KKTC’deki üniversitelere insan ticareti suçlaması -Gözde Bedeloğlu-
MHP Mersin milletvekili Levent Uysal’ın eşi Ece Uysal’ın kurduğu Kıbrıs Sağlık ve Toplum Bilimleri Üniversitesi’nde (KSTÜ) şubat ayında başlayan ‘sahte diploma ve yolsuzluk’ soruşturması devam ediyor. Tutuklu yargılanan KSTÜ genel sekteri ve hissedarlarından Serdal Gündüz’ün ifadesine göre sahte notlarla 600’den fazla kişiye lisans, yüksek lisans ve doktora diploması dağıtıldı. Soruşturma kapsamında tutuklanan ve KKTC yasalarına göre teminatla serbest bırakılan son isim, iki ayda doktorasını tamamlayıp mezun olduğu iddia edilen TRT Kıbrıs temsilcisi Sefa Karahasan’dı.
Birgün muhabiri İsmail Arı’ya açıklamalarda bulunan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Milletvekili Ongun Talat, Kuzey Kıbrıs’taki iktidar çevresine yakınlığıyla bilinen Karahasan’ın, kendisine göre Türkiye iktidarının çeşitli konularda bağlantı olarak kullandığı bir isim olduğunu söyledi. Karahasan, 2017 yılında sosyal medya paylaşımı gerekçe gösterilerek yaşadığı Kuzey Kıbrıs’tan sınır dışı edilen modacı Barbaros Şansal’ın Atatürk Havalimanı apronunda lince uğramasıyla sonuçlanan provokatif süreçte adı geçenlerden biriydi. Karahasan, konuyla ilgili yaptığı bir sosyal medya paylaşımında Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye küfreden ‘vatan hainlerinin’ sığınağı olamayacağını yazmıştı. Diploma satışının KSTÜ ile sınırlı olmadığı ve soruşturmanın başka üniversiteleri kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiği savunulurken KKTC’deki üniversitelerle ilgili krizi derinleştiren ve uluslararası alana taşıyan önemli bir gelişme yaşandı.
ÖĞRENCİ VİZESİYLE KUZEYE, SIĞINMA TALEBİYLE GÜNEYE
Kıbrıs Cumhuriyeti kuzeydeki üniversiteleri, insan ticaretiyle ilişkili olup olmadıkları konusunda incelemeye alınması talebiyle, Avrupa Yüksek Öğrenimde Kalite Güvencesi Birliği’ne (ENQA) şikayet etti. Güney Kıbrıs basınında yer alan haberde, Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’nın, Kıbrıs’ın kuzeyindeki üniversitelere öğrenci vizesi alarak gelen 188 üçüncü ülke vatandaşlarının hemen akabinde Kıbrıs’ın güneyine geçerek siyasi sığınma talebinde bulunduklarını delilleriyle ortaya koyduğu ve ENQA’nın şikayet üzerine, söz konusu üniversitelerin insan ticaretiyle ilişkili olup olmadıklarıyla ilgili inceleme başlattığı iddia edildi. Konuya ilişkin KKTC yönetiminden henüz bir açıklama gelmedi. Bu noktada, KSTÜ soruşturması kapsamında tutuklanan bir isim oldukça dikkat çekici.
7 Şubat’ta Ercan Havalimanı’ndan çıkış yapmaya çalışırken yakalanan İnternational Ofis Daire Başkanı Amir Shakerifard, komisyon karşılığı üniversitelere yabancı öğrenci bulan bir şirket adına sahte fatura düzenlemekle suçlanıyor. Polisin elde ettiği bilgilere göre Shakerifard, 2022-2023 yılları arasında yabancı uyruklu kişileri KSTÜ’ye kayıt ettirip öğrenci statüsünde Kıbrıs’ın kuzeyine gelmesini sağladı ve daha sonra okul kayıtlarını sildi. Söz konusu 456 öğrencinin kimlik bilgilerine ulaşan polis, öğrencilerden sadece birinin okulu bitirip mezun olduğunu açıkladı. KKTC’de, sayıları hızla artan üniversitelere kayıt parasını yatırıp öğrenci vizesiyle ülkeye giriş yaptıktan sonra eğitimine devam etmeyen ve kaçak konumda olan on binlerce öğrenci bulunduğu ve bunların ucuz işçi olarak hemen hemen her sektörde çalıştırıldığı çeşitli raporlara yansıdı.
KAYITLI BİNLERCE ÖĞRENCİ OKULA GİTMİYOR
Kıbrıs’ın kuzeyinde faaliyet gösteren İnsan Hakları Platformu (İHP) 2022 yılında yayınladığı raporda, 17 Nijeryalı, 1 Kamerunlu, 2 İranlı, 2 Kazak ve 1 Rus olmak üzere toplam 23 insan ticareti mağduruna ulaştıklarını, bunların 18’inin adaya öğrenci vizesiyle getirildiğini ve hepsinin seks ticaretine zorlandığını tespit ettiklerini açıkladı. Birçok uluslararası ve yerel raporun Kıbrıs’ın kuzeyinde yapılan insan ticaretini uzun zamandır önemli bir endişe konusu olarak değerlendirdiğini aktaran platform, KKTC hükümetinin insan tacirlerini cezalandırma konusundaki eksikliği sebebiyle, Kıbrıs’ın kuzeyinin ADB İnsan Ticareti Raporu’nda ‘cezasızlık bölgesi’ olarak tanımlandığını belirtti.
2022 yılı boyunca yerel makamların üniversite sayısının kontrolsüz şekilde artışı, öğrencileri sahte vaatlerle kandıran acenteler ve öğrenci vizesi düzenlemelerinin kötüye kullanılması konularında bilgilendirildiğini söyleyen İHP, öğrencilerin KKTC’ye geldiğinde üniversitelerine devam edip etmediklerini veya insan kaçakçılığı gibi diğer tehlikeli veya yasadışı durumlarla karşılaşıp karşılaşmadıklarını takip edecek bir izleme mekanizmasının olmadığını raporladı. KKTC İçişleri Bakanlığı 2022 verilerine göre üniversitelerdeki kayıtlı öğrenci sayısı 107 bin ancak sadece 83 bini aktif. 20 bin öğrenci derslere devam etmiyor. Kayıt yenilemeyip adada kaçak durumunda olanların sayısı ise belirsiz.
ADADAKİ EN BÜYÜK SUÇ PAZARI İNSAN TİCARETİ
Birleşmiş Milletler üyesi 193 ülke içinde gelişen organize suç faaliyetlerini karşılaştıran Uluslararası Organize Suç İnisiyatifi’nin Küresel Organize Suç Endeksi 2023 raporunda da Kıbrıs ile ilgili çarpıcı bilgiler var. Ada, Avrupa genelindeki organize suç endeksinde 29’uncu sırada yer alıyor. Afrika, Asya ve Avrupa arasındaki konumu nedeniyle Kıbrıs’ın düzensiz göç için popüler bir destinasyon olduğu vurgulanırken, insan ticaretinin adadaki en büyük suç pazarı olduğu ve bunu uyuşturucu kaçakçılığının takip ettiği belirtiliyor. Öğrenci vizesiyle KKTC’ye gelen Afrika vatandaşlarının tampon bölgeyi geçerek Kıbrıs Cumhuriyeti’nden sığınma talep etmeleri için yönlendirildikleri iddia ediliyor. Ayrıca bazı kişilerin kaçakçıların yardımıyla sahte evlilik yoluyla siyasi sığınma başvurusunda bulunmaya çalıştığı aktarılıyor.
KKTC’DEKİ ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTLERİ
Küresel Organize Suç Endeksi raporuna göre, KKTC’de Interpol tarafından aranan çok sayıda kişi var. Kafkasyalı, Doğu Avrupalı ve Asyalı organize suç gruplarının kara para aklama ve uyuşturucu kaçakçılığı pazarına hakim, yanı sıra yasa dışı kumar, kadın ve insan ticareti ile ilgili işlenen suçlarda da önemli pay sahibi oldukları söyleniyor. Yine rapora göre Lefkoşa, Gazimağusa, Baf ve Limasol, ada çapında faaliyet gösterdiği söylenen bir düzineden fazla organize suç örgütüne ev sahipliği yapıyor. Bu grupların gelirlerini genellikle emlak gibi yasal ekonomik alanlara yatırdıkları biliniyor. Kıbrıs Cumhuriyeti, organize suçlarla ilgili mücadelede birçok ülkeyle uluslararası anlaşma imzalamış ve Avrupa Birliği düzenlemeleri doğrultusunda bir dizi yasal iyileştirme gerçekleştirmiş olsa da, adanın kuzeyinin dünyada tanınmayan bir devlet olarak uluslararası anlaşmaların dışında kaldığını hatırlatmak gerekir. Son zamanlarda dikkat çekici bir artış gösteren yabancılara emlak ve arazi satışının KKTC’de bir kara para aklama yöntemi olarak kullanıldığına dair tartışmalar sürüyor.
İNSAN TİCARETİ MAĞDURLARI FUHUŞA ZORLANIYOR
Nijerya merkezli Ulusal İnsan Ticaretini Yasaklama Ajansı (NAPTIP) yaklaşık iki yıl önce üniversite eğitimi ve beraberinde çalışmak için Kuzey Kıbrıs’a gidecek Nijeryalıları (özellikle genç kadınları) son derece dikkatli olmaları konusunda uyarmıştı çünkü ajansın elde ettiği bilgilere göre öğrenci vizesiyle KKTC’ye gelen mağdurlar, tacirlerin kalkan olarak kullandıkları acenteler tarafından eğitim ve iş vaadiyle kandırılıyordu. Ülkedeki ekonomik krizin öğrencilere yönelik iş fırsatlarını azalttığı, bu yüzden öğrencilerin üniversite ve yaşam masraflarını karşılayacak mali imkanlara sahip olduklarından emin olmaları gerektiği vurgulanmıştı. Mağdurlara KKTC’de hukuki destek sağlayan İnsan Hakları Platformu’nun kurduğu yardım hattı verilerine göre ise öğrenciler ülkeye geldiğinde tacirler tarafından özel dairelerde kilitli tutulmuş, pasaportları ellerinden alınmış ve fuhuşa zorlanmıştı.
ACENTE VE ÜNİVERSİTELER ARASINDAKİ ŞAİBELİ İLİŞKİ İDDİASI
KKTC yasalarına göre insan ticareti suç. Ancak sorunun gittikçe büyüyüp derinleşmesinden anlaşıldığı üzere engellenmesi ve mağdurların korunması konusunda kayda değer bir başarı elde edilebilmiş değil. Ülkenin egemen bir devlet olarak dünyada tanınmıyor oluşu, uluslararası hukuk ve toplumla temassızlığı, kaynak yetersizliği, ekonomik bağımlılığı gibi etkenler suç örgütlerinin kolaylıkla kendine yer bulmasına sebep oluyor. Nüfusuna oranla hayli yüksek sayıda üniversitenin faaliyet gösterdiği Kuzey Kıbrıs’ta, ki bunların içinde tabela üniversiteleri de var, okullar sağlıklı bir şekilde denetlenemiyor. Öğrencilerin üniversiteleri, Kıbrıs Cumhuriyeti ya da onun üzerinden diğer Avrupa ülkelerine geçiş için paravan olarak kullandığı ve dahası acentelerin aracılık yaptığı söylenen bu insan ticaretinden üniversite sahiplerinin de kazanç sağladığı, dolayısıyla sistemin işlemesinden memnuniyet duyulduğuna dair iddialar KKTC kamuoyunda yaygın şekilde kabul görüyor. İnsan ticareti yapan örgütler, özgürlüklerin ve yaşam standartlarının düşük olduğu her yerde kendilerine yeni mağdurlar bulup güçlenmeye devam edecek. İnsan ticaretiyle mücadele, insan haklarına saygılı her ülkenin birincil görev ve sorumluluğudur.
Kaynak raporlar:
https://ocindex.net/country/cyprus
https://insanhaklariplatformu.eu/kaynak
/././
Eski düzen çözülürken, yerini ne alacak: Rekabet kızışıyor -İbrahim Varlı-
"Kurallara dayalı eski uluslararası düzen artık gerçekte mevcut değil. Elbette yasalar, yapılar ve zirveler yerinde duruyor. Ancak BM Güvenlik Konseyi ve Dünya Ticaret Örgütü gibi temel kurumlar, üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle düğümlenmiş durumda. Rusya, ABD tarafından güçlendirilmiş normları bozmaya, Çin ise kendi alternatif düzenini inşa etmeye kararlı. Washington bile Soğuk Savaş sonrası küreselleşmenin temel ilkelerinden uzaklaşıyor. Brezilya, Hindistan, Türkiye ve Körfez ülkeleri gibi bölgesel güçler, soruna göre hangi ortakla bağlantı kuracaklarını seçiyor. Biden döneminde çok taraflı eylem için en üst noktası olan Rusya'ya karşı mücadelesinde Ukrayna'ya verilen destek bile büyük ölçüde Batı'nın girişimi olmaya devam ediyor. Eski düzen çözülürken, birbirleriyle örtüşen bu bloklar onun yerini neyin alacağı konusunda yarışıyor, rekabet ediyor."
Amerikan müesses nizamının fikir üreticilerinden Foreign Affairs’teki Ben Rhodes imzalı yukarıdaki geniş alıntı küresel siyasetteki ve emperyalist kamplar arasındaki rekabete dair “somut şartların somut tahlili”ni yapıyor.
Amerikan hegemonyasının gerilediğini, bu gerilemeyle birlikte yeni aktörlerin ortaya çıktığını emperyalist sözcüler de kabul etmeye, itiraf etmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “muzaffer” ABD öncülüğünde tesis edilen uluslararası düzen çatırdıyor. “Kurallara dayalı” dedikleri eski uluslararası düzen Amerikan emperyalizminin ve ona bağımlı/sadık aktörlerin diledikleri zorbalığa imza attıkları “egemenlerin düzeni”ydi. Öyle ki işgaller, saldırılar, savaşlar, toprak gaspları hepsi bu düzenin yansımalarıydı. İsrail “bu düzen” sayesinde Golan Tepeleri’ni ilhak edebildi, Amerikan emperyalizmi–Irak, Afganistan- işgal edebildi, Fransa Libya’yı bombaladı, Suriye, Yemen iç savaşa sürüklendi. Rusya da bu kuralsızlığa dayalı “kurallar” sisteminden yararlanarak Ukrayna’ya savaş açabildi.
Şimdi bu düzen sarsılırken, küresek aktörler, hegemon güçler “yeni”nin kendi perspektifleri doğrultusunda inşası için büyük bir rekabet içerisinde.
Tam da Gramsci’nin dediği gibi “şimdi canavarlar zamanı.” Eski ölüyor, ama yeni doğamıyor…
∗∗∗
Sorun da burada ortaya çıkıyor. Eski düzenin bekçisi olan “kolektif emperyalizm” yeni oyunculara karşı –Rusya, Çin- safları sıklaştırmaya çalışırken cephe hattında gedikler veriyor. Çünkü artık “rıza üretemiyorlar” ve küresel Güney’i de karşılarına almış durumdalar. Foreign Affairs’teki yazıda da belirtildiği üzere Ukrayna meselesinin Batı’nın üstüne kalması bu durumun en çarpıcı itirafı.
İsviçre Burgenstock’taki Ukrayna Barış Konferansı’nda yaşanan çatlaklar ve sonuç bildirgesine Brezilya, Suudi Arabistan, Hindistan, Güney Afrika, Tayland, Endonezya, Meksika ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi “küresel güney” ülkelerinin Amerika’nın öfkesini çekme pahasına imza atmaması bir diğer dikkat çekici örnek.
Kapitalist-emperyalist sistemin krizleri artık sistemin ana merkezlerini de vuruyor. Ancak kapitalist-emperyalist çelişkilerin şiddetlenmesi her emperyal merkezi aynı oranda vurmuyor. Emperyalist hiyerarşi içinde farklı güç odakları var. Hegemonik gücünde bir düşüş yaşansa da bir numaralı emperyalist güç olan ABD, tüm olanaklarıyla yeni aktörlerin önünü kesmek, oyun kurmalarını engellemek için seferber olmuş halde.
Önlenebilir Ukrayna savaşı tam da bu nedenle çıkarıldı. Emperyalist cephenin tahkimatı, yeni aktörün çaptan düşürülmesi, yeni kaynakların oluşturulması için Ukrayna savaşının kibriti çakıldı.
∗∗∗
Emperyalist-kapitalist sistemdeki yapısal kriz için savaşın uzun yıllara yayılması gerek. Bu niyet geçen hafta yapılan iki büyük zirvede de ortaya kondu. Gerek İtalya’daki G7 Zirvesi gerekse de İsviçre’de 100’e yakın ülkeden temsilcinin katıldığı Ukrayna Barış Konferansı’nda savaşın daha da genişletilmesi yönünde kararlar alındı.
Batı emperyalizmi safları sıklaştırıp yeni cepheler, ittifaklar kurarken karşı taraftan da hamleler geliyor. ABD/NATO’nun yalnızlaştırmaya çalıştığı Rusya lideri Putin’in Kuzey Kore ve Vietnam turu, Çin ile Rusya arasındaki ittifakın BRICS+ ve ŞİÖ üzerinden yeni aktörlerle genişletilmesi hepsi birer etken. Rusya ile Kuzey Kore arasında imzalanan “Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması” doğrudan Washington’a bir mesaj. ABD’nin Rusya’nın etki alanındaki ülkeleri ayartma girişimine karşı Rusya’da kendi oyununu kurmaya çalışıyor. Washington’ın Putin’in ziyaretlerinden rahatsızlığının arka planında da bu hamleler yatıyor.
∗∗∗
ABD’nin başını çektiği Batı ittifakının Rusya’ya diz çöktürme, Çin’i kuşatma hamlesi yeni gerilimlere gebe. Sorp lider Aleksandar Vucic’in önümüzdeki 3 veya 4 ay içinde dünyayı ciddi bir çatışmanın beklediği yönündeki açıklamasının arka planında da bu kışkırtılan emperyalist rekabet var. Savaşlardan beslenmen emperyalist sistemin doğası bu; Çatışma ve gerilimler kaçınılmaz.
Tüm bunlar olurken emperyalist tekeller karına kar katıyor. Küresel savunma şirketleri, Soğuk Savaş'tan bu yana en “parlak” günlerini yaşıyor. Silah fabrikaları habire silah ve mühimmat üretiyor. Lockheed Martin, Northrop Grumman ve General Dynamics gibi Amerikan silah tekelleri üretim kapasitesini tarihi bir seviyeye çıkarmış durumda.
Nükleer silahlanma yarışı da hızlandı, savaşa hazır durumdaki nükleer bomba sayısı artıyor. Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Kampanya'ya (ICAN) göre, nükleer başlık sahibi 9 ülke geçen yıl bu silahlara 91,4 milyar dolar harcadı. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) raporu da ICAN bulgularına paralel olarak giderek daha fazla nükleer silahın savaşa hazır hale getirildiğini ortaya koydu.
Başa dönecek olursak; Eski düzen çözülürken, birbirleriyle örtüşen bloklar onun yerini neyin alacağı konusunda kıyasıya bir rekabet içerisinde. Sözde “kurallara dayalı” dünya düzeni dağılmaya yüz tutan Amerikan emperyalizminin bu durumu sükunetle karşılaması, kendi doğasına aykırı. Emperyalist rekabet yeni vekâlet savaşları yaratacaktır. Sırp lider Vucic’in işaret ettiği tehlike de buydu!
/././
Gene TCK 216 -İlhan Cihaner-
Sosyal medyada “ünlü” olan iki kişinin “şeriat savunusu/şeriat eleştirisi” üzerine yaptıkları münazara gündemi belirlemiş görünüyor. Sadece bu tartışma çerçevesinde kalsa idi, iki kişinin arasındaki bilgi ve argümantasyon becerisi çerçevesinde değerlendirilecek ve sınırlı sayıda insanın radarına takılıp YouTube okyanusunda bir zerre olarak kaybolup gidecekti. Ancak ne zaman ki “şeriat savunusu” yapan profilin münazaradaki “yetersizliği/yenilgisi” görülüp imdadına şıhlar, şeyhler, siyaset ve yargı yetişti tartışma Adalet Bakanı’ndan İlahiyat profesörlerine kadar birçok insanın gündemine girdi.
Tartışmayı izleyen ya da metin olarak okuyan “ortalama” bir hukukçu Anayasasında Devletini “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlayan, düşünce ve ifade özgürlüğünü “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir… Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” şeklinde güvence altına alan bir ülkede taraflardan birisinin soruşturulacağını hele hele hakkında yakalama kararı verileceğini düşünemez. Hatta ortalama bir hukukçu Anayasadaki “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” ilkesi ve “Türkiye pratiği” nedeniyle, “şeriatı savunanın” soruşturulacağı ya da eleştirileceğini öngörürdü.
Ama öyle olmadı bir lise münazarasından hallice bir tartışmada “galip” çıkan Diamond Tema’nın karşısına cevval yargımız -tabii ki Adalet Bakanının komutanlığında- TCK 216 ile çıktı. Hadis ve İlahiyat tartışmaları açısından da ilginç bir durum doğrusu: TCK sopası ile dini bir tartışma yürütülüyor!
“Türkiye pratiğinden” kastım şu: bu maddenin unsuru olan “açık ve yakın tehlike” ülkemizde genellikle yapılan soruşturmalara göre “tersinden” işler. Kubilay vakasından Maraş Katliamına, Madımak Katliamından Çorum Katliamına kadar birçok “açık ve yakın tehlike” şeriat çağrısı ya da laiklik karşıtı motifler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. En azından kitleler böyle mobilize edilmiştir. Oysa yargımız AKP iktidarı ile birlikte bu maddeyi Laikliğe/savunusuna karşı sopa, şeriat savunusunun kalkanı olarak kullanmaya başladı. Nitekim bu vakada da açık şiddet çağrısı yapan ve suç tanımına uyan birçok eylem takipsiz bırakılıyor.
∗∗∗
TCK 216. Madde AKP’nin en çok övündüğü “özgürlükçülüğünün(!)” zirvesi olan bir düzenleme. AİHM’den gelen ihlal kararları ve AB Uyum sürecinde çok eleştirilen Eski 312. Madde yerine getirildi. Asıl belirleyen de Erdoğan’ın aldığı mahkumiyet olmuştu. Dönemin AKP’li Adalet Bakanı Cemil Çiçek şöyle anlatmıştı bu maddeyi: “Geçmişte demokrasi açısından sıkıntı çıkaran bu maddeye bunun eklenmesi ile geçmişe ilişkin tüm hesabı kapattık. Demokratikleşme sürecinde aslında 312 ile ilgili çok önemli adımlar atıldı. Eskiden olduğu gibi mahkumiyet kararları verilmiyor, davalar gelmiyor. Ama biz bütün bunların ortadan kalkmasını, fikir ve ifade özgürlüğünün olabildiğince serbest olmasını istiyoruz. Uluslararası kriter olan, içtihat haline gelen, sana göresi, bana göresi olmayan bir kriteri buraya getirmiş olduk. Bunun daha ilerisi olabilirdi şüphesiz... Açık ve yakın tehlikenin neyi ifade ettiği açık. Türkiye, AİHM’in yargı yetkisini kabul etmeseydi belki başka türlü düşünülebilirdi. Türkiye’de insanlar biliyor ki özgürlüklerle ilgili kararlar bu mahkemeden dönüyor. Yanlış kararlar Strasbourg’dan dönüyor. Açık ve yakın tehlike bunu uygulayacak olanları tereddütten kurtaracak. Fikir ve ifade özgürlüğü önündeki bir ihtimali daha ortadan kaldırıyoruz. İnşallah Türkiye daha özgür olacak. İnsanlar fikirlerini mevcut hukuk içinde rahatça söyleyebilecekler.’’ Evet doğrusu pek bir özgürleştik! (Tam burada sorayım: Acep Sayın Çiçek Diamond Tema hakkındaki yakalama kararına ne der acaba?)
∗∗∗
Maddenin gerekçesi ise: “…Suçu oluşturan “tahrik”, soyut saygısızlık ve reddin ötesinde, bir halk kesimine karşı düşmanca tavırlar gösterilmesini sağlamaya veya bu tür tavırları pekiştirmeye objektif olarak elverişli olmalıdır. Fail sübjektif olarak da bu amacı gütmeli, halk kesimini kin ve nefrete tahrik etmelidir. Bu kapsamda salt yüz çevirme, soyut bir red veya saygısızlık ifade eden bir davranışta bulunma veya bu yönde sözler sarfetme, suçun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Fiilin suç teşkil etmesi için bunların ötesinde, ağır ve yoğun bir tarzda kin ve düşmanlığa tahrikin var olması gerekir… Şu hâlde kin ve düşmanlık; “husumet beslenen konuya karşı tasarlayarak zarar vermeye, öç almayı gerektirecek şiddette nefret duymaya yönelik hareketlerin zemini oluşturan psikolojik bir hâl” olarak açıklanabilir. Fıkra metninde; fiilin kamu güvenliğini tehlikeye düşürecek biçimde yapılması arandığı için, suç; soyut tehlike suçu olmaktan çıkarılmış, somut tehlike suçu hâline getirilmiştir. Bu suretle, çağdaş hukuktaki soyut tehlike suçlarını azaltma yönündeki eğilim dikkate alınmış, temel hak ve hürriyetlerin kullanım alanı genişletilmiştir. Bu düzenleme sayesinde “kin ve düşmanlık” ibaresinin anlamı da dikkate alındığında sadece “şiddet içeren ya da şiddeti tavsiye eden tahrikler” madde kapsamında değerlendirilebilecektir. Söz konusu suçun oluşması için, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgulara dayalı olarak varlığı gereklidir. Bu tehlike, somut bir tehlikedir. Bu somut tehlikenin gerçekleşip gerçekleşmediği belirlerken failin söz ve davranışlarının neden olduğu tehlike neticesinin gerçekleşmesi gerekir” demektedir.
Şimdi Adalet Bakanı Sayın Yılmaz Tunç’un bu gerekçeyi, AYM ve AİHM kararlarını okuyarak “ağır ve yoğun bir tarzda kin ve düşmanlığa tahrikin, şiddet içeren ya da şiddeti tavsiye eden tahrikin, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgularının” nerede olduğunu da belirtmesi gerekir. Gerekir çünkü bu topa kendisi girdi. Arka arkaya attığı tweetler HSK başkanı sıfatı da gözetildiğinde açıkça talimat niteliğinde olup, giderek suç nitelendirmesi yaparak “savcılık cübbesini” de giydiğini gösteriyor.
∗∗∗
Tüm bunlar yaşanırken tartışma yargı bağımsızlığı, anayasal özgürlükler, laik devlet/şeriat devleti zeminine oturmuşken muhalefetin ilgisizliği umarım “İki internet fenomeninin ergen tartışmasına mı girelim?” gibi bir gerekçeyledir. Eğer yine “Aman ha laiklik topuna girmeyelim, muhafazakarları incitiriz” kaygısı varsa, tekrar uyarayım: kaybedilen özgürlüklerin geri kazanılmasının siyasi, hukuki ve fiili maliyeti çok fazla olur.
/././
Muktedir terörü -Zafer Arapkirli-
Dünyanın pek çok ülkesinde sağcı siyaset erbabının, dillerine en çok sakız ettikleri birşeydir “terör” ve “terörist” sözcükleri. Daha doğrusu, bu iki sözcüğün ve kavramın arkasına sığınarak siyaset yapmayı çok “kullanışlı” bulurlar.
ABD yönetimi, 11 Eylül 2001’de toprakları modern siyasi tarihin en büyük terör eylemine sahne olduğundan bu yana, bu söyleme en çok angaje olan bir yönetimdir mesela. Dünyanın neresinde, emperyalizme ve kapitalizme karşı bir ses yükselse, ağız dolusu “Terööööör!” diye bağırmak, hoşuna gitmeyen siyasi akım ve kuruluşlara da “Teröriiiiiist!” diye küfretmek, sıradan bir uygulama haline gelmiştir.
Türkiye de, bu iki sözcüğün sıkça ve son derece cömertçe kullanıldığı bir ülkedir. 1970’lerde, bugünkü sağcıların “ağababaları” konumundaki siyasetçiler henüz “terör ve terörist” sözcüklerini keşfetmemişlerdi. Onun yerine, zamanın jargonunu kullanarak “tedhiş” derlerdi. Ama en çok da “anarşist” sıfatına başvururlardı.
1971-72 dönemindeki “Solcu Cadı Avları” sırasında faşist yönetimlerin bayıldığı bir söylemdi bu “Anarşistleeeeer!” suçlaması. Dönemin sıkıyönetim bildirilerinde “Marksist, Leninist ve hatta Maoist” gibi komik (sözüm ona) karalama ifadeleri çok popülerdi. “Ve hatta” ne demekse?
10 yıl sonra 12 eylül faşist yönetimi “terörist” kelimesine döndü.
Özetle, “Katli vacip, ortadan kaldırılması gerekli, yaşama hakkı olmayan” ve adeta “haşerat” anlamında kullanılırdı, “terörist”in o günkü muadili sözcükler.
Son zamanlarda, önüne gelene “terörist” diyerek “ortadan kaldırılması vacip, boyu devrilesi” insan tanımı yapmaya bayılıyorlar kendilerince. Bir caddede bir meydanda, en makul, en meşru ve en masum bir demokratik talep için iki satır basın açıklaması yapmaya çalışan bir avuç insan bile “teröriiiiiiiist!” bunların gözünde.
∗∗∗
Sosyal medyada, 100 – 150 harften oluşan bir cümle bile, faşistlerin “Atın içeri. Asalım! Olmadı, ömür boyu zindana tıkalım” diye yağlı urganlarla ortaya fırlamaları için yeterli oluyor. Hedefleri olan insanlara adeta kağıtla, kalemle, klavyeyle değil de Kalaşnikof, el bombası ya da RPG roketleri ile bir harekete kalkışmış gibi muamele etmek isterler.
Oysa ki şöyle bir durup düşündüğünüzde, fikir ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün karşısında aldıkları tavırları değerlendirdiğinizde, tam tersine muktedirlerin yaptığı şeyin “Terörin daniskası” olduğu, gün gibi ortadadır.
Kendi yetiştirildikleri dünya görüşünün, kendi örümcek bağlamış kafalarındaki düşüncelerin, inandıkları değerlerin haricinde her kim iki çift laf etmek isterse, onun tepesine bir “balyoz” gibi inmek, bu muktedirler için farzdır.
Zihinlerindeki dünya, “Benim gibi düşünmeyene bu gezegeni dar ederim. Cehennemin dibine yollarım” şiarını hayata geçirdikleri bir dünyadır. Bir kez iktidarı ele geçirmiş olmaları, ömür boyu bu gücü ellerinde tutabilmek için “terörün her türüne”, fiziki ve zihinsel her anlamda her türlü zorbalığa başvurabilmek için yeterli bir gerekçedir onlar için.
İşledikleri cinayetlere bile ses çıkarılmasına, protesto edilmesine izin vermek istemezler. O “muktedirdir ve isterse cinayet bile işleyebilir” kimse bunu kınayamaz.
Onların inancı, mezhebi, meşrebi hakkında kimse ağzını açamaz. Doğru – yanlış – yamuk – ayıp – günah gibi kavramlara onlar karar verirler. Bu kavramlara oturtulacak eylemler ve yaşam biçimleri, günümüzün çağdaş anlayışına ve hatta mevcut Anayasaya’ya veya yasalara uygunmuş değilmiş, umurlarında bile değildir.
Örneğin onlar 6 yaşındaki kız çocuğu ile cinsi münasebete girebilirler. Ama bunun yasa dışı ve ahlak dışı ve hatta insanlık dışı olması gerçeği onlara hatırlatılamaz. Hatırlatanın “katli vaciptir”
Onlar “öyle istiyorlarsa” öyle olmalıdır. Aksi taktirde, “muktedir terörünün balyozunu” kafanıza indirmekte tereddüt etmezler. Ellerindeki devlet gücünü, askeriyle, polisiyle, jandarmasıyla, savcısıyla, yargısıyla ve hatta “yandaş mahfillerde yasadışı olarak silahlandırdıkları” sivil milisleriyle, üzerinize salarlar.
∗∗∗
Führer tavrı değil midir bu?
Nazi Almanyası’nda görülmüş, SS’ler, Gestapo ve benzeri aygıtlarla halkın (ve giderek daha da geniş bir düzlemde) bütün insanlığın üzerine salınmış azgın bir canavar haline gelmemiş miydi, o dönemin “muktedir terörü”...
“Ben istediğimi yaparım, istediğim gibi davranırım. Herkes bana uyacak. Uymayanı ezerim” mantığı ile yola çıkan muktedir terörü, başkalarının hangi müziği dinleyeceğine, hangi dine ya da mezhebe mensup olacağına, hangi yemeği yiyip, hangi içeceği tüketeceğine, hangi tür kıyafetle dolaşacağına, diploma törenlerine gelirken bile ne giyeceğine, hangi tür dansları yapacağına, çocuğunu nasıl bir okulda okutacağına bile karışma hakkını kendinde görür.
Eleştirene, homurdanana, elindeki “muktedir sopası” ile anında müdahale eder. Kendi koyduğu yasaları, kendi tasarlayıp halka onaylattığı anayasayı bile ihlal etme pahasına, “azgın bir terör dalgasının üzerinde sörf yapar.”
Terörden hepimizin uzak durması, siyasi maksatlı şiddetin hayatımızdan, gezegenin her köşesinde eksik olması, demokratik ve barışcıl mücadele biçimlerinin hakim kılınması, herkesin dileğidir.
Ama “muktedir terörü”, bu dünyanın en zararlı ve en ölümcül “canlı türü”dür.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder