toplantıların afişe edilmesi olmuştu. Almanya doğumlu ikinci üçüncü kuşak göçmenlerin bile ikinci sınıf vatandaş sayılarak ülkelerine gönderilmesinin “tartışıldığı” bu gizli toplantılar, açıkçası Buñuel’in ünlü filminde bir türlü ortaya çıkamayan yemek takımlarını andırıyor. Nitekim Türkiye’nin bahtına da otobüs bileti aldık, mancınıkla fırlatıyoruz gibi mizahi(!) pespayelikler düştü.
Dolayısıyla benzer akımlar için ele alınması gereken, perspektif ve söylemlerinin ne ölçüde akıl dışı olduğundan ziyade bu partilere düzen açısından neden ihtiyaç duyulduğu ve nasıl bir alan sağlandığı. Bu açıdan Almanya ve Türkiye’de yeni sağın edindiği işlev, iki ülkenin son 30 yıla yayılan serüvenleri sebebiyle birbirine benziyor.
Yeni Osmanlı, Türkiye’de Erdoğan ile birlikte icat edilmiş bir kavram. Ancak icat eden o olsa da Yeni Osmanlı “sultanı Erdoğan olan”dır denilemez. Kabaca AKP’nin, hem memlekette gerçekleştireceği karşı devrim için elini güçlendireceği, hem de sermayeyi dışarıda daha atik davranarak memnun edeceği doktrine Yeni Osmanlı denilebilir. O halde Yeni Osmanlı, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da hatta Güney Amerika’nın derinliklerinde, Erdoğan kadar Türkiye sermayesinin memlekete yakıştırdığı sıfattır. Bu nedenle kapitalist Türkiye, sermaye sınıfı güçlendiği ölçüde uluslararası dengelerde el yükseltebileceği manevra alanına, iç siyasette ise bunları destekleyebilecek farklı enstrümanlara daha fazla ihtiyaç duymaktadır.
Almanya ve Türkiye arasında, farklı ölçeklerde gerçekleşiyor olsa dahi değişimin paralelliğini açıkça izlemek mümkün. Nitekim iki ülkede siyasi partilerin işlevleri, zorlama tespitler yapılmasına ihtiyaç duyulmaksızın birbiriyle benzeşiyor.
Sosyal demokrasinin, işçi sınıfına seslenebilme kabiliyetini sınıfı kötürümleştirme, düzenin ihtiyacını emniyet sübabı olarak karşılama misyonuyla kullanması; geleneksel sağ siyasetin sermayenin palazlanması ve kuvvetlenmesi için doğrudan saldırıya geçmesi; ve son olarak kapitalizm içi krizlerin “düzen dışı” gibi konumlanan radikal sağ partilerce istismar edilmeye başlanması. İki ülkenin hikayesinde siyasi gidişat üst üste biniyor.
Bu bağlamda, siyasetin düzen içi çekişmelerinin ötesinde iki ülkenin kriz ve açılım dinamiklerinin de benzeşmesi beklenir. Ve tam olarak öyle oluyor.
Almanya ve Türkiye: Yeni ufuklar yeni dönem
“Daha az sorumluluk bundan böyle yetinebileceğimiz bir şey değil. Almanya sorumluluklarının farkında mı?”1
Liederhalle’de 2013’te yaptığı konuşmada dönemin Almanya Cumhurbaşkanı Gauck, dinleyicilere bu soruyu yönelterek Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin ilhakıyla sonuçlanan darbeden 23 sene sonra, emperyalist Almanya bir yol ayrımında olduğunu ilan ediyordu. Almanya’nın dünya demokrasisindeki rolü artacak, NATO’ya katkısı büyüyecek, ABD’nin yükü hafifleyecekti. Zira ABD de gidişatı “Yeni Güç, Yeni Sorumluluk” adlı kapsamlı raporla selamladı.2
Almanya, Avrupa’da karşı devrimin öncüsü olarak kapitalizmi birkaç başlığa daraltarak tahkim etti: Refah, güvenlik ve güçlü burjuvazi. Ülkenin yarısı için hâli hazırda fazla büyümüş olan sermaye sınıfı, Demokratik Almanya’nın emek gücünü yağmalamaya başladığında burjuvazinin daha da güçlü hâle gelmesi kaçınılmazdı. ABD ve Batı Avrupa’nın ileri karakolu olarak 40 yıl işlev üstlenen Batı Almanya, DAC’nin ilhakıyla savunmasız bir emek gücüne ve neredeyse sonsuz imkana kavuştu. Yalnız Alman sermaye sınıfıyla sınırlı kalmayan, İtalyan, İngiliz sermayesinin de DAC endüstrisini “ucuza kapatma” imkanı bulmasıyla zenginleşmesini sağlayan süreç, Alman emekçileri adına ani bir cehennem anlamına geliyordu.
Almanya’da karşı devrim, sosyalizmin arkasında durmuş emekçileri acımasızca cezalandırdı, yalnızca birkaç hafta içerisinde milyonlarla ölçülen işsizlik yarattı. New York Times Eylül 1990’da, “birleşmeden” birkaç hafta sonra yayınladığı makalede batılı yatırımcıların doğululardan şikayetçi olduklarını çünkü serbest piyasada fiyatlandırmayı anlamadıklarından yazıyordu. Otomotiv patronları “Çalışanların arkadaş canlısı ve iyi ancak ekonomik açıdan yaratıcı olmadıklarından” yakınıyor, yazılım firmaları birleşme esnasında “komünist bürokrasiye takıldıklarından dolayı” faaliyetlerini durdurma kararı alıyordu.3
Karşı devrimde ünlü şok terapisinin batılı bir versiyonunun izlerini sürüyoruz. Acımasızlık baki, yalnızca Şili’den daha az kanlı…
Nitekim kapitalist Almanya, Avrupa’nın başat gücü olmak için önündeki en önemli engeli kaldırdı. Artık Almanya sosyalizmin iş güvencesinden, toplu konutlarından, ulaşılabilir yüksek öğretim imkanlarından “kurtulmuştu” ve geriye toplumu ikna edecek yeni hedefler bulmak kalmıştı.
Bu yeni hedefler konusunda sosyal demokrasiye büyük görevler düştü. Devletin topluma karşı sorumlulukları olduğunu bilen, hatta reel sosyalizm deneyimleri sayesinde bu sorumlulukları sınıfsal bağlamda ele almayı başarabilen toplumsal duyular yavaş yavaş sakat bırakılmalıydı ve buradaki en büyük rol sosyal demokrasinindi.
Türkiye örneğinde siyasette bugün egemen hâle gelen birçok uygulama bir parantez olarak örnek verilebilir: Toplumun kendi çıkarlarına dönük mobilizasyonunu türlü kılıflar bularak engellemek, toplum hafızasını zedeleyerek sürekli kısa erimli ve burjuva siyasetinin egemenlik alanına hapsolmuş hedefler için propaganda yapmak, pragmatizmi tek yol olarak göstermek… Özetle sosyal demokrasinin belirli ölçeklerde örgütlü olan işçi sınıfına seslenebilme işlevi, o örgütlülüğü tamamen dağıtmak üzere kullanıldı. Yeni dönemde bu yaklaşım düzen adına daha işlevseldi.
Ancak örgütlülüğü ve aklı dağıtılan işçi sınıfı, birçok bağlamda sınıf olma özelliklerini yitirdiğinde sosyal demokrasinin emekçilerle kurduğu ilişki de kendisini tasfiye etti. Zira siyaset, artık sınıfın öz değerlerini dışlayarak yapılırken silahları sosyal demokrasiye göre çok daha kuvvetli olan sağcı-popülist akımlar, bu akıl dağınıklığından faydalanmayı bildi. Tıpkı egemen sınıfların kendi mezar kazıcılarını yaratması gibi, geleneksel sosyal demokrasi de kendi kuyusunu kazdı.
Türkiye’de CHP’nin bir parti olarak tasfiye olup, birkaç figürün etrafına kümelenen grupları temsil eden bir organizasyona dönüşmesinde de bu dinamik etkili oldu. Sınıfla, sınıfın en geri talepleri aracılığıyla iletişim kuran sosyal demokrat siyaset yöntemi yeni dönemde o denli boşa düştü ki kişiler etrafında konumlandırılan ve yalnızca liderlerin öne çıktığı, esasında sağa ait olan siyaset biçimi tamamen egemen hâle geldi. Dolayısıyla Türkiye’de sosyal demokrasinin geleneksel taşıyıcısı seçim başarısının etkisiyle daha konsolide ve yönü belirli bir imaja sahip olsa da parti olma özelliklerini artık büyük ölçüde kaybetti.
Orta şeritteki patinaj
Almanya’daki süreçten devamla: Birleşmeden sonra Alman siyasetini SPD ve CDU arasında pinpon mücadelesi gibi gidip gelen ittifaklar ve devlet başkanları belirledi. Ne patlayan milyonluk bağış skandalları, ne de Alman tekellerinin siyasilerle kurduğu kirli ilişkileri ifşa eden belgeler olan bitenin sorgulanacağı bir siyasi atmosferi sağlayabildi. Alman seçim sisteminin tek parti hükümetini neredeyse imkansız kılan kuralları, birleşmeden sonra da farklı partiler arası hükümet formlarının ortaya çıkmasıyla sürdü. Bir yandan da kapitalizme tam anlamıyla geçiş için devlet sermaye ilişkilerinin ve toplumsal dinamiklerin rehabilite edildiği bu dönem, Almanya’nın 2020’lere yansıyacak adımlarını planlamayı da içerdi. Dolayısıyla sosyal demokrasinin işlevsizsizleşme süreci, Almanya’da da kendini hissettirmeye başladı.
Ancak görünen o ki geleneksel siyaset sınırlarının zorlandığı bu dev ülke, 2013’te Gauck’un yaptığı iddialı çıkışa rağmen emperyalist sistemde kendine istediği alanı açmak için bir iç uzlaşı geliştiremedi.
Bunun için birden fazla gerekçe sayılabilir. Ancak öne çıkanlardan bir tanesinin, İkinci Dünya Savaşı’nın Alman toplumu üzerinde yarattığı büyük travma olduğunu görebiliyoruz. Almanya’da iktidar koalisyonlarına yansıyan “uzlaşı” kültürünün aksi yöndeki siyasi eğilimleri bir biçimde aynı potada eriterek cevap vermesi, son yıllar dışarıda bırakılırsa Alman hâne halkı ekonomisinin üretimden gelen güç sayesinde belirli bir standarda erişmesi bu travmayı aşmak adına ihtiyaç duyulan adımlardı. Nitekim sol ve sağ sosyal demokrasi bu bağlamda da işlevlendi.
Lakin travmayı aşmanın Alman kapitalizmine kimi manevralar için alan açması, sağın modern paketli değil tarihsel olarak mahkum edilmiş en gerici uçlarının serpilmesine olanak sağlaması elbette tesadüf değildi.
Kısa bir parantezle şu soru da sorulmalı: Peki bu alanı solun, sosyalist bir sınıf hareketinin doldurma imkanı yok muydu veya Alman burjuvazisi bundan hiç ürkmedi mi?
İşin açığı, Almanya’daki sosyalist solun uzun süredir içerisinde bulunduğu kadro ve iletişim krizi, burjuvazinin bu açıdan ürkmesini sağlayacak seviyeden çok uzakta. Hoş, bir yandan da Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) 30 yıldır yeraltında olan üyeleri için yapılan operasyonların kapsamı, Almanya’daki karşı devrimci otoriter ve ideolojik baskının boyutlarını gösteriyor.
Nitekim Alman siyasetinin orta şeritte bir süre çektiği patinaj ve ürkeklik hâli, yumurtanın kapıya dayanmasıyla bazı saflaşmaları kendiliğinden yarattı. İngiltere’nin Brexit ile kendisi adına denklemi bambaşka bir noktaya çekmesi, Fransa’nın bırakın emperyalist hiyerarşide oyun kurmayı, Mısır ve Libya’da Türkiye’yle dahi güreşemeyen görüntüsü topu Alman burjuvazisinin kucağına bırakıyordu. Suriye’de girişilen emperyalist operasyonda Almanya bir noktaya kadar idare etmeyi başardı ancak filmin koptuğu nokta kapısına dayanan Ukrayna-Rusya savaşıydı.
Dış politikada Almanya’nın alacağı konum içerideki anlaşma arayışının inisiyatifinden artık çıkmış oldu. Enerji, sanayi, tarım gibi bir çok başlıkta etkili olacak kocaman bir düğüm Almanya’ya neredeyse komşu sayılacak iki ülkeyi sarmıştı. Bu düğümün, Alman toplumundaki savaş karşıtı, son raddede pasifist denecek ruh hâlini de istismar etmek için fırsat sağladığı açık. Bu fırsatı yeni faşizm Almanya’nın en büyük partilerinden birini yaratarak değerlendirdi. Artık siyasi atmosferin geri dönüşü mümkün olmayan biçimde değiştiği, Alman toplumunun Avrupa’nın geri kalanına öncülük edecek biçimde tansiyonu yükselten adımları desteklemeye hazır hâle geldiği açık. Elbette bu durumda, faşizm karşıtlarının da tasfiye olan sosyal demokrasinin kanatlarının altından ayrılması beklenir. Bu ayrılmanın yaşanıp yaşanmayacağını uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin, onun temsilcilerinin belirleyeceğini söylemek mümkün.
Almanya savaşa mı hazırlanıyor
Rusya’nın Almanya ile tarihsel bağlantıları ve kritik sektörlerdeki ticari ilişkileri son derece geniş. Zaman zaman kendisini farklı açılardan Rusya bağımlılığından kurtarmak adına adımlar atmış olsa da Alman burjuvazisinin bir kısmının Rusya ile kurduğu derin bağın inceldiğini söylemek güç. Örneğin enerji alanında Rusya’nın büyük müşterilerinden biri olan Almanya’nın geliştirdiği yeşil dönüşüm projeleri, kendi göbeğini kesmek için önemli bir olanaktı ancak bunların ve benzer projelerin çoğunluğunun uzun vadeli hedeflerinden çok uzakta kaldığını belirtmek gerekiyor. Geçtiğimiz yılın başlarında Friedrich Naumann Vakfı, İnsan Hakları Merkezi gibi kurumların üst üste yayınladığı “Alman şirketler Rusya’daki operasyonlarına savaş yokmuşçasına devam ediyor” haberlerini de bu bağlamda okumak mümkün. Ancak belirtmek gerekiyor ki burada tek yanlı bir ilişki yok, Rusya ile ilişkilerini sürdürdüğü için eleştirilen Alman sermayesi, Ukrayna’daki fırsatlar konusunda da gözünü açık tutuyor. Almanya Şansölye Yardımcısı Robert Habeck, Kiev’e Nisan ayında gerçekleştirdiği sürpriz ziyarette büyük “iş ve yatırım” fırsatları keşfetmişti. Enerji ve silah sanayisinden patronların oluşturduğu delegasyonla Ukrayna’nın yeniden inşasına “Alman etiketi” basmakta istekli olduklarını açıkladılar.4
Nitekim Almanya, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan savaşta bu kararsızlığın da etkisiyle siyasi partileri parçalayan, yeni partilerin patlamasına yol açan, hükümetler devirip kuran bir kaosa sürüklendi. ABD’nin, Almanya’nın NATO’da daha fazla sorumluluk alması gerektiğine dönük çağrıları, hatta zaman zaman Alman savaş envanterinin çağdışılığıyla diplomatik dili aşan dalga geçmelerine yanıt mı verilecekti yoksa Rusya ile özellikle enerji üzerinden kurulan ilişkilerin kopmamasına mı dikkat edilecekti?
Almanya ölçeğindeki bir kapitalist ülkenin iki noktadan bir tanesini tamamen tercih ederek diğerine kapıları kapatmayacağı açık. Zaten bu sebeple hükümet koalisyonu içerisinde sürekli büyük çatlaklar oluşuyor, Almanya siyasetinin sol ve sağ kanatları yeni aktörler üretiyor. Ancak bir gerçek ortada: Almanya’nın bu düzlükte kesin olarak atmaya karar verdiği adım askeri anlamda elini güçlendirmek ve oyun kurmaya başlamak oldu.
2023’ün sonunda yaşanan kriz bunun önemli örneklerinden: Alman koalisyon hükümetinin son ana kadar üzerinde uzlaşmayı başaramadığı ve bir hükümet krizine kapı aralamak üzere olan bütçe planlaması, “savaş bütçesi” denilebilecek oranda askeri harcama oranı ve eğitim, sağlık gibi alanların tamamında kesintiye gidilmesiyle teslim edildi. Ayrıca Ukrayna’ya maddi desteğe devam etmeyi de garanti altına alan karar, aylar süren krizin ardından imzalandı. Almanya’da hükümetlerin bütçe planlamasında aşamayacağı bir borçlanma oranı bulunuyor. GSYH’ye göre belirlenen bu oran yalnızca acil durumlarda askıya alınmıştı. Pandemi ve savaş nedeniyle iki yıl üst üste askıya alınan tavan limitin bu sene de askıya alınmasını isteyen SPD ve Yeşiller’in aksine FDP yeşil enerji ve sosyal yardım bütçesinin azaltılmasını ve oranın korunmasını savunuyordu.
Koalisyon, söylenene göre zor da olsa bir “orta yol” bulmayı başardı. Ancak görülüyor ki bahsedilen orta yol, tam anlamıyla emek düşmanı bir savaş bütçesi. Ukrayna’ya yapılacak 8 milyar avroluk yardım paketi, ordu ve silahlanmaya 1945’ten beri en yüksek bütçenin verilmesi kamu harcamalarının tamamı kesilen bütçenin korunan maddeleri.
Uzun yıllardır sürdürülen orduda bulunan asker nüfusunu azaltma politikasının tartışılmaya hatta göçmenlerin askere alımının konuşulmaya başlanması, savaş durumunda eyaletler arası bürokrasiyi ortadan kaldırmak için planlanan ve kara-demir yollarının savaş durumu için yeniden dizayn edilmesini öngören “Savaş Schengen’i” uygulaması bütçenin bu alanda atılan tek adım olmadığını, Alman militarizasyon döneminin başladığını gösteriyor. Bu dönemin siyasi taşıyıcıları ise beklendiği gibi yalnızca “faşistler” değil, bir yandan da “gizli faşistler”.
Yeşilin kamuflaj tonu
Almanya’daki mevcut hükümet koalisyonu “trafik lambası” olarak adlandırılıyor. Kırmızı Sosyal Demokratlar, Sarı Hristiyan Demokratlar ve Yeşiller. Bahsedilen savaş bütçesinin ve “şahin Alman siyasetinin” kolonları şimdilik bunlar. Peki bu koalisyon içerisinde silahları yağlamaya dünden razı olan kim? Hiç şüphesiz Yeşiller!
Siyasi spektrumun solunda kaldığı iddia edilen Yeşiller Partisi’nin yıldızı, aynı zamanda Almanya Dışişleri Bakanı olan Annalena Baerbock en büyük NATO ve Amerikan yanlılarından biri. Ukrayna’daki savaşın sona ermesinin tek şartının Rusya’nın askerlerini çekmesi ve Ukrayna’nın NATO’ya katılımı olduğunu savunan Bakan, Alman dış siyasetini de bu felsefeyle daha iddialı bir noktaya taşımaya çalışıyor. “Beyaz bayrak çağrısı” yapan Papa Francis’e dahi haddini bildirmeyi görev bilen Baerbock, elbette partisinden ayrışan bir figür değil. Yeşiller Partisi, İsrail’in Filistin’de giriştiği katliama tam onay vermesi ve anti-komünist olmasıyla da biliniyor.
Bu noktada, Yeşiller Partisi’nin, sosyal demokratların aksine dış ve iç politikada bütünlüklü bir yaklaşıma sahip olduğunu, seçmenini bu yaklaşım doğrultusunda konsolide ettiğini ve taraflaşmanın öznelerinden biri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Nitekim Rusya’dan uzaklaşmayı sağlayacak olan yeşil enerji programlarının da dış politikada şahin bir batıcı strateji izlenmesi gerektiğini de aynı anda söylemlerinin bir parçası hâline getirdiler. Bunun üzerine askeri harcamaları artırmak ve Ukrayna-İsrail cephelerine daha fazla müdahil olmak gerektiği eklendi. Dolayısıyla Yeşiller, partinin temel, sevimli görünen değerleriyle çelişkili görünse de bir hattı tutmayı başarıyor.
Buradan hareketle, Alman işçi sınıfının bütçe planından sonra mobilize olarak ortaya koyduğu devasa grev dalgasını Yeşiller’in politik iddialarını karşısına alan nitelikte ele almak mümkün.
Bir başka deyişle emekçiler “Almanya’da bizlerin cebi boşalırken Ukrayna’ya neden 8 milyar avro gidiyor” sorusunu beklenenden erken sormaya başladı.
Tereddütlerin aşılması
Dış siyasetin toplumsal düzlemde akademide ele alınan hâliyle yankı bulması neredeyse imkansız. Çoğu zaman devlet bürokrasisi içerisinde dahi dış politika departmanının ayrıksı kaldığı biliniyor. Dış politikada hükümetlerden bağımsız biçimde sürdürülmesi gereken kimi metod ve gelenekler, işin doğasında bulunan “uzmanlık” ihtiyacı, elbette dış politikayı “politikanın” bir parçası olmaktan çıkarmıyor ancak toplumsal algıda devletler arası süren güç ilişkileri ve manevralar çoğu zaman çok daha kolay soğurulabilir hâle geliyor.
Dolayısıyla toplumların dış politikaya dair talepleri, örneğin ekonomi alanında emeklilik politikasına ya da fiyatlandırmaya dair detayları içeren bütünlüklü bir manzume olmaktan ziyade genel stratejiye ilişkin itirazlardan ve isteklerden oluşuyor. Bunlardan tarihsel olarak en yaygını ve meşrusu elbette “barış” talebi. Geçmişte birçok ülkede yüksek sesle dile getirilen, emperyalist ülkelerin hemen hemen tamamında emekçi sınıfların “silahları susturun” olarak seslendirdiği talep, silahlar sahiden konuşmaya başlamadığı müddetçe hayatın akışındaki diğer siyasi meseleler kadar belirleyici hâle gelmiyor.
Avrupa esasında bu bağlamda yakın dönemde yaşanan savaşlar ve kıtayı tamamen sarsan gelişmeler sayesinde belirli düzeylerde toplumsal hafızasını koruyor. Yazının bu noktasına dek Almanya’nın tereddüt gerekçelerinden birinin pekala bu duyarlılıkla ilişkilendirilebileceğini açıklamış olduk. Ancak burjuva ideolojisinin toplumsal hafızaya farklı araçlarla saldırdığını ve deforme ettiğini artık açıkça görebiliyoruz.
Öyle ki bu deformasyon projesi, siyasetin güya sağ ve solunda bulunan partilerin çok çelişkili nosyonlar bulundurmasına yol açıyor. Yeşiller’in ne ölçüde Filistin karşıtı olduğunu söylemiştik. Alman solunun parçası olarak algılanan bu partinin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ortaya çıkan “Antideutsch” siyasi akımından izler taşıdığını, vaktinde Almanya’nın İsrail’e karşı tarihsel bir borcu olduğunu ve her İsrail karşıtı argümanın anti-semitizm anlamına geldiğini iddia ederek popülerleşip marjinallikten merkeze yaklaşan akımın bu nosyonlardan göze batan bir tanesi olduğunu söylemek mümkün. Hatta bu argüman yalnızca Almanya’da değil Avrupa solunun geri kalanında dahi egemen hâle geldi, bir başka örneğini İngiliz İşçi Partisi’nden Corbyn’in antisemitizm suçlamalarıyla gerçekleşen tasfiyesinde görmüştük.5
Bunun aksine, İsrail’in Filistin’deki eylemlerini haksız bulan ve Filistin yanlısı bir tutum alan halk kesimlerinin en büyük kısmının AfD’ye oy veriyor olması, oluşan politik arap saçını başka bir ölçüde de ortaya koyuyor.
Dolayısıyla bu çift taraflı beslenen çelişkili hâlin, Almanya’nın dış ve iç politikasına dair toplum gözünde çeşitli örüntüleri oluşturduğunu, yani sosyal demokrasinin bir anlamda “orta şeritteki” tasfiyesini sağlayan etkenlere bir yenisinin eklendiğini söylemek mümkün. Artık iç ve dış siyasette üretilen argümanlar, birbirleriyle bütünlük oluşturduğu ölçüde emekçi sınıflar üzerinde etkili oluyor, birbirinden bu anlamıyla kopuk, ürkek, hattı belirsiz ve üst üste paralellik kurulamayan yaklaşımlar ise hızla alan kaybediyor.
Bu sayede Alman toplumunun da Avrupa’nın geri kalanında da savaşın ve faşizmin egemenliğindeki tarihsel uğrakların oluşturduğu tereddütler ve alışkanlıklar geride bırakılabildi. Yani aslında toplumun bazı konularda çıkardığı dersler, düzen solunun o dersleri düzenin menfaati yönünde kullanması neticesinde hem karşıtını yarattı hem de deforme oldu. Aslında bir ölçüde burjuva ilerlemeciliğinin de sınırlarını tekrar görmüş oluyoruz: Yüksek eğitim düzeyine sahip emekçi sınıflar, tarihin acı dönemlerinden dersler çıkarmış. Fakat aynı emekçi sınıflar, bu değerler politikleştirmediği ve farklı bir düzen perspektifiyle buluşturulmadığı müddetçe vardıkları noktadan çok taraflı saldırılar neticesinde geri çekilmeye mahkum. Sisifos’un aşamadığı dağ sınıfların birbirini sömürmesi olarak önümüzde duruyor. Eğitim, kültür, sanat… Emekçi sınıflar gerici söylemlere karşı ne ölçüde birikim elde etmiş olurlarsa olsunlar düzen her zaman bulunduğu yeri çürütmenin bir yolunu yaratıyor.
Avrupa Solunda Yeni Sayfalar
“Avrupa’nın en büyük 500 tekeli ortadan kalksa ve tüm varlıklarını, altyapılarını, üretim ve yönetim merkezlerini faaliyet gösterdikleri ülkelere bıraksalar; Avrupa hem içeride hem de dışarıda yeni bir yüze kavuşur. Böylece şimdiye kadar tekel lobisinin uğraşları sonucu hayata geçirilemeyen tüm değişiklikler yapılabilir: Avrupa’ da bireylerin ve şirketlerin kâr hırsını değil, her ülkede bireylerin yaşam koşullarının aynı seviyeye getirilmesini hedefleyen bir birlik (…) Bugün önümüze sunulan ve hiçbir işe yaramayacağı açık, sadece sahte bir demokrasi etkisi yapacak olan anayasa taslağının ötesinde; yeni bir Avrupa Anayasası.”
Tarih boyunca egemen siyasetin hesap yapmakta zorlandığı anlarda sistemin birden fazla alternatife olanak tanıdığını, serpilmelerine izin verdiğini biliyoruz. Bu olanaklar kimi zamanda kabına sığmayarak beklenenden büyük kırılmalara, kopuşlara yol açtı. Çoğu zaman ise beklendiği üzere misyonlarını tamamladıktan sonra sönümlendi.
Avrupa’da son 15 yılda göz önüne çıkan yeni sosyal demokrat partilerin tamamı aynı kaderi paylaştı: Syriza, Podemos, die Linke artık posaları kalmış partiler.
Yukarıda ise Sol Parti’den (die Linke) ayrılarak kendi partisini kuran Sahra Wagenknecht’in 2003’te yayımlanan “Kapitalismus im Koma” kitabından bir pasaj okudunuz. 30 yıllık siyasi kariyerinde genellikle ayrıksı, radikal ve kimliği itibariyle “egzotik bir siyasetçi” olan Wagenknecht, Sol Parti’nin ölümünün gerçekleştiğine kanaat getirerek bir grupla birlikte geçen yıl partiden ayrılmıştı.
Wagenknecht’in kendine has özellikleri olduğu açık. Kitabında Irak’tan, Arjantin’den, Guantanamo hapishanesinden bahsediyor, Duvar’ın yıkılmasının, ABD’nin giriştiği kirli işlerin, Alman tekellerinin astronomik sömürüsünün peşine düşüyor.
Ancak Wagenknecht, pasajda da görüldüğü gibi en iyimser tabirle tekelleşme karşıtı bir sosyal demokrat. Bundan ileriye, siyasi kariyerinin en başında dahi gitmedi. Ve aradan geçen 30 yılda Alman siyasetinde yaptığı kilometrenin, kendisinin solunu daha da budamasına yol açtığı, kimi son derece sorgulanabilir ilişkilere sahip hâle getirdiği bariz.
Wagenknecht, Sol Parti’den birlikte ayrıldığı ekiple partileştiğini Ocak’ta resmi olarak ilan etti. BSW, aynı zamanda medya tarafından “Sarah Wagenknecht Birliği” olarak adlandırılıyor. Sol Parti liderleri, 2023’ten itibaren Wagenknecht’i tutumu nedeniyle eleştirmeye başladı ancak BSW’nin de eleştirilerinde geri kalır yanı yok. Avrupa’daki diğer düzen içi sol partilerden de Wagenknecht bu tutum sebebiyle belirli ölçülerde ayrılıyor: BSW, sosyal demokratları emekçileri terk etmekle suçluyor ve söylemini bu talepler üzerine inşa ediyor: En çok göze çarpan noktalar; Ukrayna’ya silah yardımının durdurulması, göçmen politikasının değiştirilmesi ve asgari ücretin yükseltilmesi.
BSW, beklenmeyen ölçüde hızla büyüdü ve sempati topladı. Alman medyası durumu, Wagenknecht’in söyleminin ırkçı parti AfD ile benzeşmesine bağlıyor ve özellikle Rusya’yla ilişkilerin sürdürülmesi talebi üzerinden partiyi sıkıştırmaya çalışıyor. Buna rağmen Wagenknecht, İsrail’in Nisan ayının başında Gazze’de insani yardım faaliyeti yürüten gönüllüleri vurmasının üzerine İsrail’e silah ambargosunu yüksek sesle dile getirdi. Alman siyaseti adına Filistin ile herhangi bir dayanışma talebinin tabu olduğu düşünülürse, Wagenknecht’in özellikle uluslararası alandaki söylemi Almanya’daki egemen siyasetten açıkça ayrışıyor.
Dolayısıyla Almanya’da sistemin en geniş mağduru olan emekçilerin, mevcut ekonomiden en fazla etkilenenlerin bu sözlere kulak kabarttığını, destek verdiğini söylemek mümkün. Özellikle liberal solun seslenmekte zorlandığı ve destekçi bulamadığı emekçi yoğunluklu kentlerde, eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti eyaletlerinde BSW örgütlenmeyi başarıyor.
Peki tüm bunların Almanya’da düzen dışı bir sosyalist siyasete alan açacağını söylemek mümkün mü? Söylemek gerekiyor ki Wagenknecht, bu politik hattı aracılığıyla Alman siyasetinde kimi tabuların kırılmasını sağlayacak olsa da dünya perspektifi ve görüşü, Almanya’nın emperyalist hiyerarşide tırmanabilmek için ihtiyaç duyduğu manevra alanını sağlamak dışında bir işleve sahip olmayacak. Bu bağlamda, sosyal demokrasiyi çürüten ve inandırıcılıktan uzaklaştıran kirin pasın temizlendiği ve makyajlandığı yeni bir aktör var karşımızda.
Sağ düzen dışı olabilir mi
Almanya, Avusturya, Fransa, İtalya, Hollanda… Bu ülkelerde üst üste kuvvetlerini artıran ırkçı sağ partiler, benzer tonları ve söylemleri taşımaları ile dışarıdan bakıldığında sahiden benzeşiyor. Ancak bu partilerin dinamiklerinin, yalnızca “prim yapılan göçmen karşıtlığı” kisvesinde özetlenmesi mümkün değil.
Bu partileri belirleyen dinamik, düzenin esneme sınırlarını farklı yönlerden genişletmesi ve buna alan açmasıı. Esasında zaten benzerlikleri de bu. Toplumsal hafızanın bizzat düzen solu adına tahrif edildiği, “sol”un gerçek bir taraflaşma anlamına gelmemeye başlaması, bu bağlamda sınıf çelişkilerinin oluşturduğu politik zeminlerin potansiyel olarak adeta sola kapatıldığı düzlemde “düzen dışı” görünen ırkçı partiler, bu zeminlerin tamamına düzenin temas etme olanağını sağlıyor.
AfD, içlerinde bu trendin en erken ve belki en kurumsal temsilcisi olduğundan daha yakından incelenebilir: Almanya’nın Doğusuna ve kültürel olarak “hor görülen” emekçi kesimine seslendiği iddia edilen AfD, son yerel seçimlerle birlikte artık bütün Almanya’nın partisi olduğunu savunuyor. Sonuçlar da bunu destekler nitelikte.Koalisyon hükümetinin yetki döneminin ortasında, hükümete güvenoyu niteliği taşıyan seçimlerde çok ciddi seçim başarısı elde eden AfD’nin sözcüsü Alice Weidel’in büyük bir özgüvenle “Almanya’nın tamamına hitap ettiklerini” söylemesi de bu yüzden.
AfD’nin arkasındaki ekonomik gücün hem Alman hem de Kuzey Avrupalı milyarderler olduğu, Alman bürokrasisi ve ordusu içerisinde bağlantılar edindikleri, üye sayısını hızla katlamalarının yanında devletin kimi noktalarında da tutundukları ve karşılık buldukları biliniyor. Dolayısıyla artık Almanya’da bir takım gericilere ya da heyecanlı küçük burjuva gençlere değil, Alman sermayesinin desteğine dayanan bir faşist partinin varlığından rahatça söz edilebilir. Bir diğer önemli özellik ise, AfD’nin kıtalı benzerlerinden bir “lider partisi” olmamasıyla ayrışması. Avrupa’nın diğer ülkelerinde, hatta Türkiye’de, bu tip partiler liderlerin özellikleri ve kişisel imajları ile öne çıksa da AfD, içlerinde en güçlüleri olarak gerçek bir parti olma özelliğini çok daha açık biçimde taşıyor.
Peki nasıl oluyor da bu parti, son derece düzen içi olan bu kaynaklara ve aritmetiğe yaslanmasına rağmen kendisini mevcut egemen siyasi düzenin dışındaymışcasına konumlayarak destek bulmayı, hatta sola ait kimi alanlara girerek denklemi bozmayı başarıyor?
Sorunun bir cevabı, sosyal demokrasinin tasfiyesiyle doğrudan ilişkili. Dağılmış işçi sınıfının dağınık taleplerini bir demet hâline getirebilmek, faşist siyasi ajandaya bu argümanlar eklemlense dahi somut bir politik güce dönüşebiliyor. Sosyal demokrasinin düzenin görevlendirmesiyle sınıfsal referanslarını dağıttığı emekçiler, bu dağılan referansların parçalarıyla asimetrik yapbozlar oluşturan sağcı sermaye partilerinde kendilerinden bir şeyler buluyor.
Bu tespitin yeni CHP yönetimi tarafından dahi yapılabildiğini söylemek gerekli. Özgür Özel, son katıldığı SPD kongresinde kürsüden bu minvalde çağrılar yaparak sosyal demokrasinin solun ne olduğunu hatırlaması gerektiğini savundu. Ancak işin komik yanı şu, ne kongresinde konuştuğu SPD’nin olan bitene bir itirazı var, hatta kongrenin sonuç metninde iyi gittiklerini ilan ettiler, ne de Alman sosyal demokrasisine solu hatırlatan CHP’nin kendisinin ne yaptığına dair bir fikri.
Bunun üzerine düzenin diğer partilerine nazaran örgütlü görünen söylemin etkisi olduğu da eklenebilir. Örneğin AfD’nin geçtiğimiz yıl üye oranını yüzde 40’a yakın artırdığı ve 40 bin üyenin üzerine çıktığı biliniyor. Mobilize edilen, düzen içi olsa dahi mevcut biçimin dışına ulaşan hedeflerle konsolide edilen, emekçilerin hayatına dokunan günlük siyasetin tüm alanlarında cevaplar üretebilen bir politik strateji, envanterinde ülkeye ailesi 100 yıl önce gelmiş vatandaşları geri yollamak gibi deli saçması fikirler bulundursa dahi diğer burjuva partilerinden ayrışmayı ve inandırıcı hâle gelmeyi başarabiliyor.
Sağ, Sınıf İçerisinde Kalıcı Olabilir mi?
Solda ayrışmalar yaşanırken AfD ve benzerleri ülkelerindeki en büyük siyasi partiler hâline gelmeyi, hatta doğrudan iktidara ya da iktidar ortaklığına yükselmeyi başardı. Dolayısıyla şu an Avrupa kamuoyundaki en büyük tartışmalardan biri, yeni faşizmin Avrupa için arz ettiği tehlike. Bu tartışmayı büyük oranda AfD’den daha az savaş destekçisi yahut anti-komünist olmayan sol liberaller yürütüyor.
Duyarlılıkların ve tarih bilincinin tahrifatı mı demiştik? Alın size bir yenisi daha!
Solun bu bağlamda die Linke’den veya Yeşiller’den öğrenebileceği, akıl alabileceği, cephe kurabileceği hiçbir ortak nokta yok. Zira örneğin Hitler nasıl tarih üstü, nereden çıktığı belirsiz kaçık bir psikopat olarak resmediliyorsa ve tekellerle ilişkisi, Alman kapitalizminin desteği tarih okumasında yer bulmuyorsa bugün AfD’ye ve benzerlerine dönük eleştirilerde de aynı durum geçerli. AfD’nin sistem açısından nasıl bir işlev edindiğini kapitalizm içi bir pozisyondan okumak mümkün değil. Yapılabilecek en derin analiz, “Göçmen entegrasyonunda yeterince başarılı olamadığımız için halk tepki gösteriyor” ile sınırlı. Halbuki bugün AfD’nin Almanya’nın emperyalist hiyerarşideki sürtüşmelerde kullanabileceği ciddi bir alan yarattığı, birden fazla denklemde farklı konumlar almasını kolaylaştırdığı, örneğin gerekli durumlarda AB’nin aksine Rus yanlısı olabilme, gerekli durumlarda ABD’nin hegemonyasına karşı çıkabilme kredisini verdiği aşikar. Ancak emperyalizmi mahkum etmek algı limitinin dışında durduğu ve dokunulamaz bir tabu olarak kaldığı sürece yeni sağ partilerle hesaplaşmanın yolu da yok. Bir yandan da söylemek gerekiyor ki burjuva siyasetinin zaten böyle samimi bir niyeti olamaz.
Bu doğrultuda solun, yeni sağ-faşizan hareketlerin emekçi sınıflarla nasıl ilişkilendiğini tespit etmek için kullandığı cetvel öncelikle bahsedilen dinamikleri hesaba katmalı. Sınıf hareketinin güçlenmesi ve siyasi taraflaşmayı sadeleştirmesinin, bu partilere açılan alanı daraltmaya başlayacağı bilinmeli. Aksi takdirde kabullenilmesi gereken “nesnellik” 21. yüzyılda emekçilerin, milyonlarca insanın katledilmesinin, zorla sürgün edilmesinin, kafatası ölçümleri yapılmasının; sosyalizmden daha gerçekçi bir seçenek olduğuna inandığını düşünmek olur.
Yoksulluğun ve tarihsel kriz koşullarının, komünist partiler tarafından devrimle buluşturulmadığı takdirde faşizmi yarattığını tarihte gördük. Dolayısıyla olan bitenin geçici bir trend olduğunu iddia etmek yersiz. Mevcut modern iletişim araçlarının nüfuzunu kolaylaştırdığı, imajlar ve sloganlar üzerine kurulu, teorik derinlikten yoksun ancak planlı bir ideolojik saldırı ile karşı karşıyayız. Fakat solun bırakın devrimi kaçırmayı, kadraja dahi giremediği bir konjonktürde kapitalizm kendi koşullarını ve kurumsallığını ciddi biçimde dağıtma potansiyeli olan hareketlere kalıcı iktidar alanları açmaktan uzak durmayı, bir süre daha bu hareketleri siyaset mozaiğinin içinde bir aparat olarak kullanmayı tercih edebilir. Elbette sınıfsal dengenin, uluslararası koşulların burjuvazinin hâlâ hesap yapabilmesine olanak tanıdığını varsayarak…
Solun alacakları
Emekçi sınıflara sirayet edebilecek iki farklı ruh durumunu düşünelim: Biri mevcut düzenin sonsuzluğuna iman etmiş, bu düzendeki taşların yerinden oynamaması ve huzurun korunması için uzlaşı arayışında olan, önemli insani değerleri bayrak edinen ancak bu değerlerin pekala sömürü düzeninde var olabileceğini düşünen, ders çıkardığını düşündüğü için daha ileri gitme enerjisi olmayan, zorlamayan, kavga etmeyen, durağan…
Ve bir diğerinde memnuniyetsiz olan, kimi aşırılıklara daha açık hâle gelse dahi kaybedecek az şeyi olduğunu hisseden, düzenle barışık olmayan, yanlış giden şeylerin farkında olan ve bir biçimde değişikliği duyumsayan…
İkinci kategorinin tarihteki ilk taşlarını emekçi sınıfların en alt katmanlarından ziyade küçük burjuvazinin attığını görebiliyoruz. Hem ilerici hem de gerici yönde. Zira kaybedecek az şeye sahip olma hissi, cam tavanın üst katlarında daha hissedilir oluyor. Kapitalist düzenin verili koşullarını biçim itibariyle yıkarak uçlaşmasını sağlayan ırkçı siyasi hareketlerin öncelikle bu sınıflardan sempatizan toplaması bunun ispatı. İtalya’da 1919’da toprak sahipleri tarafından kurulan ve daha sonra Mussolini’nin Kara Gömlekliler’inin parçası hâline gelen Squadristi, Nazi Partisi’nin kasaba ve köylerdeki protestan nüfustan aldığı devasa oy ve kaynak desteği, Türkiye’de MHP’nin ve faşist hareketin üniversiteli öğrenciler arasında örgütlenmeye başlaması… Bunların hiçbiri bu bağlamda tesadüf değil. Nitekim yeni faşist-ırkçı partiler de aynı yere yaslanıyor.
Fakat hatırlatmak gerekiyor ki aynı tarihsel koşullar içlerinden çok önemli komünist kadrolar çıkardı, yeni dinamikler yarattı ve sınıf hareketlerinin barutu oldu.
Yani denebilir ki sol, tarihin biriktirdiği dinamikler karşısında artık alacaklı durumda. Kapitalizmin yarattığı yeni koşulları ve imkanları, kapitalizmin farklı üniformalı fedailerinin hazırlıklı karşılaması şaşırtıcı değil. Ancak solun da bu nesnellik karşısında doğru adımları atarak hakkını alma vakti geldi.geldi.
- 1.https://www.bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Joachim-Gauck/Reden…
- 2.https://www.swp-berlin.org/publikation/neue-macht-neue-verantwortung-ne…
- 3.https://www.nytimes.com/1990/09/20/business/east-germany-s-economy-far-…
- 4.https://www.politico.eu/article/robert-habeck-wants-germany-to-rebuild-…
- 5.https://haber.sol.org.tr/haber/corbyn-davasi-reformistleri-de-vururlar-…
Hafızalarda hep kötü anılacak marka ve renklerde arabalardan "kimliği belirsiz" kişiler tarafından dört kahvehane ve pastaneye yaylım ateşi açılmış ve 22 kişi hayatını kaybetmişti. Mahalle Alevi mahallesiydi, memleketi değiştirmek için yola çıkan, didinen, çabalayan gençlerin gecekondularından çıkıp yarın için verdikleri mücadele mekanlarından biriydi bu mahalle.
22 kişiyi katlettiler.
Sonrasında mahallede geniş çaplı bir direniş ve mücadele başladı. Tüm mahalle adeta tek bir insan olmuştu ve kötüye karşı mücadele ediyordu. Devam eden olaylar sırasında 21 Mart 1995'te gözaltına alındıktan sonra Hasan Ocak ortadan kayboldu. Annesi Emine Ocak, ailesi ve arkadaşları 55 gün boyunca Hasan'ı aradı. 15 Mayıs'ta, Hasan'ın işkence edilmiş cansız bedeni kimsesizler mezarlığında bulundu. Hasan'ın cansız bedeni, gözaltına alındıktan günler sonra Beykoz Ormanı'nda köylüler tarafından fark edilmişti. Tesadüfen! Hasan'ın cansız bedenine ulaşan yakınları aynı zamanda on yıllara yayılacak bir mücadelenin de fitilini ateşlemişlerdi. Kayıplara karşı adalet arayan insanlar ilk kez 27 Mayıs'ta 15-20 kişilik bir grupla, Galatasaray önünde oturma eylemi yaptı.
Cumartesiydi.
İşte o günden beri her cumartesi her annenin feryadı tam bin haftadır yankılanıyor Mekteb-i Sultaniye'nin önünde, Cadde-i Kebir sokaklarında.
Cumartesi Anneleri diyoruz adına.
1995 Gazi Mahallesi OlaylarıCumartesi artık takvimden bir yaprak değil
İlk kez 27 Mayıs 1995 tarihinde bir araya gelen kayıp yakınlarının verdikleri mücadele, artık sadece Gazi Mahallesi'nde değil, ülkenin karanlık güçler ve gözü doymaz patronlar tarafından yeniden dizayn edilmek istendiği 1990'lı yıllarda "gözaltındayken kaybolan", kaybettirilen! tüm insanlar için bir mücadele kürsüsü haline geldi.
Aslında dünyada da benzer örnekler vardı. Cumartesi Anneleri adını alacak bu buluşmalar Arjantin'de cunta yönetiminin zorla yok ettiği çocuklarını bulmak için Plaza Del Mayo Meydanı'nda toplanan annelerden esinlenilerek yola çıkmıştı. Ancak zaman içinde bu buluşmalara katılanların sayısı binleri buldu. 13 Mart 1999'da polisin müdahaleleri nedeniyle oturma eylemlerine ara veren grup, 31 Ocak 2009'da yeniden bir araya gelmeye başladı. Ancak her ne kadar her zaman Galatasaray Meydanı'nda bir araya gelemeseler de bir vesile yan yana geldiler ve mücadelelerine devam ettiler Cumartesi Anneleri.
Kayıpların faili belli
Kayıpların bir ortak özelliği vardı. Her biri siyasal ve ülkeyi bir ucundan tutup ileriye götürmek, değiştirmek, eşitlik ve özgürlük mücadelesi için adım atmak isteyen insanlardı. Bu karanlığın ilk adımı 12 Eylül 1980 Darbesi ile atıldı. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinden bugüne kadar yaklaşık 1.500 kişinin gözaltında kaybedildiği tahmin ediliyor. Tahmin ediliyor diyoruz çünkü bu rakamlara dair hiçbir resmi veri ve açıklama yok. Yakınlarını kaybeden ailelerin yaptıkları kayıp başvuruları ve yine yakınlarının arama mücadelesinde yan yana gelişler, bu sürecin tahmini rakamlarını oluşturdu. Yani her biri yine mücadelenin ve dayanışmanın konusu oldu. Kayıp yakınlarının, faili meçhullerin sayıca en fazla olduğu örneklerse 1993 ila 1995 aralığında yaşandı.
Kayıp yakınlarının verdikleri mücadele ve Cumartesi Anneleri'nde sembolleşen buluşmalara zaman içinde hükümet de sessiz kalamadı. Cumartesi Anneleri'ni 2011 yılında makamında ağırlayan dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bu sorunu çözeceğine dair sözler verdi.
Bu buluşmalar uluslararası arenada da yankı buldu. Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Mujica ve eşi, 31 Ekim 2015 Cumartesi Günü 553. kez bir araya gelen Cumartesi Anneleri'ne destek olmak için Galatasaray Lisesi'nin önüne geldi. Sanatçılardan ve aydınlardan bu buluşmalara destekler gelirken yaşanan her polis müdahalesine ve hukuki soruşturmalara toplumsal muhalefet örgütlenmeye çalışıldı.
Bu buluşmalarda öne çıkan slogan ise "Faili Meçhul" söylemine karşı "Faili Belli" oldu. Zira kayıp yakınları açısından fail ortada, gerçekler gün gibi açıktı. Ancak devlet bu konuda hiçbir adım atmıyordu.
Berfo Ana, 1000. buluşma ve iktidar cephesi
Kayıp yakınlarından Berfo Ana aynı zamanda Cumartesi Anneleri'nin ve kayıp yakınlarının verdikleri mücadelenin bir simgesine dönüşmüştü.
Bir gün belki geri döner, dönerse evini olur da tanıyamazsa diye oğlu Cemil Kırbayır için evini dahi boyamayan Berfo Ana, 1980'de kaybettiği oğlu için verdiği mücadeleyle hafızalara kazınmıştı. "Beni oğlumdan önce gömmeyin" diye vasiyet eden ve oğlu için hep bir açık mezar bulunduran Berfo Ana, 2013 yılında 105 yaşındayken vasiyeti yerine getirelemeden defnedildi. Oğlu Cemil Kırbayır'ın ise cansız bedeni hâlâ kayıp.
Kayıp yakınlarının mücadelesinde bir sembol haline gelen Berfo Kırbayır. Herkesin en sevdiği ifadesiyle Berfo Ana. Berfo Ana'nın bir çerçeveye sarılarak verdiği mücadele 2013 yılında Heykeltraş Metin Yurdanur tarafından yeniden canlandırıldı. Ankara'da 100. Yıl Mahallesi'nde açılan Berfo Ana Parkı'ndaki heykel kayıp yakınlarını, kayıpları ve verdikleri mücadeleyi simgeliyor.27 Mayıs 1995 tarihinde ilk kez bir araya gelen kayıp yakınları bugün 1000. yılında tekrar bir araya gelecek.
AKP'nin "normalleşme" mesajlarına eşlik eden 1000. buluşma için yasal izin verildiği açıklandı. Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde yapılan engellemeler ve kayıp yakınlarına dönük polis şiddetini, Galatasaray Meydanı'nı bu sefer kayıp yakınlarına yasal izinle açarak unutturmak isteyen AKP, kayıp yakınları için atılması gereken hiçbir adımı atmayarak geleneğini devam ettiriyor.
13 Eylül 2024 tarihinde haklarında açılan davanın duruşmasına girecek olan Cumartesi Anneleri, bir yandan hak arama mücadelesini, bir yandan da yakınlarını bulmak için verdikleri mücadeleyi devam ettiriyor.
Haklarında kitaplar, makaleler yazılan, şiirler, öyküler derlenen, filmler ve şarkılar yapılan Cumartesi Anneleri, evlatları için bir mezar istiyor. Ara sıra ziyaret edecekleri, en azından kemiklerinin orada olduğunu bildikleri bir mezar yeri. Ve her ne olursa olsun hâlâ umutları diri.
Bir gün çıkıp gelecekler.
Şiirlerde ve şarkılarda söylendiği gibi. Bir sabah ya da bir akşam, bir bahar ya da bir kış vakti, çıkıp gelecekler karanlığın yok etmek istediği her aydınlık güzel şey gibi.
Buluşmanın 1000. haftasında aynı inancı paylaşıyor herkes.
Yarının mücadelesinde en güzel sokaklarda ve meydanlarda kendi isimleriyle çıkıp gelecekler.
Başlıkta geçen 'O sayının da bir adı vardı' dizesi Turgut Uyar'ın "Kırlardan Geliyorlar" şiirinde yer almaktadır.
Kırlardan Geliyorlar – Turgut Uyar
kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber
elbette kırlardan kırlardan gelecekler
başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri
söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara
bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer
sonsuza varmadan bir önceyiz sanki
-o sayının da bir adı vardı unuttum –
her şey öyle saydam öyle madensel
kapıların kilitleri açık ve herkes uykusuz
hepsinin elinde bir saat bir sümbülteber
eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna
artık bu yokları var etmeyi usladık
ağaçları budadık omandan balıkları tuttuk denizden
hani bazı açılmaz sanılan kapıları omuzladık
çünkü herkesin elinde bir saat bir sümbülteber
hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber
ey güzelim sümbül ve teber ey canım
gördüğüm sanki o değildi
sanki kuşlar albümünden bir maden
Aile sermayesiyle yönetim kurulu koltuklarında oturanlar mı, özel okul kurup öğretmenlerin maaşını ödemeyenler mi?
Erdoğan'ın dünürleri mi, Davutoğlu'nun eski damadı mı?
Savcıya rüşvet verip gözaltına alınanlar mı, özelleştirmelerden pay kapanlar mı?
İşte önümüzdeki hafta yapılacak olan Fenerbahçe Spor Kulübü'nün yönetim seçimlerinde yarışacakların listesi.
Aziz Yıldırım'dan Ali Koç'a
3 Haziran 2018 tarihinde Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda Fenerbahçe Spor Kulübü'nün olağan kongresi gerçekleştirildi. Fenerbahçe yönetiminin belirleneceği kongrede, 20 yıldır Fenerbahçe'nin başkanlığını yapan Aziz Yıldırım ve Ali Koç karşı karşıya geldi.
Fenerbahçe futbol takımının 4 sezondur şampiyon olamadığı bir atmosferde gerçekleştirilen kongreye, yaklaşık 26 bin delege katıldı. Rekor katılımın sağlandığı kongrede, sıkça "Ali Koç başkan, Fenerbahçe şampiyon" sloganları atıldı. Kongre sonucunda, oyların yüzde 77,6'sını alan Koç yeni başkan seçilirken, Yıldırım ise 1998 yılından beri devam ettirdiği başkanlık görevini yuhalamalar eşliğinde noktaladı.
Ali Koç başkan oldu ama Fenerbahçe şampiyon olamadı. Koç başkanlığında geçen 5 sezonda da şampiyonluk gelmezken, bu sezonun kazananı ise yarın oynanacak maçlarla belirlenecek.
Patronlar yarışacak
Fenerbahçe'nin 2013-2014 sezonundan beri şampiyon olamaması, başkanlık tartışmalarını yeniden başlattı. 31 Mayıs'ta gerçekleştirilecek olan 62. Fenerbahçe Spor Kulübü Kongresi'nde iki aday yarışacak: Birisi mevcut başkan Ali Koç, diğeri ise eski başkan Aziz Yıldırım.
Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Koç ve Yıldırım rövanşının sonucu ne olur? Bilinmez. Ancak iki ismin de açıkladığı yönetim kurulu listeleri çok şey anlatıyor: "Futbol asla sadece futbol değildir"...
Önümüzdeki hafta Fenerbahçe'de patronlar karşı karşıya gelecek. Kimisi Erdoğan'la olan akrabalığı sayesinde büyümüş, kimi özelleştirme ihalelerini kapmış, kimisi savcılara rüşvet vermiş... Örneğin listelerde yer alan "en yoksul" kişi, bürosunda 60 işçi avukat çalıştırıyor.
Ali Koç ve Aziz Yıldırım'ın faaliyetleri zaten tüm kamuoyunun malumu. Kısacası önümüzdeki hafta Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda sermayedarların yarışına tanık olacağız.
Yönetim kurulu listesi mi, patron listesi mi?
Koç, geçtiğimiz günlerde yönetim kurulu listesini açıkladı. Listede kamuoyunun yakından tanıdığı Acun Ilıcalı'nın yanı sıra neredeyse herkes patron:
- Medicana Sağlık Grubu Yönetim Kurulu Başkanı ve Fenerbahçe Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Hüseyin Bozkurt,
- Koç’la birlikte İlim Yayma Cemiyeti’ne ait bir lisede iftar veren Özaktaç Grubu’nun kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Özgür Özaktaç,
- Doğuş Grubu adına listeye sokulan ve Garanti BBVA, Beymen Grup ile Atom Bank’ın yönetim kurullarında yer alan Ergun Özen,
- Manavgat ve Maldivler’de ikişer oteli bulunan ve 2021 yılında Gürallar adını değiştirerek Gürok Grubu adını alan şirketin yönetim kurulu başkanvekili Esin Güral Argat
- Babası çelik patronu ve arsa zengini olan, kendisi ise otel ve restoran zincirlerinden oluşan Lucis Global isimli çatı şirketinin kurucusu olan İsmet Öztanık,
- Türkiye genelindeki Forum Alışveriş Merkezleri’nin de sahibi olan ve demir çelik sektöründe paravan şirketler üzerinden kamuyu zarara uğrattığı iddia edilen firmalara yönelik 2022 yılında gerçekleştirilen "Demir Yumruk" operasyonunda tutuklanan Hulusi Belgü.
Bu liste daha da uzar.
Öte yandan Koç'un listesinde yer alan bazı isimler daha fazla ön plana çıkıyor:
Ahmet Ketenci: Erdoğan'la akrabaklıktan zenginliğe
Ahmet Ketenci’nin annesi Aysel Ketenci, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kuzeni. Ancak Ketenci’nin Erdoğanlarla ilişkisi bununla da sınırlı değil. Ahmet Ketenci’nin ablası, Erdoğan’ın büyük oğlu Ahmet Burak Erdoğan’la evli.
Ahmet Ketenci’nin babası ise taksiciyken bir anda zenginleşen Osman Ketenci. İstanbul’da en fazla taksi plakasına sahip kişiler arasında olduğu belirtilen Osman Ketenci’nin, sahibi olduğu villaların değerinin 50 milyon liranın üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Osman Ketenci’nin, neredeyse tamamı İSKİ koruma havzasında bulunan Çatalca’ya bağlı Kabakça Köyü’nde 10 adet villası bulunuyor. Söz konusu bölgede bulunan yedi parselden beşinin, 2014’te tarım alanından konut alanına çevrilmesi dikkat çekiyor.
Erdoğan sayesinde zenginleştikleri belirtilen Ketenci ailesinin oğlu Ahmet Ketenci ise iş hayatına İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı iştiraklerden Beltur'da genel müdür olarak başladı. Daha sonrasında Erdoğan’ın destekleriyle Süper Lig’de başarı kazanan Başakşehir Futbol Kulübü'nde yönetim kurulu üyeliği ve asbaşkanlık görevlerini yaptı.
Fenerbahçe yöneticisi Ahmet Ketenci, geçen sene oynan Ankaragücü maçının devre arasında hakem odasını basarak hakem Attila Karaoğlan'ı, Erdoğan'ın adını kullanarak tehdit etmesiyle de gündeme gelmişti.
Burak Kızılhan: Öğretmenlere ödenmeyen maaşlar ve rüşvet operasyonu
2010 yılından itibaren aile şirketi olan AE Mühendislik ve İnşaat Şirketi’nde çalışmakta olan Burak Kızılhan, şu anda şirketin yönetim kurulu başkanı.
Konut, otel, ticari yapı, alışveriş merkezi, sağlık tesisi, tema park, endüstriyel tesis, spor kompleksi ulaşım ve altyapı tesisleri inşa eden şirket, Türkiye dışında özellikle Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri, Azerbaycan ve çeşitli Afrika ülkelerinde faaliyet gösteriyor.
Ayrıca Burak Kızılhan’ın babası Kemal Kızılhan, 2018 yılında GEO Kolejlerini kurdu. Burak Kızılhan’ın da yönetim kurulunda bulunduğu kolej, öğretmenlere maaş ödenmemesiyle sıkça gündeme geldi ve açılışından yalnızca 2 yıl sonra ailenin kararı doğrultusunda faaliyetlerini sonlandırdı.
Öte yandan Burak Kızılhan, tefecilik ve rüşvet operasyonlarıyla da gündeme geldi. AE Mühendislik ve İnşaat’ın işlerinin bozulması nedeniyle Kızılhan, tefecilere çek verip karşılığında nakit para alacaktı. Ancak Kızılhan verdiği çeke karşılık tahsilat yapamadı ve bunun üzerine savcı Lütfi Kara ile anlaştı. Anlaşmaya göre, savcı Kara tefeci olduğu belirtilen kişilere operasyon yapacak ve karşılığında 100 bini peşin olmak üzere toplamda 1 milyon dolar alacaktı. Operasyon gerçekleştirildi ve gözaltına alınanlardan 3'ü tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Söz konusu üç kişiye liderlik ettiği belirtilen şahıs ise adli kontrol talebiyle mahkemeye sevk edildi. İddianameye göre liderlik yapan şahıs, ifade sırasında savcı Kara'ya 250 bin dolar rüşvet teklif etti ve savcı Kara teklifi kabul etti. İhbar üzerine Kızılhan, babası, ortağı ve savcı Kara hakkında “rüşvet almak” ve “rüşvet vermek” suçlarından dava açıldı.
Erol Bilecek: 'Grev olmasa da olur' diyen eski TÜSİAD başkanı
Koç’un yönetim kurulu listesinde yer alan isimlerden birisi de Erol Bilecik oldu. Bilecek, 2017-2019 yılları arasında patronlar kulübü Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği’nin (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanlığını yaparken, Koç da TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısıydı.
Aynı zamanda bilişim teknolojisi alanında faaliyet gösteren Index Grup’un Yönetim Kurulu Başkanı olan Bilecik, TÜSİAD başkanlığı döneminde sıkça Koç ile birlikte Erdoğan’ı ziyaret etti. Erdoğan’ın "Kabineye iş adamı alabiliriz" sözleri de bu döneme denk geliyor.
Darbe girişiminin ardından uygulanmaya başlayan OHAL hakkında konuşan Erdoğan, “OHAL sayesinde fabrikalarda greve anında müdahale ediyoruz” demiş, Bilecik ise işçi düşmanlığını şu ifadeleriyle somutlamıştı:
"Sayın Cumhurbaşkanımızın söylemek istediği biraz daha farklı bir şey. Toplam demokrasi boyutuna ve bütün bunun bileşenlerine bakıldığı zaman grev de tabii ki bir hak. Ama aslolan şu; iyi ekonomiyi besleyen ana noktalarına bakıldığı zaman işvereniyle işçisiyle bütünlüktür. Topyekûn bakıldığında umuda koşan, iyiliğe koşan ve güçlü bir iş dünyası ekosisteminin tıkır tıkır çalışmasıdır. Yani grev hakkının bu noktalardaki ifadesi olmasa da olur diye düşünüyorum."
Nedim Keçeli: Oktar 'yetiştirdiği talebeleri' arasında saymıştı
Nedim Keçeli ve babası Orhan Keçeli, lüks konut, iş merkezi ve otel projeleri inşa eden Seba İnşaat’ın kurucu ortakları arasında yer alıyor.
İstanbul Belediyesi Adalet Partisi (AP) Meclis Grup Başkanlığı yapan Orhan Keçeli, AP İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyeliği ve İl Sekreterliği görevlerinde bulundu. Daha sonrasında da Doğru Yol Partisi (DYP) İstanbul İl Başkanlığı ve DYP’de Ekonomik ve Mali İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı yaptı.
Çeşitli cemaatlerle ilişkisi olduğu iddia edilen Orhan Keçeli’nin yanı sıra Koç'un listesinde yer alan oğlu Nedim Keçeli’nin de Adnan Oktar’a yakın isimler arasında olduğu biliniyor. Kamuoyunda “Kedicikler” olarak bilinen kadınlar arasında yer alan Tülay Kumaşçı, operasyon öncesinde Oktar’a yakın olan ünlü isimlere dair konuşmuştu. Bu isimlerden birisi de Nedim Keçeli’ydi. Ayrıca Oktar da bir programında “yetiştirdiği talebelerini” tanıtırken Keçeli’yi ve Keçeli gibi Koç’un yönetim kurulu listesinde yer alan Acun Ilıcalı’yı saymıştı. Sonrasında açıklamada bulunan Ilıcalı, Oktar'ın sözlerini doğrulamış ve "Annemlerin rahmetli olduğu bir dönem. Manevi açıdan yakın hissettiğim dostlarımla bir dönem görüşmüşlüğüm oldu. 35 sene önce. 1 buçuk, 2 yıl. Sonra bulunduğum ortamı beğenmeyerek ayrıldım" demişti.
Hamdi Akın: Özelleştirmelerden payını kaptı
Listede yer alan Hamdi Akın da AKP döneminde büyüyen isimlerden. Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı olan Akın, Forbes Dergisi'nin 2024 yılında açıkladığı “Türkiye Milyarderler Listesi'' listesinde 1,4 milyar dolarlık serveti ile 20. sırada yer alıyor.
2005 yılında Mersin Limanı’nın 36 yıllık işletme hakkını alan Akfen Holding, birkaç yılda satın alma bedelini çıkararak, limandan çok büyük karlar elde etmeye devam ediyor. Öte yandan Akfen Holding, İstanbul Atatürk Havalimanı başta olmak üzere pek çok havalimanını işleten TAV'ın ortağı.
Madenciliğe de el atan Hamdi Akın, Kastamonu’nun Hanönü ilçesine bağlı Sepetçi Köyü’nde 22 milyon ton bakır rezervini işleten Acacia Madencilik şirketinin de yönetim kurulu başkanlığını sürdürüyor.
Yine AKP döneminde özel sektöre açılan elektrik üretimine yönelik santral yatırımları, şehir otelleri zincirleri de grubun hızlı büyümesini destekleyen yatırımlar arasında bulunuyor.
Ayrıca Hamdi Akın düşük vergileri nedeniyle "vergi cenneti" olarak bilinen ve Erdoğan’ın da oradaki şirketlere para aktardığı iddia edilen Man Adası’yla gündeme gelmişti. Pek çok şüpheli müşteriye hizmet verdiği ortaya çıkan Appleby’nin Man Adası birimi kayıtları arasından, Hamdi Akın’a ait şirketler de çıkmıştı. Appleby’ye ait belgelere göre Jersey merkezli olan bu şirketler, Hamdi Akın Group’a bağlı görünüyordu.
Akfen son olarak Söğütlüçeşme’de yapmak istediği AVM projesiyle gündeme gelmişti.
Hakan Safi: Özelleştirmeler, ihaleler, Erdoğan'la Şili ziyareti
AKP’ye yakınlığıyla bilinen Safi Gayrimenkul ve Yatırımları Sanayi Şirketi’nin yönetim kurulu başkanı Hakan Safi de Koç’un listesinde yer alan isimler arasında. Yeraltı madenciliği, hafriyatçılık, armatörlük, liman işletmeciliği, deniz hizmetleri gibi farklı sekterlerde faaliyet gösteren şirketler grubunun, beş farklı alt şirketi bulunuyor.
2014 yılında yapılan 543 milyon dolar ödeme karşılığında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) Genel Müdürlüğü’ne ait Kocaeli Derince Limanı’nın 39 yıllık işletme hakkı Safilere verildi. Geçen yıl ise şirketin işletme hakkı 2064’e kadar uzatıldı. Şirket, ticaret yasağından birkaç ay öncesinde İsrailli nakliyat firmasıyla anlaşmasını yeniledi ve “ZIM’in İzmit Körfezindeki tüm yüklerini Safiport’ta ağırlamaktan memnuniyet duyacağız" paylaşımında bulundu.
Safi Şirketlerinin, özelleştirmelerden kaptığı pay Derince Limanı’yla da sınırlı kalmadı. 2018 yılında şeker fabrikaları özelleştirilirken, Safi Katı Yakıt 528 milyon TL’ye Çorum Şeker Fabrikası’nı satın aldı. Özelleştirmeden birkaç ay sonra ödeneklerini alamadıklarını belirten işçiler ise eylem yaptı.
Geçen yıl Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın seçim öncesi dağıtmak üzere açtığı 39 bin 880 tonluk kömür ihalesini de 197 milyon 806 bin 288 TL’ye Safi Holding’e bağlı Safi Katı Yakıt kazandı.
Hakan Safi’nin kardeşi ve şirketin yönetim kurulu üyesi Sinan Atakan Safi ise bir dönem AKP Beyoğlu ilçe Örgütü’nde görev almış ve 2009 yılında gerçekleştirilen yerel seçimlerde AKP Beyoğlu Belediye Başkan Aday Adayı olmuştu. Hakan Safi ise Şili’ye ziyareti sırasında ona eşlik edenler arasında yer aldı.
Eren Dişli: AKP'yle yakın ilişki, Peker tarafından 'hediye' edilen şirket
Şu anda Sırma Grup’un yönetim kurulu üyesi olan Eren Dişli, Sırma Grup Yönetim Kurulu Başkanı Davut Dişli’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Dişli ailesinin de AKP’yle olan ilişkisi dikkat çekici. Örneğin Eren Dişli’nin 2017 yılında evlenen ağabeyi Emir Haktan Dişli’nin nikah şahidi Recep Tayyip Erdoğan oldu.
Davut Dişli’nin kuzeni ise Şaban Dişli. Yani AKP’nin kurucu üyesi ve 22, 23, 24 ve 26. dönem AKP Sakarya milletvekili. Şaban Dişli, 2018 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı ile Türkiye'nin Hollanda Büyükelçisi olarak görevlendirildi.
Davut Dişli’nin diğer kuzeni ve Şaban Dişli’nin kardeşi ise 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen Gülenci darbe girişiminde bulunan “Yurtta Sulh Konseyi” adlı askeri oluşumun üyesi olduğu iddia edilen ve 141 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Mehmet Dişli.
Dişliler aynı zamanda ülkücü mafya Sedat Peker’in iddialarında da gündeme geldi. ANAP’lı eski Cumhurbaşkanı Mesut Yılmaz’ın kumar oynadığı görüntüleri ele geçirmesi nedeniyle tahliye edildiğini ve 5 milyon dolar para aldığını iddia eden Peker, Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz’in kendilerine aracılık yaptığını söylemişti. Söz konusu 5 milyon dolar ile SimTel’i aldığını aktaran Peker, şirketin sonrasındaki akıbetini şöyle anlatmıştı:
“Fenerbahçe’nin altyapısında yöneticilik yapan Davut Dişli ve Mehmet Karasu’ya verdim. Rize’deki bütün devlet hastanelerini baştan aşağı yenileyin, özel hastane gibi lüks olsunlar, ayrıca da her ay maddi durumu olmayan insanlara benim adıma 25 buzdolabı, 25 çamaşır makinası daha doğrusu tüm ürünlerden 25’şer tane hediye edin” dedim. ‘Sizden para istemiyorum. Sizin de ekonomik durumunuz güçlensin’ diye belirttim. Tabi o zaman şimdiki gibi hiç biri zengin değildi. Para bendeydi.”
'Zengin dışarda kalsın para versin' diyen Yıldırım'ın listesi de patronlardan oluşuyor
Aziz Yıldırım, Koç'un yönetim kurulu listesini açıklamasının ardından "Zengin adam dışarıda kalsın parayı versin, içeride olursa çalışmaz. Yönetime çalışacak, koşturacak adam lazım" dedi.
Ancak Yıldırım'ın listesi de büyük oranda patronlardan oluşuyor:
- İnşaat, tarım, turizm, enerji gibi çeşitli sektörlerdeki faaliyetlerini hem yurtiçi hem de yurtdışında sürdüren DAY Grubu’nun kurucusu Mahmut Nedim Uslu,
- Ülker Grubu’na bağlı İman Ambalaj markasının CEO’su ve Murat Ülker’in kuzeni olan Mehmet İman,
- Bilfen Okulları’nın kurucusu Ali Osman Öztürk’ün oğlu ve Bilfen Şirketler Topluluğu ile Bilfen Okulları Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Öztürk,
- Liberal Demokrat Parti’nin kurucusu ve eski genel başkanı Besim Tibuk’un kızı ve Elifsu Turizm şirketi ve Net Holding’in yönetim kurullarında yer alan Hande Tibuk,
- Cunda Denizcilik şirketi altında kuru yük gemi işletmeciliği ve armatörlüğü yapmakta olan ve denizcilik dışında gıda, gayrimenkul ve otelcilik sektörlerinde de faaliyet yürüten Mehmet Engin Özturan,
- Türkiye’nin en büyük inşaat şirketlerinden biri olan ve turizm, enerji gibi alanlarda da faaliyet gösteren MÖN İnşaat ve Ticaret’in sahibi Nihat Özbağı.
Söz konusu liste devam ettirilebilir ancak Yıldırım'ın belirlediği ekip içinde de dikkat çeken bazı isimler bulunuyor:
Mithat Yenigün: Bakanlar inşaat için Libya'ya gitmişti
Mithat Yenigün, inşaat sektörünün yanı sıra enerji, turizm, yapı malzemeleri üretimi ve danışmanlık alanında faaliyet gösteren Yenigün İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş.'nin Yönetim Kurulu Başkanlığı pozisyonunda bulunuyor. Dünyanın en büyük 250 uluslararası müteahhit firmasından biri olan Yenigün; Forza Turizm, AGM Stratejik Çözümler, Yenigün Polska, Yenigün Enerji, Beyali Enerji, Noviy Den, Diyartuğ Tuğla ve Metok İnşaat gibi alt şirketlere sahip. Yenigün, bu şirketlerin de yönetim kurulunda.
AKP’ye yakınlığıyla bilinen Yenigün, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yapılaşmaya açılan 3,6 hektarlık eski Tank Fabrikası’nın ve askeri lojmanların bulunduğu araziye yapılacak konut projelerinin inşaatını üstlenmişti.
Dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan, iç savaşın ardından 2020 yılında Libya’ya gitmiş ve Ulusal Mutabakat Hükümeti ile elektrik başta olmak üzere enerji, bankacılık ve inşaat alanlarında işbirliğini görüşmüştü.
Bu dönemde Türkiye Müteahhitler Birliği Başkanı olan Yenigün ise şu ifadeleri kullanmıştı:
"Bu saatten sonra çok büyük iş çıkacak çünkü harap oldu maalesef Libya... Tahmin ediyorum en az 50 milyar dolar olur. Biz hazırız Libya'ya gitmeye. Hem gönüllü gideriz, hem de istekli gideriz ve iyi de çalışırız. En iyi biz biliyoruz orayı.”
Ahmet Özokur: Davutoğlu'nun eski damadı, Ülker ailesinin mensubu
Sabri Ülker’in torunu, Orhan Özokur’un oğlu ve Murat Ülker’in yeğeni olan Ahmet Özokur, Yıldız Holding’de uzun yıllar boyunca görev aldı. Yıldız Holding, bugün 300’den fazla markayla 5 kıtada faaliyetlerini sürdürüyor.
Öte yandan Özokur bir süre öncesine kadar yalnızca Ülker ailesine değil, Davutoğlu ailesine de mensuptu. Özokur, dayısı Murat Ülker’in çocukluk arkadaşı olan dönemin AKP’li Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun kızı Sefure Davutoğlu’yla evlenmişti. Evlilik, 2015 yılında tek celsede sonlandırıldı.
Söz konusu boşanmanın nedeninin ise kızgınlaşan AKP-Cemaat kavgası olduğu belirtiliyor. Özokur ailesi Süleymancı bir geleneğe sahip olmasına karşın Ahmet Özokur, Gülen cemaatine yakınlığıyla biliniyor. Gülen cemaatine üye olduğu belirtilen ve sosyal medya üzerinden cemaate yakın paylaşımlarda bulunan Özokur’un, AKP’li kayınpederi Davutoğlu’nu zor durumlara soktuğu iddia ediliyor.
17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasının ardından sızdırılan ve Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan’a ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarında da gündemlerden birisi Ahmet Özokur ve Fenerbahçe seçimleri. İlk ses kaydında Erdoğan’ın, Fenerbahçe Kongresi’nde Aziz Yıldırım’a karşı Mehmet Ali Aydınlar’ı desteklediği duyuluyor. Konuya dair ikinci konuşma ise yönetimin Yıldırım tarafından kazanılmasının sonrasında gerçekleşiyor. Özokur’un, Yıldırım’ın listesinden seçime girmesi Erdoğan’ı sinirlendirirken, Erdoğan söz konusu konuşmada Özokur için “Namussuz, menfaat düşkünü, omurgasız, karaktersiz” gibi ifadeler kullanıyor.
Batuhan Özdemir: Limak'ın varisi ve 'FETÖ' tutuklusu
Kamuoyunda “Beşli Çete” olarak bilinen patronlardan birisi olan Nihat Özdemir’in oğlu Batuhan Özdemir, babasının şirketi olan Limak Grubu’nun yönetim kurulu üyesi. AKP döneminde çekilen peşkeşlerle büyüyen şirket, inşaat, enerji, turizm, çimento, altyapı, mekanik, gıda, teknoloji ve havacılık gibi birçok sektörde faaliyet yürütüyor.
TEKEL'in alkollü içki bölümü 17 fabrika, hammadde, stok ve varlıklarıyla 2004 yılında AKP eliyle özelleştirildi. TEKEL, içinde Limak'ın da yer aldığı MEY İçki Sanayi ve Ticaret AŞ isimli girişim grubuna 292 milyon dolara satıldı. Satıştan yalnızca iki yıl sonrasında TEKEL, 810 milyon dolara ABD’li Texas Pacific Group’a satıldı.
2008 yılına gelindiğinde Limak bu sefer de İstanbul Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı’nı devraldı. Havalimanının dış hatlar terminalini 20 yıl süreyle işletmek için 2 milyar 279 milyon avro ödeme yapıldı.
Holding, 2010’da ise Uludağ Elektrik Dağıtım ve Çamlıbel Elektrik Dağıtım’ı, Cengiz-Limak-Kolin (CLK) ortaklığı ile satın alarak elektrik dağıtım sektörüne girdi.
2011’de İskenderun Limanı’nın 36 yıllık işletme hakkını alan Limak, 2013’te Yap-İşlet-Devret modeliyle yapılan yeni İstanbul Havalimanı’nın ihalesini 22 milyar avro teklifle kazanan Cengiz-Kolin-Limak-MAPA-Kalyon Ortak Girişim Grubu’nda yer aldı.
Şirket, 2017 yılında 1915 Çanakkale Köprüsü ve Malkara-Çanakkale Otoyolu Projesi’ni de içinde yer aldığı ortak girişim grubunun verdiği 10 milyar 354 milyon liralık teklifle kazandı.
Limak’a çekilen peşkeşler daha da uzar. Ancak Özdemir ailesinin futbola olan ilgisi de bu dönemlerde başladı. Fenerbahçe'de Ali Şen ve Aziz Yıldırım yönetimlerinde yer alan baba Nihat Özdemir, Aziz Yıldırım yönetiminde uzun yıllar Fenerbahçe Başkan Vekili olarak görev yaptı. 2019 yılında tek aday olarak girdiği seçimi kazanarak Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı oldu.
Yıldırım ise hazırladığı listeye Nihat Özdemir yerine oğlu Batuhan Özdemir’i dahil etti. Batuhan Özdemir ve eşi Aslı Özdemir, yargılandıkları “FETÖ” davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış ancak bir süre sonra tahliye edilmişlerdi. Çift 2020 yılında da “FETÖ” soruşturması nedeniyle akkında yakalama kararı çıkarılan eski Korgeneral Metin İydil’e yardım ve yataklık yaptıkları gerekçesi ve kaçmasına yardım edebilecekleri şüphesiyle gözaltına alınmıştı.
Taraftarlar mı, sermaye sınıfı mı kazacak?
Başta Türkiye Futbol Federasyonu olmak üzere futbol, sermaye sınıfının elinde. Sadece takımlar ve bu takımları yöneten patronların isimleri değişiyor.
Şimdi de Aziz Yıldırım ve Ali Koç tarafından açıklanan bu listeler, 31 Mayıs'ta gerçekleştirilecek olan 62. Fenerbahçe Spor Kulübü Kongresi'nde karşı karşıya gelecek.
Seçimlerin ardından Fenerbahçe taraftarları mı kazancak, yoksa seçilen sermaye sınıfının temsilcileri mi?
Ali Koç "Ali Koç'un başında olduğu Fenerbahçe şampiyon olamayacak. Başkanlığımın Fenerbahçe'ye zarar verdiği bir dönem oluyor" derken, Aziz Yıldırım ise "6 sene 3 ay Yargıtay cezamı onayladı. Padişah kalemimi kırmış ama geldim dedim. Hükümet ayrı devlet ayrı. Biz devletle kavga edemeyiz. Ama hükümetle haklı olduğumuz her zaman mücadele ederiz. FETÖ mücadelesinde iç içeydiler. O mücadeleyi yaptık" açıklamasına bulunuyor. Peki bu "cüretkar" sayılabilecek açıklamalarda bulunanlar, listelerinde AKP'lilere veya Gülen Cemaati ile bağlantılı isimlere neden yer veriyor?
/././
Hıdırlık Kulesi’nde işçilerin maaş isyanı! (Yusuf Yavuz)
Antalya’nın simgelerinden biri olan tarihi Hıdırlık Kulesi’nde Büyükşehir Belediyesi tarafından geçtiğimiz yıl seyir terası projesi başlatıldı. EKAP’ta yayınlanan ihale sonucuna göre 30 Ekim 2023 tarihinde sözleşmesi yapılan proje, 65 milyon 942 bin 730 TL bedel ile özel bir yapım firmasına verildi. Ancak çalışmaları devam eden projenin maliyetinin 100 milyon TL’yi aşması bekleniyor.
Roma dönemine ait yapının çevresine seyir terası inşa ediliyor
Roma döneminde M.S 1. yüzyılın sonları ile 2. yüzyılda inşa edildiği tahmin edilen tarihi yapı, anıt mezar olarak yapılmış. Ancak daha sonra geç Roma-erken Bizans dönemlerinde kent surlarının bir parçası olarak savunma amacıyla kullanıldığı düşünülen tarihi yapı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde kule olarak kullanılmış. Yaklaşık 2 bin yıldır Antalya Falezlerinin üzerinde tarihe tanıklık eden Hıdırlık Kulesi’nin çevresinde kazılarla açığa çıkarılan arkeolojik kalıntıların üzerine çelik ve camdan oluşan seyir terası inşa ediliyor.
Taşeron firma işçileri maaşları ödenmediği için iş bıraktı
Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından özel bir şirkete ihale edilen projeyle ilgili çalışmalar devam ederken, taşeron firma işçileri maaşlarının ödenmediği gerekçesiyle iş bıraktı. Aralarında arkeologların da bulunduğu 18 işçi, yaklaşık 50 gündür maaşlarını alamadıklarını öne sürerek mağdur olduklarını belirtti.
‘Yaklaşık 50 gündür maaş alamıyoruz’
Konuyla ilgili sorularımızı yanıtlayan işçiler, “Nisan ayı maaşlarımız 1 Mayıs itibari ile yatması gerekirken şu an hâlâ yatmamış durumda. Yani yaklaşık 50 gündür maaş alamıyoruz. Genelde benzer bahanelerle iyi niyetimiz suiistimal edilerek oyalanıyoruz. Geçtiğimiz hafta şirket yetkilisi ile iş bırakan 18 işçi olarak görüştük. Şirket yetkilisi bize bahanelerle kendi durumunu anlatarak istifa dilekçemizi imzaladıktan sonra ödemelerin hızlanacağını söyledi. Biz de işçiler olarak hiçbir yere imza atmayacağımızı kendisine ilettik. Şirket yetkilisi de bu hafta içinde ödemeleri halledeceğini söyledi. Fakat bugün Cuma olmasına rağmen hâlâ maaşlarımızı alabilmiş değiliz. Birçoğumuzun geçindirmesi gereken bir ailesi, çocukları var. Kredi kartı borçlarımız var. Gerçekten mağdur durumdayız” diye konuştu.
‘Maaş gecikmelerine bir muhatap bulamadık’
Hıdırlık Kulesi projesinde çalışan taşeron firma işçileri, geçmişte de maaşlarının bir hafta 10 gün kadar gecikmeli olarak yatırıldığını ve ödeme zamanlarında ilgililerin telefonlara çoğu zaman çıkmadığını da öne sürerek, “Bir muhatap bulamadık” diyor.
Taşeron firma işçileri, maaşlarının bir an önce yatırılmasını ve mağduriyetlerinin giderilmesini istiyor.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder