6 Haziran 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI (6 Haziran 2024)

 

Başkanlı rejimin hukuken çöküşü (Ali Rıza Aydın)

Dinsel dogmalarla saldırı da, günümüzde devletin, hukukun, siyasetin içinde olanların işbirliğiyle yapılıyor ve aydınlanmanın çocuğu olan hukuku başka bir hukuksuzluğun içine itiyor.

Emperyalizmi, kapitalizmi, dinsel ve etnik gericilik uzlaşmalarını “normalleşme”, “yumuşama” başlıklarıyla sunanların önüne yeni bir Anayasa Mahkemesi kararı düştü. Düzen içi siyasetin gevşeme, rahatlama dönemine rastladı 703 sayılı KHK’nin birçok maddesinin iptali. 

Altı yıl önceki KHK’nin kararı, cumhurbaşkanı kararnamelerindeki AYM iptallerinin peşine eklendi. Başkanlı rejimin Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri'yle (CBK) ortaya çıkan hukuksuzluklar, rejimin dayanağı 2017 Anayasa değişikliklerine uyum hukuku kapsamında çıkarılan kapsamlı KHK’deki hukuksuzluklarla perçinlendi.  

Başkanlı rejimin hukuken çöküşünün onay kararlarından bir oldu 703 sayılı KHK kararı. CBK’si ve KHK’siyle bu kararlar, AKP tarafından biçimlendirilen AYM tarafından verildi. El attıkları, bizden dedikleri yargı bile görmezden gelemedi açık hukuksuzlukları. 

Elbette hukuksuzluk tek başına sorun alanı değil. Ekonomiden siyasete, eğitimden devlete tüm alanlarda çürüme yağ lekesi gibi büyüyor, sermayenin egemenliği  sürerken sömürü derinleşiyor. 

Hukuka dönerek KHK ve CBK dışındaki kimi başlıkları anımsarsak daha neler yok ki hukuksuzluk havuzunda. Seçim hukuksuzlukları, genelde ve yerelde seçme-seçilme haklarını tanımama, yargıyı yeniden ve yeniden biçimlendirme, yargı kararlarını tanımama, yargıyı baskı aracı olarak kullanma, Meclisi işlevsizleştirme, OHAL uygulamaları, darbe girişimine karşın cezalandırılmayıp yandaş yapılanlar, darbe girişimi bahanesiyle cezalandırılanlar, Haziran Direnişine karşı hukuksal ve yargısal direnme,  hak gaspına uğrayanlara ve hak arayanlara terör/terörist suçlaması,  üçüncü kez cumhurbaşkanlığı adaylığı, bu adaylığa karşı “Anayasaya aykırı ama sandıkta deviririz” aymazlığı, deviremeyince uzlaşma ve meşrulaştırma girişimleri, dinselliği ve gericiliği yaygınlaştırma, laikliği yok sayma, bilimi ve tarihselliği yok sayarak eğitimi dinselleştirme, Anayasayı ve cumhuriyetin niteliklerini yok sayma… 

Meşruiyet sorunu olan başkanlı rejimin karar, iş ve işlemlerinin hukuksal dayanağı olan KHK ve CBK’lerin kimi maddelerinin Anayasaya aykırı olduğunun AYM tarafından saptanması, hukuksuzluğun saptanmasıdır. Cumhurbaşkanı başdanışmanının anayasal yetkilerin devam ediyor olması vurgulaması hukuksuzluğun hafife alınmasıdır.

Hukuksuzluğu anayasal denetimle saptanan makam, Anayasadaki tanımla, “Devletin başı”dır, “yürütme yetkisi”ni taşıyan kişidir, “Devlet Başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder”, “Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder”. 

Elimizdeki CBK, KHK tablosu iki başlık halinde ne gösteriyor? 

  1. CBK’lerin kimi hükümleri Anayasaya uygun düzenlenmiyor, hak ve özgürlüklerle ilgili yasak alanı ihlal ediliyor, kanunla düzenlenmesi öngörülen konular kararnameyle düzenliyor, kanunla düzenlenen konuları dahi kararname konusu yapıyor. 
  2. Başkanlı rejimin Anayasaya montesinden sonra çıkarılan uyum hukuku belgesi (703 sayılı) KHK, dayanağı olan yetki kanununun amaç ve kapsamı dışına çıkıyor ve tıpkı CBK’ler gibi hak ve özgürlüklerle ilgili yasak alanı ihlal ediyor.

Bunları saptayan ve gerekçeli karar altına alan, iptal eden kurum ise Anayasa Mahkemesi. Mahkemenin bireysel başvuruyla ilgili kimi kararları tanımasa bile iptal kararları Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte ya da AYM’nin kararlaştırdığı tarihte yürürlüğe girer, diğer deyişle iptal edilen hükümler başka bir işleme gerek kalmaksızın yürürlükten kalkar. 

Öte yandan AYM’nin süre verdiği, yani iptal kararının yürürlüğe girişini ertelediği durumlarda, TBMM verilen süreyi sonuna kadar beklemez. Anayasa bu konuda TBMM’ye “iptal kararının ortaya çıkardığı hukuki boşluğu dolduracak kanun teklifini öncelikle görüşüp karara” bağlama görevi yüklüyor; Anayasaya aykırılığı karar altına alınan ve kamuoyuna açıklanan bir hükmün gereğini öncelikle yerine getir ki hukuksuzluk sürmesin, hak ve özgürlükler zarar görmesin diyor. Teknik olarak yürürlükte olan bir kuralın meşruluğunu yitirmesiyle karşı karşıyayız.   

Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nin Anayasaya aykırı bulduğu bu hükümlere dayanılarak birçok iş ve işlem yapıldı. Bu iş ve işlemlerden mağdur olanlara, zarar görenlere yeni bir gerekçeyle hak arama yolu doğdu. Burada AYM’nin anayasal denetim sürecini etkin ve verimli kullanmayarak uzatması da sorunları büyüten, CB faaliyetlerini meşrulaştıran bir durum olarak masanın üstünde duruyor.  

İptal kararlarının açıklanmasından, kamuoyunca bilinmesinden sonraki süreç ise daha kritik. Bir kere iptal edilen hükümlere dayanarak bakılmakta olan davalarda ilgili mahkemelerin iptal kararının yürürlüğe girmesini beklemesine gerek yok. Mahkemenin iptali gözeterek davayı karara bağlaması hukuk devleti ilkesinin gereği. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereğiyse hukuksal boşluk doğmaması ve TBMM’ce yeniden düzenleme yapılması için verilen süre içinde de iptal edilen hükmün uygulanmasında özen gösterilmesi, hak gasplarına yol açılmaması.

Anayasaya aykırı hükümle işlem yapmak hukuk devletine uygun düşmez. Hukukun en temel ilkelerinden biri olan kamu yararı ve Anayasanın üstünlüğü ilkesi burada devreye girer. 

Anayasal gelişme ve gerileme tezleri bize anayasaların ekonomik, siyasal, yönetsel ve toplumsal ilişkilerdeki boşluk ve hukuksuzlukları yansıtma aracı olarak kullanılmasının aracı yapıldığını gösteriyor. 

Vurgulanması gereken konulardan biri, hukuksuzluğun üzerine gitmek ama bununla yetinmemek. Hukuksuzluğun üzerine gidilmesi, sömürücülerin hukukunu ve hukukla yaratılan eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldırmıyor. 

Dinsel dogmalarla saldırı da, günümüzde devletin, hukukun, siyasetin içinde olanların işbirliğiyle yapılıyor ve aydınlanmanın çocuğu olan hukuku başka bir hukuksuzluğun içine itiyor.

Hukukla koşut ama hukuk-siyaset ilişkisinden soyutlanamayacak bir durum söz konusu. Düzen içi siyasetteki “uzlaşı”nın her türlü hukuksuzluğun üstünü örtmesine ve hukuksuzluğun yeni anayasa girişimlerine bulaştırılmasına izin verilmemeli.  

Düzenin yeni anayasa girişimlerinin kendi ilişkilerini yansıtmasına karşı yapılması gereken, “bu iktidarla, bu düzen siyasetiyle yeni anayasa yapılamaz”dan öteye güçlü bir adım atarak toplumcu anayasanın, emekçilerin anayasasının yapılmasını ve uygulanmasını sağlayacak koşulları yaratmaktır.

                                                              /././

Koç'un istediği oluyor: AKP'den Milli Eğitim Akademisi'yle öğretmenleri tasfiye hamlesi (Burcu Günüşen)

Öğretmenlik Meslek Kanunu yasa taslağına göre öğretmen yetiştirmede üniversiteler tasfiye ediliyor. MEB kendi öğretmenini kendisi yetiştirecek, mevcut öğretmenleri meslekten ihraç edebilecek.

Koç Holding patronu Rahmi Koç’un milyonlarca kamu emekçisinin işten çıkarılması için yaptığı çağrı gerçek oluyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı Öğretmenlik Meslek Kanunu ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu taslağı öğretmen olmak için üniversitelerde verilen eğitimi yok sayarken, bir yandan da öğretmenlerin meslekten ihracına zemin hazırlayacak bir düzenleme içeriyor.

Rahmi Koç geçen yıl verdiği bir mülakatta “Diyorlar ki, devlette 5.5 milyon kişi çalışıyor. Buna askerler dahil değil. Dolayısıyla 2 milyon kişiyle bu devlet rahatlıkla döner” demişti.

MEB tarafından kurulacak olan Milli Eğitim Akademisi’nin kamuda öğretmen tasfiyesinin de önünü açabileceği, taslağın 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’ndaki iş güvencesini ortadan kaldırdığı değerlendirmesi yapılıyor.

Taslağa göre Bakanlık müfettişi veya eğitim müfettişi tarafından haklarında yapılan denetim ve inceleme sonucunda öğretmenlik mesleği yeterlikleri çerçevesinde görevini yerine getirmede yetersizliği tespit edilen kadrolu öğretmenler, Milli Eğitim Akademisi tarafından eğitime alınacak.

Yetersiz bulunan öğretmenlerin hizmet sınıfı değişecek

Bu eğitimin ardından yeniden değerlendirmeye alınacak öğretmenler bir kez daha yetersiz bulunursa “genel idare hizmetleri sınıfında durumlarına uygun kadrolara" atanacak.

657 sayılı kanuna göre öğretmenler “Eğitim ve Öğretim Hizmetleri Sınıfı”nda görev yapıyor. Genel İdare Hizmetleri Sınıfı ise “yönetim, icra, büro ve benzeri hizmetleri gören” kamu emekçilerini kapsıyor.

Yani yeni kanun taslağına göre Akademide eğitime alınıp başarısız olanlar öğretmenlikten ihraç edilecek.

Üniversite öğrenimini de geçersiz hale getiren ve öğretmen olmanın yeterli tek koşulu olmaktan çıkaran bu kanunla birlikte öğretmenler atandıktan sonra akademiye giriş yaparak daha düşük bir ücretle ve her an işten çıkarılabilmenin korkusuyla öğretmenlik mesleğine adım atmış olacak.

Kamu emekçilerine yönelik saldırının aracı olacak

Öğretmenlerin eğitilmesi, daha yüksek düzeyde formasyon kazandırılması gibi olumlu ifadelerle duyurulan Milli Eğitim Akademisi aslında kamu emekçilerine yapılacak olan yeni bir saldırının da başlangıcı olarak görülüyor.

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay “AKP’nin kendi memurunu yaratma projesi” diye nitelediği taslak için “Bence çok tehlikeli. Ben bundan sonra bütün bakanlıklarda da bunun benzeri uygulamaların geleceğini düşünüyorum” diyor.

Türkiye Derebeylikler Cumhuriyeti: MEB de üniversiteleri tanımadı, 'kendi akademimi kuracağım' dedi

Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, giderek adeta bir derebeylikler konfederasyonuna dönüşüyor. Suyun başını tutan, devletin kalanına güvenmiyor, kendi hegemonyasını kurmaya soyunuyor. Dışişleri'nin üniversitelere güvenmeyip kendi akademisini kurma adımının ardından, Eğitim Bakanlığı da aynı yola girdi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredata göre kendi ihtiyaç duyduğu öğretmeni yetiştirmek için hazırladığı “Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu” taslağı eğitim fakültelerini devre dışı bırakıyor.

Öğretmen olmak için eğitim fakültesi mezunu olup KPSS’den geçmek yetmeyecek, Bakanlığın kuracağı Akademi’de içeriğini yönetmelikle belirleyeceği 2 yıllık ayrı bir hazırlık eğitiminden de geçmek gerekecek. Bu süre içinde öğretmen adaylarına yapılacak ödemeyse bugünün şartlarıyla yaklaşık 23 bin lira olacak, bu kişiler sigortalı sayılmayacak, yalnızca Genel Sağlık Sigortası primleri Bakanlıkça ödenecek.

Taslağa göre bu kanun, eğitim fakültelerinin de tamamen devre dışı bırakılması anlamına gelecek. Bu fakültelerden mezun olanların aldıkları pedagojik formasyon eğitimini tanımayacak olan MEB kendi değerleriyle öğretmenliğe hazırlık eğitimi verecek. Ayrıca kadrolu öğretmenler de yetersiz bulundukları takdirde Akademi'de eğitime gönderilecek.

Dört dönemlik MEB tedrisatından geçmeyen öğretmen olamayacak

Öğretmenlik mesleğini “genel kültür, özel alan eğitimi ve öğretmenlik meslek bilgisi bakımından hazırlığı gerektiren özel bir ihtisas mesleği” diye tanımlayan taslağa göre “öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği bilgi, beceri, tutum ve değerleri içeren öğretmenlik mesleği yeterliklerini” Bakanlık belirleyecek.

Milli Eğitim Akademisi’nin vereceği hazırlık eğitiminin süresi dört dönem olacak. Taslağa göre bu süre, öğretmen adayının mezun olduğu yükseköğretim programına göre üç dönem olarak uygulanabilecek. Hazırlık eğitimine alınacak öğretmen adayları için güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılacak.

Taslağa göre hazırlık eğitiminin içeriği, süresi ve hazırlık eğitimine ilişkin diğer hususlar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek.

Akademide hazırlık eğitiminden çıkarılma şartlarının da sıralandığı taslakta “yasa dışı örgüt ve oluşumların siyasi ve ideolojik görüşleri doğrultusunda propaganda yapmak, eylem düzenlemek, düzenlenmiş eylemlere etkin biçimde katılmak; bu örgüt ve oluşumlara üye olmak, üye kaydetmek, bağışta bulunmak, para toplamak veya kişileri bağışta bulunmaya zorlamak” akademiden çıkarılmayı gerektiren davranışlar arasında sayılıyor. 

Akademide yaklaşık 2 yıllık eğitimi başarıyla tamamlayacak öğretmenlerse sözleşmeli olarak işe alınacak ve kadroya geçmek için 3 yıl daha bekleyecek. Yani mezun olduktan sonra KPSS'den geçip Akademi'ye girebilecek olan öğretmenleri 5 yıl daha "öğretmen adayı" adı altında güvencesiz çalışma bekliyor.

Akademi neyin eğitimi verecek?

Taslak Milli Eğitim Akademisi'nin kadrolarına ilişkin ayrıntılı bir bilgi vermiyor. Yalnızca YÖK Kanunu'na tabi öğretim üyelerinden sözleşmeli personel istihdam edilebileceği ifade ediliyor. Hazırlık eğitiminin içeriğine ilişkin de ayrıntının olmadığı taslakta bunun yönetmelikle belirleneceği belirtiliyor.

Halihazırda eğitim fakültelerinden mezun olup alanlarına ilişkin gerekli eğitimi ve pedagojik formasyonu almış öğretmenlerin atanması öncesinde bir de MEB tedrisatından geçecek olmaları dikkat çekiyor. 

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin konuya ilişkin daha önce Yeni Şafak’a verdiği mülakatta Milli Eğitim Akademisi’nde verecekleri eğitimin içeriğini “pedagojik formasyon” olarak nitelemişti.

Üniversitelerde verilen pedagojik formasyon eğitimini tanımayacağı anlaşılan MEB'in kendi değerlerine uygun öğretmeni yetiştirmek için bu akademiyi kurmak istediği anlaşılıyor.

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay akademiden çıkarılma ve disiplin cezalarındaki muğlak ifadelere dikkat çekerek, bunların kamuda güvenceli çalışma hakkına AKP eliyle el konulması anlamına geldiğini vurguladı.Özbay başka bakanlıkların da benzer düzenlemeler yapmasının olası olduğuna işaret etti:

Eylemlere katılmak vb. ifadelerle, öğretmenin güvenceli çalışmasına, belirli yeterlilikleri sağlamış, diplomalı kişilerin anayasayla güvence altında olan kamuda istihdam edilmesinin önüne tamamen AKP eliyle bir el koyma var aslında. Bence çok tehlikeli. Ben bundan sonra bütün bakanlıklarda da bunun benzeri uygulamaların geleceğini düşünüyorum."

Taslağı "AKP'nin kendi memurunu yaratma projesi" diye niteleyen Özbay "Seçme de demiyorum yaratma diyorum, çünkü mevcutta olanları da kontrol altına alabilmek, dönüştürebilmek, eğer olmuyorsa da eleyebilmek için kullandığı bir sistem. Yani hem mevcut öğretmenleri ilgilendiriyor hem de yeni başlayacak öğretmenleri ilgilendiriyor" dedi. Taslakta Akademide hazırlık eğitimine alınacak öğretmenler için "öğretmen adayı" denilmesine tepki gösteren Özbay "Üniversiteyi bitirmişse o öğretmendir, memur adayıdır aslında. Ama öğretmeni de yok sayıyor bu taslak, öğretmenlik mesleğinin diplomasını yok sayan bir anlayış" dedi.

Eğitim-İş Şube Başkanı Dağdelen: Bir partinin programı olan müfredatı uygulayacak öğretmen yetiştirecekler

Eğitim-İş Ankara 3 No’lu Şube Başkanı Doğan Dağdelen de öğretmen atamalarında mülakatın kaldırılması sözünün tutulmadığını hatırlatarak yeni ortaya çıkan taslak için “Şimdi en beterini ortaya koymuş oldular” dedi.

Dağdelen’a göre “mülakat en azından bir seferde olup biten bir şeydi” ama şu anda öğretmen olarak atanmak “işkenceye dönüştürülmüş hale geldi”.

“Eğitim fakülteleri tamamen devre dışı kalıyor” diyen Dağdelen eğitim fakültesini bitirmiş olan bir kişinin öğretmen olduğunun altını çizerek ’Siz öğretmen olan birisine diyorsunuz ki 'Hayır sizin yetiştirildiğiniz eğitim sistemini ben beğenmiyorum. Ben kendim seni öğretmen olarak yetiştireceğim’” dedi.

Taslağa göre akademideki eğitim süresince “öğretmen adayları”nın sosyal güvenceleri olmayacak, sadece sağlıkla ilgili sosyal haklardan yararlanacaklar. Yapılması öngörülen ödemeyse bugünkü hesaplamalara göre 22 bin 800 lira tutuyor.

Dağdelen “Bu süreç içinde hem teoriden hem de uygulamadan sınava tabi tutuluyorsunuz, bu sınavın sonucunda başarılı olursanız öğretmen olarak atanmaya hak kazanıyorsunuz, yetmiyor ama yine sözleşmeli olarak başlayacaksınız. Sözleşmeli başladıktan sonra da beyefendiler takdir ederlerse öğretmen olacaksınız” diye konuştu.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Türkiye Yüzyılı Maarif Programı” adını verdiği yeni müfredatı hatırlatan Dağdelen, Eğitim-İş’in bu müfredata “Bu bir partinin programı” dediğini ve Bakan Tekin’in de “Ben o partinin bakanıyım. O partinin genel başkanı Cumhurbaşkanımız, onun idealleri var, onu gerçekleştirmekle sorumluyum, doğrudur” minvalinde açıklamasıyla bunu doğruladığını hatırlattı.

Dağdelen “İşte bu partinin ideolojisine uygun olarak o müfredatı uygulayacak öğretmenleri süze süze, eleye eleye kendilerine uygunlarını, biraz da orada da donatarak seçme hayallerini ortaya koymuş oluyor bu eğitim akademisi formülü” dedi.

Adalet Akademisi, MİT Akademisi gibi örneklerin verilebileceğini dile getiren Dağdelen, bunlarda halihazırda çalışan ve tüm haklarından yararlanan kamu çalışanları olduğunu ve verilen eğitimin hizmet içi eğitim sayılabileceğini ancak Milli Eğitim Akademisi’nin yeni bir fakülte gibi ortaya konduğunu söyledi.

'Yandaş devşirme modeli'

Bu akademide kimlerin görev yapacağının belli olmadığını kaydeden Dağdelen “Diyanet Akademisi’nden insanlar mı oraya getirilecek? Bu hepimizin aklına geliyor. Dini ağırlıklı bir formasyonun çıkabileceğini öngörüyoruz, bunu hep birlikte göreceğiz” dedi. Dağdelen Milli Eğitim Akademisi’ni “tamamıyla bir yandaş devşirme modeli” diye niteledi.

Dr. Somel: OECD'nin belirlediği politikalarla yönlendirilen değişiklikler

Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nden Dr. Nazlı Somel ise son 40 yıldır tüm dünyada öğretmen yetiştirme ve istihdam konularında köklü değişiklikler yaşandığını, bunların da OECD'nin belirlediği öğretmen yeterlikleri ve politikalarıyla yönlendirildiğini belirtti. 

Somel'e göre sunulan çerçeve ise kabaca şöyle:

Mevcut öğretmenler yetersiz ve ancak birbiriyle yarıştırır ve ekonominin ihtiyaçlarına karşılayacak şekilde kendilerini yeniden-yeniden yetiştirmelerini sağlarsak yeterlilik sorununu çözeriz. Ancak bu yönelim öğretmen maaşlarının düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması, sosyal haklarının törpülenmesiyle sonuçlandı; nitekim ABD ve merkez Avrupa ülkeleri dahil öğretmen eksiği (mesleğe ilginin azalması ve mesleği bırakma nedenleriyle) artmakta. Bu eksik, formal öğretmen yetiştiren kurumların mezunlarının yanı sıra herhangi bir akademik eğitim almış kişilerin, kısa eğitim programları ya da hiç ek eğitim almadan, mesleğe alınmalarıyla çözülmeye çalışılıyor. Öğretmenlik, genel söylem aksine olsa da, bir uzmanlık mesleği olmaktan çok, kısa programlarla edinilebilecek teknik bir meslek olarak görülüyor.”

Milli Eğitim Akademisi’nin de Türkiye'de uzun bir süredir varolan bu eğilimin kurumsallaşması anlamına geldiğini dile getiren Somel, halihazırda üniversitelerin hemen herhangi bir fakültesinden mezun olan kişinin seçmeli derslerden oluşan formasyon programıyla öğretmen olabildiğini hatırlattı. Somel, ücretli öğretmen uygulamasınınsa herhangi bir pedagojik formasyonu olmayan kişilerin öğretmenlik yapmasını mümkün kıldığını, ki bu kişilerin sayısının on binlerle ifade edildiğini anlattı.

'Herhangi bir toplumsal eyleme katılmanız durumunda elenmeniz olası'

Ancak Türkiye'de diğer OECD ülkelerinden farklı olarak, mesleğe ilginin düşük olmadığına işaret eden Somel “Aksine öğretmen olmayı isteyen yarım milyondan fazla genç var ve 80'in üstünde eğitim fakültesi kamu ve özel okul sektörünün istihdam ettiğinin üzerinde mezun vermekte. Öğretmenlerin ekonomik ve sosyal haklar anlamında sürekli daha azını kabul etmesinin temel kaynaklarından birisi bu” dedi.

Somel Milli Eğitim Akademisi düzenlemesinin bu sorunların katlanarak devam edeceğinin göstergesi olduğunu düşünüyor:

Öncelikle üniversite sonrası istihdamı fiilen iki yıl daha ötelemekte, sonra üç yıl sözleşmeli yani güvencesiz çalışmayı öngörmekte. Bu kademelerin her birinde elenmeniz de olasılıklar arasında, özellikle herhangi bir tür toplumsal eyleme katılmanız durumunda. Özel okul öğretmenlerinin bu projedeki yeri ise tamamen belirsiz bırakılmış durumda.”

Bakan'ın örnek verdiği ülkelerde öğretmenler üniversitelerde yetişiyor

Öğretmen yetiştirmenin Bakanlığın bünyesine alınarak eğitim fakültelerini öğretmen yetiştiren kurumlar olmaktan çıkaran bir taslakla karşı karşıya olduğumuzu ifade eden Somel şunları söyledi:

Burada ilginç olan durum, eğitim fakültelerinin programlarında, hedeflerinde henüz herhangi bir değişiklik yapılmadı. Dünyada öğretmen yetiştirmeyi lisans eğitiminin sonrasında yapan ülkeler bulunmakta, ancak bunların tamamı lisans sonrası eğitimleri yine üniversiteler bünyesinde vermekte. MEB Bakanı'nın örnek olarak verdiği İtalya, Fransa ve Belçika'da, Türkiye'de uygulanması öngörülen eğitim bakanlığına bağlı akademi tipi oluşumlar bulunmamakta. Bakan'ın ima ettiğinin tersine bu ülkelerde öğretmenler üniversitelerde yetişiyor.”

Ortada henüz bir taslak olduğunu, kesinleşmiş hali ve uygulanma biçimine ayrıca bakmak gerektiğinin altını çizen Somel, kamuoyunun vereceği güçlü bir tepkinin bu planın hayata geçmesini engelleyebileceğini ifade etti:

Eğitim fakültelerinin, öğretmenlerin ve öğretmen adaylarının mesleklerine sahip çıkmaları, öğretmenlik mesleğinin ve toplumun gerçek ihtiyaçlarını ve sorunların çözümlerini MEB'ye idrak ettirebilir.”

                                                          /././

Europa delenda est (Nevzat Evrim Önal)

Kaldı ki, Roma iyi ki yıkılmıştır. Hangi uygarlık Roma’ya benzerse, yıkılmalıdır.

Müsaadenizle bu hafta size uzunca bir kıssa anlatarak başlayacağım.

Marcus Porcius Cato, Roma Cumhuriyeti’nde senatördü. Bir pleb, yani soylu olmayan bir yurttaş olarak doğmuş, Roma’nın Kartaca’yı yendiği ve tehdit olmaktan çıkarttığı İkinci Pön Savaşı’nda Hannibal’e karşı savaşmış, sonrasında bir asker olarak yükselmiş ve Roma’nın en etkili isimlerinden biri haline gelmişti. Yıllar sonra, artık yaşlı bir senatör olarak Kartaca’yı ziyaret ettiğinde, askeri açıdan zayıf bu krallığın zenginliğinden gözleri kamaşmış, burada hem bir tehdit hem bir fırsat sezmiş ve o günden itibaren Senatodaki her konuşmasını, konu ne olursa olsun Carthago delenda est yani “Kartaca yıkılmalı” diye bitirir olmuştu.

Cato’nun bu tartışmadaki hasmı Senatör Publius Cornelius1 ise ortak bir düşmanın varlığının Roma halkını bir arada tuttuğunu savunuyor ve Carthago servanda est diyordu: “Kartaca korunmalı.” Yani kimse Kartaca’nın dostu değildi, boyun eğdirilmiş bir halkın kaderi tartışılıyordu.

Tartışmayı Cato kazandı. Uygar Roma barbar Kartaca’ya savaş açtı. General Scipio Aemilianus, Kartaca’yı 55 yıl önce dize getiren dedesi Scipio Africanus’un başladığı işi tamamladı. Kartaca’da taş üstünde taş bırakmadı ve çocuk yaşlı demeden sağ kalan her Kartacalıyı köle olarak sattı. Cumhuriyet Roma’dan İmparatorluk Roma’ya doğru atılmış büyük bir adımdır.

***

Roma cumhuriyetken köleciydi, imparatorluk olunca köle etine duyduğu iştah daha da kabardı. İmparatorluğun doruğunda Sezarların hükmü altında yaşayan her üç insandan biri köleydi. Barbar halkların yaşadığı topraklar uygar Roma için köle toplanacak birer tarlaydı; en önemlilerinden biri de soğuk, verimsiz, işgal edip elde tutmaya değmeyecek Cermenya’ydı.

Gün geldi, Nasıralı bir gencin etrafındakileri ikna ettiği inanç, kölelerin bin yıldır biriken öfkesine söz oldu. Bu söze inananlar halka eğlence olsun diye arenalarda aslanlara parçalatılıyor; ama sözün kendisi Roma’yı içten içe kemiriyordu. Sonunda çürümüş imparatorluk, Nasıralı’nın sözünün de etkisiyle ikiye bölündü. Bu arada Cermenya’nın barbar kavimleri batıya göçmeye başlamıştı. Franklar, Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar ve daha niceleri bir insan seli oldular; Batı Roma’nın bir ucundan girip diğer ucundan çıktılar. 

Son Batı Roma imparatoru bir çocuktu, kuruluş destanında Roma’nın temellerini atan (ve Kabil gibi kardeşini katleden) Romulus’un adaşıydı. Babası Orestes tahta çöküp, oğlunu imparator ilan etmişti. Barbar Kralı Odoacer babayı öldürdü, çocuk imparatoru huzurundan kovdu. Tarihte benzerine az rastlanır bir adalet tecellisidir.

***

Cermenler Roma’yı yıktı, sonra aynısını kurmaya çalıştı. Krallıklardan biri kendine Kutsal Roma İmparatorluğu ismini bile taktı. Nasıralı gencin sözünü kıyafetleri altın işlemeli ihtiyarlar sahiplendi; üstelik onlar bile kendilerini yoksul Nasıralı’nın değil, onu çarmıha geren zengin Romalıların devamı sayıp, Roma Katolik Kilisesi adını aldılar. Adaletle beraber eşitlik tesis edilmeyip de salt ezilenler egemenlere dönüştüğünde pek az şeyin değişeceğinin delilidir.

Feodal Avrupa krallıkları bin yıl boyunca birbirini yedi ve bir arpa boyu yol kat edemedi. Ama tüccar burjuvalar kıtaya sığamayınca yelken açıp dünyayı fethe çıktı. Dünyanın geri kalanını sömürgeleştirdiler, bu arada kendi krallarını da ya giyotine gönderdiler ya maaşa bağladılar. Rönesans bir büyük uygarlık atılımıdır, bir yandan da Roma’ya bakıp, nasıl dünya hâkimi olunur anlama çabasıdır.

19. yüzyıla gelindiğinde, burjuva Avrupa emperyalist Avrupa olurken, işçi Avrupa Enternasyonal’i kurdu. Sloganı “Bütün ülkelerin işçileri birleşin”dir, kurucusu bir mektubunda işçilerden “uygar toplumumuzun barbarları” diye bahseder.2

Slogan 1917’de Sovyetler’de devletini ve anayurdunu buldu. Emperyalist Avrupa gamalı haç kuşanıp bu anayurdun üstüne yürüdü. Her evden bir canı, yirmi beş milyon Sovyet insanını katletti ama yenildi. Ahmet’le İvan kol kola emperyalisti inine kadar kovaladı ve uyduruk meclisinin çatısına orak çekiçli bayrağı dikti. Yeni Roma olmaya kalkışanların üzerine ikinci bir kavimler göçüdür. Tarihte benzeri olmayan bir adalet tecellisidir.

***

Ama işçi kavimlerinin nefesi devamını getirmeye yetmedi. Göç yarı yolda, Berlin’de durdu. “Devrimde durmak ölümdür” demişti en büyük düşünürleri, öyle de oldu. Emperyalist Avrupa yıkılmayınca, sayısız uğursuz dudaktan sayısız kez dökülen “Sovyetler yıkılmalı” arzusu gerçekleşti ve emperyalizm dizginlerinden boşandı. Günümüzdeki kör edici karanlığın miladıdır.

Emperyalist Avrupa, işçi Avrupa’yı satın alıp susturdu. Emperyalist Amerika’nın peşine takılıp “Yugoslavya yıkılmalı” dedi, sonra “Afganistan yıkılmalı” dedi, “Irak yıkılmalı”, “Libya yıkılmalı”, “Suriye yıkılmalı”… Sömürgeleştirdiği ve Sovyetler sayesinde bağımsız olmuş Afrika’nın üzerine tekrar çöktü. Günümüzdeki kavimler göçünün sebebidir.

***

Kıssa böyle, şimdi çıkartılacak hisseyi tartışabiliriz.

Afrika ve Asya’nın sefalet bölgelerinden Avrupa’ya kitlesel bir göç hareketi olmasının nedeni, bu bölgeler ile Avrupa emperyalizmi arasında tarihsel bir bağ olmasıdır. Avrupa Birliği içinde yaşanan göç hesaba katılmadığında İngiltere’de en fazla Hindistan ve Pakistanlı3, Fransa’da en fazla Cezayirli ve Faslı4 bulunması tesadüf değildir. Avrupalı emperyalistler, sömürgelerinden asla vazgeçmemiş, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu ülkeler politik özgürlüklerini kazansalar dahi ekonomik bağımlılık devam etmiştir. 

Yani göçün sebebi, Avrupa’nın bu coğrafyaları yoksullaştırması ve yoksullaştırırken, kan emen vampir kurbanıyla nasıl bir bağ kuruyorsa, öyle eşitsiz bir bağ kurmuş olmasıdır. Emperyalist Avrupa ülkeleri, eski sömürgelerini hammadde toplayacakları ve ucuz işgücü çekecekleri birer köle pazarı olarak kullanmaya devam etmiştir. 

Bu bağ öyle güçlü ve aynı zamanda çelişkili ki, bugün İngiltere Başbakanı Hindistan’ın en zengin patronlarından birinin Hint asıllı damadıdır ve İngiltere’ye göçmenlerin tuhaf gemilere doldurulup açık denizlerde hapis tutulması gibi ancak korku filmlerine yakışacak girişimlerde bulunmaktadır.

Türkiye’de göç sorununu bir provokasyon ve kişisel popülarite devşirme malzemesi yapan, Zafer Partisi çevresinde öbeklenen ama bundan ibaret olmayan ideolog güruhu, entelektüel cesareti sadece kendisinden zayıfa havlamaya yetecek kadar olduğu için işin bu boyutunu bilinçli biçimde gizliyor. Örneğin Sözcü yazarı Murat Muratoğlu, geçtiğimiz günlerde “Koskoca Roma İmparatorluğu'nu yıkan göçlerde toplam sayı 3-4 milyon kişiydi! Biz şimdiden 13-15 milyon kişiye ulaştık” diye tweet6 attı, beş yıl önce ise köşesinde, Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşmasını uygulamak zorunda olduğunu iddia ettiği bir yazıda “[Göçmenlerin] çoğu ne Avrupa'ya gider, ne Suriye'ye geri döner. Düzenlerini kurmuşlar, bu nargile burada tüter” yazıyordu.6

Okumuş karanlık işte böyle; en milliyetçiyken bile emperyalizm hayranıdır, Avrupacıdır. Oysa göçmenlerin birer istilacı olarak Türkiye’de kalmak istedikleri, “zorla geri gönderelim”ci zorbalık ideolojisinin yalanıdır. Çevrenize biraz kulak kabartsanız, göçmenlerin büyük çoğunluğunun Avrupa’ya gitmek için yol aradığını, kurdukları düzenin de insan kaçakçılarının talep ettiği on binlerce Avroyu toplamak için olduğunu duyarsınız. 2016’da Geri Kabul Anlaşması ilk gündeme geldiğinde, daha Avrupa Birliği sopanın önünde vize serbestisi havucunu sallarken, “Bekçi köpeği olup sevinmek” başlıklı bir yazı yazmıştım.7 Bugün durum tam olarak budur. Türkiye, emperyalist Avrupa ülkeleri için bir köle pazarıdır. Geri Kabul Anlaşmasını uygulayan devlet, bu köle pazarının bekçisidir. Bu yüzden insan kaçakçılığı ağlarının düğüm noktalarında devlet görevlilerinin oturması tesadüf değildir. 

Kaldı ki, Roma iyi ki yıkılmıştır. Hangi uygarlık Roma’ya benzerse, yıkılmalıdır.

Siz boş verin Geri Kabul Anlaşmasını, bugün içinde yaşadığımız pasaport rejimi bile alt tarafı yüz yıllık tarihi olan bir emperyalist uydurmasıdır. Yırtılıp atılması, ezilenlerden yana bir siyasi iradenin tecellisine bakar.

Türkiye, Avrupa emperyalizminin parçası falan değildir, asla olmamıştır ve asla olmamalıdır. Türkiye, bir sömürge coğrafyası olmaya ramak kala, Avrupa emperyalizmine karşı verilmiş bir Kurtuluş Savaşı’yla kurulmuştur. 

Bugün Geri Kabul Anlaşmasını uygulayarak Türkiye’nin düştüğü durum, NATO denen terör teşkilatına dahil olabilmek için Kore Savaşı’na asker göndermemiz ölçeğinde bir onursuzluktur. Türkiye göçmenleri geri göndermeye kalkmamalı, yollarına devam etmelerine de mâni olmamalıdır. Avrupa, yüz yıllardır gün yüzü göstermediği barbarların akınına uğramalı, nezih Avrupa kentlerinin sokakları Asyalılarla, Afrikalılarla dolmalı, sömürüye, talana, tefeciliğe, özetle emperyalist egemenliğe dayalı Avrupa, yıkılmalıdır.

İnsanlığın bir sonraki büyük uygarlığı, mutlaka bugünün bencil, sömürücü egemenliğin yıkımdan doğacak. Kimse bundan korkmamalıdır.

                                                                       /././
Kaygılanmamak için (Savaş Sarı)

Karabasana dönen yaşamlar içersinde kaybolan insanlar ancak birbirinin elinden tuttuğunda, yalnızlıktan kurtulduğunda, birliğin bir güç olduğunu hissettiğinde daha güvenli ve umutlu hale gelebilirler.

İnsanlar kendilerini ve çocuklarını güvende hissetmiyorlar. Gündelik sohbetlerde çok sık gündeme gelen konulardan biri. Sohbetlerin bir yerinde eski günlere göndermeler de muhakkak yer alıyor. Çocuk sahibi ebeveynler kendi çocukluk ve gençlik dönemlerinden, o günlerde kendilerini nasıl daha güvende hissettiklerinden, sokakların, sosyal yaşamın o zamanlar şu andakine benzer tehditleri barındırmadığından, ya da bu tehditlerin o zamanlar çok daha az hissedildiğinden sıklıkla bahsediyorlar. Geçmişe dönük bu anlatıların önemli kısmı eskiyi iyi anma duygusu ile ilgili olabilir ama toplumda ve insanlardaki kaygı gerçek ve çok güçlü. 

Şiddet, bağımlılık, iletişimsizlik, yalnızlaşma, yoksulluk, bu liste uzatılabilir. Gündelik hayatın içinde, hatta kendi hayatlarımızda bu olguların her biriyle daha sık karşılaşıyoruz. İnsanların birbiri ile iletişim kuramaz hale gelmesi, bunun sonucu olarak şiddetin çok yaygınlaşması bir vaka. Bir güç göstergesi olarak kadına yönelik şiddet ise korkutucu noktalara gelmiş durumda. Ortaokul öğrencilerinin madde kullanımının bile normalleştiği günleri yaşıyoruz. Emekçi mahallelerindeki en büyük sorunların başında yine madde kullanımı geliyor. İstatistikler yayınlanıyor, insanlar gittikçe daha az insanla temas ediyor, sosyal ilişkiler her geçen gün zayıflıyor. Çekirdek aile ve hatta tek başına yaşayanların sayısı hızla artıyor. İnsanların özellikle de çocuk ve gençlerin cep telefonu ve internete olan bağımlılığı hem bu yalnızlaşmanın en çarpıcı göstergelerinden biri, hem de insanları yalnızlaştıran önemli bir etken olarak karşımızda duruyor. Artık sokaklarda, toplu taşıma araçlarında, mahallelerde yoksullaşmanın yarattığı ağır manzaralarla çok daha sık karşılaşıyoruz. Ama asıl önemlisi insanların dayanışma duygusunun fazlası ile örselendiği günlerden geçiyoruz. 

İnsanlarda güvensizlik hissini artıran bu ve benzer olguların varlığına dair düzen cephesindeki gerekçeler ise muhtelif. 

Daha “batıcı”, “modern” yaklaşımda olanlar sıraladığım olguların yaygınlığını toplumun, insanların cehaleti ile açıklıyorlar. Çözüm olarak da eğitimin gerekliliğine ısrarla vurgu yapıyorlar. Fakat Türkiye’de toplumun okur yazar oranındaki artışı, okumuş insanların yukarıda bahsettiğimiz olgulardaki aktif özneler olarak varlıklarının yaygınlığını düşününce bu yaklaşımın hedefi ıskaladığını söylemek çok da yanlış olmaz. Bu yaklaşımı savunanların halkı, insanları aydınlatma, toplumu ve toplumsal yaşamı dönüştürme iddialarının kalmadığını söylemek de çok yanlış olmaz. Böyle olunca da bu yaklaşım ortadaki olumsuz olguları çözme iddiasından çok bir şikayetlenme halinden öteye geçemiyor.   

Muhafazakâr yaklaşım ise tüm bu olguların ortaya çıkış ve yaygınlığını dini ve ahlâki değerlerin toplumda yeterince hakim olmamasıyla açıklıyor. Çözümü de çocuklardan başlayarak toplumun genelinde dini ve ahlâki doğruların anlatılması, buna uygun nesiller yetiştirilmesi ve bu doğrular üzerinden toplumsal yaşamın belirlenmesinde görüyor. AKP’li yıllar bir boyutu ile bu görüşün toplumu yeniden dizaynı, dinsel ve gerici referanslar üzerinden yeni nesiller yetiştirilmesi çabası olarak da tarif edilebilir. Yirmi yılı aşan bu dönemde ortaya çıkan tablo yukarıda bahsettiğimiz olgular açısından rahatlatıcı olmayı bırakın, asıl kaygıyı tetikleyici bir sonuca yol açtı. Üstüne dinci gericiliğin, onun en yaygın toplumsal örgütlenme kanallarından biri olarak tarikatların savundukları değer ve kurallar toplumdaki en büyük kaygı kaynağı haline gelmiş durumda. Muhafazakâr yaklaşım şiddeti de, bağımlılığı da, yalnızlaşmayı da yoksulluğu da önlemek bir yana yaygınlaştırıyor ve derinleştiriyor. Bu anlamda toplumu bir arada ve sağlıklı kılabilecek değerleri kuvvetlendirmiyor baya baya tahrip ediyor.

Her iki yaklaşım açısından da temel bir hata ya da belki de kasıtlı bir yanlıştan söz etmek gerek. Bugün insanların sahip olduğu güvensizlik hissinin, bu hisse yol açan, bu hissi kuvvetlendiren olguların yaşadığımız toplumsal düzenle, o düzendeki çarpıklıkla ve anormalliklerle doğrudan ilişkili olduğunu atlıyor ya da bu gerçeğin üzerini örtüyorlar. Toplumsal yaşamdaki eşitsizlikler, insanın insanı sömürmesi üzerine kurulu bir düzende yaşıyor olmamız insanların kendisini güvende hissetmemesinin temel kaynağı. Bir kez bu eşitsizlik ve sömürüyü, bir kez bu soygunu normal saydığınız anda sermayenin doymak bilmez açlığı ve bu açlığın her şeyi alınır satılır bir nesne haline getiren arsızlığının yükselişi de önlenemez hale geliyor. Bugün yaşadığımız asli sorun bu. Bu düzenin ötesini göremeyen ve savunamayanlar dönüp dönüp insanlara bu düzene mahkum olduğumuz mesajını veriyorlar. İnsanlar için bundan daha büyük bir kaygı kaynağı olabilir mi?

Tamam diyecek bazılarınız, “yaşadığımız kaygılardan, bu kaygıları tetikleyen sorunlardan kurtulmak için bu düzenden kurtulmalıyız ama bu bugünden yarına hemen olabilecek bir şey değil.” Doğru, bir günde bu düzenin ortadan kalkmayacağı açık. Üstüne üstlük, tam da değindiğim gibi AKP bir dizi sorunu çözme adına yaşamı, özellikle de çocuklarımızın yarınlarını karartma konusunda ısrarlı adımlar atıyor. Bunlarla da başa çıkmamız, çocuklarımızı bu gerici saldırılardan korumamız gerek.

Kaygılarımızı ortadan kaldırmak, bu kaygılara yol açan olgularla baş etmek, güvensizlik hissi olmadan yaşayabileceğimiz yarınlara ulaşmak için hemen atılması gereken adım belli, örgütlülük. Bu karanlığı topluma dayatanlar en çok halkın örgütsüzlüğünden kuvvet alıyorlar. Karabasana dönen yaşamlar içersinde kaybolan insanlar ise ancak birbirinin elinden tuttuğunda, yalnızlıktan kurtulduğunda, bu birliğin bir güç olduğunu hissettiğinde daha güvenli ve umutlu hale gelebilirler. 

Hemen şimdi harekete geçmek, hayatımızı ve çocuklarımızı korumak adına güncel ve önemli bir adımı Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) attı. Yaklaşık bir ay önce çok sayıda bilim insanı ve aydının imzası ile kamuoyu ile paylaşılan “Çocuklarımız için Bilimsel Eğitim İstiyoruz!” başlıklı metnin altında eğitimde yürürlükte olan kimi dinsel gerici içerik ve uygulamaların kaldırılması, AKP eli ile yeni kabul edilen gerici milli eğitim müfredatının ise kesinlikle uygulamaya sokulmaması ve geri çekilmesi yönünde talepler gündeme getirilmişti. Şimdi bu talepler etrafında bir aydır yürütülen çalışmalar yeni bir aşamaya taşınıyor. 

Kaygılanmayı bırakalım ve çocuklarımızı korumak için hemen bugün Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısına yanıt verelim.

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder