İsias davasında “sizi biz kurtardık” savunması! (Gözde Bedeloğlu)
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremlerinde, 26’sı çocuk 72 kişinin hayatını kaybettiği Adıyaman’daki İsias Otel davasının üçüncü duruşması 12 Haziran günü görüldü. Tutuklu üç sanığın mevcut hallerinin devamına karar verildi. 28 Mayıs’ta, Adıyaman Valiliği İl İdare Kurulu, yapı ruhsatında imzaları bulunan ve sorumlulukları tespit edilen dönemin ruhsat büro teknisyeni, ruhsat büro şefi, imar müdürü ve belediye başkan yardımcılarından hayatta olan dört kişi aleyhine soruşturma izni vermişti.
KKTC’den voleybol turnuvası için Adıyaman’a gelen ve İsias’ta hayatını kaybeden çocukların ailelerinin avukatı, Kıbrıs Türk Barolar Birliği Başkanı Hasan Esendağlı, “hali hazırda yargılanan otel sahipleri ve fenni mesullerin yanı sıra, denetim görevini yerine getirmeyen; ruhsat koşulları oluşmamasına rağmen otel ruhsatı veren belediye yetkililerinin yargılanmasının önünün açılması, bizleri ve ailelerimizi memnun etmiştir. Bu kişilerle ilgili soruşturma ve yargı sürecini de sıkı bir şekilde takip edeceğiz” demişti. Avukatlar, önceki gün görülen üçüncü duruşmada, belediye çalışanları hakkındaki soruşturma dosyasının İsias davası ile birleştirilmesini ve kamu görevlilerinin mevcut sanıklarla yüzleştirilmeleri gerektiğini söyledi. Mahkeme duruşmayı 22 Ekim’e erteledi.
***
Tutuklu yargılanan otel sahibi Ahmet Bozkurt ifadesinde, fazla kat çıkıldığı iddialarını reddederek kredi desteğiyle yaptırdığı yenileme tadilatlarının usulüne uygun olup olmadığının denetlenip tasdiklendiğini söylemişti. Binanın, apartmandan otele dönüştürülme ve yenilenme süreçlerinin herkesin gözü önünde yaşandığının itirafı olan bu savunmasında Bozkurt, yıkıma depremin şiddetinin neden olduğunu belirtmişti. Otelle ilgili her şeyi doğru yapmasına rağmen asrın felaketi yaşanmış ve yüz binlerce bina nasıl yıkıldıysa kendi oteli de o şekilde yıkılmıştı. Ancak bilim aksini söylüyordu. Doğu Akdeniz Üniversitesi İnşaat Bölümü’nden Doç. Dr. Cemal Geneş, İsias Otel enkazında yapıyla ilgili incelemelerde bulunmuştu. Beton kalitesinin bariz şekilde düşük olduğu, dere kumu ve çakılı kullanıldığı görülmüştü. Geneş, yapıya etki eden, asrın depremi olarak tarif edilen ivmenin bazı şehirlerde ve bazı bölgelerde beklenenden fazla olduğunu ama Adıyaman için ve İsias Otel’in bulunduğu konum ve zemin koşulları değerlendirildiğinde, alınması gereken deprem yükünden büyük olmadığını tespit ettiklerini açıklamıştı. Kısacası, binanın bu depremde yıkılmaması gerekiyordu.
***
Ahmet Bozkurt’un, en iyi şekilde inşa ettirdiğini söylediği İsias Otel saniyeler içinde kumdan dağ oldu. Çürüklüğü makyajla örtülmüş otel ailelere Adıyaman’ın en iyisi diye pazarlanmıştı. Ancak bina, insanları hayatta tutan bir yaşam üçgeni oluşturmaya fırsat tanımayacak kadar zayıftı. Aileler, un ufak olan enkazı kovalara doldurarak kaldırmaya çalışmıştı. Çocukları, güle oynaya geldikleri Türkiye’den ülkelerine tabutlar içinde döndü ve ailelerin sorumluların cezalandırılması için Türkiye adaletine güvenmekten başka çaresi yok. Sadece kendi çocukları için değil bütün deprem mağdurları adına adalet mücadelesi veriyor ve her saniyesinin acılarına acı eklediği kuşku götürmeyen duruşmalara katılıp seslerini duyuruyorlar. Süreç tek başına yeteri kadar zor değilmiş gibi, sanık Ahmet Bozkurt’un yaptığı son savunma mağdur aileleri kelimenin tam anlamıyla çileden çıkardı. Suçsuz olduğunu ve tutuksuz yargılanmak istediğini söyleyen Bozkurt, 1974’teki askeri harekata katılmış biri olarak “kefenimi boynuma takarak savaşa gittim, kaçmadım” dedi. Ee yani?
***
Davayla bir ilgisi olmayan bu sözlerin Kıbrıslı Türkelere göre tercümesi açıktır: “sizi biz kurtardık!” Günlük hayattaki en basit olaydan tutun da, siyasi tartışmaya kadar pek çok alanda kullanılır bu kalıp. Bıktırıcıdır. Türkiye’nin Kıbrıslı Türke üstten bakışının en klişe özetidir. Düşünün ki çocukları, sorumluların çürüklüğünü yıllarca görmezden geldiği bir otelin altında kalmış, adalet arayan ailelere söylendi bu kez de. Çocuklarınız otelimde öldü, ama ben suçsuzum ve de sizi kurtardım, bu mudur yani? Evet, durum buz gibi budur. Kıbrıslı Türklerin, hakkı için sesini birazcık bile yükseltmesinin karşılığı hep budur. Misal, TC ile KKTC iki kardeş ülkedir, ana-yavru ilişkisi bitmeli, dedikleri anda diplomatik laflar yerini hızla had bildirmeye bırakır. Gün geldi, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye karşı bu bitemeyen borcu, çocuklarına mezar olan çürük İsias’ın sahibi tarafından bile kolayca dillendiriliverdi işte. O meşhur kahramanlık, suçluların suçunu saklamaya çalıştığı bir kalkana dönüştü. Saygı isteyen saygı göstermesini de bilecek. Bitmeli artık bu ‘nankörler’ edebiyatı.
/././
Normal/Anormal (İlhan Cihaner)
Sanırım şu tespiti yaparsam yanlış söylemiş olmam: Bir anormalliğin artık anormal olarak görülmemesi, tepki çekmemesi anormalliğin kendisinden daha büyük bir sorundur. Çünkü anormalliğin ima ettiği yanlışın artık yeni 'normal' olarak inşa edilmesine hizmet ettiği gibi 'doğrunun' savunusunu ve yeniden inşasını daha maliyetli hale getirir.
AKP ile CHP arasında yürüyen 'normalleşme/yumuşama' sürecinin böyle bir risk içerdiğini düşünüyorum. Özellikle hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı tarafsızlığı açısından var bu risk. İktidarın yıllardır sürdürdüğü düşmanlaştırıcı siyaset ve dilden bıkmış, en küçük insani jeste hasret kalmış, süreklileştirilmiş bir darbe ve kriz ortamından bıkmış geniş kesimlerin -yavaş yavaş ısıtılan sudaki kurbağa misali- anormal olanı yeni normal olarak içselleştirmesi söz konusu olabilir. Bu durumda yıllardır eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi için yapılanlar berhava olacağı gibi iktidarın yıllardır başaramadığı, ucube rejimin kalıcılaşması amacına da hizmet edilmiş olur.
Önce yargı açısından bir iki örnek: 'Tutuklu öğrencilerin aileleri, CHP’’li vekillere dert yandı. “Üniversite öğrencisi çocuğum 1 Mayıs’a katıldığı için hapiste, sınavları var, giremiyor” diye feryat ediyorlardı. Sonra Özgür Özel’den randevu aldı. 28 Mayıs’ta çocuklarının eğitim hayatına verilen zararı anlattılar.
Peşinden kritik adımlar geldi. Aileleri dinleyen Özel, “Askerlik arkadaşımı arayayım” diyerek telefona uzandı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’u aradı. Bakan telefonu hemen açtı. 1 Mayıs eylemine katıldı diye tutuklanan öğrencilerin durumunu, çocukların sınavlarına giremediğini, ceza alsalar dahi yatarı olmayan bir suçlama nedeniyle eğitim hayatlarının zarar gördüğünü ve serbest bırakılmaları gerektiğini söyledi. Adalet bakanı, sorunun çözümü için elinden geleni yapacağını söyleyerek kapattı.
Bakan “yukarı” ile görüştü mü bilinmez... Ama bundan sonra hızlı bir süreç yaşandı. Özel’in telefonundan bir gün sonra 29 Mayıs’ta savcı M.Ü., kendi talebiyle tutuklanan üç öğrenci için bir anda görüş değiştirdi. Dört gündür tutuklu olan A.K.G., B.Y., Ö.B. adlı öğrenciler için “tutuklulukta geçen sürenin yeterli” olması gerekçesiyle tahliye talebinde bulundu. Öğrenciler sürpriz şekilde serbest kaldı.' (Barış Terkoğlu'nun haberi)
Cumhurbaşkanı Erdoğan yıllardır af dosyaları önünde olan, 28 Şubat Davası generallerinin cezalarını affetti. Bu konunun Erdoğan ve Özel'in ilk görüşmelerindeki gündemlerden birisi olduğu biliniyordu. Yine Erdoğan ve Özel'in görüşmelerindeki gündemlerden birisi olduğu tahmin edilen Sinan Ateş cinayeti ile ilgili olarak Sinan Ateş'in eşi Cumhurbaşkanınca kabul edildi ve açıklamasına göre Cumhurbaşkanı Adalet Bakanına 'ivedilikle harekete geçilmesi için' talimat verdi.
Tüm bunlar uzun süredir devam eden hukuksuzluklardan çok az bir kısmı. Olması gereken sonuçlar 'normalleşme/yumuşama' süreci sayesinde yaşandı diyebiliriz. Peki bunu alkışlamalı mıyız? Bunlar üzerinden normalleşiyoruz diyebilir miyiz? Bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen bir yargı düzeninde zaten tutuklanmaması gereken gençlerden aileleri Sayın Özel'le görüşme imkanı bulanların Adalet Bakanı’nın talimatı ile bırakılması, normalleşme görüşmeleri gündemine girme şansı bulan ancak çoktan cezaları kaldırılması gereken, hatta ceza almamaları gerekenlerin affedilmesi aslında şunu da güçlü bir şekilde göstermiyor mu: Hukuksuzluklar da talimatla yapılmıştı ve daha vahimi yargı talimatla iş görüyor. Bu tespiti yapabileceğimiz yüzlerce örnek tabii ki yaşandı, yaşanmakta. Ama bu yaşananlar üzerinden bir 'normal' inşası büyük sorun.
Bakın önceki gün Tahir Elçi Cinayeti Davası beraatle sonuçlandı. Dokuz yıldır süren davanın bu şekilde sonuçlanması tam bir cezasızlık örneği. Acaba normalleşme görüşmelerinde gündem olabilseydi ya da 'ivedilikle harekete geçilmesi' talimatı gitseydi sonuç nasıl olurdu! Kim bilir belki de talimat 'beraat' yönünde gitmiştir! Bu soruların oluşmaması için, yargı ile ilgili normalin, şansa bırakılmış gündemler çerçevesinde değil, tarafsız, bağımsız ve etkin bir yargı programı çerçevesinde inşası gerekir.
Normalleşme adı altında yürütülen görüşmelerle ilgili bir diğer risk, iktidarın tercihlerinin teknik bilgisizlikten kaynaklandığı yanılgısına düşülmesi. 2015 yılındaki istikşafi görüşmelerinde de bu tuzağa düşülmüştü. CHP'nin iktidara ne kadar hazır olduğu övgüleri arasında geçen 35 gün sonunda hükümet kurma görevi gasp edilip seçim kararı alınmıştı. O nedenle vurgulamakta yarar var: İktidar, başta ekonomi olmak üzere, bilinçli olarak, sonuçlarının kimin yararına olacağını öngörerek tercih ediyor bu politikaları. Sınıfsal tercihler ve 'ganimet çeteleri' ile olan bağlar ise teknik görüşmelerle değiştirilmez.
Anormalin normalleştirilmesi tuzağına düşüldüğünü söylemek için erken. Ancak uyarının tam zamanı!
/././
“Yumuşama”nın hedefi: Yüzde 37.7’lik cepheyi dağıtmak mı? (Nurcan Bilge Gökdemir)
AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel, yerel seçimler sonrası ikinci kez buluştu. CHP Genel Merkezi’ndeki görüşmede kamuoyuna Özel’in acil çözüm bekleyen sorunları bir kez daha masaya getirdiği, Erdoğan’ın temel gündeminin ise Anayasa değişikliği olduğu yansıdı.
AKP’nin 2002 seçimleriyle başlayan tek başına iktidarı döneminde bir kez daha değiştirilmesinden söz ettiği 177 maddelik Anayasa’nın 134 maddesi değiştirildi bugüne kadar. Her değişiklik sürecinde de talebin ismi “Darbe anayasasından kurtulmak, sivilleşme, demokrasi arayışı” olarak konuldu. Ancak değişikliklerin tamamına yakını AKP’nin despotik dinci rejiminin taşlarını döşedi. Şimdi, ilk kez ikinci parti konumuna düşen, ilk kez bu kadar ciddi düzeyde iktidarı kaybetme riski ile karşı karşıya olan AKP, bir kez daha “Anayasa değişikliği” demeye başladı. Gerekçe ise yine aynı “Türkiye’nin darbe Anayasasından kurtarılması…”
AKP’nin Anayasa değişikliği için memur ilan ettiği TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un bir süre önce bu amaçla TBMM’deki siyasi partilerin kapısını çaldığını biliyoruz. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da yerel seçimden hemen önce hayal ettikleri “Yeni Anayasa’nın Ana İlkeleri” ni kamuoyuna duyurdu.
Tüm değişikliklere ve rahatsız olunan tüm hükümleri değiştirecek kadar geniş bir zamanları da olmasına karşın aradan geçen 22 yılın sonunda Uçum, 1982 Anayasası’nın yürürlükteki 154 maddesinin üçte ikisi olan 103 maddesinin “Darbe anayasası hükümleri” olarak devam ettiğinden yakındı.
Her Anayasa tartışması açıldığında üzerinde büyük gürültü kopan ve AKP’nin değiştirmeyi hedeflediği iddia edilen “İlk üç madde”, yani “Üniter yapının, adalet ve insan haklarına dayanan, demokratik, laik, sosyal devlet ve hukuk devletinin temel olduğu, resmî dilin Türkçe, bayrağın ay yıldızlı bayrak, millî marşın İstiklal Marşı, başkentin Ankara olduğu” hükümlerinin vazgeçilmez olduğunu açıklayarak ilk tepkileri savuşturmaya çalıştı Uçum.
Değişiklikle Erdoğan’ın bir kez daha ulaşması çok zor olmasına karşın yüzde 50 +1 zorunluluğundan vazgeçmeyi düşünmediklerini de açıkladı.
Tüm bu açıklamalara karşın “Bunca yıl sonra şimdi niye?” soruları sorulmaya devam edildi.
DEMOKRASİ SOSLU DEĞİŞİKLİK TALEBİ
Numan Kurtulmuş, turlarını tamamlayıp TBMM’nin 1 Ekim’de başlayacak yeni yasama yılı sonrasını tarih olarak verirken iktidardan da değişiklik talepleri “Demokrasi, sivilleşme, özgürlük, kapsayıcılık” soslarına bulanarak kamuoyuna servis edilmeye devam etti.
ANAYASA GÜNDEMİNİ BEKLİYORLARDI
Siyasette “normalleşme/yumuşama” arayışları çerçevesinde değişiklik talebi iktidar ve anamuhalefet liderlerinin buluşmalarında Erdoğan tarafından da gündeme getirildi. Özgür Özel’in halkın sorunlarını önceleme ısrarına karşın Erdoğan iki görüşmede de niyetini açıkça gösterdi. CHP Kurmayları, ilk buluşma öncesi yapılan açıklamaları da anımsatarak, “Erdoğan’ın temel gündeminin bu olacağını çok iyi biliyorduk” diyor. Bu nedenle Özel’in vereceği yanıtı da hazırladıklarını söylüyorlar: “Halkın öncelikli gündemi Anayasa değil, bu konuda oluşan bir toplumsal mutabakat yok. En önemlisi de öncelikle mevcut Anayasa’ya uyulmasını bekliyoruz. Eğer anayasayı değiştirecekseniz önce uymanız lazım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymalısınız. Anayasa ayaklar altında. Bir şeyi değiştirmek istiyorsanız önce mevcuduna uyun da onu görelim.”
Beklendiği gibi Erdoğan ilk görüşmede de ikinci görüşmede de “Anayasa değişikliği” dedi, Özel’in yanıtı da aynıydı, “Önce mevcuda uyun…”
AMAÇ SORGULANIYOR
Erdoğan’ın Anayasa değişikliği ile gerçek amacının darbe anayasasından kurtulmak olduğuna toplumun geniş kesimi inanmıyor elbette ama bunun salt yüzde 50 +1 oy oranını düşürerek yeniden kolaylıkla seçilmeyi sağlamayı amaçladığı değerlendirmesi de durumu tam olarak yansıtmıyor. Çünkü düşürülecek oy oranının kimin işine yarayacağını kestirmek mümkün değil.
LAİKLİK, VATANDAŞLIK TARTIŞMALARI
AKP’nin hazırlayacağı metin üzerinden başlayacak yeni bir Anayasa değişikliği tartışmasının toplumda yeni ayrılıklara, gerginliklere yol açacağı kesin. 31 Mart yerel seçimlerinde içinde muhafazakârların, Kürt yurttaşların da bulunduğu yüzde 37,7’lik iktidar karşıtı cephenin tümünün yeni bir Anayasa’dan beklentilerinin aynı olduğunu söylemek mümkün değil. İlk işaretlerini başta TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş olmak üzere AKP sözcülerinin verdiği 1921 Anayasası atıflı yeni bir Anayasa değişikliği metninin “Laiklik, vatandaşlık” kavramları üzerinden açacağı tartışmaların yüzde 37,7’yi bir arada duramaz hale getirebileceği değerlendiriliyor. CHP Genel Merkezi’ne AKP’nin sivilleşme, demokrasi arayışının samimiyetine inanmamanın yanı sıra bu sonuçtan duyulan kaygı hâkim.
Bu nedenle henüz “sadık” olmadığı bilinen bu oy tabanının kamplaşmasına hizmet edecek bir Anayasa tartışmasına girmemek de “Normalleşme” arayışlarının geleceğini belirleyici temel hareket noktalarından olacak.
CHP’nin, temel motivasyonu tek adam rejimini sürdürmek olan AKP’nin oyun içinde yeni oyunlar kurguladığı bu sürecin figüranı olma tehlikesine karşı iktidar değişikliğini önceleyen bir politik rota tutturması acil bir ihtiyaç olarak ortada duruyor.
/././
Buğday fiyatını Şikago belirliyor (Ozan Gündoğdu)
Buğday fiyatlarının TMO (Toprak Mahsülleri Ofisi) tarafından açıklandığı 7 Haziran’dan bu yana buğday coğrafyasında sular durulmuyor. Konu, muhalefetin de ilgisini çekmiş olacak ki, bugün, yani 14 Haziran’da, CHP Lideri Özgür Özel Tekirdağ’da bir buğday mitingi düzenleyecek.
Mitinge katılım ne olur, orada Özgür Özel ne der, önceki mitingler gibi toplanılıp dağılınır mı, yoksa miting etkili olur mu, henüz belirsiz. Ama bu meseleyi hakiki bir yerden ele almak için sormamız gereken soru şu: Buğday fiyatını TMO mu yoksa ABCD mi belirliyor? Bu soruya esaslı bir cevap vermeden, Türkiye’deki buğday sorunu da çözülemiyor. ABCD nedir sorusunu cebimize koyarak devam edelim.
MALİYETİN ALTINDA FİYAT AÇIKLANIR MI?
Ziraat Mühendisleri Odası’nın (ZMO) hesabına göre kilosu 11 liraya, Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin hesabına göre kilosu 10 lira 87 kuruşa mal olan buğday için TMO’nun teklif ettiği fiyat 9 lira 25 kuruş.
Yani bırakın yüzde 20’lik makul kar oranını eklemeyi, TMO’nun fiyatı, maliyetin dahi altında kalıyor. Bu fiyat geçen yılki 8 lira 25 kuruşluk fiyattan sadece yüzde 11 daha yüksek. Son 1 yılda sadece mazota yüzde 115 zam gelmiş, çiftçinin tükettiği her şey yüzde 75 zamlanmış ama buğday üreticisinin emeği sadece yüzde 11 artırılmış.
Buğday fiyatları çay fiyatlarıyla karşılaştırınca, buğday üreticilerinin isyanı çarpıcı hale geliyor. 2 yıl önce, 2022’de ÇAYKUR’un yaş çay alım fiyatı 6 lira 70 kuruşken, aynı yıl TMO’nun buğday fiyatı 6 lira 55 kuruş. Gelelim 2024’e, yaş çay alım fiyatı 17 liraya yükseldi ama buğdayın fiyatı 9 lira 25 kuruşta kaldı.
Halbuki, 18 Nisan 2006 tarihinde yürürlüğe giren Tarım Kanunu, piyasada ortaya çıkan fiyatlar, maliyetin altında kalırsa fark ödemesi yapılacağını söylüyor. Kanunun 19/b maddesi şöyle: “Fark ödemesi: Çiftçilere üretim maliyetleri ile iç ve dış fiyatlar dikkate alınarak fark ödemesi desteği verilir. Fark ödemesi desteği öncelikle arz açığı olan ürünleri kapsar. Her yıl, fark ödemesi kapsamına alınacak ürünler ile ödeme miktarları Cumhurbaşkanı tarafından belirlenir.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, henüz arpa ve buğdayı bu kapsama almadı. Halbuki hem ZMO, hem de TZOB, buğdaydaki maliyetleri hesaplamıştı.
Peki üreticiye dönük bu düşmanca tutumun nedeni nedir? Böyle bir fiyatın, buğday üreticisini perişan edeleceği bilinmemekte midir? Elbette hepsi biliniyor ama TMO’ya değil, ABCD’ye bakınca tezgah ortaya çıkıyor.
FİYAT ANKARA’DA DEĞİL ŞİKAGO’DA OLUŞUYOR
Ton başına 9250 TL olarak açıklanan TMO’nun buğday fiyatı, 12 Haziran’daki dolar kuru üzerinden hesaplanınca 286 dolara denk geliyor. Peki buğday fiyatının dolar cinsinden karşılığı bizi neden ilgilendiriyor? Bu sorunun cevabı için 9 bin km kadar batıya, Şikago’ya gitmemiz gerekir.
Dünya hububat borsasının merkezi, Şikago Board of Trade’de (CBOT) günde 15 milyon tona varan hububat kontratları alınıyor, satılıyor. Buğday halk kesimleri için bir tüketim malı olabilir ancak CBOT’taki yatırımcılar için hububat, tıpkı altın gibi, petrol gibi birer emtiadır. Zira hububatı yaş meyve sebzeden ayıran en önemli özelliği “stoklanabilir” olmasıdır. Bu sayede, bu ürün vadeli işlemlere konu olabilir, spekülatif fiyat davranışlarının oluşması bu tip bir piyasada kaçınılmaz hale gelir. TMO’nun açıkladığı buğday fiyatının 286 dolara karşılık geldiğini aklımızda tutarak, aynı tarihte binlerce km uzaktakı CBOT’ta buğdayın fiyatına bakalım, 264 dolar! Neredeyse aynı… Hatta dolar kurunda yüzde 9’luk bir değerlenme olduğu takdirde CBOT daha ucuz kalacak.
Hububat fiyatlarını, 2002’ye dek Bakanlar Kurulu açıklarken, 2002’den itibaren TMO açıklamaya başladı. Fakat TMO’nun bu süreçteki temel fonksiyonu, Türkiye’deki buğday fiyatı ile Şikago’daki buğday fiyatının eşitlenmesi oldu. Bu sayede Türkiye’nin hububatı, uluslararası emtia pazarına dahil edilebilir hale geldi. O tarihten itibaren Türkiye’nin buğday ithalatı da ihracatı da arttı. Ama günün sonunda, son 5 yıldır buğdayda net ithalatçı konumdayız. CBOT’a entegre edilen fiyatlar Türkiye’deki buğday üreticisini işinden bezdirdi ve bugün buğdayda kendine yeterlilik yüzde 85’e kadar geriledi. O halde bir diğer soru; CBOT’taki fiyatı kim belirliyor?
TMO DİYE YAZILIR ABCD DİYE OKUNUR
Dünya hububat piyasaları ulusal ölçekte çok sayıda alıcı ve satıcının olduğu piyasalardır. Ancak uluslararası ölçekte bu piyasa oligopoldür. Yani satıcı ve alıcıların sayısı azalır ve fiyat tekeller tarafından belirlenir. Dünyada 2023 yılında yaklaşık 800 milyon tonluk toplam buğday üretiminin 200 milyon tonu uluslararası ticarete konu oluyor. Bu 200 milyon tonluk buğdayın da fiyatı Şikago Borsası’nda belirleniyor. Peki bu buğdayı kim alıp satıyor?
Burada ülkeler bazında bir analiz hakikati görmemizi engelliyor. Çünkü bu analiz, ülke üretimlerinin dahi üzerine çıkan gıda tekellerini görmemizi engelliyor. Zira dünyanın dört bir yanında çiftçilerin ürettiği buğdayın yüzde 80’ini toplam 4 şirket elinde tutuyor. Hepsi ABD menşeili olan bu 4 şirket; Archer Daniels Midland Company (ADM), Bunge, Cargill ve Louis Dreyfus Company (LDC)… Bu şirketler baş harflerinden yola çıkılarak ABCD grubu olarak anılıyorlar. Dünya hububatının yüzde 80’i bu 4 şirketin elinden geçiyor. Dolayısıyla, CBOT’taki buğday fiyatını da ABCD grubu belirliyor.
O halde 287 dolarlık fiyatı TMO mu açıklıyor yoksa TMO, ABCD grubunun 9 bin km uzakta belirlediği fiyatı, Türkiye’deki buğday üreticisine duyurmakla mı sorumlu?
Bu soruya verilecek cevap, ekonomi-politik bakış açınızı da belirler. CBOT’un üzerinde fiyat belirlenirse buğday ihracatçılarına ne yapacağınız, CBOT’un altında fiyat belirlenirse, Türkiye’de konuşlanmış ABCD grubuna ne diyeceğiniz tümüyle sizin politik bakış açınıza ilişkindir.
***
***
Nüfus arttı, üretim düştü
• 2002’de 1,1 milyon ton buğday ithalatı yapılırken, 2022-23 döneminde ithalat 12 milyon ton oldu.
• 2002’de buğday ithalatı için 150 milyon dolar harcanırken, 2023 yılında bu rakam 3 milyar 402,4 milyon dolara çıktı.
• Buğday ekim alanları 2000 yılındaki 9,4 milyon hektardan 2023’te 6,6 milyon hektara kadar geriledi.
• 1979’da Türkiye nüfusu yaklaşık 43 milyonken buğday üretimi 17,5 milyon ton olarak gerçekleşiyordu. 2023’te Türkiye nüfusu bu sayının iki katına ulaşmışken buğday üretimi 22 milyon tonda kaldı.
/././
Mehmet Şimşek’e öneriler (Özgür Gürbüz)
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek son haftasını çevre ve ekonomi konularına ayırdı. Önce zar zor geçinen herkese yeni bir yük getirecek zorunlu afet sigortasının ‘müjdesini’ verdi. Anadolu Ajansı muhabirine verdiği demeçte, doğa kaynaklı afet sayısındaki artışa dikkat çeken Şimşek, “Zorunlu Afet Sigortası ile sel, heyelan, fırtına, dolu, çığ ve orman yangınının da sigorta teminatına dahil edilmesi öngörülüyor” dedi.
Şimşek’in bahsettiği aslında iklim krizi nedeniyle sayısı ve şiddeti artan aşırı hava olaylarının yol açtığı hasarlar. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de aşırı hava olaylarının sayısı artıyor. Meteoroloji Genel Müdürlüğü 2023’te tam 1475 aşırı hava olayı kaydetti. 2017 yılında bu sayı 598’di. 2023 yılındaki aşırı hava olaylarının yüzde 38’i şiddetli yağışlar. Onları fırtına ve dolu izliyor.
SİGORTA PRİMİNİ SORUMLULAR ÖDESİN!
İklim krizini durdurmadıkça bu sayı, dolayısıyla hasar ve kayıplar da artacak. Şimşek, bu hasarın bedelini siz karşılayın diyor, zorunlu sigorta primlerinin nasıl kullanılacağı, ne kadarının prim ödeyen için kullanılacağı tartışmasına hiç girmiyorum. Mehmet Şimşek’e sadece şunu hatırlatmak zorundayım. İklimi biz değiştirmiyoruz sizin politikalarınız değiştiriyor. Bu ülkeyi kömür santrallarıyla biz doldurmadık, sizin hükümetiniz yaptı. Elektrik üretiminde kömürü ve ithal kömürü zirveye sizin hükümetiniz taşıdı. 22 yıldır ulaşımı kara ve hava yoluna bağımlı kılarak, petrol kaynaklı emisyonları siz arttırdınız. Bu iş poşet gibi tercih meselesi değil, bize icraatlarınızla dayatılan bir zorunluluk. Sigorta primini sorumlular ödesin!
Enerji tasarrufunda da geride kaldınız. GSYH’ye 1000 avro katkı sağlamak için sizin bakanlık yapmaya başladığınız 2007 yılında 181 kg eşdeğeri petrol harcanıyormuş, 2022’de 150’ye gerilemiş. Aynı dönemde bize yakın ekonomilere bakıyorum hemen hemen hepsi çok daha fazla ilerleme kaydetmiş, enerji yoğunluğunu düşürüp daha az enerjiyle daha çok iş yapmışlar. Yunanistan bugün aynı ekonomik değeri 120, Portekiz 117 kg petrol eşdeğeri enerji harcayarak sağlayabiliyor. İtalya’da bu rakam 90. Romanya 308’den 165’e geriletti.
KARBON AYAK İZİ VERGİSİ
Bir başka konuşmanızda da karbon ayak izi vergisi almaktan bahsetmişsiniz. Alın, geç bile kaldınız ama bunları sorumlularından alın. Karbon ayak izi diyerek bu iş yurttaşın ayak izine bağlamayın. Petrol, kömür ve gaz şirketlerinden, köprü ihalelerinden ceplerini dolduran şirketlerden, otomobil satıcılarından alın. Demiryolu yapmayarak, akıllı binalar, planlı kentler inşa etmeyerek enerji tüketmeye mahkûm ettiğiniz yurttaşlardan değil, kısa yoldan hızla kâr elde etmek için bizi kışın üşüten yazın pişiren binalara tıkan inşaatçılardan alın. Aldığınız vergilerle binalara yalıtım yapın. Enerji kooperatiflerinin, çatılardaki güneş panellerinin önünün kesilmesi için lobi yapan elektrik şirketlerinden alın. Aldığınız vergilerle okulların çatısına güneş paneli koyun. Aldığınız tüm vergilerin de hesabını verin. Nereye, nasıl harcandığını bilelim. Karbon vergim makam arabalarının yakıtı olmasın.
MEHMET ŞİMŞEK’E AKKUYU SÜRPRİZİ
Mehmet Şimşek’e bir de kötü haberim var. Akkuyu Nükleer Santralı’nda inşaat sürüyor. Rusya’yla yapılan uluslararası anlaşma gereği ilk ünite çalışmaya başlayınca elektrik alım garantisi de devreye girecek. İlk iki reaktörün ürettiğinin yüzde 70’ini, diğer iki reaktörün ürettiğinin yüzde 30’unu, kilovatsaati 12,35 dolar sentten almak zorundayız. Mayıs ayında piyasa takas fiyatı 5,4 sent civarındaydı. Yani, aynı elektrik piyasada nükleere kıyasla yarı fiyatından daha ucuza satılıyor. Rus şirketin söylemini dikkate alarak bir hesap yaparsak, sadece alım garantisi nedeniyle ödeyeceğimiz miktar yılda 2 milyar dolardan fazla olacak. Alım garantisi dışında da elektrik alınırsa rakam rahatlıkla 3 milyar doları bulacak. Cumhurbaşkanı, ilk reaktörün yüzde 90’ı bitti dediğine göre en geç önümüzdeki yıl ilk reaktör devreye girebilir. Hazineden para çıkışı da elektrik üretimiyle başlayacak.
Şimşek, 11 Haziran’da yaptığı bir konuşmada, 21 yılda fosil yakıtlara 900 milyar dolar harcadık diye şikâyet etmiş. Akkuyu’ya 15 yılda sadece alım garantisi nedeniyle ödeyeceğiniz miktar 35 milyar doları bulacak. Kalan üretimi de piyasa fiyatından alsanız 50 milyar doları geçer. Akkuyu Nükleer A.Ş. Türkiye’de kurulu ama yüzde 100 hissesi Rusya’ya ait bir şirket. Böyle olunca enerji ithalatı kalemi kağıt üstünde azalmış görülecek ancak dediğimiz gibi bu kağıt üstünde, seçmen kandırmak için kullanılacak. Şikâyet ettiğiniz fosil yakıtlardan bile daha pahalı elektrik almaya hazır değilseniz Akkuyu’yu açmamanız gerekir. Açacaksanız da bize 21 yıl sonra gelip nükleer santral nedeniyle Rusya’ya 60-70 milyar dolar ödedik demeyin.
/././
Hürriyet’in manşeti, Bahçeli’nin yüzüğü (Yaşar Aydın)
Erdoğan ve Özel arasında 40 gün arayla yapılan ikinci görüşme, sonrasında 20 Temmuz’da Kıbrıs’a kesilen randevu siyasetin gündemini belirledi. Bu trafikten de anlaşılabileceği gibi Erdoğan her 40 günde bir Özel’le temas edecek. İlk görüşme sonrası emekli generaller serbest kaldı. Bu görüşmenin hemen arından ise Sinan Ateş’in eşi Saray’a kabul edildi belki de Kavala ile ilgili de bir gelişme olabilir. 20 Temmuz sonrasında ilk sırada Gezi tutukluları olması muhtemel. Önümüzdeki birkaç yıl içinde emeklinin durumu da kesin çözüm için masaya gelir.
Sosyal medyaya baktığımızda her konuda olduğu gibi ülke bu görüşmeyi destekleyen ve desteklemeyenler olarak ikiye bölünmeye hazır. Her iki tarafın da açıklamalarını okuyunca hak verecek argümanlar çıkıyor. Tenis maçı izler gibi kafa bir o tarafa bir bu tarafa gidiyor. Sanırım bunca bilgi ve açıklamadan sonra yine sakinleşip sade düşünmeye çalışmak ve bazı sorular sormak en doğrusu:
İktidar ve muhalefet partilerinin görüşmesinde hiçbir sakınca yok hatta gereklidir. Bu görüşmelere olağanüstü görüntü vermek ne kadar doğru?
Emekli askerlerden sonra Kavala’nın, Gezi tutsaklarının serbest kalması çok iyi haber olur. Bu konuda her türlü girişim anlamlı olmakla birlikte yeterli midir?
Türkiye’nin devasa sorunlarının çözümünü iki parti liderinin görüşme takvimine indirmek, beklenti yaratmak siyasetsizleşmenin başka bir versiyonu olmanın ötesine geçebilir mi?
Görüşmelere devlet sırrı muamelesi vermek anlamlı değil. Her başlık ve tarafların değerlendirmeleri şeffaf biçimde sunuluyor mu ya da neden sunulmuyor?
Liderlerden görüşme trafiğinden beklentileri ve hedefleri konusunda neden tek bir cümle duyamıyoruz?
TÜRKİYE FOTOĞRAFININ NERESİNE OTURUYOR?
CHP-AKP trafiğine sadece iki parti çerçevesinde bakmak ve iki lider üzerinden değerlendirmek eksik olacak. Meral Akşener’in Saray’a gitmesi, Sinan Ateş cinayetinde yaşanan gelişmeler, Bahçeli’nin ve Dervişoğlu’nun Meclis Grup konuşmaları, önce kayyum ataması sonra kayyum atamasına karşı protestolara yaklaşım gibi bir dizi konunun Türkiye’nin önümüzdeki günlerde içine gireceği siyasi rotaya dair fikir veriyor. Erdoğan’ın CHP’yi ziyareti bir sonrası için 20 Temmuz’a gün vermesi de bu gelişmelerin dışında değerlendirmek çok fazla saflık olur.
Hürriyet gazetesi bir hafta içinde ikinci defa CHP genel merkezinden çekilen bir fotoğrafı manşete taşıdı. Erdoğan’ın son ziyaretinden sonraki manşet sözünün “Yeni dönemin fotoğrafı” olması da tesadüf değil. Hürriyet ve onun temsilcisi, sözcüsü olduğu iktidar elitlerinin bir bölümü bu halin devamının sürdürülebilir olmadığının farkında. Hürriyet, rejimin esasına dokunulmadan restorasyon yapılmasından yana olanların duygularına tercüman oluyor. Bu değişimin bugünün Cumhur ittifakı ile gerçekleşmesinin de imkânsızlığının farkındalar. CHP bunun için kıymete bindi. İyi Parti’nin devre dışı kalmasından sonra sıra ülkenin birinci partisini de bir şekilde ikna etmeye geldi. Yanına çekemese bile en azıdan sert bir muhalefetin önüne geçilecek.
Erdoğan’ın en sıcak olduğu çözüm yolunun da bu olduğu belli. Eğer başarıya ulaşırsa iktidarda bir dönem daha kalmanın yolu açılacak. Başarılı olamaz ise en azından Bahçeli’ye ciddi anlamda hiza verilmiş olacak.
Tam da burada Bahçeli’nin yüzüğüne kısaca değinmek gerekir. Erdoğan’a çok açık biçimde “yapmak istediğinin farkındayım” mesajını verdi. Ortaklığa mecbur olanın kendisi olmadığının altını çizerek bunu yaptı. Tüm bu görüşmeleri içinde flört etmeye bir yere kadar izin verebileceğini ama onun ötesine kırmızı çizgilerinin aşılmaması gerektiği konusunda sert bir çıkış yapmış oldu.
Hürriyet’in manşeti ile Bahçeli’nin yüzüğünü yan yana koyduğunuzda Cumhur ittifakı içinde uzun süredir devam eden gerilimi görmek mümkün. CHP’nin de bu gerilimin bir parçası olması yönünde ciddi bir gayret var.
CHP’NİN KENDİ AJANDASI VAR MI?
Erdoğan’ın CHP ilgisinin arkasında büyük bir yenilgi sonrası ortaya çıkan zorunluk var. Biraz da CHP’nin acemiliği yüzünden durumun sanki böyle değil de Erdoğan’ın isteği ve inisiyatifi ile geliştiğine dair kamuoyu ilgisi yaratmayı başardı.
Burada esas mesele CHP’nin bu fotoğraf içerisinde nerede yer alacağı ya da almak istediği. Erdoğan ve iktidarın inisiyatifinde gelişen ana muhalefet partisini bir tür ricacı haline getiren bu sürecin devamına ne kadar izin verecek? İstikşafi görüşmeler, 6’li masa hikâyesinden sonra ‘40 günlük temas’ şeklinde geçen bir yeni dönem mi başlayacak?
CHP yetkilileri “mücadele ve müzakere aynı anda ilerleyecek” demenin ötesinde bu konuda net bir görüş vermedi. Ama işin mücadele tarafından çok müzakerenin gündemde kaldığını CHP yetkilileri de en az bizim kadar görüyordur.
Soru şu; Muhalefet, 31 Mart seçiminde halkın yarattığı rüzgârla yelkenini mi dolduracak yoksa bu rüzgâra rağmen yelkenleri indirip kürekle mi ilerleyecek. Yani şimdi de 20 Temmuz Kıbrıs’ı bekleyeceğiz.
/././
Halkın tokadını küçümsemeyin (Zafer Arapkirli)
Bundan tam 75 gün önce, Türkiye halkı uzun süredir pek net biçimde yapmadığı ve itiraf etmeliyiz ki, herkesi ciddi ölçüde şaşırtan bir çıkış yaptı. Sandığa gidip mührü oy pusulalarına vururken, aynı zamanda Türkiye’de siyasetin tüm aktörlerine de avazı çıktığı kadar yüksek sesle şu mesajı verdi:
“Yettiniz artık!..”
Bu hem “Herkesin aklını başına devşirmesi” anlamında güçlü ve tarihi bir mesaj hem de siyasetin tüm aktörlerine “gittikleri yolun yol olmadığı” yönünde verilmiş sert bir uyarıydı.
Kısaca hatırlayalım, 75 günde neler yaşadığımızı...
İktidardaki İslamo-Faşist ittifak, haliyle bu mesajı üzerine hiç alınmadı ve “Yaptığımız bazı hatalar... İçimizdeki bazı arkadaşların iyi çalışmaması... İcraatımızı necip milletimize iyi anlatamamış olması... Yerelde yapılan ufak tefek taktik yanlışlar...” ve benzeri izahata boğularak bir nevi “mezarlıktan geçerken ıslık çalma” yoluna tevessül etti.
Sanki, her alanda icraatı ülkeyi her anlamda bir enkaz yığınına çevirmemiş, on milyonlarca insanı yoksulluktan “toplu kıyıma” uğratmamış, özgürlükler anlamında tüm oksijen borularını kesip lime lime doğramamış, hukuku, adaleti, yargıya güveni sıfırlamamış, ülkenin itibarını beş paralık etmemiş gibi, bu ülkeyi 22 senedin kendileri yönetmiyormuş gibi rol yapmaya devam etti.
Tabii ki bu, “faturayı elinin ucuyla, siyaset masasındaki diğerlerinin önüne iteleme” tavrına hiç şaşırmadık.
Peki, muhalefet ne yaptı?
Zaten ondalık küsüratın bol sıfırlı “sağa doğru dizili hanelerinde” seyreden CHP dışı sağ muhalefet partileri, bu sefer “Altılı, - bilmem kaçlı masa” filan da olmadığından, kimse de “galibiyeti” üstlenecek yüzü kendinde bulamadı.
Ana muhalefetteki CHP ne yaptı? Hakkı olduğu üzere, kendi hanesine yazılan yüzde 38 civarındaki “teveccüh armağanını” öpüp başına koydu. Seçmenin kendisine 47 sene sonra verdiği “en çok oya mazhar olan parti” unvanını elinde sallayıp, iktidara “Beni artık daha ciddiye alacaksın ve dinleyeceksin” demeye başladı. Bu noktadan hareketle, ülkenin “acil sorunlar listesini” iktidarın başındaki “Şahsım”ın masasına götürüp, çözüm talep etmek üzere harekete geçti.
Bunun adını da “Normalleşme” koydu. “Şahsım” da bu pek fazla etkileyici olmayan şutu altı pas çizgisi üzerinde göğsünde yumuşattıktan sonra, “Evet haklısınız. Bu ülkenin bir yumuşamaya, sıkılı yumrukları gevşetmeye ihtiyacı var” diyerek hem halkın mesajını (kendince) yok saymayı, hem de ana muhalefetin olası zorlayıcı baskısını ustaca püskürtmeyi başardı.
Bu meyanda 2 çok şaşaalı zirve buluşması gerçekleşti. Adeta 1986 yılındaki ünlü Reagan - Gorbaçev zirvesi benzeri bir tartana ile büyük bir beklenti yaratıldı. Karşılıklı “diplomatik nezaket gereği” içeride konuşulanlardan, tartışılanlardan, alınan alınamayan yanıtlardan, mutabakata varılan ya da varılamayan sounlardan, 40 gündür haberdar değiliz. Ama söylenenlerden edindiğimiz somut izlenim, halkın en can alıcı sorunu olan “İş, ekmek, açlık, diz boyu yoksulluk ve sefalet” gibi gündeminin “Popülizm yapmayın şimdi. Size verecek 5 kuruş fazla paramız yok” şeklinde ellerinin tersi ile itildiğidir.
Buram buram “ideolojik tercih” kokan ve “ensesi kalın bir avuç azınlığın, on milyonlarca yoksul emekçi ve emekliye tercih edildiğinin” ilanı olan bu tavır, zaten tartışılmayacak şekilde başlı başına bir “sonuç”tur.
Ancak ana muhalefet, bunu bile anlamazdan gelerek “Sayın Şahsım, bize ‘bir heyet yapın, benim maliye bakanımla görüşün. O size anlatsın neden paramız olmadığını’ dedi” diyerek, sanki bu bir marifetmiş gibi halkın suratına boş boş bakmaktadır.
Bütün bunlar olurken, iktidar her yerel seçim sonrası yaptığı gibi Güneydoğu’da “O sandıktan biz çıkmadıysak, o seçim geçersizdir” utanmazlığıyla “kayyumist kılıcını” çekmiş, halk iradesinin üzerine doğru sallayarak yeniden taaruza geçmiştir.
Zaten “zamlar ve hayat pahalılığı kılıcı” acımasızca kan dökmeye devam etmekte, bir yandan da özgürlüklerin her anlamda boğazlanmasıyla halka karşı amansız hücumler sürmektedir. Gerici müfredat, doludizgin okulların kapılarına tahkimat yapmakta, ülkenin dört bir köşesinde laik yaşam tarzına müdahaleler sürmekte, faşist katiller mahkeme salonlarından ellerini kollarını sallayarak küstah ve kibirli jestlerle çıkıp gitmekte, gerçeklerin üzerine giden, sorumluların cezalandırılmasını talep eden gazeteciler, artık “tek tek” de değil, adeta “sıralı listeler halinde” tehdit edilmektedir.
Muhalefetin “Durun daha yeni ve güzel bir atmosfer yaratıyoruz. Aman bozmayalım” naifliği sürdükçe, iktidarın başı inanılmaz bir rahatlığa girmenin konforunu yaşamakta. Bu konfor, ortağını bile “sinir etmekte”, küçük ortak uzun süredir yol yürüdüğü partnerini “kıskançlık krizleri ile” terketme tehditleri savurmaktadır.
Saray’a aniden çıkan, son 5 yılın en “ilginç ve gizemli” siyasi aktörlerinden birinin ne konuştuğu, ne istediği, ne teklifi aldığı kapı aralarında tartışılırken, dikkatler halkın gerçek durumundan, taleplerinden ve öfkesinden başka yerlere kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Ana muhalefetin bu manzarayı ve tabii ki 31 Mart mesajını (tokadını) iyi okuması ve bu çıkmaz sokağın daha derinliklerine dalmadan uyanıp, ülkenin en büyük caddesinde, “Demokrasi ve Ekmek Mücadelesi Bulvarı”nda kitlelerle birlikte yerini almasının zamanı gelmiştir.
Direksiyon başındaki Sayın Özgür Özel, “Özel ve yeni bir atmosfer” rüyasından hemen uyanıp, halkın kendi önüne kolduğu “Navigasyon” ekranına bakmalıdır.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder