2 Haziran 2024 Pazar

soL KÖŞEBAŞI (2 Haziran 2024)

 

Diyagram olarak Haziran (Asaf Güven Aksel)

Bu yıl da, hayıflanmalar, “şöyle olsaydı”lar, analizlere eşlik ediyor. Oysa Haziran, bıraktığı derslerle, yaşanacak bir kaçınılmazlığa hazırlanmamızı sağlayacak zenginlikte bir deneyim olarak anlamlı.

Satrançla biraz haşır neşir olanlar bilir, sıkça oynamaya başladıktan bir süre sonra, kaybedilen oyunların son hamlelerinin bir dizi diyagramı, zihninizde canlanır durur. Genellikle de, eğer yapsanız sizi mat olmaktan kurtaracak, ya da rakibi mat etmenizi sağlayacak hamleleri bulur ve hayıflanırsınız. Ah, dersiniz mesela, Fil’i c6’ya alsaymışım...

Kaybettiğiniz oyunu, zihninizde düzelttiğiniz son hamlelerle kazanabilirsiniz ya da hiç değilse pat sağlayabilirsiniz.

Oysa, belleğiniz size şaka yapmaktadır. Tahta üzerindeki dizilimde, yani gerçek oyunda, öyle bir hamle şansınız yoktur çoğunlukla. Acemilikten, görmemekten değil, bu yüzden yapamamışsınızdır. Hayalinizde o Fil oraya kurgusal olarak yerleşmiştir ve yolu açılmıştır. Taşların konumu da değişmiştir yeniden resmettiğinizde, siz birebir canlandırdığınızı zannetseniz de.

Bunu bilinçli yapmazsınız. Kendi lehinize farkında olmadan hileye yönelmeniz, istediğiniz sonucu alamadığınız bir karşılaşmanın verdiği kekrelikten sıyrılmanız, içinizi rahatlatmanız ve bir daha minicik bir oyun sonu hatası yapmazsanız kazanacağınız duygusunu, güvenini tazelemeniz içindir. Ki, oyuna devam edebilesiniz.

Tabii bu, daha çok satrançla tanışma evresinin ürünüdür. Yeni karşılaşılmış ve içinize işlemiş bir şeyin hevesidir bunu yaptıran. Zamanla kurtulursunuz. Sonuçları zihinde düzenlemeye çalışmaktan vazgeçer, gerçeklik boyutunda bütün sürecin analizine girişirsiniz, bir sonraki oyun için. 

Haziran Direnişi’nin her yıldönümünde olduğu gibi, bu yıl da, hayıflanmalar, “şöyle olsaydı”lar, analizlere eşlik ediyor. Oysa Haziran, henüz “tarihten bir yaprak” olarak hatıra malzemesi değil, bıraktığı derslerle, yaşanacak bir kaçınılmazlığa  hazırlanmamızı sağlayacak zenginlikte bir deneyim olarak anlamlıdır. 

Her kesim, meşrebince değerlendirdi Haziran’ı. Hal böyleyken, en çok kullanılan argüman da, “Gezi’yi anlamamak, ruhunu kavramamak” oldu. Halbuki, iktidarından payandası liberallere, Kürt siyasetinden CHP siyasetsizliğine, bütün aktörler, Gezi’yi, sonrasında asıl olarak Haziran’ı anlamış, ona göre vaziyet almıştı. 

Haziran’da ayağa kalkan kitleler, hâkim sınıfın AKP temsiliyle yönetemez hale gelişini tamamlayan keskin bir çelişmeyi açıktan resmetmişti. Her kesim bu gerçeği fark edince rolünü oynamıştı.

Gerçek hayatta da, satranç oyunuyla paralellikler kurabilirsiniz. Gerçi satrancın kuralları bellidir, her taşın yetenek ve sınırı değişmezlikle saptanmıştır, oyuna eşit koşullarda, eşit güçlerle başlanır, hatalı hamle dışında şans faktörüne de, dışsal müdahalelere de yer yoktur, her seferinde karşılıklı birer taş sürülür vesaire. Hayat böyle değildir. Ama gene de, birkaç hamle sonrasını hesaplama, taktikler izleme ve rakibi mat etme hedefi itibariyle, sıkça anıştırmada bulunulur mesela politikaya.

Oyun planınızı sürekli atakla rakipten taş alma ya da katı savunmayla taş vermeme üzerine kuramazsınız, sıralıdır orada hamleler, dengeyi gözetmeniz gerekir. Kaç taş alındığından çok, alınan taşın kıymeti, yani rakibin gücünü ne kadar zayıflattığı önemlidir ve tabii pozisyon üstünlüğünü ele geçirmek gözetilir. Kolayca bir taş aldığınızı zannederken, bakarsınız rakip, sizin daha değerli taşınızı almak için “gambit” uygulamıştır aslında. Göz boyayıcı bir fedadır yaptığı, sizin bunun üzerine atlayacağınızı kestirerek.

Bunlara dikkat, politikada da yaşamsaldır.

Kurulu düzeni sarsacak bir kitle hareketi olmakla birlikte, “bu koşullarda yaşamak istememek” ile “eskisi gibi yaşamak istememek” arasındaki açı ve subjektif etkenin ağırlığının hissedilmemesi nedeniyle, “devrimci durum”un, hemen akabinde “devrim durumu”na sıçrama noktasını imlememektedir. Gene de böyle adlandırsak ve bir yanılsamayı paylaşsak da, sonuç değişmez.

“Devrimci durum”u hayranlıkla seyre dalanlar, “durum”un bir parçası olmaya kendilerini kaptırdıklarında, bunu “devrim durumu”na yöneltecek öncünün belirleyici rolünü gözden kaçırabilirler. “Ezber bozma” retoriğinin öncüyü sıradanlaştırma çağrısına tekabülü, hayhuy içinde kokusunu çabuk vermez. Haziran’dan bir ders kalacaksa, bu, örgütlülük ve öncünün sıradanlaşmamasıdır.

Her ne kadar satranç taşları kadar statik ve kurallı değilse de, gerçek hayatın kanlı canlı insanları için de sınırlar ve yetenekler toplumsal koşullarla belirlenmiştir bir yerde. Ne satrançta ne gerçeklikte, bir At, ‘L’ye ek olarak bir de ‘S’ çizen harekette bulunamaz, ayrıcalığı olan şeyi yaparken, üzerinden atladığı taşı yiyemez. Piyon’la rok yapamaz, Kale’yi çapraz götüremezsiniz.

Satrancın kurallarıyla, siyasetin gerçekçiliği hem çatışır hem örtüşür burada. Oyun sonu diyagramı, bütün bir kombinezon sürecinde ortaya çıkar. 

Politikada ve gerçek hayatta oyun sonu yoktur, ara moment vardır. Orada pozisyonunuz ne olursa olsun, hamleleriniz sürecektir. Satrançtaki Şah’ın yerini, politik iktidar hedefi aldığı için, vazgeçip en değerli taşınızı devirivermezseniz, kaybetmezsiniz. Sadece bilanço çıkarırsınız, bir sonraki adımınızı öyle hesaplarsınız.

Satrançta ruh yoktur, duyguya yer verilmez, heyecan iş görmez, salt irade geçersizdir. Mantığı şaşmaz ve genelgeçerdir. Kazanma hırsıyla gelen coşkulu yoğunlaşma, hedefe kilitlenmeyle karıştırılmamalıdır. Satranç, mekaniktir. 

Politikada ise bunların hepsi geçerli ve işlevsel etkenlerdir.  Ama gene de bir At’a beşer kareli ‘S’ler çizdiremez bunlar. Satrancın kurallı mekaniği varsa, hayatın da şaşmaz materyalizmi vardır.

Materyalizmin üstünden atlayan bir diyalektik, arasında bağlantılar kurarak dönüştüreceği nesnelliği, reel olguyu ıskalıyor demektir. Bu, niyetlere, temennilere geçiş anlamında, “ah şu Fil’i…” hayıflanmasındaki gibi, gerçek olmayan üzerinde politika inşa etmeye varır.

Bir de, kesin bilgidir, satrançta hamleleri en iyi gören göz, izleyendedir. Politikada izleyen göz, edilgen pozisyonda kalış değil, bir bütünsellik içeren karşılıklı hamlelere, duygulardan çıkıp soğukkanlı bakabilmek yetisi anlamında kullanılır.

Buna, olguya kendinizden bir şey katmadan çıplak gözle bakan materyalist yaklaşım denir ki, değiştirme iradesinin diyalektiğinin işlemesi için olmazsa olmazdır. Aksi, zamanla duyguyu da köreltir.

                                                               /././

Halktan ne çıkar? (Aydemir Güler)

Türkiye solu şimdi bu sınavdan geçmektedir. Halk değişebilir. Emekçiler örgütlenebilir. Bir emekçi halk hareketi inşa edilebilir…

Geçen hafta seçimin önemsiz olmadığını, ama genelde kabul edilenden farklı bir anlam taşıdığını konuştuk. Seçim belirleyici bir karar anı değil, toplumsal güç dengelerinin yansıdığı bir aynadır ve halk örgütsüzse düzenin, egemen güçlerin çıkarını yansıtır… 

Halkın örgütlenebileceğine inancı olmayanlara bu iddia yıkıcı görünecektir. Biricik çıkış yolu seçim, ama ona da belirleyici bir rol tanınmayacak. Sonuç koca bir umutsuzluk! 

Bu durumda halka inanmayan ama umutsuz yaşaması da mümkün olmayanlar için seçim zorunlu biçimde her şeyin önüne geçer, bağımsızlaşır. Tabii, sadece bir yanılsamalar dünyasında…

Umutsuzluktan kaçalım derken, daha önemli bir aktör haline gelebileceğine inanılmayan halkın sadece vereceği oyu merkeze koymak saçma oluyor. Her şeyin başını sonunu seçim sananlar, halka güvenip güvenmemek konusunda bile tutarsızlığı aşamazlar. 2024 Türkiye’sinde oy davranışında iş ve aş taahhütleri, dinsel ve milliyetçi demagoji rol oynamakta, aşiret yapısına özgü yani yurttaşlığı önceleyen toplu oy kullanılmasına yaygın rastlanmaktadır. Örgütlenmemiş halimiz, toplumun genelinin yararından kopuktur ve aslında merkeze bunlar konmuş olmaktadır!

Sonuçtan memnun kalmayanların sık sık cahillere yetki verilmesine tepki ürettiklerini de biliyoruz. Oysa beğenilmeyen genel oy hakkı yurttaşlığın tescilidir ve bunun olmadığı yerde kaderimizin düzelmesi, hükümdarların iyi projelere ikna olmasına bağlı demektir. 

Yeri gelmişken; “ütopya” tipik olarak böyle bir şeydir. Doğrunun yolunu keşfetmiş, daha iyi bir toplumsal durumu modellemiş birileri, yönetenleri “aklın yoluna” çağırırlar. Ütopyacılar aslında yönetenlerin böyle bir yola rağbet etmeyeceklerini, çünkü sınıfsal çıkarlarının peşinden gittiklerini görmüyorlardı. Ama eşzamanlı olarak başka bir şey daha söylemiş oluyorlardı: O zamana kadar doğaüstü bir güce kendini teslim edegelen insan kaderini eline alabilirdi. Ütopyacılar aslında insan aklını ve yurttaşlığı yüceltmiş oluyorlardı. 

21.yüzyılda bu yaklaşım tekrar edilemez. Edilirse o günden bu yana yaşanan uzun bir devrim dalgası yok sayılmış olur. Bu, 1789 Büyük Fransız Devriminin hakkını verirsek 18.yüzyılın ikinci yarısından başlayıp birkaç on yıl önce neoliberal cihadın dalgakıranlarında durdurulan benzersiz bir dalgaydı. Devrimler çağını yok saymak körlüktür. İnsanlık bir dönem, egemenlerin iyi projelere tav olmasıyla değil, örgütlü mücadeleyle kaderini eline aldı. Genel oy hakkı bu mücadelenin en görkemli kazanımlarından birisidir. Arkasındaki tez halkın tarihsel bir aktör olabileceğidir.

Halka bunu yakıştıramayıp seçimin bağımsız bir irade olarak işlev yüklenebileceği düşüncesi ise mantıksızdır. Bu çelişki tek bir yoldan bertaraf edebilir. O da siyasetçinin manipülatif müdahalesine bel bağlamak… İyi siyasetçiler kötü siyasetçilerden daha becerikli olmalıdır. Peki, kendi kaderini eline alamayacağı kabul edilen halk, neden bu siyasetçilere güvenecektir?

Bütün bu söylenenler, siyasetçi aydın ile halk arasındaki açıyı gidermiyor. Halk şakşakçılığının yapılamayacağı kadar kötü, adaletsiz, çaresiz bir dönemden geçiyoruz. İnsanlığın iyiliğini arzulayan siyasetçilerin sorunu ise halk tarafından en iyi ihtimalle beceriksizlik olarak görülmekte. Bu durum zaten bir şeyler söyleyerek değil yapılarak değiştirilebilir.
Başa döneceğim. Sıradan insanlardan örgütlü bir aktör çıkar mı? Seçimin ne ölçüde önemli olduğunu tartmadan önce bu soruya yanıt verilmelidir. 

Bu soruya olumlu yanıt vermeden ilerici olunmaz. 

Bu soruya olumlu yanıt vermeyenler güçler dengesinin çarkları arasında çoğu zaman karanlık bir oyuna dalarlar.

Olumlu yanıtın özü emekçi halkın örgütlü bir özneye dönüşebileceğine duyulan güvendir. Emekçiler hep başkalarınca belirlenen, asla düzenli harekete geçemeyen bir kalabalık olmaktan çıkabilirler mi? Çıkamayacaklarsa boşa kürek çekmek yerine ehveni şer teknelerin dümen suyuna girmek başlı başına bir çıkış yolu olarak görülmeye başlanır. 

Türkiye solu şimdi bu sınavdan geçmektedir. Halk değişebilir. Emekçiler örgütlenebilir. Bir emekçi halk hareketi inşa edilebilir… 

Solda başkaları bir yana bizim hareketimiz AKP’nin yükselişinin karşısına 2005’te Yurtsever Cephe’yi koymayı denedi. Haziran Direnişin kök salması iddiasının adı 2013’te Sol Cephe’ydi. Şimdi Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bir halk hareketi için yola çıkmıştır. İddiamız bunun mümkün olduğudur. 

                                                                   /././

Burası Kuzey Atlantik değil (Berkay Kemal Önoğlu)

Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa, Akdeniz, Ortadoğu ya da Avrasya’nın bir parçası sayılmasına ne itirazımız olabilir ki! Ama Kuzey Atlantik…

İnsanın aynaya bakmaktan, eğer gerçek dışı büyüklük hezeyanlarına sahip değilse, çok kısa sürede sıkılması beklenir. Çünkü bu hezeyanlar olmadığında aynada yalnızca fiziki varlığın kolayca tespit edilebilir sınırları görülecektir ve bu gerçekliğin üzerine yapılacak yorumun da bir sınırı vardır.

Oysa haritaya bakmak, aynaya bakmaktan farklı olarak, zamanın nasıl akıp geçtiğini çabucak unutturan bir eylem. Çünkü haritalar yalnızca gerçekliğin farklı boyutlarını değil aynı zamanda iddiaları, özlemleri, hedefleri, hezeyanları da içlerinde barındırıyor.

Panama’nın, Mısır’ın, Nepal’in nerede olduklarını göstermek ilk bakışta son derece kolay, siyasi harita açılıp bu isimlerin yazılı bulundukları yerler bir çırpıda parmakla gösterilebilir. Fakat başka pek çok bölge de vardır ki bunların nereler olduklarına tek bir haritaya değil askeri, endüstriyel, kültürel, demografik öğeler taşıyan bir dolu farklı haritaya bakarak ancak yanıt verilebilir. Buna rağmen de hiçbir yanıt objektif olmaz. Çünkü her yanıt, yukarıda ifade edildiği gibi başka iddiaları, özlemleri, hedefleri, hezeyanları beraberinde getirmiş olur.

Ülkelerin dünya haritasında nerede olduklarına nasıl karar veriliyor, hiç düşündünüz mü? Yani aynı boylam üzerindeki Fas ‘Doğu’ ama İspanya nasıl ‘Batı’ ülkesi sayılıyor? Avrupa’nın doğu sınırı Gürcistan’dan mı Türkiye’den mi yoksa Bulgaristan’dan mı çiziliyor? Hangi ülkeler Avrasya hangi ülkeler Trans-Atlantik etki alanına giriyor?

Kuşkusuz bütün bu sorulara haritadan bakarak değil karar verilerek yanıt üretiliyor. Ülkelerin sosyal ve kültürel yaşantılarına, ekonomik yönelimlerine, politik süreçlerine de işte bu kararlar yön veriyor. Kapitalist dünyada karar sahipleri ise elbette işçiler, emekçiler değil; servet sahipleri, para babaları oluyor.

Halkının büyük çoğunluğunun açlığa, yoksulluğa mahkum edildiği, doğal kaynaklarının emperyalistler tarafından yağmalandığı, savaşlardan krizlerden başını kaldıramamış Ortadoğu coğrafyasını ele alalım. Bu ‘Middle East’ önüne ‘Greater’ sıfatı alır, Amerikan emperyalizmi tarafından bir güzel projelendirilirse, hele işin içine bolca Amerikan Doları, petrol ve inşaat rantı da girerse Büyük Ortadoğu Projesi’nin koştur koştur parçası olunup İsrail’le beraber ABD’nin bölgesel jandarmalığına soyunuluyor. Yani kapitalistlerin çıkarları bir bakıyorsun Türkiye’yi Ortadoğu ülkesi yapıveriyor.

Başka örnekler de var… Mesela bilim ve aydınlanma düşmanlığının da bir sonucu olarak yükseltilen Avrupa düşmanlığı söz konusu sermaye çıkarları olduğunda nasıl da bir köşeye fırlatılıp atılıyor. Sermaye sınıfımızın Avrupalı ortaklarıyla kaynaşması, beraber olması, ilişkilerini derinleştirmesi gerekiyorsa herkes Avrupalı, Avrupa Birlikçi oluveriyor. Fakat Türkiye işçi sınıfı Avrupalı sınıf kardeşleriyle dayanışma mı gösterecek, hemen Avrupa kafir, Türkiye İslam ilan ediliyor.

Avrupalılığımız AB’cilikle de kalmıyor. Bir taraftan “Avrupa kültürel benliğinin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı” amaçlayan Avrupa Konseyi’nin, diğer taraftan Demirel’in emrivakisiyle İslam Konferansı Örgütü’nün kurucu üyeleri arasında kabul ediliyoruz. Üstelik Türkiye’nin “İslam ülkesi” olarak bu örgüte katılımı aslında anayasaya aykırıyken ve bu sebeple mecliste bir kez dahi oylanmamış olmasına rağmen… 

İslam ülkesi tanımlaması böylece üstü örtülü bir şekilde kabul edilmiş ve Türkiye hem Avrupa içinde hem İslam coğrafyasında kalabilmiş oluyor.

Türkiye’nin nerede olduğuna açık bir biçimde bu düzenin sahipleri karar veriyor. Türkiye’nin içinde kabul edildiği birçok bölgeyi en azından anlamak bir nebze mümkün olabiliyor. Patron sınıfı her masada kalmayı her masada kendi çıkarlarını koruyabilmek için önemli görüyor elbette. Ama daha fazla masada olmanın işçi sınıfı iktidarına da kimi avantajlar sağlayacağı ortada. Sonuçta mesele o masalarda kimlerin çıkarları için bulunulduğu, hangi ilkelerin savunulduğudur. 

Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa, Akdeniz, Ortadoğu ya da Avrasya’nın bir parçası sayılmasına ne itirazımız olabilir ki! Ama Kuzey Atlantik… 

Şimdi haritayı sahiden önümüze açalım ve bir yandan haritayı incelerken bir yandan bizi NATO’ya bağlayan anlaşmanın giriş paragrafını gözden geçirelim:

Bu Antlaşma'nın Tarafları, Birleşmiş Milletler Yasası'nın … teyid ederler.
Demokrasi, bireysel özgürlük … korumakta kararlıdırlar.
Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar.
Toplu savunma … kararlıdırlar.
Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması'nı kabul etmişlerdir…

Türkiye “Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesi” bahanesiyle esasta Sovyetler Birliği’ni kuşatıp boğazlamayı amaçlayan bir baskı ve terör aygıtının üyesi haline getirildi. Anti-komünist rolü ya da Sovyetler Birliği’ne dönük saldırganca planları bir kenara, Kuzey Atlantik bölgesinin çıkarları uğruna Anadolu’nun 23 sentlik askeri göreve koşuldu. Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesi amacıyla…

Kuzey Atlantik şimdi her yerde vuruyor savaş davullarına ve özellikle iki coğrafyada doymuyor kana. 

NATO’nun Sofya’daki son toplantısında açıktan telaffuz ediliyor, Ukrayna savaşı kaybetti ama savaşın uzaması gerekiyor Amerikan seçimleri için bu son derece kritik, deniyor. 

Diğer tarafta İsrail yetkilileri duyuruyor, saldırılarımız en az 7 ay daha sürecek, deniyor. 

7 ay sonrası ise tabii ki Amerikan seçimlerine denk düşüyor!

Anlayacağınız Kuzey Atlantik’te huzur ve refah daha fazla kana, gözyaşına, savaşa, yoksulluğa ihtiyaç duyuyor. Adeta bunlardan besleniyor Kuzey Atlantik.

Ve bütün bunlar bizi yeniden ve yeniden NATO’dan çıkmanın gerekliliğine götürüyor.

Bir gün Türkiye’nin uluslararası pozisyonuna, hangi haritalarda kendine yer bulacağına Türkiye işçi sınıfı karar verecek. Ama o gün gelene kadar, emperyalist alçaklığın, savaş çığırtkanlığının, kapitalist barbarlığın zirve yaptığı şu günlerde, ülkemiz bir savaşa NATO eliyle sürüklenmesin diye, tek bir gencimizi başkalarının çıkarlarına kurban vermeyelim diye, gereğini yerine getirmemiz gereken bir gerçek var:

Burası Kuzey Atlantik değil!

                                                                  /././

Emperyalist rekabette içerik değişikliği: Elektrikli arabalar ve kritik mineraller (Erhan Nalçacı)

Şimdi bu üretim niye diye soralım? Her haneye bir-iki araba satmaya çalışmanın insanlığın refahı ve mutluluğu ile ne alakası var?

Emperyalizm sadece hammadde ve enerji kaynaklarını ve dünya pazarlarını ele geçirme üzerine dayandırılabilir mi? 

Tabi ki hayır. Emperyalizm sermaye ihracının getirdiği karmaşık bağımlılık ilişkileri üretir, askerileşen rekabet nedeniyle, ekonomik değeri olmayan adalar, coğrafyalar stratejik önem kazanır vb.

Ancak son 20 yıl içinde emperyalist rekabetin içeriğinin hızla değiştiğine tanıklık ediyoruz. Yirminci yüzyılın başlarında petrol ve doğalgaz, bunlara bağlı olarak çalışan araçların üretilmesi ve pazarlanması başlıca bir rekabet unsuru haline gelmişti. Şimdiyse elektrikli arabalar ve bunların aküleri için gerekli kritik mineraller petrole dayalı rekabetin yerini alıyor.

2030 yılına kadar elektrikli araba sayısının 10 kat artacağı ve satılan arabaların %60 kadarının elektrikli olacağı söyleniyor.

Bu 7-10 yıllık tahminler doğal olarak kapitalist sistemde bir kesinti olmaması iyimserliğine dayanır, savaş, kriz ve devrimlerden azade bir kapitalizm!

Ama yine de bir gerçekliği yansıtır.

Aşağıdaki grafik bize emperyalist rekabette içerik değişikliği hakkında çok şey söylüyor. Elektrikli araba satışında Çin kökenli tekellerin pazarı nasıl ele geçirdiğini grafikten daha iyi anlıyoruz.

Grafik 2023 yılındaki dünyanın tepedeki 10 tekelinin dünya elektrikli araba pazarındaki yüzdelerini gösteriyor. BYD, SAIC Motor, Geely ve GAC’ın Çinli tekeller olduğunu belirtirsek durum anlaşılır. Sütunlardaki koyu yeşil akülü arabaların, açık yeşil hibrit (elektikli ve benzinli) araba satışlarına işaret ediyor. Dünya elektrikli araba pazarının üçte biri Çinli tekeller tarafından ele geçirilmiş.

Çinli tekeller için devlet fiyatların düşük tutulmasını sağlayan destekleyici bir büro gibi çalışıyor. Elektrikli araç üretiminde 2022’de Çin pazarının %30’unu elinde tutan BYD tekelinin adı “Rüyalarını İnşa Et” (Built Your Dreams)’den geliyor.

Çin Başkanı Şi Jinping 10 yıl kadar önce otomobil tekeli SAIC’i ziyaret ettiğinde dünya rekabeti için arabalarda yeni enerji biçimlerinin önemine vurgu yapmış. Çin devletinin dev bir şirketin CEO’su gibi davrandığı anlaşılıyor. 

Şu anda Batı emperyalizminin bütün başkentlerinde elektrikli araba piyasasında Çin’in yükselişi bir kriz başlığı olarak ele alınıyor.

Bu rekabet petrole bağımlılık üzerinden gitmiyor, elektrikli araba üretimi için gerekli metaller çok önemli hale geliyor ve emperyalist rekabet nikel, bakır, kobalt, lityum ve nadir toprak elementlerine erişimde yaşanıyor. Bu metaller akü yapımından araba aksamına kadar üretimin her aşamasında önemli bir rol oynuyor. 

Elektrikli araba üretiminde kritik önemde olan metallerin çıkarılması ve işlenmesindeki dünya paylarında önde olan ülkeler görülüyor. Çeşitli minerallerden oluşan nadir toprak minerallerinin üretiminde Çin birinciyken tümünün işlenmesinde Çin’in büyük payı izleniyor.

Yukarıdaki grafikten anlaşıldığı gibi Çinli şirketler bütün kritik metallerin elde edilmesi ve üretiminde büyük bir yer işgal ediyorlar. Ancak rekabet bununla bitmiyor. Örneğin Çin, Demokratik Kongo Cumhuriyet’indeki kobalt madenlerini de işletiyor veya Endonezya nikeli üzerinde bir hâkimiyet kuruyor.

Burada fark edildiği gibi bu kritik metallere erişim ABD ve AB’de ulusal güvenlik düzeyinde alarma neden olmuş durumda.

Özellikle, sadece elektrikli arabalarda değil, cep telefonundan uzay araçlarına kadar her yerde zorunlu olarak diğer metallere karıştırılması gereken nadir toprak elementlerinde Çin adeta bir tekel oluşturmuş durumda ve gerektiğinde bunu stratejik başlıklarda kullanıyor.

Örneğin, 2010’da Japonya ile çekişmeli bir konu olan bir adanın etrafında Çinli bir balıkçı tutuklanınca Çin Japonya’ya nadir toprak minerallerinin ihracını durdurmuş ve Çinli balıkçı hemen serbest bırakılmıştı.

Batı emperyalizmini bu kadar acze düşüren unsurun Batılı emperyalist ülkelerdeki tekellerin kâr hırsı olduğu ve Çin devletinin bunu uzun vadede kullandığı söyleniyor. Örneğin, nadir toprak minerallerinin çıkarılması ve işlenmesi inanılmaz şekilde çevreyi kirletiyor. Çin’in bunu göze alması ve ucuz emek gücü sunması Batılı sermayenin Çin’e akmasına yol açmış.

Daha önce nadir toprak minerallerinin nasıl çevre sorununa yol açtığına değinmiştik.

Gerçekten emperyalist rekabetin “temiz enerji” diye pazarladığı elektrikli araç kullanımının bir çevre felaketine yol açacağı söyleniyor. Bir ton kobalt için 10 milyon ton toprağın işlenmesi gerekiyor. Sadece elektrikli araba üretimi için lityum üretiminin %2000 artması gerekiyor. 450 kg ağırlığındaki tek bir araba pilinin üretimi için dünyanın değişik yerlerinde 250 bin kg malzemenin çıkarılıp işlenmesi gerekiyor vb. Ayrıca bu mineraller diğer mineraller ile birlikte bulunuyor ve işlenmesinde büyük hacimli zehirli maddeler kullanılıyor.

Şimdi bu üretim niye diye soralım? Her haneye bir-iki araba satmaya çalışmanın insanlığın refahı ve mutluluğu ile ne alakası var?

Dünyada insanlığın bir geleceğe sahip olması için kesinlikle başka bir toplumsal tasarıma gereksinim duyuluyor.

Bu sosyalizmden başka bir şey değil.

Sosyalizmde herkesin nitelikli bir işi olur.

Bu nitelikli iş bir üretim biriminde gerçekleşir.

Her üretim biriminin ihtiyaca yetecek kadar aracı vardır. Çok gelişkin genel ulaşım mı yetmiyor, servis aracı, çocuklar pikniğe, çevre gezisine mi gidecek, otobüs, iş araziye çıkmayı mı gerektiriyor, cip, uzak mesafeler hızlı erişim mi gerekiyor, helikopter…

Ama bütün dünyanın toprak ve suyunu zehirleyecek bir rekabetin her haneyi pazar olarak görmesine son verilecek sosyalizmde.

İnsanlık önüne koyduğu her sorunu yener.

En önemli sorun emperyalizmin kendisinden kurtulmak bugün.

                                                               /././

Bir Avrupa Birliği hülyası: TCDD’nin özelleştirilmesi (Furkan Anlar)

AB sermayesi, itidalli ve oldukça stratejik bir biçimde TCDD’yi günden güne özelleştirmeye devam ediyor.

Onuncu yaşına basan cumhuriyet “demir ağlarla ördük anayurdu baştan” diyordu. Savaşlardan başını kaldıramamış bir halkın sıfırdan ülke kurma mücadelesini anlatmaya çalışıyordu. Demiryolları, uzağı yakın yapması, ücra köyleri şehirlere bağlamasıyla Cumhuriyet aydınlanmasının bir parçasıydı. 

Öte yandan “Demiryolları komünist işidir” diyordu Turgut Özal ve sermayenin bu alanda kamu yararını gözeten anlayışı tasfiye etme ve piyasanın güdümüne sokma niyeti öteden beri vardı.

Bugüne baktığımızda ise Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın (TCDD) özelleştirme ağlarıyla günden güne sarıldığını söylemek mümkün. 

En son 16 Şubat 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan “Demiryolu İşletmeciliği Yetkilendirme Yönetmeliği” ile TCDD’nin özelleştirilmesine giden süreçte bir eşik daha aşılmış oldu. Türkiye’de mevcut durumda demiryolu altyapı ve tren işletmeciliği ile acente, gar veya istasyon işletmeciliği yapma hakkı sadece kamuya aitken artık bakanlıktan yetki belgesi alınması koşuluyla bu alanlar da özel sektörün insafına bırakıldı. 

Ancak bu ne ilk ne de son adımdı. Demiryollarının özelleştirilmesi hem özel sektörün tek başına altından kalkmasının zor olması ve stratejik önemi hem de “demir ağların” Cumhuriyetçi birikimle özdeşleşmesi sebebiyle bir süredir yerli ve yabancı sermayenin içinde olduğu incelikle planlanmış bir süreçle saldırıya uğruyordu.

Özelleştirmeye yeni kılıf: 'Serbestleştirme'

Tarihler 14 Mart 2012 Çarşamba gününü gösterdiğinde The Marmara Taksim Otel’de hummalı bir toplantının hazırlıkları sürüyordu. Toplantıyı dönemin TÜSİAD başkanı Ümit Boyner düzenliyordu. Seminer şeklinde planlana toplantının asıl amacı TÜSİAD’ın “Türkiye’de Dış Ticaret Lojistiği: Maliyet ve Rekabet Unsurları” başlıklı raporun sunulmasıydı. Rapor şirketlerin üretim ve ulaşım süreçlerinde yaşadıkları lojistik zorlukları çözme hedefindeydi. Ancak özel şirketlerin lojistik sorununu çözme hedefindeki bu toplantının katılımcıları ilginçti. Raporun sunulacağı panele dönemin TCDD Genel Müdür Yardımcısı Veysi Kurt, Türk Hava Yolları Genel Müdür Yardımcısı Soner Akkurt ve Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Risk Yönetimi ve Kontrol Genel Müdürlüğü Ticaretin Kolaylaştırılması Daire Başkanı Jale Arslan katılıyordu. 

Toplantı boyunca sunulan TÜSİAD’ın raporunda TCDD yerden yere vuruluyordu. Araçların eski ve kullanışsız olduğu, hat kopma ve sefer aksamasının çok sık yaşandığı, vagon sayısının eksik olduğu belirtiliyor ve raporun sonunda TÜSİAD sorunlara dair kendi “önerilerini” sıralıyordu. 

“Demiryolu taşımacılığında kamunun yanı sıra özel sektörün de dâhil olabileceği, ekonomik ve kaliteli hizmet sunan daha liberal ve rekabetçi bir yapı oluşturulmalıdır.

Bu reformun gerçekleşmesi için gerekli olan mevzuatın hayata geçmesi, Genel Demiryolu Çerçeve Kanunu tasarı taslağı ve TCDD Kanunu tasarı taslağının yasallaştırılması yararlı olacaktır.”

TÜSİAD, özel sektörün TCDD’ye ulaşmasını engelleyen “demirağların” artık biraz gevşetilmesini istiyordu. Bu isteği için fazla beklemesine gerek kalmayacaktı. Ancak sadece TÜSİAD değil yabancı sermaye de gün geçtikçe daha da kritik hale gelen Demiryolları için ellerini sıvazlamaya başlamıştı. TCDD’nin özelleştirilme sürecine giden kritik eşiklerden olan 2013 yılına girerken Avrupa Birliği de bekledikleri mevzuatın çıkması için niyetini iyice belli ediyordu. 

Ticaret Bakanlığı’nın sitesinde kısa bir gezintiyle bulunabilecek Avrupa Birliği’nin yürütme organı “Avrupa Komisyonu” tarafından hazırlanan “Türkiye İçin İlerleme Raporu ve Strateji Belgeleri” esasında ülkenin kritik sektörlerinin yabancı sermayenin faydasına hangi yönde ilerlemesi gerektiği üzerinedir. Örnek olsun, son yıllara ait raporlarda öne çıkarılan başlık “Belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi” olmuştur. Her yıl için hazırlanan raporların demiryolu taşımacılığı bölümü 2012’den bu yana incelendiğinde ise Avrupa Birliği’nin TCDD’nin özelleştirilmesini neredeyse “takıntı” haline getirdiğini söylemek mümkündür. TÜSİAD’ın The Marmara Taksim Otel’de TCDD’nin özelleştirilmesini talep ettiği yıl hazırlanan raporda TCDD’ye dair şu ifadeler geçiyordu: 

“Demiryolu taşımacılığı alanında çok az ilerleme kaydedilmiştir. Konuyla ilgili olarak yeni bir Demiryolları Düzenleme Genel Müdürlüğü tesis edilmiştir. Demiryolu taşımacılık reformu daha kapsamlı bir demiryolları kanununa ihtiyaç duymaktadır. Demiryolları reformuna ilişkin önemli stratejik kararlar halen Bakan seviyesinde beklemektedir. Demiryolu güvenliğine ilişkin bir güvenlik birimi ile kaza inceleme organı henüz kurulmamıştır. AB müktesebatı ile uyuma yönelik daha fazla çaba gösterilmesi gerekmektedir.”

Hem TÜSİAD’ın hem de AB’nin çıkması için bastırdığı mevzuat ise 1 Mayıs 2013 tarihinde çıkacaktı. 6461 Sayılı Kanunun başlığı “Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun” olacaktı. Bu mevzuat ile TCDD’nin AKP’li yıllarda özelleştirmesine giden yolda bir eşik aşılıyordu. TCDD, 2013 yılında kamu iktisadi teşebbüsünden, iktisadi devlet teşekküllü haline getirilirken diğer yandan da demiryolu tren işletmecisi olarak TCDD Taşımacılık A.Ş adıyla bir şirket kurulmasının önü açılıyor ve altyapı ile taşımacılık birbirinden ayrıştırılıyordu. Böylece taşımacılık alanında kamu yararı yerine “ticari kaygılar” öne çıkıyordu. 

Ancak AB’ye bu adım da yetmiyordu. Kanunu önemle bulmakla beraber AB, Demiryollarında piyasanın hâkimiyetinin artırılmasını, devletin elini çekmesini kısacası daha fazla “serbestleşme” istiyordu. 2013 yılında hazırlanan Türkiye İçin İlerleme Raporu ve Strateji Belgeleri” raporunda yeni çıkan kanuna dair değerlendirme şöyleydi: 

“Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun Mayıs ayında kabul edilmiştir. Önemli bir adım olmakla birlikte, bazı AB müktesebatı gerekliliklerine uyum sağlanması açısından yeterli olmamıştır. Bu kanun, kapsamlı bir eylem çerçevesi içermemektedir ve temel işlevlerin bağımsızlığının sağlanması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryollarının (TCDD) operasyonel zararları ve sübvanse edilme yöntemi hâlâ bir endişe kaynağıdır.”

AKP ise 2013 yılında yayınlanan mevzuatla beraber el yükseltiyor ve saldırıya geçiyordu. 2013 Yılından itibaren kuruma ait pek çok işyeri kapatılıyor, devrediliyor, taşınmazları satılıyor, personel sayısı azaltılıyor, hizmetlerin pek çoğu özel sektöre devrediliyordu. Pek çok hatta tren seferlerine son veriliyor ardından da “TCDD hazineyi zarara uğratıyor” açıklamaları yapılıyor raporlar hazırlanıyordu. Hatta 19 Ocak 2024’te hâlihazırdaki TCDD Genel Müdürü Hasan Pezük yaptığı açıklamada 2013 yılının demiryolu sektörü açısından milat olarak değerlendirildiğini belirtiyor ve çıkarılan kanun ile demiryollarının serbestleştirildiğini ve özel sektörün de tren işletebilmesinin önünün açıldığını söylüyordu. Pezük "Demiryolu Tren İşleticisi’’ belgesi alan özel sektör firmalarına demiryolu altyapısı üzerinde yük ve yolcu trenleri işletebilme imkânı sağlandığını ise sözlerine ekliyordu. 

Nihayet 2016 yılı Haziran ayında da “Türkiye Demiryolu Ulaştırmasının Serbestleştirilmesi Hakkında Kanun”un da temel amacı gerçekleşiyor ve TCDD Taşımacılık A.Ş kuruluyordu. Bu kuruluş 2016 yılında hazırlanan AB raporlarında takdir ile karşılanırken atılan adımları hala yetersiz buluyordu:

“Haziran'da, Türkiye 57 Cumhuriyeti Devlet Demiryolları Şirketi (TCDD), müktesebata uyum amacıyla, demiryolu faaliyetlerini, altyapı (Altyapı Yöneticisi olarak TCDD) ve işletme (TCDD Taşımacılık Anonim Şirketi) olmak üzere ikiye ayırmıştır. Demiryolu piyasasına açık erişim sağlayacak olan şebeke bildirimi ve hat erişim ücretleri hâlâ uygulanmamıştır. Demiryolu düzenleme kuruluşunun, ayrıca, demiryolu hizmetlerinin çapraz sübvansiyonu hususunu ele alması ve altyapı yöneticisinin, TCDD Taşımacılık Şirketi de dâhil bütün piyasa operatörlerine karşı tarafsızlığını sağlayacak bir holding yapısı tesis etmesi gerekmektedir. Demiryolu düzenleme kuruluşunun kendi kaynaklarının olmaması, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığından bağımsızlığını zedelemektedir. Demiryolu Düzenleme Genel Müdürlüğü, hâlâ hem düzenleyici makam, hem de emniyet makamı işlevini görmektedir ve Ulaştırma Bakanlığından yeterince bağımsız değildir. İlave uyumlaştırma çabalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun yanı sıra, Bakanlık, serbestleşme sonrasında, ekonomik düzenleyici işlevlerini yürütmemelidir.”

AB, TCDD’nin bazı alanlarının A.Ş’ye dönüşmesini yeterli bulmuyor “holdingleşme” istiyordu. AKP’de 2016 yılından itibaren “holdingleşme” çalışmalarına ağırlık veriyordu.

Demiryollarının piyasaya daha fazla açılması kararı AKP’nin hazırladığı 11. Kalkınma Planı'nda şöyle yer alacaktı:

“507.5. Özel demiryolu işletmeciliğinin teşvik edilmesi ve demiryollarında serbestleşmenin geliştirilmesine yönelik ikincil mevzuat tamamlanacaktır.”

2022 yılında ise dönemin Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu ise, TCDD'de "işletmeyle ilgili yeni bir modele ihtiyaç duyulduğunu" açıklayacak ve "Bir dönem TCDD'nin taşıma kısmı ayrılmaya çalışıldı ama sonuç alınamadı. Altında çeşitli şirketlerin olacağı holdingleşme modeli planlandı. Biz şimdi benzer bir model üzerinde çalışıyoruz" diyecekti.

Avrupa Kalkınma ve İmar Bankası'nın öncülüğünde yeni bir saldırı hazırlığı

Tıpkı 2013’te yapılan toplantıya benzer bir buluşma 19 Temmuz 2023’te TEPAV’ın (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) ev sahipliğinde gerçekleşiyordu. Toplantının başlıca konuğu EBRD yani Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası'ydı. Kuruluşun başkan yardımcısı Mark Bowman’da toplantıya katılıyordu. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın kuruluş amacı ise eski Sovyet ülkelerinin pazar ekonomisine geçiş sürecine yardımcı olmak ve bu ülkelerde pazar ekonomisine geçişten kaynaklanacak mali ve ekonomik sıkıntıları uzun vadeli kredi ve hibe yardımlarıyla en aza indirerek, ekonomik alt yapıyı hazırlamaktı. Kısacası piyasa ekonomisine geçiş sürecine kılavuzluk ediyordu. Son dönemde -özellikle de 6 Şubat Depremi sonrası- Türkiye ile birçok sektörü kapsayan yakın ilişkiler geliştiriyordu. Hatta Türkiye 2023 yılında 2,48 milyar avroluk rekor miktarla EBRD'nin yatırım yaptığı tüm ekonomiler arasında en yüksek yatırım hacmini alan ülke oluyordu. 

Toplantıya katılan diğer kurumlar toplantıyı daha da ilgi çekici kılıyordu. T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, İŞKUR, UNDP, UNICEF, ILO, KOSGEB, Gıda ve Tarım Örgütü, TOBB, Türkiye Belediyeler Birliği, MEB Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü, AB delegasyonu yetkilileri toplantıya katılıyordu. 

Toplantıdan çıkan iki karar TCDD’nin özelleştirilmesine dair yeni bir saldırının hazırlandığını ortaya çıkarıyordu: 

-Şubat depremi sonrasında Türkiye’nin demiryolu altyapısının geliştirilmesi konusunda EBRD ile iş birliğinin arttırılması,

 -Demiryollarında serbestleşme çalışmalarının hızlandırılması.

Hâlihazırda Halkalı-Kapıkule Demiryolu Hattı Projesini de finanse eden EBRD’nin ise Türkiye ve TCDD’ye dönük ilgisi ise yeni başlamıyordu. EBRD'nin Türkiye'de 2009'dan bu yana 442 projeye ve ticaret finansmanı girişimlerine yaptığı 19,8 milyar avro yatırımın yüzde 93'ü özel sektöre sağlanıyordu.

Banka yatırım yaptığı ülkelere dair dört yılı kapsayacak şekilde hazırladığı “Ülke Strateji” raporunun 2014-2018 bölümünde TCDD’nin mali açıdan zarar eden bir kuruluş olduğu ve yeni mevzuat çıkmasına rağmen yeterli olmadığı ve daha kapsamlı bir mevzuatın daha hazırlanması gerektiğinden bahsediyordu. Bu “tespitlerin” hemen ardından ise EBRD, Türkiye’nin bu “sorunlarına” dair kendisine görev biçiyor ve raporda “yapılacaklar” bölümüne şöyle yazıyordu:

“Banka reformu teşvik etmek ve özel işletmecilerin şebekeye daha fazla erişmelerini sağlamak amacıyla demiryolu altyapısının modernizasyonunu Dünya Bankası ile birlikte destekleyecektir. Banka gerçekleştirilebilir olduğu durumlarda (örneğin lokomotiflerde ve demiryolu taşıtlarında) özel sektör katılımını desteklemeye çalışacaktır.”

EBRD’nin 2024-2028 Ülke stratejisinde ise Türkiye Demiryollarına dair tasarılarını rapora şöyle kaydediyorlardı:

“Demiryolu sektörünün serbestleştirilmesi, kamu kurumlarında yapılacak demiryolu yatırımlarının belirlenmesi, demiryolu altyapısının, yolcu ve yük taşımacılığının geliştirilmesi dâhil olmak üzere temel altyapı hizmetlerine ve belediye ve çevre altyapısına özel sektör katılımının teşvik edilmesi.”

EBRD’nin bu ilgisi ise sebepsiz değildi. Küresel Sermaye özellikle 2008 krizinden sonra özellikle yüksek teknoloji ürünlerinin üretimini birden çok ülkeye dağıtmış ve bu nedenle de bu ülkeleri birbirine bağlayan demiryolları hatlarının önemi artmıştır. Tedarik yollarını elde tutmak emperyal hedefleri olan ülkeler için önemli hale gelmiştir. Bu konuda ilk yol olan “Kuşak ve Yol” girişimi ile Çin olmuştur. AB’de bu projeye dair “Orta Koridor” adını verdiği emperyal projeyi hayata geçirmeye çalışmaktadır. Ve bu süreçte de kamu yararını gözeten devlet tekeli altındaki bir TCDD’yi ise istememektedir. Banka 2023’te yayımladığı “Avrupa ve Orta Asya arasında Sürdürülebilir Ulaşım Bağlantıları” başlıklı lojistik raporunda Orta Koridor’da Türkiye’ye, Balkanlarla beraber, marjinal bir rol biçmiştir. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının sitesinde öne çıkarılanlara bakıldığında da ülkemiz sermaye sınıfının Orta Koridor Hattı projesi için pek hevesli olduğu anlaşılacaktır. 

16 Şubat 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Demiryolu İşletmeciliği Yetkilendirme Yönetmeliği” de 2013 yılından itibaren somutlaşan bu saldırılar ve tasarılar bu çerçevede ele alınmalıdır. Türkiye sermaye sınıfı ve ortakları AB sermayesi, itidalli ve oldukça stratejik bir biçimde TCDD’yi günden güne özelleştirmeye devam ediyor. İhtimal odur ki önümüzdeki dönemde yeni özelleştirme hamlelerinin EBRD eliyle artırılması gündeme gelecektir.

                                                                   /././

Şimşek gibi program (Serdal Bahçe)

Onlara göre Albayrak ve Nebati dönemlerinde uygulanan düşük faiz politikası bir yol kazasıydı. Oysa sermayenin düzeninde yol kazası olmaz; onun da bir mantığı vardı. Şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Garip bir dönemi yaşıyoruz. O kadar garip ki, bir tekerrür hissi yaratıyor. Bir bakan var, uluslararası sermayeyle arası iyi diye bakan yapıldı. Hatta işin açığı parayı bulsa bulsa o bulur diyerek bakan yapıldı. Şimdi devletin resmi verileri gösteriyor ki, istenilen kadar olmasa da, bulmuş parayı. Bakan yabancı sermaye gelsin de rahatlayalım diye bir program açıkladı. Adı program, kendisi değil. Biz iktisatçılar program deyince eşkem köşkem, iç tutarlılığa sahip, araçları ve amaçları iyi tanımlanmış ve görece gösterişli hedeflere sahip bir planı anlarız. Üstelik bu türden bir planın tekli değil çoklu amacı olur. Hattı zatında Şimşek’in programı, program değil, günü kurtarma adımı. Sistematik değil semptomatik tedavi amacını taşıyor. Gerçi onu da becerebilmekten uzak.

İlginç olan, Albayrak ve Nebati dönemlerinde uygulanan politikalara veryansın eden liberal burjuva iktisatçılarının kutsama, yakarma ve güzelleme arasında gidip gelmeleri. Onlara göre Albayrak ve Nebati dönemlerinde uygulanan düşük faiz politikası inattan kaynaklanan bir yol kazasıydı. Oysa sermayenin düzeninde yol kazası olmaz; onun da bir mantığı vardı. Şimdi daha iyi anlaşılıyor.

O dönemde yüksek kur ile düşük faiz birkaç amaca birden hizmet ettiler.

Birincisi, ithalatı sürdürebildikçe sermaye içeride kredi patlamasıyla realizasyon (satış) sorununu çözdü.

İkincisi, yüksek kurun tetiklediği enflasyon kâr açlığını depreştirdi ve ekonomik düzenin bir ormana dönüşmesini fırsat bilen sermaye ve mülk sahipleri emekçilerden, yoksullardan hamutuyla değer aktardılar.

Üçüncüsü kamunun döviz kaynakları düşük faizle ve maliyetle pervasızca sermayenin erişimine açıldı ve özel sermaye kendi yabancı para yükümlülüklerini karşılayabildi ve hatta borcunu azalttı (veriler kamu borç stokundaki artışa özel borç stokundaki azalışın eşlik ettiğini gösteriyor). Böylece sermayenin borcunu biz halk olarak yüklendik, sermayenin borcu kamusallaştırıldı. Ne güzel değil mi?

Dördüncüsü, kamu kaynaklarının özel sektörün emrine amade kılınması ve sağlanan diğer beleş kolaylıklar sermayenin sadece realizasyon (satış) sorununu değil bilanço dengesizliği sorununu da çözdü (en azından bir vakit için).

Beşincisi, tetiklenen enflasyon sonucunda ortaya çıkan özel sermayenin fiyatlama davranışı kâr miktarını arttırmasına ve yükümlülüklerinin bir bölümünü de bu kanaldan karşılamasına yol açtı. Son olarak düşük faiz ve sürekli yükselen kur garip bir yağmaya daha yola açtı; özellikle büyük sermaye ve mülk sahipleri düşük faizden TL ile borçlandılar ve bu kredileri değerlenen dolara yatırdılar. Bu da dolarizasyon tehlikesini arttırdı. Bu gerçek bir ilkel birikim süreciydi, halk kaybetti, zenginler kazandı.  

Peki ama dönem yüksek faizden ve getiriden nemalanan finansal sermayenin dönemiydi, nasıl oldu da parazitik finansal sermaye bu programa razı geldi? Aslında tam da gelmedi. Yabancı sermaye girişleri hem bu programın hem de pandeminin etkisiyle durma aşamasına geldi. Dahası bu durumu kötüleştirecek başka faktörler de işin içine girecekti ki bu azgın program servet ve sermaye sahiplerine aktarımın yeni bir yolunu buldu; KKM. Böylece kurun artışı bir nebze olsun engellendi ve dahası kamu bütçesinden servet sahiplerine muazzam bir kaynak aktarılarak belirli bir miktarda yabancı paranın içeride kalması sağlandı (ama ne pahasına?). Bu arada Türkiye kapitalizminin sınıfsal özü kendini bir kere daha ayan beyan ortaya koydu ve pandemide gelişmiş ve hatta azgelişmiş kapitalist ekonomilerde üretim düşerken biz emekçilerimizi fabrikalara göndermeye devam ettik. Sonuçta bu dönemde bilcümle kapitalist dünya üretimi kısarken biz onların boşalttığı pazarlara mal satalım diye emekçilerimizi salgın hastalığın kucağına attık. Dahası ulusal paramız hızla değer kaybettiği için ihraç emtiamızın değeri dipleri gördü. Gerçi enflasyonist süreç bu avantajı bir dereceye kadar yok etti ama eninde sonunda ihracatı 2020’de 170 milyar dolar civarından 2022’de 254 milyar dolara çıkardık. Ama hemen sevinmeyin, Türkiye kapitalizminin üretimin ithalata bağımlılığı dolayısıyla ithalat da aynı dönemde 220 milyar dolardan 364 milyar dolara çıktı. Böylece 84 milyar dolarlık bir ihracat artışını ancak 144 milyar dolarlık bir ithalat artışıyla becerebildik. Hep aynı hikaye. Ama bu bonanza intihar programı sonsuza kadar sürdürülemezdi pek tabii ki. Nitekim 2023’teki yıkıcı depremin de etkisiyle programın sonu geldi. Programın emekçi ve yoksul kesimler aleyhine tüm sonuçlarına rağmen genel seçimleri kazanan Erdoğan ve ekibi ekonominin yönetimine bir kez daha uluslararası sermayeyle içli dışlı olan Şimşek’i getirdi. Şimşek, ve merkez bankası başkanları kapı kapı dolaşıp para aramaya başladılar çünkü sıcak para girişi ihtiyacı çok acil ve yakıcı bir hale gelmişti.

Böylece faiz artışları geldi. Ancak bu arada zaten yok hükmünde olan asgari ücrete zamlar da geldi. Kısa bir sürede %100’e yakın zam ile birlikte işveren dünyası ve sözcüleri feryat figan ortalara döküldüler. Aslında Türkiye’de asgari ücret geçerli ücret demektir; ücretlilerin %60’a yakını zaten asgari ücret almaktadır. Böylece ortalama ücret birden hızlı bir artış gösterdi. Ama sayılara inanmayın, son geldiği nokta, 17 bin, bir de iki lira, aslında bir aileyi değil yoksulluk lanetinden, açlık tehlikesinden bile kurtaramıyor. Ancak işte bu adım Şimşek’in emek düşmanı anti-enflasyonist kaşı atağı için gerekli kozu sağlamış oldu. Böylece yüksek faiz-düşük ücret-düşük kamu harcamaları üçlüsü yeniden hayatımıza girmiş oldu. Çok alkışlandı bu programa benzemeyen program. IMF direktörlerinden iş dünyasına kadar bilcümle zevat ekonomik rasyonalite yeninden hakim kılındı diye bayram ettiler. Şimşek’in “local"leri ikna etmesine de gerek yoktu, neticede elimizdeki oldukça örgütsüz, direniş damarları tıkanmış bir toplumdu. 

Yabancı sermaye girmeye başladı 2022 ile beraber. Sıkıcı olacak ama tekrarlayalım. Türkiye ekonomisi bir uyuşturucu madde bağımlısının uyuşturucuya bağımlı olduğu gibi bağımlıdır yabancı sermayeye. Girince hızlı büyür, girmezse yavaş. Girince en azından kısa vadede iyi görünür, girmezse kötü. Dahası bu bağımlılığın derecesi de AKP döneminde artmıştır. AKP'li ilkel birikim döneminde öncekine nazaran oransal olarak aynı büyüklükte etkinin ortaya çıkabilmesi için daha çok yabancı sermayenin girmesi gereklidir. Bu tam da bir bağımlılık ilişkisidir işte; giderek daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız. 
Ancak bizim zavallı azgelişmiş bağımlı kapitalizmimiz için yabancı sermayenin varlığı bir dert yokluğu bir yaradır; ya da yokluğu bir dert varlığı bir yaradır. Usta muhalif solcu iktisatçılar defalarca açıkladılar, yabancı sermayeyle ilgili Türkiye yarıçapı sürekli genişleyen bir sarmala sıkışmış durumdadır.

Silsile şöyle işlemektedir:

Yabancı sermaye girişi – TL’nin değerlenmesi – cari açıkta büyüme ile birlikte büyüme – risk artışı ve yabancı sermayenin risk algısında kırmızı alana geçiş – sermaye akımlarının durması ve tersine dönmesi – TL’nin değer kaybı – Yüksek faiz, yüksek kur – Üretimde, istihdamda düşüş – Yabancı sermayeye ödünler – Daha yüksek faiz, daha yüksek kur – yabancı sermaye girişi (Burada tekrar başa dönüyoruz, ancak süreç bu defa daha büyük bir boyutta işliyor).

Şu süreci sermayenin karşı devrimiyle birlikte yaşamaya başlayan Türkiye kapitalizmi sarmaldan bir türlü çıkamıyor. İşin kötüsü burada sistemin kaderi küresel kapitalizmin ritmine ve yaratacağı likiditenin büyüklüğüne bağlanmıştır. Bu silsilenin frekansı bazen daralıyor bazen uzuyor. Albayrak ve Nebati bu silsileye kısa bir mola verdiler ancak o da yine sermaye için atılmış bir adımdı.

Bu arada emek açısından ilginç bir duruma da işaret etmek gerekiyor. Sermaye girişlerinin başlamasıyla birlikte üretim ve istihdamda artışlarla birlikte gelir dağılımında emek aleyhine işleyen süreç ya duruyor ya da emek gelirleri lehine abartılmayacak küçük bir gelişme oluyor. Nitekim 2023 ile 2024’ün ilk çeyreğinde böyle bir gelişme yine ortaya çıktı (burada asgari ücrete yapılan zammı unutmayalım). Ancak bu geçici bir iyileşmedir; sermayenin “rasyonel” programı bu gelişmenin acısını fena çıkarır genelde. Nitekim Şimşek’in şimşek gibi atılgan programı görünen o ki bu kısa teneffüsü bitirecek. 

Şimşek’in programsız programı üç ayak üzerinde durmaya çalışıyor. Ücret artışlarının sınırlandırılması, görece yüksek faiz, kamu harcamalarının kısılması. Böylece enflasyon düşürülecek ve yüksek faiz ile birlikte yüksek getirili finansal çılgınlığa geri dönülecek. Aslında bu başlamış gibi, Türkiye’nin uzun vadeli borçlanma kağıtları şu aralar dünyada reel getirisi en yüksek yatırım araçlarından, kısacası küresel finansal sermayeyi sevindirmeye başlamışız bile (bedeli kamu dış borç stokunda artış). Kamu tasarruf tedbirleri ise özellikle memur kesimine bir darbedir. Şimşek’in şekilsiz programının bir sermaye atağı olduğu buradan da belli. Tasarruf diye fukara memurun servisine göz dikmişler, bir de atanmayı bekleyen memur adaylarının umutlarına. Garantili KÖİ'lere yapılan ödemlerde bir kısıntı yok, üç beş maaş alanlara göz boyama kavlinden bir üst sınır getirilmiş. Geçtik bunları, vergi harcamaları denilen ve ödenmesi gereken vergilere getirilen muafiyet ve istisnaların toplamı 2024 yılı için 2,2 milyon lira ve bunun büyük bir bölümü sermayeye kıyak. Sermaye vergi vermesin diye memurlar servise binmesin; Şimşek programının özü budur. 

Ücret baskılaması ise daha açıktan ifade ediliyor. Temmuz’da asgari ücrete zam yapılmayacağı açıklanmıştı, şimdi gözler memur ve emekli maaş zamlarında. Emeklilere bir şey verilmeyeceği de açıklanmıştı. Sermayeye var, emekliye yok. Zavallı ana muhalefet liderini bile bütçede para yok diye emekliye veremiyoruz martavalına inandırmışlar.  Ne demek lazım? Bu arada bir taraftan bir enflasyonu düşürme programı uyguluyorlar, diğer taraftan daha şimdiden elektrik ve doğal gaz gibi temel gereksinimlerin fiyatlarına zam yapılacağı söyleniyor. Şimşek programı tam da böyle bir şey işte. 

Herkes yazdı biz de bir kere daha tekrarlayalım, enflasyonist sürecin sorumlusu emekçilerin ücretleri, toplumun ve kamunun talebi değildir. Bu enflasyon bir taraftan Türkiye kapitalizminin yapısal kısıtlarından kaynaklanan bir kur şokunun (ki bir kur şokunun etkisi bir ya da iki yıla kadar sürmektedir) diğer taraftan ise yine pek çok muhalif iktisatçının yerinde bir şekilde tespit ettikleri üzere kapitalist firmaların ortamdan yararlanarak kârlarını arttırma güdülerinin eseridir. Oysa standart sermaye programı yıllardır aynı teraneyi gevelemekte ve aynı reçeteyi önümüze getirmektedir. Gerçekten yıllardır uygulanan başarısızlığı defalarca tescil edilmiş bir politikayı yeninden hayata geçirmek için bir Şimşek’e ihtiyaç var mıydı? Şimşek gibi bir program için Şimşek’e ihtiyaç vardı kuşkusuz. Sorun ne ücretlerdir ne de çalışan sınıfların tüketim talebi. Gücünüz yetiyorsa iyice şımarıklaşan sermayeyi terbiye edin demezler mi?

Şimdi yabancı sermaye geliyor, ama ne pahasına? Arkadaşım, dostum Özgür Orhangazi yabancı sermayenin geldiğinde ne türden sorunlar yaratacağını, ne türden sıkıntılara yol açacağını çok güzel anlatmış.1 Dahası onun hesaplamalarına göre hep gelenden bahsetmek yanlış, gelen ile giden arasındaki fark çok düşük, yani aslında gelir gibi göründüğünde bile hamutuyla götürmüş dışarıya.

Peki Şimşek gibi program ne getirecek? Bunu öngörmek zor değil. Yüksek faiz, düşük reel ücret ve özellikle çalışanlara ve yatırıma yönelik kamu harcamalarındaki düşüş eninde sonunda durgunluğa yol açacak (ki emareler başladı bile, ithalatta yavaşlama var, bu üretimin düşüşüne delalet ediyor). Bu arada gelir dağılımı sermaye lehine daha da bozulacak. Ayrıca enflasyon da kolay düşmeyecek çünkü faili yanlış yerde arıyorlar. Yabancı sermaye bir süre daha gelecek, belki de artarak gelecek (kırmızı halı serdiler ya) ama gelen sermayenin içinde borç yaratan türden sermaye aratacak. Kamu (ve özel sektör borçluluğu) yükselecek (ki bir süredir yükseliyorlar zaten). Böylece daha önce yaptığımız tespit ne yazık ki bir defa daha kanıtlanacak: Türkiye kapitalizmi artık hareket eden, yürüyen ve yürüdükçe irileşen yapısal bir krizdir. Şimşek program da yarını, en fazla öbür gün öğleden sonrasını kurtaracak; ancak sonra gelecek olan çöküntüye uygun bir ortam yaratacak. İktisatçılık sanıldığı kadar zor bir iş değil azizim.

(1)Özgür Orhangazi, “Türkiye ekonomisinin havuz problemi”, 23 Mayıs, 2014, Türkiye ekonomisinin havuz problemi * (ozgurorhangazi.com)

 (soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder