Bir zar, iki hesap -Berkant Gültekin-
Türkiye’de siyasi güç dengeleri yerel seçim sonrası yeniden tanımlandıktan sonra, ana aktörler kendi ajandaları doğrultusunda hareket etmeye başladı. Bir kesişim alanından (“yumuşama”/”normalleşme”) geçilmekte olsa da hem iktidar hem de muhalefet, süreci kendi çıkarına ve yaklaşımına göre ele alıyor.
Erdoğan’ın “yumuşama” hamlesi neyin ne kadar yumuşadığından öte iktidarın mevcut güç kapasitesinin sınırlarıyla ilgili. Yerel seçim sonuçları Erdoğan’a şunu gösterdi: Artık sadece ülkenin önde gelen büyükşehirleri değil, Anadolu’nun iç kesimleri de mevcut durumu kabullenmiyor. Dahası bu kabullenmeme hali, kimlik temelli kutuplaşmayı aşacak şekilde muhalefette temsil bulan bir itiraza dönüşebiliyor.
Dolayısıyla yoksullaşan halk, Mehmet Şimşek eliyle yürütülecek ekonomik programla daha da yoksullaştırılacaksa, toplumsal tabanda açığa çıkması muhtemel tepkiyi kontrol altında tutmak, yönetmek elzem. İşte yerel seçim sonrası “yumuşama”, Erdoğan’a kendini bu şartlar altında dayattı. Erdoğan, MHP ile kurduğu ortaklıktan vazgeçemez ve sistemi demokratik bir tarzda dönüştüremezdi fakat iç işleyişe ayar çekebilirdi.
MUHALEFETİ BÜROKRATİKLEŞTİRME
Erdoğan bu nedenle içinde olduğu sıkışmayı, ivme kazanan muhalefeti bürokratikleştirerek ve rejimi, muhalefeti kısmen kapsayacak ölçüde genişleterek aşabileceği bir siyasi dizilime ihtiyaç duydu. Böylece bir yandan ülkede derinleşen sorunlar karşısında bir şeylerin konuşulup çözülebileceğine dönük intiba uyandıracak diğer yandan da muhalefeti “sorumlu/yapıcı muhalefet” kapsülüne sıkıştırıp iktidarını daha yönetilebilir bir dengeye oturtabilecekti.
Bürokratikleşen muhalefet de belki sokağa bütünüyle sırtını dönmeyecek ancak onu iktidar üzerinde daha düşük vitesli bir baskı unsuru olarak kullanmayı tercih edecekti. Toplumsal muhalefetin sokağa inmesinden ve hükümeti istifaya ya da erken seçime zorlayacak bir dinamizmle varlık kazanmasındansa, halkın itirazlarının bir temsilci vasıtasıyla kendisinin belirleyicisi olduğu bir masaya sunulması, Erdoğan’ın krizi idare etme formülünün ta kendisi... Anayasa tartışmalarıyla da meseleyi daha katmanlı bir boyuta taşımaya çalışacak.
Sürecin Saray açısından bir başka olumlu çıktısı da erken seçim ihtimalini ötelemek oluyor. Zira Şimşek’in yürüttüğü ekonomik program asla bir seçim kazanma programı değil. Erdoğan da disipline ve sıkılaşmaya dayalı bu ajandayla seçim kazanamayacağının farkında. Ne var ki bu süreç, iktidarın yeniden doğrulabilmesi için zorunlu bir aşama.
Şimşek programıyla seçim kazanılamaz ancak seçim kazanmak için saçılacak kaynaklar, Şimşek’in halkı ezen programıyla üretilebilir. Tabii bu program aynı zamanda “istikrarlı ve öngörülebilir” bir siyasi ortama ihtiyaç duyuyor. Erdoğan’ın “yumuşama”sı bir yönden de Şimşek programının bu ihtiyacına cevap vermek için devrede.
CHP KENDİNİ HAZIR GÖRMÜYOR
Muhalefet ise “normalleşme” adını verdiği bu süreci, yerel seçim galibiyetinin getirdiği rüzgâr vasıtasıyla siyasete daha fazla ağırlık koymak için kullanma gayretinde.
Özgür Özel, partisinin kendi liderliğindeki siyasi statüsünü, Kılıçdaroğlu CHP’sinin sahip olduğu statüden farklı bir seviyeye taşımayı önemsiyor. CHP artık iktidar tarafından “terörle ilişkili” olarak kodlanmayan, bilakis saygı gören ve muhatap alınan bir aktör. İktidar medyası da Saray’ın “yumuşama” adımlarına paralel şekilde anamuhalefete karşı oldukça nazik bir tavır takınıyor.
Erdoğan da CHP yönetiminin partinin bu yeni statüsünü önemsemesini istiyor. Özel’i ağırladığı 2 Mayıs’taki görüşmenin ardından 28 Şubat davası kapsamında hapiste bulunan askerlerin cezalarını kaldırırken, bu tahliyelerin Özel’in hanesine artı olarak yansıyacağını biliyordu. Muhalefet talep ileten, sorunlardan bahseden ve çözüm bekleyen taraf; iktidar da dinleyen, notlarını alan ve çözüm geliştiren taraf olacaksa, yeni dönemin bu mimarisi en kısa şekilde bir örnekle anlatılabilirdi. Erdoğan da bunu yaptı.
Özgür Özel, erken seçim kartını arka cebinde tuttuğunu göstermekle birlikte onu kullanmaya yanaşmıyor. Çünkü şu an gerekli olduğuna inandığı “normalleşme”, CHP liderinin böyle davranmasını gerektiriyor. Aslında “normalleşme”den bahsedilecekse, Türkiye’nin mevcut gerçekliğinde normal olan, muhalefetin erken seçimle iktidar koltuğuna oturmayı talep etmesi ve bu doğrultuda agresif bir politika geliştirmesidir.
Özel henüz partisini bu denli hazır görmüyor olacak ki yerel seçimde elde ettiği zaferi, zamana yayılan başkaca siyasi hamlelerle pekiştirmek istiyor. Yönetilen belediyeler vasıtasıyla halk kesimleriyle olan bağları kuvvetlendirmek, bunun yanı sıra salt iktidar-muhalefet ilişkileri bakımından da olsa ılımanlaşan siyasi atmosfer sayesinde bugüne kadar CHP’den uzak duran seçmenlerle temas kurmaya çalışıyor.
MASADAN KALKINCA…
Bugünlerde bir masa etrafında buluşan AKP ile CHP, er ya da geç farklı yönlere gitmek için o masadan kalkacak. Erdoğan muhalefeti oyalayıp güç biriktirmek, Özel ise CHP’nin etki alanını genişletmek amacıyla diyalog masasına önem atfediyor. Yani ortada tek zar ama iki farklı hesap var.
Fakat Bahçeli masayı erkenden taşlayarak Erdoğan’dan has ortağının kim olduğunu hatırlamasını istedi. Masa devrilmese de Bahçeli’nin taşlarıyla hasar aldı. Onun sözleri Özel’i AKP’ye yönelik “suç ortağı” ifadesini kullanmaya itti; Özel daha sonra “Kriminal bir ifade olarak kullanmadım” diyerek durumu hafifletmeye çalıştı.
Önemli olan herkes kendi yoluna gittiğinde kimin masadan daha avantajlı kalktığı olacak. CHP, iktidara verebileceği zarardan daha azına razı gelerek Erdoğan’ın şansını artırıyor. Erdoğan, kısmi esnemeyle kaybedeceğinden daha azını veriyor ve kendi rejimini muhalefete bir şekilde dikte ediyor.
İşler muhakkak ki Erdoğan açısından en ideal şekilde yürümüyor ancak rejim, ağır bir seçim mağlubiyetinin ardından ne kadar iyi olabilecekse o kadar iyi. Bu da muhalefetin uzun uzun düşünmesi gereken bir mesele.
/././
Hepimiz Diyanet’iz -Kaan Sezyum-
Şimdi diyanet olmak lazım, şarkılar türküler söylemek… Ha pardon şarkı, türkü yasaktı sanırım. Neyse güzel sözler eşliğinde diyanete kendimizi teslim etmemiz gerek. Yeni günler, güzel günler elbette ki Diyanet’le gelecek. İnansanız da inanmasanız da, başka fikirleriniz de olsa, olmasa da, sizin geleceğinizden, bugününüzden, dününüzden alıp diyanete vermek lazım. Diyanet önemli, diyanet olmasa ülkede din elden gider, ezanlar susar, bayrak iner (aslında Arap ülkelerinde kral filan ölünce de iniyor bizde bayrak, o kısmını çok şey etmemek lazım), hepimiz elcibiytiplusesleliks oluruz Allah korusun! Bazılarımızı ve bacılarımızı Yunan, gavur, ecnebi, sünnetsizler kaçırır, ülke nar gibi bölünür diyanet olmazsa. Diyanet, bakın burası çok önemli, gerçekten önemli bir kurum. Öyle olmasa neden her sene Godzilla gibi bir bütçeye sahip olsun? Her sene büyüdükçe büyüsün, her sene başkanına yeni ve daha güzel makam arabaları alınsın? Bakın bu hepimizin ayıbı… Makam arabasından feragat etti koskoca diyanetin başındaki başkan. Yılda 92 milyarlık bütçeye hükmeden bu değerli bireye yazık değil mi? Yazık değil mi kendisinden çok daha düşük bütçelere sahip bakanlar krallar gibi gezerken, başkanım eski püskü arabada. Yazık değil mi adama? Başkanlığını yaşayamadan, ısıtmalı koltukta, oturan yerlerini ısıtamadan bir hayat geçer mi söyle? Kolay değil, böyle yaşamak kolay değil. Bunca yükü böyle taşımak kolay değil hele de eski model Audilerle. Hayat kısa gitti gidiyor bilmeyene. Başımda taç olsun, canıma yoldaş olsun diyanet gelsin yuvamızın orta yerine saraylar kursun. Gerekirse Ayasofya’da kılıçla kendisini tüm sevenlerine hatırlatsın. Yalnız kapıyı ısırmayalım sevgili vatandaşlar.
∗∗∗
Evet diyanet önemli. Ülkemizde daha da önemli. Peki ne kadar önemli? Şu kadar önemli. Mesela bütçesiyle önemini hemen anlayacaksınız. Diyanet, bütçesiyle İçişleri, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Kültür ve Turizm, Sanayi ve Teknoloji ve de Ticaret Bakanlıklarından daha önemli… Yani bir ülkenin kültüründen ve turizminden, sanayisindeki gelişmelerden, teknolojiden ve ülkenin ticari büyümesinden daha önemli. Helal olsun! Zaten diyanetin bütçesi de helal bütçe, sonuçta vergilendirilmiş kazançtan geliyor. Dine inanan, inanmayan, güvenen, güvenmeyen tüm vatandaşlarından eşit oranda kesiliyor. Mesela sigara içiyorsanız, dumanınızın vergisi hop nerede, orada evet bildiniz. Bira mı içtiniz? Nasıl içebiliyorsunuz bu pahalılıkta? Öncelikle onun hesabını verin? Sonra da vergilerinizde diyanetinize bütçelenin. Peki bu güzel ve nezih kurumun son kuruşuna kadar hak ettiği, 6 bakanlığımızdan, ülkenin içişlerinden bile daha büyük olan ve daha da büyük olması gereken bütçesiyle neler yapıyoruz? Neden çoğul kullandım? Çünkü diyanetin bütçesi bizim de kazançlarımızdan. Hepimiz diyanetiz aslında ülkede yaşadığımız sürece. Hatta yurt dışına çıkmak isterseniz de şimdi yükseltilmesi planlanan ve dünyanın en saçma harçlarından biri olan “yurt dışı çıkış” harcından da diyanete güvenle katkı olabilirsiniz.
∗∗∗
Bütçeye gelin bir bakalım? Neler neler oluyor, vergilerimiz araba mı olmuş, konvoy mu olmuş, makam odası mı olmuş, çakarlı araç mı olmuş, ne olmuş? Bütçe teklifindeki verilere göre yaklaşık 92 milyar TL’lik bütçenin yaklaşık yüzde 84,5’i personel giderlerine; yüzde 11’i sosyal güvenlik kurumlarına devlet primleri giderlerine; yüzde 2,7’si mal ve hizmet alım giderlerine; yüzde 1,5’i sermaye giderlerine ve yüzde 0,4’ü cari transfer giderlerine ayrılmış. Personel giderleri, Diyanet bütçesinin çoğunluğunu oluşturuyor. Gördüğümüz gibi diyanet demek aslında personel demek. 100 liranızın 84,5 lirası diyanete maaş olarak gidiyor. Kalan 13,5 lira ise tabii ki hizmet. Hizmet de hizmet, aman aman öyle hizmetler ki, muhteşem kelimesi hizmeti tanımlayamaz. 100 lira vardı, 84,5 lirası çalışana gitti, şimdi 13,5 liralık hizmet yarışımız başlıyor. Alın size doya doya hizmet, üzerinize hizmet olup yağmaya geliyoruz bütçemizle. Nasıl olsa kültürden, turizmden, sanayiden, teknolojiden, memleket içindeki huzurdan daha büyük bütçemiz var, her 100 lirasının 84,5 lirası çalışana, kalanı da hizmete… 2022 itibariyle 141 bin 218 çalışanı vardı, umarım yeni senelerde daha da artar çalışanı. Çalışan demek hizmet demek sonuçta. Hizmetimiz sadece ülkenin sınırlarında da kalmasın diye ek bütçe lazım. Diyanetin yurt dışı hedeflerine yönelik çıkarılan maliyet hesabına göre, yurt dışı faaliyetleri için 680 milyon 508 bin 256 TL’lik kaynağa ihtiyaç duyulacak. Günümüzdeki en önemli ihtiyaç para. Bu kadar parayla neler yapılabilir, onu siz düşünün. Helal olsun.
/././
Taşkın riskine rağmen altın inadı -Özgür Gürbüz-
Türkiye’nin altın madeni olmayan, açılmak istenmeyen ili var mı bilmiyorum. Bunlar ülke altın kaynadığından olmuyor, siyanür sayesinde kayadaki altın tozunu bile alabildiğiniz için her yerde maden açılıyor. Siyanür liçi madencinin işini kolaylaştırıyor ancak bu yöntem devasa madenler açılmasına, tonlarca kaya ve toprağın atığa dönüşmesine ve geri döndürülemez bir çevre hasarına yol açıyor.
Altıncıların istilası altındaki Türkiye’de, Altıncı filonun son duraklarından biri Ardahan’ın Göle ilçesi. Jeofizik Yüksek Mühendisi Kadir Işık, bölgede altı ayrı maden sahası oluşturulduğunu, bunlardan birinin Koza Altın’a, ikisinin ise Cemar Madencilik’e verildiğini belirtiyor. Koza Altın’ın altın ve bakır çıkarmak istediği biliniyor. Hayvancılığın son merkezlerinden Göle’de meralar, 12 köy ve hatta ilçe merkezi madencilik tehlikesiyle karşı karşıya. Göçe rağmen önemli bir nüfusa ev sahipliği yapan Göle’de, Ulusal Kaşar Festivali yapıldığını da hatırlatan Işık, “Bu köylerin tamamından süt alınır ve kaşar üretilir. Buralar kaşar üreticilerinin süt aldığı bölgeler” diyerek, tarımsal üretimin bölge ve Türkiye için önemine dikkat çekiyor.
Maden sahalarının birbirleriyle adeta iç içe olması riski büyütüyor ama riski artıran bir başka nokta ise Devlet Su İşleri’nin (DSİ) CİMER başvurusuna verdiği yanıtta ortaya çıktı. Göle ilçesi, Büyükaltunbulak köyündeki taşkın riskini gösteren alanları haritada işaretleyen DSİ, bu alanların kullanılmaması gerektiğine dikkat çekti. Kullanılmasın dedikleri alanlar Koza Altın’ın ruhsat sahasının neredeyse yarısını kaplıyor ve sahanın her bir köşesine yayılmış.
DSİ TAŞKIN RİSKİNE İŞARET ETTİ
Erzincan İliç’teki maden faciasında tanıklık ettiğimiz tehlikeli maden atıklarının taşkın anında sularla daha kolay bir şekilde bölgeye yayılabileceğini görmek için uzman olmaya gerek yok. Kaldı ki, maden sahasından geçen aktif fay hattı da bu riski artıracak bir etken. O hatta, Eylül 2022’de 5,3 büyüklüğünde bir deprem olmuştu. Koza Altın’ın hazırladığı proje tanıtım dosyasında bu bilgi yer almıyor.
Avukat Cömert Uygar Erdem, “DSİ belgelerinden görüyoruz ki deprem riski olan sahada taşkın riski de var. Dahası ruhsat sahasının büyük bir kısmı derelerden oluşuyor. Kura Nehri’nin ana kaynağı olan, dört mevsim akışı olan derelerden söz ediyoruz. Doğal hayata verilecek zararların yanı sıra, can ve mal güvenliği açısından da riskler taşıyor. Kura nehrinin uzandığı bütün topraklar risk altında” diyor. Erdem, ÇED süreci ile ilgili Ardahan vekillerinin yaptığı “iptal” açıklamalarının kıymetli olduğunu ancak valiliğin henüz sonucu ilan etmediğini vurguluyor. Ruhsatların iptal edilmesi için yasal süreç başlattıklarını söylüyor.
Madenin tarımsal ve hayvansal üretimin kaynağı doğaya vereceği zarara da dikkat çekiliyor. Doğa Derneği Başkanı Dicle Tuba Kılıç, yapılması planlanan altın ve bakır madeninin biyolojik çeşitlilik ve tarımsal üretime de zarar vereceğini, aynı zamanda yerüstü ve yeraltı su kaynaklarını olumsuz etkileyeceğini söylüyor. Kılıç, “Alan, nesli tehlikedeki küçük akbaba başta olmak üzere birçok türün yaşadığı nadir yerlerden biri. Hiçbir maden projesi yaşamdan daha değerli değil. Doğu Anadolu’nun doğa dostu üretim merkezlerinden biri olan Göle Havzası’nı tehdit eden bu maden ruhsatı hemen iptal edilmeli.” diyor. Kafkas ırkı arılar, dört akbaba türü ve daha birçok hayvan ve bitki türü sanayileşmeden uzakta kalabilmiş bu alanda yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
Bu köşede birkaç kez yazdık, bir altın yüzük için 20 ton civarında atık üretiyorsunuz. Üstelik, çıkarılan altının sadece yüzde 6,7’si sanayi ve teknoloji alanında kullanılıyor. Dünyadaki hurda ve geri dönüştürülen altın miktarı bu talebi yıllarca karşılamaya yeter. Altın madenciliği bir ihtiyaç değil. Madencilerin cesetlerini çıkardığımız, zehirli atıkları derelere ve toprağa bıraktığımız şu günlerde bizim ihtiyacımız altın madenciliğine dur diyecek cesaretli bir hükümet. Yaşamı öne çıkaran siyaset bildiğiniz tüm mücevherlerden daha değerli artık Türkiye için.
/././
‘Çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’ -Şükrü Aslan-
78 kuşağının herhalde en aşina olduğu söylemlerden biriydi ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’. Kamuoyuna yönelik hazırlanan bildiriler genellikle bu ifadeyle başlardı. Mitinglerde ve yürüyüşlerde konuşma yapanların ilk cümlelerinden birisi buydu. Gazetelerde ve dergilerde sıklıkla bu ifadeyi görmek mümkündü. Özetle ve yine dönemin meşhur söylemiyle ‘propaganda ve ajitasyonun’ muhatabı daima ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’ idi.
Türkiye’nin ‘çeşitli milliyetleri’ kimlerdi, sosyalistler bunların farkında mıydı, sanmıyorum. Bu ülkede nüfus sayım verilerinden hareketle ‘milliyetler’e dair bilgilerin herhangi bir politik tartışma veya ‘analiz’e konu olduğunu da sanmıyorum. Çünkü kimin hangi kökenden geldiği sosyalist geleneklerin gündemine hiç girmemişti. Hatta Avusturya işçi marşının sözlerinde olduğu gibi sosyalistler ‘dil farkı bilmezdi, din farkı bilmezdi, sanki bir anadan doğmuşlardı’. Böyle olunca Pomak, Rum, Ermeni, Abhaz ya da Kürt olmak o kadar da önemli değildi. Dolayısıyla çeşitli milliyetler gibi bir ifade, bu detayın sıradan olduğuna da yorumlanabilirdi.
‘Milliyet’ sözcüğü aynı zamanda ‘uluslar hiyerarşisi’yle de ilgiliydi. Sosyalist yayınların hemen tamamında ‘ulusal’ sözcüğüyle karşılaşmak mümkündü. Zaten toplumsal devrim de öncelikle ‘ulusal ölçekte’ yapılacaktı. Bu yayınların büyük bir kısmında ‘ulusal’ sözcüğü genelde ‘Türk ulusu’ olarak da geçiyordu. Farkında olarak ya da olmayarak bir ulusal hiyerarşi bu söylemin bir gereğiydi. En başta ‘ulus’ vardı, diğerlerine de olsa olsa ‘milliyet’ denebilirdi. Belki de bu yüzden, o kuşak ve gelenekten gelen bir milletvekili yıllar sonra bile ‘bana Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşittirler dedirtemezsiniz’ demişti.
∗∗∗
Sosyalist geleneğin içinden gelen bireylerin kendi mensubiyetleri ne olursa olsun daima genelin sesi ile meşgullerdi. Yani adına ‘çeşitli’ ve ‘milliyet’ dediği bu kimliklere dünyanın temelde sınıfsal bölünüşünü anlatmak ve bunun gerektirdiği sınıfsal/toplumsal devrime onları da davet etmek için çağrı yapıyordu. Bu politik tutum esas olarak dünyayı bütün bu kimliklere yani ‘çeşitli milliyetlere’ anlatıyordu. Dolayısıyla kimliklerin öyküsünü dünyaya anlatmaya o iklim içinde herhalde sıra gelemezdi.
Bir Pomak sosyalist, dünyadaki devrimci hareketlerle ilgili geniş bilgiye sahip olabilirdi ama Pomakların iki devlet arasındaki muhacirlik serüvenini genellikle bilmezdi. Bir Kürt sosyalist Çin Kültür Devriminin bütün serüvenini bilebilirdi ama Zilan deresinde sadece bir haftada on beş bin kişinin öldürüldüğünden genellikle habersizdi. Bir Ermeni sosyalist, içinde yer aldığı örgütün yöneticisi olsa bile, 1915 kitlesel kırımını ve ailesinin darmadağın edilmiş öyküsünü gündeme getirmiş olamazdı. Bir Çerkez sosyalist Ekim Devrimi’ni detaylarıyla anlatabilirdi ama 1864’de başlayan ve yarım milyon insanın hayata veda etmesiyle biten büyük tehcirin öyküsünü pek düşünmezdi. Elbette bunun istisnaları vardı ama ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’nın sosyalist üyeleri, genellikle dünyayı bilir ama kendilerini bilmezlerdi.
∗∗∗
Zamanla bu geleneğin mensupları arasında kendi öyküsünü de öğrenme, anlama ve dünyaya anlatma eğilimi gelişti. Dillerine, kültürlerine, geçmişlerine ilgi ve merak arttıkça belge arama, tanıkları dinleme, kuşaklararası aktarımları kayıt altına alma eğilimi gelişti. Sosyalist dergi ve gazetelerin hali ve dili de giderek değişmeye başladı. ‘Çeşitli milliyetler’ uyanmış ve dünyadaki toplumsal devrim ve sınıf mücadeleleri gibi, kendi öykülerini de konuşmaya değer olduğunu öğrenmişlerdi. Dünyayı kendine anlatmaktan, kendini dünyaya anlatmaya evrilen bu dönüşüm sanırım kendi başına bir büyük devrimdi.
Bugün artık ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’ söylemi konuşulmuyor. Dahası adına milliyet denilen her bir kimliğin öyküsü yeniden yazılıyor, bu amaçla örgütleri kuruluyor, dilleri ve kültürleri yeni ortamlarda inşa ediliyor. Üstelik bu kimliklere karşı girişilen kitlesel imhalarla yüzleşme talepleri yüksek sesle dile getiriliyor. Her kimliğin kendisi olarak yaşayabileceği yeni bir dünya tahayyülüne vurgu yapılıyor. Bunu da ‘çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı’nın bir tür devrimi olarak nitelemek mümkündür.
/././
Bu düzenin köküne kibrit suyu -Yaşar Aydın-
Neden hâlâ iktidardalar?
Ülke cehennem gibi. Milyonlarca insanın yoksulluğu evlerin pencerelerinden, okul koridorlarından, çarşı-pazar tenhalığından görülüyor. Beslenemediği için büyüyemeyen çocukları konuşuyoruz. Sınıfta açlıktan bayılanları.
Milyonlarca vergi borcunu bir kalemde silmeyi bilenlerin çocuklara bir öğün yemek vermediğine şahitlik ediyoruz.
Gençlerin umudunu çaldılar. Doktor, mühendis ya da öğretmen olmak istemiyorlar. Sadece bu ülkeden gitmek istiyorlar.
Günde 12 saat en zor koşullarda çalışanlar zenginlik hayali değil bir kilo eti evinin sofrasına taşımayı düşlüyorlar. İşsizler var. Uzun kuyruklar boyunca üç kuruşa talim edecekleri iş için bekliyorlar. O da torpilleri aşabilirlerse. Çoğunluğu genç, çoğunluğu kadın işsizler var. Okumuş, yazmış, işsizler.
Yıllarca çalışıp emekli olunca rahat ederiz diye düşünenlerle ekmek kuyruğunda yaşlı gözlerle beklerken rastlaşıyoruz. Düşünün bu koşullarda ‘‘10 bin lirayla geçin’’ deniliyor.
Nasırlı ellerle toprağını işleyen çiftçi “acaba bir sonraki sene tohumunu alabilecek miyim” diye düşünüyor.
Ülkeyi bu hale sokan AKP iktidarı ve Cumhur İttifakı’ndan başkası değil. Erdoğan ve Bahçeli’dir yaşadığımız koşulların suçlusu. Ama onlar hâlâ iktidar.
Adalet sistemi bir kişinin ağzına bakıyor. İçeride yatacağa da çıkacağa da o karar veriyor. Cani istemezse bir yıl, iki yıl hatta 8 yıl cezaevinde tutabiliyor.
Seçimde alınan oyları yok sayabiliyor. Seni, beni bir başkasını hain terörist ilan edebiliyor. Buğdayı kaça satacağımıza, yurtdışına çıkarken ne kadar harç ödeyeceğimiz de o kara veriyor.
Evet hâlâ iktidar. Hem de halkın çoğunluğunun istememesine rağmen iktidar. Hem de halkın ezici çoğunluğunun onları koltukta tutan düzenden “rahatsız” demesine rağmen iktidar.
Bu bir başarı mı? Kuşkusuz öyle. Ama sadece Erdoğan ve Bahçeli’nin mi başarısı? Bu soruya hangimiz rahatlıkla ‘Evet’ diyebiliriz.
Ülke bu kadar kötü durumdayken ve daha da kötüye giderken tek yapılacak şey seçmen olmak mı?
Ortada garabet bir rejim ve artık ülkeyi yönetemeyeceği aşikar olan bir iktidar var. Yapılacak tek şey bir an önce bu rejimden ve onun yarattığı bu boğucu iklimden kurtulmak.
Örgütsüz milyonlarca yurttaş önüne fırsat geldiğinde iktidara çelme taktı. Ama rejim hastalık gibi, dokunduğu yeri çürütüyor. Uzak durulmalı. Anlaşıldı ki ancak öyle yenilecek. Bu ülke bu halk rejimden kurtulmayı çoktan hak etti.
YEDİLER BİTİRDİLER
GELİRDE BÜYÜK UÇURUM VAR
Türkiye tarihinin en büyük gelir dağılımı şokunu yaşıyor. Ülkenin yüzde 20’lik küçük bir azınlığı tüm kaynaklarının üzerine çökmüş durumda. 2023 yılı verilerine göre, Türkiye'de en zengin yüzde 20'lik kesim toplam gelirin yüzde 49,8'ine sahipken, en yoksul yüzde 20'lik kesim sadece yüzde 5,9'unu almakta. Bu düzen her geçen gün zenginler lehine değişmeye devam ediyor. OECD verilerine göre Türkiye, gelir dağılımı eşitsizliğinde en kötü 4. ülke konumunda. Avrupa Birliği ülkeleri arasında ise Bulgaristan'dan sonra en yüksek gelir eşitsizliğine sahip ülke. Yaşanan gelir adaletsizliğinin doğal bir sonucu da artan yoksulluk. 2023 yılı itibarıyla yoksulluk oranı yüzde 21,7'ye ulaşmış ve yaklaşık 18,2 milyon kişi yoksul olarak tanımlanmış durumda. Bu acı tabloyu resmi veriler de destekliyor. 2023 yılı itibarıyla Türkiye'de son beş yılda sosyal yardım alan hane sayısı 3.5 milyondan 4.99 milyona ulaştı. Bu, toplamda yaklaşık 19.9 milyon kişinin sosyal yardımlardan faydalandığını gösteriyor. Türkiye bir yandan yoksullukla boğuşurken dünyanın dolar milyarderleri listesine her yıl yeni isimlerin de eklendiğini belirtmekte fayda var. Son olarak Savunma sanayii şirketi Baykar Teknoloji'nin başkanı Selçuk Bayraktar ve CEO'su Haluk Bayraktar da milyarderler arasında yerlerini aldı. Selçuk Bayraktar’ı tanımayanlar için aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı olduğunu belirtelim.
ÇALIŞAN YOKSULLAR ÜLKESİ
FITRAT DİYORLAR
Çalışanların tek derdi düşük ücret ve güvencesiz iş değil. Türkiye çalışma koşullarında Ortaçağ Avrupası ile yarışır düzeyde. Her gün bir işçinin çalışırken ölüm haberi gazete sayfalarına düşüyor. 2023 yılında Türkiye'de iş kazalarında en az 1893 işçi hayatını kaybetti. Sadece yılın ilk dört ayında 585 işçi iş kazalarında yaşamını yitirdi. Türkiye, işçi ölümlerinde Avrupa'da birinci, dünyada ise üçüncü sırada yer alıyor. İktidara göre bu ölümlerin önemli bölümü işin fıtratında var. Bunların içinde okulda olması gerek çocuklar da var. Sadece 2013-2023 yılları döneminde en az 671 çocuk.
UYUŞTURUCU CENNETİ, SUÇ ÖRGÜTÜ YATAĞI
KARA PARA VARSA YOLSUZLUK DA VAR
Kayıt dışılığın cirit attığı bir ülkede yolsuzluğun olmaması mümkün değil. Öyle ki yolsuzluk alanında liderlik yine uluslararası raporlarla tescillendi. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün yayımladığı 2023 Yolsuzluk Algı Endeksi'ne göre, Türkiye 180 ülke arasında 34 puan alarak 165. sırada yer aldı. Bu endekste Türkiye’nin 2014'e göre yüzde 11, 2018'e göre ise yüzde 7 oranında puan kaybettiği görülüyor. Tabloda Türkiye; Burkina Faso, Vietnam ve Tanzanya gibi ülkelerin gerisinde yer aldı. Bu algının oluşmasında ve yolsuzluğun kurumsallaşmasında AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana tam 191 kez değiştirilen Kamu İhale Kanunu’nun çok özel bir payının olduğunu da belirtmek gerekiyor. AKP iktidarı bu dönemde onlarca şirketi ihya ederken oturduğu koltuğun en güvenilir ayaklarını da oluşturmuş oldu. Kamuoyunda tanınan yandaş şirketler Türkiye’de yapılan tüm büyük ölçekli ihalelerinin de sahibi oldu. Türkiye’de her şey çok çabuk unutuluyor. Kanun dışılık denince akla ilk gelen isimlerden olan Sedat Peker’in açıklamaları bugün kaç kişinin aklında. O ifşaa sürecinde ismi geçenler ya da olaylarla ilgili hiç bir şey yapılmadığı gibi herkes yerini muhafaza etmeyi bildi. Hatta bazıları terfi bile aldı. Süleyman Soylu hariç.
YARGI İKTİDARIN SOPASI
HATAY’DAN İLİÇ’E HER YERDE RANT
Türkiye 22 yıllık AKP iktidarında büyük acılar yaşadı. Ama bunun en büyüğü hiç kuşku yok ki 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen depremlerdi. Bu depremlerde toplamda 53,537 kişi hayatını kaybederken 107 bin kişi yaralandı. 40 bine yakın bina yıkılırken 200 binden fazla bina ise ağır hasar aldı. Kuşkusuz bu ağır tablonun sorumluları depremin şiddeti değil merkezi ve yerel yönetimlerinin rant odaklı kent anlayışıydı. Ama bu acı bile iktidarı kendine getirmiş görünmüyor. Rezerv alan aldatmacasıyla halkın topraklarına el koymaya kalkan iktidar verdiği hiçbir sözü de tutmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan şehir şehir dolaşıp “680 bin konutu bir yıl içinde teslim edeceğiz” sözü çoktan unutuldu bile. Binlerce aile 20 metrekarelik teneke evlerde yaşamaya devam ediyor. Hatay ve diğer illerde depremin açtığı yaralar kanamaya devam ediyor. Sadece bu olay bile başka bir ülkede onlarca belediye başkanın, en az üç bakanın hatta kabinenin istifasıyla sonuçlanırdı. Halk burada bile üste çıkmayı beceren bir yüzsüzlükle karşılaştı. AKP iktidarının karakterini gösteren diğer bir olay da Erzincan’ın İliç ilçesinde yaşandı. Anagold altın madeninde meydana gelen faciada 9 işçi toprak altında kalarak hayatını kaybetti. İktidarın tüm itirazlara rağmen verdiği ruhsat ve sonrasında yaşanan denetimsizlik bu sonucu doğurdu. Tek başına bu olay, Türkiye’nin maden güvenliği ve çevre yönetimi konularında nasıl bir zihniyete sahip olduğunu göstermeye yeterdi. Ama AKP bildiğini okumaya devam etti. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2023 Faaliyet Raporuna göre son 7 yılda düzenlenen işletme ruhsatı ve işletme izinlerinde büyük artış görüldü. 2017 yılında 184 olan işletme ruhsatı, 2023’te 1330’a yükseldi. 348 olan işletme izni de geçen 1104’e çıktı. 2017’den bu yana düzenlenen ruhsat sayısı ise (arama ve işletme ruhsatı) 20 bin 250 oldu. Yine kıyı kanunda yapılan değişiklik, orman ve meralara dair uygulamalar, Kanal İstanbul gibi kent merkezlerine yönelik imar planları rant ve yağma zihniyetinin kusursuz bileşimi gibi. Ülke insanını, yerin üstünü, altını satılığa çıkaran bir iktidarla karşı karşıyayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder