6 Mayıs 2024 Pazartesi

soL KÖŞEBAŞI (6 Mayıs 2024)

 

Yumuşayın efendiler!(Anıl Çınar)

Bizce efendiler yumuşasın, aynı dili konuştuklarını göstersin. Koca bir aile olarak herkes ele ele sıkışsın. Parlamentosuyla, TÜSİAD’ıyla, partileri ve liderleriyle…

“Çok kutuplaştık.”

Bunca yılın kavga gürültüsünün, küfür kıyametinin geride kalması kötü müdür?

Biz hep gerçek bir kutuplaşmanın faydalı olduğunu savunanlardandık. Sahte kutuplaşmaların, sahte kavgaların Türkiye toplumunu çürüttüğünü ve uyuttuğunu söyledik. 

Kutuplaşmanın kimlerin arasında olduğu ve dolayısıyla “birbirine çatanların” kimler olduğu önemliydi. Bunun ötesi yani meclis kürsüsüne, TV ekranlarına, miting performanslarına yansıyan kavgalar sahteydi. Çünkü ortada bir oyun, bir tür danışıklı dövüş vardı.

Bunun ne kadar böyle olduğunu bazı gazeteciler çok net anlatmıştı. “Sizin ekranlarda birbirine küfür ettiğini gördüğünüz siyasetçiler mecliste şakalaşıyor, birlikte yemek yiyor” diyorlardı.

Bu görüntü mide bulandırmakla kalmıyor, halkın siyasete bakışını ve giderek ahlakını da bozuyordu. Nitekim liderler ve ağızlarından çıkanlar ön plana çıkarıldıkça, gözler de giderek bu ikisini aramaya başlıyordu.

Dolayısıyla, sadece kamera arkasında değil ekran başında da el sıkışan, anlaşan, iyi geçinen siyasetçiler görmek bizim için “mutluluk” kaynağıdır…

Erdoğan, İmamoğlu, Özel…

Yumuşayın efendiler. Siz yumuşayın ve öyle kalın. Biz bu noktada sizi sonsuz destekliyoruz!

Ancak…

Biz de kendi işimize bakmalıyız.

Gerçek bir kutuplaşmanın, sınıfsal ve programatik bir kutuplaşmanın taraflarını ön plana çıkarmazsak yumuşama her yeri alır götürür.

İki farklı Türkiye’den söz ediyoruz. Birincisi emekçilerin, hayat pahalılığının, enflasyonda fakirleşenlerin Türkiyesi. Diğeriyse, patronların, TÜSİAD’ın, AKP’nin ve CHP’nin Türkiyesi.

Mesele de burada bitiyor. Mehmet Şimşek olan biteni çok iyi özetliyor: “Türkiye'nin enflasyonu maalesef oldukça yüksek” diyen Şimşek yumuşama gereksiniminin asıl nedenini oldukça dürüst ilan ediyor: “2026 yılında biz tekrar tek haneli enflasyona dönmüş olacağız.”

Şimşek TÜSİAD’ın programını uyguluyor ve TÜSİAD büyük siyasete seslenirken diyor ki “2 yıllık dönemecin bütün yükü emekçilerin üzerine yıkılırken siz de buna göre hareket edin, gereksiz kavga ve gürültüden uzak durun, bu süreci birlikte yönetin.”

Ne var ki Türkiye gibi bir ülkede düzen siyasetinin gereğinden fazla yatışması büyük tehlikedir. Bu kadar gerilim ve sömürüyle yüklenen bir halkın düzen siyasetini komple çöpe atması hiç de istenir bir şey değildir.

Demek ki yumuşama çağrısı Erdoğan’ın bu zorlu döneme birilerini ortak etme arayışından ibaret değildir. CHP, 1 Mayıs performansında da gösterdiği gibi, bütün enstrümanları, bütün enerjisiyle sokağı, emekçi çoğunluğun tepkisini soğurma görevini işte böyle üstlenecektir.

Peki, Erdoğan’ın yumuşama çağrısının “gizli ajandasına” dair neden bu kadar farklı soru işareti dolaşıma sokuluyor?

Söz gelimi, Fatih Altaylı yumuşamayı Erdoğan’ın CHP’nin içine doğru oynadığı bir oyun olarak görüyor. Ona göre İmamoğlu’nu artık yenemeyeceğini bilen Erdoğan Özgür Özel’i pohpohlayarak, popüler hale getirerek, egosunu okşayarak alt etmeyi planlıyor.

Fatih Altaylı “şu an çok net gördüğümüz plan bu” diyor…

Ruşen Çakır, Erdoğan yeni anayasayı dayatacaktı, ama seçim sonrasında şimdi “sahiden ‘sivil’ ve ‘özgürlükçü’ bir anayasaya kavuşma şansı yakalamış durumda” diyor.

Dahası da var. Bu adımları olumlu bulan ama Erdoğan’a güvenmeyen, Erdoğan’ın tek amacının yeni anayasa olduğunu söyleyen, “Erdoğan önce samimi olduğunu ispat etsin” diyen, CHP’yi veya İmamoğlu’nu dikkatli olmaya çağıran…

Evet, yeni anayasa sonuna kadar gerçek bir gündem ve evet, özgürlük yok, hak hukuk yok. Ama bir kısmı oldukça planlı devreye sokulan, bir kısmı gerizekalılıktan ileri gelen bu yorumların hepsinin çöpe yollanması gerekiyor.

Çünkü bu yorumlar tek bir şeye hizmet ediyor, “yumuşama”nın tam da kendisine. Krizlerin ülkesi Türkiye’de düzen siyasetindeki yumuşamanın halkı da yumuşatması, ikna etmesi isteniyor.

Mesele güvenle, samimiyetle vesaireyle ilgili değil. Türkiye’de emekçilerin susturulması için büyük bir operasyon düzenleniyor. Bu operasyonda “sol”a da bir “görev” verecekleri açık.

Bizce efendiler yumuşasın, aynı dili konuştuklarını göstersin. Koca bir aile olarak herkes ele ele sıkışsın. Parlamentosuyla, TÜSİAD’ıyla, partileri ve liderleriyle…

Biz bu sırada başka, gerçek bir taraflaşmanın ve gerçek bir kavganın hazırlığını yapacağız.

                                                                 /././

Halklar ve devletler (Engin Solakoğlu)

İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım karşısında takınılan tavır bazı konuları netleştiriyor. Gezegeni kanlı pençesinde tuttuğunu düşünen emperyalist odaklarda  halklar ve devletler ayrışıyor.

Doktor G. Ebu Sitte bir estetik cerrah. Estetik cerrah deyince aklımıza hemen bilmem ne poposu, bilmem ne burnu yapıp satanlar gelmesin. Asıl uzmanlığı özellikle travma ve savaş nedeniyle  insan bedeninde, en çok da yüzünde meydana gelen zararları onarmak. Buna rekonstrüktif cerrahi deniyor.

Doktor Ebu Sitte Filistinli. Britanya vatandaşlığı da var. Tanıdığım bir çok onurlu doktor gibi sadece tıpla uğraşmıyor. Yaraları tedavi etmekle yetinmiyor, o yaraların hiç meydana gelmemesi için çaba harcıyor.

İsrail’in onyıllardır sürdürdüğü Filistin işgalinin soykırım aşamasına geçtiği Ekim ayından itibaren yaklaşık bir buçuk ay Gazze’de çalışmış. Geçtiğimiz günlerde Glasgow Üniversitesi rektörlüğüne de seçilen Dr. Ebu Sitte bir tıp çalışanı olarak alanda gördüklerini aktarıyor ve İsrail’in kıyma makinesinin fişinin çekilmesi için kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.

Filistin’de yaşananları günü gününe takip etmeyenler için bilinen bir isim değil. Ya da değildi demek daha doğru olacak. Bu hafta milyonlarca kişi bu ismi öğrendi. İşlediği insanlık suçlarına yeni ortaklar arayan ve bu nedenle İsrail’in yok etme siyasetine koşulsuz destek veren Almanya sayesinde. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller tarafından yönetilen Almanya Britanya pasaportu bulunan Dr. Ebu Sitte’nın gerçekleri anlatmasına engel olmak için Nisan ayında ülkeye giriş yasağı koydu. Giriş yasağının bütün Schengen bölgesini kapsadığı ise bu hafta ortaya çıktı. Fransa senatosunda yapılacak bir etkinliğe davet edilen Dr. Ebu Sitte bu gerekçeyle Fransa’ya sokulmadığı gibi gözaltına alındı ve telefonuna el konuldu.

7 Ekim’den beri bize Hamas’ı tartıştırıyorlar. Kimisi Kuvay-ı Milliye diye elma ile pırasayı benzetiyor, kimisi terörist deyip geçiyor. Bütün bir halkın 80 yıldır süren direnişini tek bir örgüte ciro etmek için elden ne gelirse yapılıyor. Ebu Sitte Hamas yandaşı değil. Üniversite direnişlerine katılanlar da. Faşist baskının hedef tahtasına oturtulmak için Hamas’a destek olmak gerekmiyor, insanlığın tarafında kalmak yetiyor.

ABD, Almanya, Fransa ve aynı kan çorbasına kaşık sallayan benzerleri aylardır, İsrail’i savunmak kisvesi altında ortak oldukları soykırım suçunu halklarından gizleyebilmek için büyük çaba harcıyorlar. Filistin bayrağı, bayrağın renkleri, kefiyesi, sloganları bizim hiç de yabancı olmadığımız bir hoyratlıkla yasaklanıyor, suç kapsamına alınıyor. Filistin konusunun tartışılacağı etkinlikler polis zoruyla etkileniyor, Alman polisi, Filistin yanlısı gösterilere, adeta Lezita patronuna sahip çıkan “yerli ve milli” kolluğun hırsıyla saldırıyor. Ancak nafile. Halkları kandırmak, nedense şimdilerde pörsümüş  turşusu pazarlanmaya çalışılan Atsız’ın rol modeli   Führer’in dönemindeki kadar kolay olmuyor. Alman ZDF televizyonunun 4 ay önce yaptığı ve muhtemelen korkudan bir daha yineleyemediği kamuoyu araştırmasına göre Alman halkının yüzde 61’i İsrail’in Gazze’ye saldırısını haklı bulmuyor.

Fransa ayrı bir trajedi. Artık iyiden iyiye aşırı sağın çizgisine çekilen Fransız sağı Filistin meselesini gündeme getirenlerin tamamına cihatçı terörist muamelesi yapılması için yeri göğü inletiyor. Bundan 80 yıl önce Yahudi Fransızları elleriyle Nazilere teslim eden Fransız faşistlerin siyasi geleneğini sürdüren aşırı sağcılar ise Arap düşmanlığı konusunda İsrailli yobazlara  taş çıkartıyorlar. Paris’in de içinde bulunduğu İle-de-France bölge yönetimi Filistin’de işlenen insanlık suçlarına dikkat çekmek için ünlü Siyasal Bilgiler (Sciences Po) Okulu’nu işgal eden öğrencilere karşı yeterince sert davranmadığı gerekçesiyle okul yönetimini bölgeden verilen maddi desteği kesmekle tehdit ediyor. Artık tamamen Likud yanlılarının eline geçen Yahudi Çatı Örgütü CRIF, devlete üniversitelere polis göndermesi çağrısında bulunuyor. Aşırı sağcı medya patronu Bolloré’nin kontrolündeki TV kanalları İsrail propagandasının en ilkel tezahürleri dışında bir görüşe geçit vermiyor. Buna rağmen geniş kitleler her fırsatta sokakları dolduruyor, öğrenciler artan polis şiddetine rağmen üniversiteleri işgal ediyor.

ABD’deki gelişmeleri izliyorsunuz. Erhan Nalçacı önceki gün yayınlanan yazısında1 enine boyuna irdelediği için ayrıntısına girmiyorum. ABD Cumhurbaşkanı artık “Soykırım Joe” lakabıyla anılıyor. Her gün başka bir üniversite yerleşkesi soykırımın durdurulması çağrısıyla işgal ediliyor. İşgallerin kimilerine  ilerici Yahudi gençlik örgütleri  öncülük ediyor. ABD’nin soykırımcı yönetiminin beyin özürlü ve zalim kolluk güçleri üniversitelere baskın yapıp buldukları “suç delillerini” sergiliyorlar.  New York’daki Columbia Üniversitesi’nde bulunan bir tanesi çok çarpıcı. Terörizm başlıklı bir akademik çalışma. Charles Townshend imzalı bir tarih kitabı. New York Emniyet Müdür yardımcısı Kaz Daughtry bu kitapla basına poz veriyor.  Emniyet Müdür Yardımcısı’nın ön adının “Kaz” olması tarihin garip bir cilvesi sayılabilir. Özetle, gezegene ayar vermeye kalkışan ABD yönetimi, İsrail’in soykırımına göğsünü siper etmek için  Aziz Nesin öykülerini gölgede bırakacak gülünçlüklere imza atıyor.

Bütün bu devletler aslında sadece İsrail’i savunmuyorlar. Batı’nın sömürgecilik hakkını, köleliği ve insanların etnik ve kültürel farklılıklarına göre farklı muameleler görmesi gerektiğine dayanan bir fikri, bir anlayışı dayatıyorlar.  Amerika kıtasının kuzeyini yerli halkından tamamen arındıran sonra da bir başka kıtanın çocuklarını gemilerle patates çuvalı gibi taşıyarak onlara 400 yıl üçüncü sınıf ve kullanılıp atılabilir canlı muamelesi yapan ideolojinin gereğini yapıyorlar. Yoksul Filistinlilere karşı sermayenin yanında  duruyorlar. Bu öylesine varoluşsal bir mesele ki “Batı” için, bu uğurda soğuk savaş boyunca geliştirdikleri ve özellikle de reel sosyalizmin önünü kesmek için nacak gibi kullandıkları “ifade özgürlüğü, demokrasi, insan hakları” kavram seti”ni (birini alana diğer ikisi bedava) çöpe atmaktan çekinmiyorlar.

Ne var ki, Washington, Londra, Berlin ve Paris’teki yönetimlerin iplerini elinde tutan, medyanın tamamına yakınını kontrol eden  sermayenin bu canhıraş gayreti yeterince etkili olmuyor. Devletler soykırımcı İsrail’in yanında saf tutarken, halklar insan kalmak için çaba gösteriyorlar. Fransa, Almanya, ABD,   İngiltere’de ve diğer Batılı başkentlerde sokakları, kampüsleri dolduran kitleler sermayenin, açgözlülüğün, üçüncü nesil sömürgeciliğin Batı Şeria ve Gazze’de  durdurulmaması halinde sıranın bir gün kendilerine de gelebileceği önsezisiyle hareket ediyorlar. Bunun önseziden bilince dönüşmesi için örgüte ve ideolojiye şiddetle ihtiyaç var.

İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım karşısında takınılan tavır bazı konuları netleştiriyor. Gezegeni kanlı pençesinde tuttuğunu düşünen emperyalist odaklarda  halklar ve devletler ayrışıyor. Bu da yeni ve daha insanca bir dünya için yeni olanaklar, Komünistler için yeni görev ve sorumluluklar demek.

                                                             /././

Özel ve Erdoğan görüşmesi deyip geçmeyin (Kemal Okuyan)

Bir kanat kendi Amerikancı yönelimleri doğrultusunda siyaset alanını yeniden tasarlamak isterken, diğer kanat da hem Erdoğan hem Özel’e “sınırları” hatırlatmanın derdinde.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile Erdoğan görüştü. Görüşme öncesinde Kılıçdaroğlu’nun “Saray ile müzakere edilmez, mücadele edilir” sözü çok konuşuldu, çoklukla eleştirildi. Böylece Genel Başkanlığı süresince AKP hükümetinin birçok badireyi atlatmasına yardımcı olan Kılıçdaroğlu, Özel’i sağına almış oldu.

Tabi, Erdoğan karşıtlığı temel sağcılık-solculuk kriteri olabilirse eğer… Ve bu ülkede sağ-sol kavramından geriye bir şey bırakıldıysa…

Önemli de değil. CHP’de kim sağcı kim solcu uzun bir süredir önem taşımıyor. “Yeni CHP” sağa kaymadı, Türkiye siyasetinin bir bütün olarak sağa kaymasına öncülük etti, “En Yeni CHP” kendince topluma yeni bir sol tanımını dayatmaya çalışıyor, hayırlara vesile olsun.

Özel-Erdoğan görüşmesinde asıl tartışılması gereken bu hamlenin AKP’nin ekmeğine yağ sürüp sürmemesi değil. Dediğim gibi Erdoğan’ın karşısında konumlanan herkeste mavi boncuk arayacak değiliz. Zaten konu Erdoğan’ı aştı.

31 Mart seçimlerinden hemen sonra Türkiye’de düzen siyasetinde bir “yumuşama” rüzgarı esti. Bu rüzgarın bir kaynağı, IMF reçetesi uygulayarak geniş toplumsal kesimleri inim inim inleten AKP iktidarını lafta bile olsa zorlayacak bir muhalefeti istemeyen büyük sermayeydi. Lakin bu kadar değil. Sermaye ve batılı emperyalist ülkeler çok uzun bir süredir daha yönetilebilir bir AKP ve belki Erdoğansız bir AKP arayışını sürdürüyorlar. Onlara göre AKP öncesine dönülemezdi, Erdoğan ve arkadaşları çok büyük bir “başarı”ya imza atmıştı ama zaman içinde alternatifsizliğin getirdiği “haylazlıklar”a yönelip baş ağrıtmışlardı. Yerel Seçimler Erdoğan ve AKP’yi hizaya getirmek için bir fırsattı.

Bu fırsatı değerlendirmek için seçim çalışmalarında en hafifinden “isteksiz” duran, kimileri tarafındansa partiyi sabote etmekle itham edilen açıktan ve sınırsız Amerikancı kanat hızla harekete geçti ve AKP’nin fabrika ayarlarına dönme efsanesini tekrar vizyona soktu.

CHP ile uzlaşma, AB ile normalleşme, ABD ile yakınlaşma, piyasa ekonomisinin kurallarına sıkı sıkıya uyum, insan hakları ve demokrasi alanında iyileşme…

Bu kanada örtülü hizmet edenleri de listeye dahil ettiğimizde oldukça güçlü bir odak çıkıyor karşımıza. Yalnız AKP içinde değil, medyada, bürokraside etkililer. Merak edenler için söyleyeyim, bu ekibin hoşgörü, demokrasi, insan hakları alanında dillendirdikleri zerre ilgimi çekmiyor. Piyasacı, Amerikancı tiplerin tarih boyunca hangi misyonla hareket ettiklerini unutacak ya da görmezden gelecek kadar alçalacak değiliz. 

Emekçi halkımız için, ülkemiz için tehlikeli, çok tehlikeli bir hattı temsil ediyor bunlar.

Ve artık burada partilerden söz etmiyoruz. Ölçüsüz Amerikancı tayfa birçok partiye dağılmış durumda ve gözüküyor ki, İmamoğlu’nu pek beğeniyor, onun etrafında bir projede ortaklaşıp ortaklaşmamayı tartışıyor.

Konu tek başına Erdoğan sonrasında kimin Cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili değildir. Hatta konunun merkezinde bu durmamaktadır. Konunun merkezinde emperyalist dünyanın içine girdiği kaotik süreçte Türkiye’yi daha yakın bir işbirliği içine çekmek isteyen ABD ve yakın müttefiklerinin çabaları durmaktadır.

Peki bu mümkün müdür? Bu elbette mümkündür ve bunun mümkün olduğu son aylarda görülmektedir. 

Peki bu sözünü ettiğimiz tayfanın istediği ölçülerde mümkün müdür? Türkiye’nin bu dünya koşullarında bütünüyle Amerikancı, NATO’cu bir çizgiye yönelmesi imkansız değilse bile çok zordur. Birden fazla nedenle Türkiye kapitalizminin kendisine özgü iddialarını terk edip, bugünü ve geleceğini batılı emperyalist ülkelerin ajandasına uydurmasını bekleyemeyiz.

AKP Cumhuriyetin kazanımlarını bir bir yok edip, Yeni-Osmanlıcılığı bir resmi politika haline getirirken aynı zamanda sermaye sınıfının genişleme/yayılma ihtiyaçlarına denk düşen bir hareket alanı da yarattı. Geleneksel olarak kendi çıkarlarını ABD-İngiltere-Almanya üçgeninde gören TÜSİAD sermayesi bu hareket alanından fazlasıyla nemalandı ve mutlu oldu. Ancak yine de kendisini o üçgende daha rahat hissettikleri için bu hareket alanının daralması için zaman zaman hamle de yaptı en tepedeki patronlar.

Ancak unutmayalım, sermaye egemenliği hiçbir zaman sermaye sınıfından ibaret değildir. Son tahlilde kapitalistlere hizmet etseler ve sermaye egemenliğinin uzun süre boyunca şaşmaz kurallara bağladığı mekanizmaların dışına çıkmasalar da, olaylara öncelikle “devlet”in gözlüğünden bakan birilerileri her ülkede mevcuttur, Türkiye’de haydi haydi mevcuttur.

AKP döneminde uluslararası ölçekte elde edilen hareket alanını terk etmek istemeyenlerin başında “devlet adına hareket ettiğini düşünen”lerin olması şaşırtıcı değildir. Marksizm “devlet”e dair çok özlü ve de kapsamlı şeyler söylemiştir, bunlara girmeye gerek yok. Bununla birlikte devlet nerede başlar nerede biter sorusunun çok karmaşık olduğunu hatırlatarak devam etmek istiyorum.

Bu kesimin içinde inanmış Osmanlıcılar var. Cumhuriyeti hiç içlerine sindirmediler, hep bir rövanş hazırlığı içindeydiler. Osmanlı’ya özgü İslami devlet anlayışları yüzünden laiklikliği de karşılarına alıp aşındırmaya çalıştılar. Geçmişte emperyalist çıkarlara hizmet etmiş olsalar bile İmparatorluk özlemi onları “biz de kendi çapımızda dünya gücü olalım” noktasına getirdi.

Bugün tam boy Amerikancı kanadın karşısında yer alanlar arasında faşistlerin de olması şaşırtıcı değil. Faşizm bir yandan kural tanımaz, bir yandan kendi kurallarını koyar. Kendi tasarladıkları “vatan”ın yücelmesi için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Geçmişte sık sık NATO’nun hizmetinde kan dökmüş olsalar da bugün kendi adlarına hiçbir kısıtlamaya razı değiller.

Ancak burada bitmiyor. Türkiye’de devletin ve düzen siyasetinin içinde büyük sermayede bencillik ve vatana ihanet gören, NATO’ya fazla yaklaşmamak gerektiğini düşünen, tarikatlardan ciddi ciddi rahatsızlık duyan unsurlar da var. Bu unsurlar emperyalist-kapitalist sistemin temellerine ilişkin sağlıklı bir değerlendirmeye sahip olmadıkları oranda Osmanlıcılık ve faşizmle hemhal olmakta bir sakınca görmüyor, emekçileri devletin yüce menfaatleri uğruna feda edilebilecek bir değersiz küme olarak değerlendirebiliyor. Bu ülkenin tarihinde sistem içinde her zaman var olan ve kimi kesitlerde kendisini daha fazla hissettiren yurtsever-devrimci birikim bugün kendisini bu pragmatik kesimden ayrıştırma yeteneğine sahip değil.

Değil çünkü henüz bağımsız bir sınıf hareketinin komünist bir siyasal çizgide yeterince güçlü bir biçimde somutlandığı bir evrede değiliz.

Son olarak devletin sürekliliğine inanan, bu anlamda sınıflı toplum gerçeğini görmeyen veya bu gerçeği önemsemeyen devletli kadroların bütün bu ideolojik karmaşada varlığını her daim sürdürdüğünü söylemek durumundayız.

Peki bütün bunların Özel-Erdoğan görüşmesi ile ne ilgisi var?

Şöyle ki, bir kanat kendi Amerikancı yönelimleri doğrultusunda siyaset alanını yeniden tasarlamak isterken, diğer kanat da hem Erdoğan hem Özel’e “sınırları” hatırlatmanın derdinde. Kimse iplerin Erdoğan’ın elinde olduğunu düşünmemeli. Erdoğan’ın bugünkü gücü, iki kanadın da şu anda vazgeçemediği kişi olmasıdır. Ancak bir kanat İmamoğlu’nun şahsında güçlü bir alternatif bulmanın rahatlığı ile hareket ederken, diğer kanat İmamoğlu’nun önünü kesip, CHP dahil bütün siyasi partileri kendi tasarımlarına yakınlaştırma derdindedir. 

Bir yaklaşımla burada milli güçlerle, gayrı milli güçler arasında bir kavga sürmektedir.

Kapitalizm; paranın egemenliği “millilik” kavramını yerin dibine sokar. Bu kavramlarla bir yere varamayız. Öte yandan, bugün “sol”un neredeyse bütün varyantlarının Saray rejimini geriletmek adına Amerikancı kanada meylettiğini hesaba katarsak ortada bayağı ciddi bir sorun olduğunu söylemek zorundayız. “Özgürlük nereden gelecekse başımız üstüne; NATO, ABD, AB fark etmez” anlayışına karşı tek söyleyeceğimiz şudur: NATO, ABD ve AB özgürlüklerin düşmanıdır. Bunlar savaşçıdır, işgalcidir, emekçileri yoksullaştıran politikaların merkez üssüdür.

Türkiye işçi sınıfını ve aydınları bu kesimlerin etkisi altından tamamen çıkarmak temel görevlerimizdendir.

Bu görev diğer tarafa kredi açarak yerine getirilebilir mi?

Hayır getirilemez. Türkiye toprağında derin kökleri bulunan kamuculuğu, ekonomik devletçiliği, laikliği, ABD ve NATO karşıtlığını Yeni-Osmanlıcı, faşizan unsurlarla harmanlanmış bir doğrultunun, dolayısıyla acımasız bir sermaye diktatörlüğü formunun içinde heba etmemek de tarihsel sorumluluğumuzdur.

Nasıl mı?

Gelin bunu da bir sonraki yazıya bırakalım.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder