31 Mayıs 2024 Cuma

soL KÖŞEBAŞI (31 Mayıs 2024)

 

Böyle gitmez (Mesut Odman)

Bu yazıdaki “böyle gitmez” ülkeyi yöneten, geçici de olsa egemenliği altında bulunduran siyasetçilerle onların buyruğundakiler için söyleniyor. Bizim için değil, karşımızdakiler için…

Aziz Nesin’in büyüklüğü de kim ne yaparsa yapsın unutulmazlığı da bununla ilgilidir biraz. Halkımızın hemen herkesçe bilinen bazı sözlerini, davranışlarını, öykülerini alır, tersine çevirir; bunu yapmakla aslında onların özünü oluşturan ilerletici, devrimci yanları açığa çıkarır ve yeniden yazar.

“Böyle gelmiş, böyle gider” sözü, atasözlerini derleyen birçok sözlükte yer alıyor. Yıllarca, onyıllarca değil, yüzyıllarca sömürülmüş, ezilmiş halkımızın bilgece teslimiyetçiliğinin şaşırtıcı örneklerindendir. Bilgecedir; çünkü, yaşadıklarının kökünü sezmeye yönelik bir pırıltıyı barındırır. Teslimiyetçidir; çünkü, anlıyorum da çözümü yok yahut benim çözmeye gücüm yok, anlamındadır.

Oysa, ustanın bu sözü alıp küçük görünen büyük bir değişiklikle kitabına ad olarak koymasından sonra, dilimizden düşüremez olmuşuzdur: Böyle gelmiş, böyle gitmez.

Genellikle başımıza gelenlerin kaynağını az çok anlamış olarak bundan sonra şimdiye kadar olduğu gibi devam edemez, devam etmesine göz yummayız, sessiz kalmayız, katlanmayız benzeri bir karşı koyma tavrı içine girerken, onun habercisi olan bir diklenmeye yönelirken söyleriz bunu. Yüksek sesle, alçak sesle, hatta kimi zaman hiç ses çıkarmadan. Ama bu yazıdaki “böyle gitmez” ülkeyi yöneten, geçici de olsa egemenliği altında bulunduran siyasetçilerle onların buyruğundakiler için söyleniyor. Bizim için değil, karşımızdakiler için… Bu ülkenin gerçek sahipleri için değil, onun geçici efendileri için…

Onları düşünerek böyle gitmez derken, böyle götüremeyeceklerini öne sürerken akla gelebilecek, bu sözün dayanakları arasında gösterilebilecek birçok durum, sorun, gelişme var. Tümünden söz etmeye kalksak ne yer ne zaman yeter. Ayrıca gerek de yok; çünkü, en az bilinenleri diye düşündüklerimiz bile bu yazıyı okuyacakların tümü için olmasa da çoğu için hiç akıldan çıkarılmayan konular arasındadır. Büyük olasılıkla öyledir, demek istiyorum.

Öyleyse, son günlerde benim en çok aklıma takılanlar, diyerek bir öznellik katalım. Hem bunu yaparsak unutmuş ya da atlamış olduklarımız için önceden bir özür dilemiş oluruz.

Bir kez, çoluk çocuğun, gençlerin değil, basbayağı çocuk yaştakilerin elinde ya da gizli bir yerinde uyuşturucu, belinde silah dolaşıyor olmaları, berbat bir durum. Berbat yerine daha uygun sözcükler bulmak gerekiyor, okurlara bırakıyorum. Bu uyuşturucu işi yeni değil. Otuz yıl kadar önce de liseli çocuklarımızdan dinlerdik, birden sınıfın kapısının açıldığını ve içeri dalan sivil polislerin üst araması yaptıklarını anlatırlardı.

Silah külah işinin, onlarla yapılan savaş benzeri çatışmaların da sıradan olaylar arasına katıldığı görülüyor. Sokaklarda, barlarda, şurda burda uzun namlulu silahlarla hesaplaşan, vuruşan, kimisi kaçak, kimisi biri Türkiye’den olmak üzere çifte pasaportlu Sırpı, Gürcüsü ile uluslararası mafya babaları ve onların çeteleri, İstanbul başta, büyük kentlerimizde kol geziyorlar.

Öte yandan, Kemal Paşa’nın bir sözünden kısaltılarak türetilmiş bir slogan var, anlaşılan özellikle güney sınırlarımızda her yere yazılmış durumda, “hudut namustur” deniliyor. Lakin, daha eski ve bildik nedenlerin yanı sıra son zamanların olgusu durumuna gelmiş “çağdaş kavimler göçü”nün etkisiyle olmalı, hudut ile kevgir sözcüklerinin yan yana getirilmesi daha gerçekçi görünüyor. Güneyden ve doğudan oralara komşu sayılabilecek ülkelerden insanlarla başka “şeyler” gelip geçiyor, öteki sınırlardan mafyası şusu busu… Sonuç olarak, o sloganda ısrar etmemekte yarar var, denebilir; çünkü, hemen ardından, “namus elden gitti” sözü akla geliyor.

Bu arada, silahtı cinayetti konuşulurken, koalisyonun içindeki şimdiden ipuçları ortaya çıkmış ciddi sıkıntılar da akla gelmiyor değil. Koalisyon derken abartmış olduğumu sanmıyorum; yirmi küsur yıldır biçimsel olarak bir tek parti hükümeti ortada olmakla birlikte, bu uzun sürenin hemen hemen hiçbir diliminde toplumsal ve/veya siyasal anlamda koalisyon denemeyecek bir iktidar olmamıştır. Şu sıralarda, küçük ortak ile doğrudan mı dolaylı mı bağlantılı olduğu günlük sohbetlerin konusu durumuna gelmiş siyasi cinayetlerle mafyatik soruşturmalar, ortaklar arası ilişkilerde henüz bütün boyutlarıyla açığa çıkmamış, açığa çıkıp çıkmayacağı da belirsizliğini koruyan gerilim noktalarını oluşturuyor. Yine de, ne kadar belirsiz olursa olsun, bu noktaların büyük ortağın elindeki kozları güçlendirici bir işlev gördüğü düşünülebilir. Bu kozların önümüzdeki haftalar ve aylarda yeni ortak arayışlarına yol açması şaşırtıcı olmaz. Buna karşılık, yeni ortakların kimliğini şaşırtıcı bulanlar çıkacaktır.

Söz cinayetlerden açılmışken, akıl almaz bir vurdumduymazlıkla karşılanan iki tür cinayete daha değinilmezse, yaşadığımız günlerin anlatımındaki eksiklik, hoşgörülebilirlik sınırını aşmış olur. Her ikisi de, ne yazık, ülkemizin hayatında çok eskilerden beri sıradan olaylardır. Yinelenme sıklığı ve yol açtığı kayıplar bakımından dehşet sözcüğü yetersiz kaldığı halde sıradanlaşmış olan bu cinayet türlerinden biri iş, öbürü ise trafik cinayetleridir. Son yıllarda olağanüstü hız kazanan madencilik sektöründe iş cinayetleri ile doğa cinayetleri el ele gitmektedir. Otoyollar çoğaldıkça ve hız sınırları yükseltildikçe, kuşkusuz birçok başka etkenin de katkısıyla, inanılması güç şiddet ve sıklıktaki trafik kazaları günlük felaket olayları içinde hep ilk sıralardadır.

Bağlamaya çalışırsak,  küçüğü ve büyüğü ile ortaklardan onların yönetimi ya da etkisi altındaki kurumlara kadar pek çok yerde örtülü ya da açık seçik gruplaşmalar, zaman zaman parçalanmalar, o gruplar ve parçalar arasındaki görüş ayrılıklarıyla sınırlı kalmıyor; keskin çıkar çatışmalarına dönüşebiliyor. Böyle bir saptamayı mümkün kılan gelişmelerin, pek de seyrek olmayan biçimde ortaya çıktığı gözlenebiliyor.

Bütün bunların temelinde, geçen gün Erdoğan’ı servetlerin dağılımında görülmemiş adaletsizliklerin varlığından söz etmek zorunda bırakan kapitalizmin, özel olarak da onun “yerli ve milli”si olanTürkiye kapitalizminin bulunduğunu söylemek, beylik bir saptamanın yinelenmesi olarak görülmemelidir. Eskisiyle yenisiyle, yaşlısıyla genciyle, yıllardır iktidarda olanıyla iktidar sırasını bekleyeniyle, beş vakit namazındakiyle alnı secdeye değmemiş olanıyla hiçbir düzen politikacısı, onun çizdiği sınırların dışında hareket edemez. Yine de içlerinden “böyle gitmez” diyenlerin çıkması mümkündür. Yüksek bir olasılık mıdır? Onu bilmem.

                                                               /././

2003’ten 2023’e Milli Eğitim! (Rıfat Okçabol)

Bu raporun da, eğitsel amaçlarla değil de propaganda amacıyla yazılmış olduğu görülüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Strateji Geliştirme Başkanlığı 7 Şubat 2024 günü bu başlıkta bir rapor yayınlamış.1 Raporu birimin başkanı ile beş birim çalışanı hazırlamış. Eğitim sisteminde sanata önem verilmese de, İslam kültürü dışında başka kültür tanınmasa da, bakan Y. Tekin raporun "Sunuş" sayfasında, “Kendi medeniyet değerlerimiz ekseninde dünyayı daha iyi anlayan ve okuyan güçlü bireylerin; kültür, sanat ve teknoloji odaklı gelişimleri üzerine oturan yepyeni bir sistematik oluşturma çabası içerisindeyiz” diyebiliyor! 20 yıldır laiklik ve bilimsellik gibi çağdaş değerlere önem verilmese de, “… son yirmi yıldır eğitim ortamlarımız fiziksel, bilimsel ve teknolojik altyapı açısından geçmişle mukayese edilemeyecek derecede geliştirilmiş ve çağdaş dünya standartlarını yakalamıştır” diyebiliyor!

"2017 müfredatı" gibi "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" de öğrencileri ve toplumu imamhatipleştirme amacıyla hazırlanmışsa da, Strateji biriminin başkanı "Önsöz" sayfasına şu cümle ile başlayabiliyor: “Eğitimde genel amaç bireylerin bilgi, beceri, değer ve davranışlarını geliştirmek; onları topluma, hayata hazırlamak ve potansiyelini en üst düzeye çıkarmaktır.” Raporun sunuş ve önsöz sayfalarını okuyunca, bu raporun da "2024 strateji belgesi" benzeri bir rapor olduğu belli oluyor.

"1)  Sayılarla Eğitim, 2) Eğitimin Finansmanı ve Bütçe İmkanı, 3) Öğretim Programları ve Eğitimin Niteliği, 4) Sosyal Yardımlar, 5) Teknolojik Altyapı ve Teknolojinin Eğitimde Kullanılması, 6) Hayat Boyu Öğrenme, 7) Diğer Çalışmalar" bu raporun ana bölümlerini oluşturuyor.

İlk bölümdeki Tablo 1, 2 ve 3’te yıllara göre okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretime devam eden öğrenci sayıları veriliyor. Bu tablolarda kız, erkek sayıları ile açıköğretimde okuyanların sayıları verilse de, özel okullarda okuyanlarla mesleki ortaöğretime devam edenlerin sayıları verilmiyor! Bakanlık böbürlenmek ve propaganda yapmak için bu raporu yayımlamış olsa da, bu tablolardaki sayılar, toplumun/çocuklarımızın ne kadar aldatıldığını gösteriyor. Örneğin bu tablolarda, açıköğretim dahil ilköğretime devam eden öğrenci sayısının 2012-13 öğretim yılında 11 milyon 160 bin 896’ya ulaştığı, ancak 2022-23’te 11 milyon 59 bin 648’e düştüğü görülüyor! Nüfusumuz her yıl hızlı bir şekilde artarken, nasıl oluyorsa açık ve normal ilköğretime giden öğrenci sayısının azalması, ilköğretim çağındaki yüz binlerce çocuğun okula gitmediği/gidemediği anlamına geliyor. Daha da çarpıcı olan durum, zorunlu öğrenim çağında olup da açık ortaöğretimde okuyan çocuk sayısındaki hızlı artış oluyor. Tablolardan, açıköğretimde okuyan çocuk sayısının, 2002-2023 yılları arasında, ilköğretimde 219 bin 606’dan 337 bin 174’e ve ortaöğretimde de 533 bin 41’den 2 milyon 9 bin 480’e çıktığı görülüyor. Açık lise, 4+4+4 yasası sonrasında, ortaöğretime geçiş sınavını kazanamayan yoksul çocukların gitmek zorunda kaldığı okula dönüşmüş bulunuyor. Açıköğretimde okuyan çocuğun, allameyi cihan olsa, normal öğretimde okuyan çocuk kadar bilgi ve görgü edinemeyecek olması, bu kurumun okul çağındaki çocuklar için ne denli sağlıksız olduğunu gösterdiği gibi toplumun ne denli kandırıldığını da gösteriyor.

Bu bölümde, 2022-23 öğretim yılında, derslik başına düşen öğrenci sayısının ilköğretimde 23, ortaöğretimde 22 olduğu, bir öğretmene düşen öğrenci sayısının da ilköğretimde 18, ortaöğretimde 12 olduğu belirtiliyor. Okullaşma oranı ilköğretimde yüzde 95,29, ortaöğretimde yüzde 91,70 olarak açıklanıyor. Bu rakamlar gerçeği pek yansıtmıyor. Açık öğretime davam eden öğrenci sayısının yüksekliği nedeniyle bakanlık bu raporda, bir sınıfa düşen ortalama öğrenci sayısıyla bir öğretmene düşen öğrenci sayılarını daha az gösterebiliyor ve toplumu bir kez daha kandırıyor. Zorunlu öğretim düzeyinde açıköğretim olmasa derslik başına ve öğretmen başına düşen öğrenci sayılarının daha yüksek olacağını bilmek gerekiyor.

Bu bölümde ayrıca yıllar itibariyle okul sayıları, pansiyonlu okul ve öğrenci sayıları ile öğretmen sayıları veriliyor. Hiçbir yerde özel okullarda okuyan öğrenci sayıları belirtilmese de, nedense özel okul sayıları ile özel okulda çalışan öğretmen sayıları veriliyor. Ancak 16 sayfadan oluşan bu bölümün hiçbir yerinde imam hatip okulları gibi okul türleriyle ilgili sayılara (herhalde imam hatiplerle ilgili orantısız gelişmeyi toplumdan saklamak için) yer verilmiyor.

İkinci bölümde, yıllara göre eğitim harcamalarıyla ilgili bazı bilgiler veriliyor.

Üçüncü bölümde, “2012 yılında ortaöğretimin de zorunlu eğitim kapsamına alınmasının ardından; … Öğrencilerin daha iyi öğrenebilmelerini sağlamak için program içeriğinin günlük hayat ile ilişkisinin güçlendirilmesi, … Güncelliğini kaybetmiş kazanım ve içeriklerin arındırılması, … 2019 yılı itibariyle ilk kez uygulamaya konulmuştur” deniyor. Bu satırları okuyunca insan şaşırıyor. Çünkü uygulamada bu söylenenlerin tam da tersi gerçekleştiriliyor. Ders programlarına eklenen yeni seçmeli derslerin çoğunun günlük yaşamla değil yüzyıllar öncesinin anlayışıyla ilgili olduğu biliniyor. Osmanlı, hilafet, Osmanlıca konuları yanında maarif gibi günü geçmiş sözcüklerin kullanımına ağırlık verilerek güncelliğini yitirmiş konuların güncelleşmesine çalışılıyor.

Bu rapor gerçekten de ilginç bir rapor. Bakanlık seçme sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile yabancı dil dersinden soru soruyor. Seçme sınavlarını, sınavı kazanamayan yoksul öğrencileri, imam hatiplere ya da açık liseye gitmeye zorlayacak nitelikte düzenliyor. Özel okullar parası olana ayrıcalık getirdiği halde devlet özel okula giden öğrencilere katkı payı ödüyor. Tüm bu gelişmelerden sorumlu olup eğitimde fırsat eşitliğini yok eden bakanlık, bu raporun 3. bölümünde “Eğitimde Demokratikleşme Süreci” başlığı altında sayfalarca yazı yazabiliyor!

Bu raporda imam hatip ve fen liseleri gibi okul türleriyle ilgili sayısal gerçekler toplumdan saklandığı gibi, 2. bölümde yer verilen bütçe harcamalarında da, okul türüne göre yapılan harcamalarla öğrenci başına düşen harcamalar toplumdan saklanıyor. Bu raporun da, eğitsel amaçlarla değil de propaganda amacıyla yazılmış olduğu görülüyor. 

soL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder