10 Haziran 2024 Pazartesi

soL KÖŞEBAŞI (II) - 10 Haziran 2024 -

Fidan’ın Çin ziyaretinde konuşulmayan kriz: Türk savaş gemisinin Tayvan Boğazı’nda ne işi vardı? (Can Kuyumcuoğlu)

Hakan Fidan’ın Çin ziyaretine dair Çin kamuoyu iki büyük konuyu tartıştı. Türkiye medyası tartışmayı görmedi. Ancak bir başlık, Türk savaş gemisinin manevrası, ciddi anlam taşıyor.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 3-5 Haziran tarihleri arasında Çin’deydi.

Fidan’ın ziyareti tüm dünyada ses getirdi, Türkiye’de de halen tartışılmaya devam ediliyor.

Ancak Türkiye medyası, konunun Çin’de nasıl tartışıldığı kısmını hemen hiç gündeme almadı. Oysa Çin kamuoyu, Fidan’ın ziyareti sırasında yaşanan iki olayı olumsuz işaretler olarak gördü.

Bunlardan ilki, Fidan’ın Uygur bölgesi ziyareti sırasında Urumçi ve Kaşgar şehirlerini “Türk-İslam şehirleri” olarak adlandırması oldu. Çin kamuoyu, bu ifadeleri açıkça bölücü bir ima taşıdığı gerekçesiyle eleştirdi. Mesele bölücü faaliyetler yürütülen bir bölgedeki şehirleri “Türk” olarak nitelendirmekten ibaret değil. AKP döneminde iktidarın dili çok aşınmış olsa da, laik bir cumhuriyet olan Çin’de bir şehri bir dinle özdeşleştirmek de doğru kabul edilmiyor.

Ancak esas ilginç konu, Çin’de tartışılan ikinci husus. Fidan’ın ziyareti sırasında bir Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait bir fırkateyn, Tayvan Boğazı’ndan geçti.

Bu olay, tek başına bile, ciddi bir diplomatik kriz.

Tayvan, tarihsel olarak Çin’in parçasıydı. Zamanında Çin hükümetine muhalefet eden bir grup Tayvan adasına çekildi ve o günden beri emperyalizmin desteğiyle buradaki varlığını sürdürüyor.

Çin bu konuda çok hassas. Türkiye de “Tek Çin” politikasını, yani Tayvan’ı tanımayıp Çin’in parçası sayma politikasını destekliyor. Bizzat Hakan Fidan da ziyareti sırasında bu pozisyonu tekrar dile getirdi.

Ama, Çin ve Tayvan basınında yer alan bilgilere göre, Fidan Çin’deyken bir Türk askeri gemisi, Tayvan Boğazı’ndan geçti.

Tayvan Boğazı, Çin’le ada arasında. Çin, burayı kendi suları olarak gördüğü için yabancı askeri varlığı tehdit olarak algılıyor. Uzun zamandır bu boğazdan yalnızca ABD askeri gemileri geçiyordu, Çin de bunu tehdit olarak algılıyordu.

Bu durumlarda, yani bir yabancı askeri geminin Tayvan Boğazı’ndan geçmesi halinde, Çin Deniz Kuvvetleri’ne bağlı gemiler, boğazın orta şeridinin Çin’e yakın tarafından, yani sol şeritten söz konusu gemiyi takip edip gözetleme yapıyor.

Ancak Çin ve Tayvan medyasındaki haberler, Türk gemisinin geçişi sırasında yeni bir gelişme daha yaşandığını haberleştirdi: İlk kez Çin gemileri, boğazın sağ, yani Tayvan’a yakın şeridine girip Türk gemisini oradan takip etti.

Hangi Türk askeri gemisinin orada ne amaçla bulunduğuna dair TSK’dan veya Türk resmi makamlarından açıklama yapılmış değil.

Çin savaş gemilerinin Türk gemisini, üstelik “Tayvan suları”na girerek takip etmesi, Tayvan hükümetine karşı olduğu kadar, Fidan başkanlığındaki Türk heyetine de mesaj niteliği taşıyor.

Nitekim Çin kamuoyu, Türk gemisinin manevrasının ne anlama geldiğine net bir yanıt veremediği için, durumu genel bir güvensizlikle karşılıyor.

                                                             /././

Eğitimde tasarruf: Patrona kâr (Beyza Çelik*)

Kamusal eğitimden kısılan kaynaklar bugün özel okul patronlarına altın tepsiyle sunulmaktadır. AKP döneminde özel okullara destek arttı, on binlerce öğretmen özel eğitim kurumlarına mecbur bırakıldı.

Türkiye’de kamusal eğitimden uzaklaşılmasının, eğitimin özelleştirilmenin, eğitimin ticaretin konusu haline gelmesinin sonucu olarak özel eğitim kurumlarının sayısında artış görülmektedir. AKP iktidarı dönemi boyunca ülkemizde eğitimde özelleştirme politikalarının derinleştiği bir dönem olmuştur. 

Özel okullarda çalışan öğretmenlerin sayısı ise her geçen yıl artış göstermektedir. MEB’in verilerine göre 2021-2022 eğitim öğretim yılında özel okullarda çalışan öğretmen sayısı 163 bin 975 iken, bu sayının 2023-2024 eğitim öğretim yılında 200 bine ulaştığı söyleniyor. 

Eğitimden tasarruf ediliyor

Eğitim yatırımlarına ayrılan kamusal kaynaklarda tasarrufa gidilmesiyle, her alanda gericiliğin eğitim programlarına empoze edilmesiyle, okullarda sayıca fazla öğretmen açığı varken sayıları milyona yaklaşan işsiz öğretmen ordusu yaratarak eğitimin niteliğini de düşürdüler. 

Kamusal eğitim yükü devletin üstünden alınsın denilerek yıllardır özel okulların önü açıldı ve başardılar. 

Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) bütçesinden eğitimin niteliğinin artırılması için gerekli eğitim yatırımlarına ayrılan kaynakların oranı, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 17’ler düzeyinde iken 2023’te yüzde 9,18’e kadar düştü. 2024 ise yüzde 9,16’ya gerilemiş ve 22 yıl öncesinin çok gerisinde kalmıştır.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin bütçede en büyük payın eğitime ayrıldığını söylese de bütçedeki gerileme bizlere eğitimde ticarileşmenin artarak devam edeceğini, öğretmenlerin ve velilerin üzerindeki maddi yükün artacağını göstermektedir.

Kamusal eğitimden kısılan kaynaklar bugün özel okul patronlarına altın tepsi ile sunulmaktadır. AKP döneminde özel okullara destek arttı, ataması yapılmayan on binlerce işsiz öğretmen yoğun sömürü koşullarında özel eğitim kurumlarında çalışmaya mecbur bırakıldı. Bugün de durum değişmedi.

Piyasacı ve gerici eğitim anlayışının ürünü kanun: Öğretmenlere akademi dayatması

2022 yılında "devrim niteliğinde" olarak adlandırılan Meslek Kanunu’nu öğretmenlerin karşısına çıkardılar. Yusuf Tekin Öğretmenlik Meslek Kanunu’nu; "Kanun; öğretmenlerin ve yöneticilerin hak, ödev ve sorumlulukları, öğretmenlik mesleğinde kariyer, eğitim çalışanlarının şiddetten korunması, öğretmenlerin hizmet içi eğitimi gibi konuları kapsayacak" şeklinde açıklıyor.

2022 yılında yürürlüğe giren ancak 2023 yılında AYM tarafından bazı hükümleri iptal edilen bu kanunla öğretmenler başöğretmen, uzman öğretmen ve aday öğretmen unvanlarıyla çeşitli statülere ayrılmış ve öğretmenlerin önüne bu unvanları edinmek için geçirilmesi zorunlu süreçler ile yeni sınavlar veya mülakatlar konulmuştur. Yapılan düzenlemelerle yetinmeyen Yusuf Tekin, öğretmenlerin ve eğitim fakültelerinin itibarını zedeleyen bir yeniliği daha karşımıza çıkardı. Tekin, Milli Eğitim Akademisi’nin kurulacağını açıkladı. Akademinin kuruluşunun da eklendiği yeni Öğretmenlik Meslek Kanunu taslağının önümüzdeki günlerde Meclis'e gelmesi bekleniyor.

Öğretmenlik mesleğini ayaklar altına aldıkları yetmezmiş gibi Meslek Kanunu ve akademi fikirleriyle öğretmenleri de kendi aralarında ayrıştırıyor. Kanun, kapsamı içine aldığı öğretmenlerin somut ve hayati sorunlarını yok saydığı gibi öğretmenliği kariyer yarışına indirgeyen, ihtiyacı karşılamaktan uzak bir içerik taşımaktadır. 

KPSS ve mülakata girmek artık öğretmenlerin atanması için yeterli olmayacak. Akademide öğretmen adayları mesleğe başlamadan önce 550 saatlik bir eğitime tabi tutulacak ve branş fark etmeksizin tüm adaylar eğitime girecek. Üniversite eğitimi yetersiz bulunan öğretmenler akademide meslektaşları ile yarışarak mesleğe atanmak için çaba sarf edecek. Eğitim boyunca devlet memuru olarak görülmeyecek adaylar akademiye de KPSS puanıyla alınacak. Adaylar akademide başarılı olursa sözleşmeli olarak atanacak ve 3 yıl çalıştıktan sonra kadroya geçecek.

Özel okul öğretmenlerinin sorunları derinleştiriliyor

Bu akademi birçok soruyu peşinde getiriyor. Sözleşmeli olarak atanacak öğretmenlerin maaşları neye göre belirlenecek? Milli Eğitim Akademisi özel okul öğretmenlerini de kapsayacak mı? Özel okul velileri Milli Eğitim Akademisi’nde eğitim almayan öğretmenlere karşı tepki gösterecek mi?  

Öğretmenlerin talep ve ihtiyaçlarını yok sayarak hazırlanan Meslek Kanunu piyasacı ve gerici anlayışın ürünüdür. Rekabeti ve kariyerizmi içererek öğretmenleri ayrıştırmayı hedeflemektedir. Özel okul öğretmenleri başta olmak üzere öğretmenlerin tamamının en büyük sorunu yoksulluk, güvencesizlik ve meslek onurunun zedelenmiş olmasıdır.  Kanun bu sorunların hiçbirine değinmediği gibi mevcut sorunları daha da derinleştirmekte, eğitimin tüm sorunlarını öğretmenlerin sorumluluğuna yüklemektedir.

Öğretmenlerin en az kamudaki öğretmenler kadar ücret alma hakkı elinden alındı

Özel öğretim kurumlarına ilişkin ilk kanun düzenlemesi ülkemizde emek hareketinin güçlü olduğu 1965 yılında yapıldı. “625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu” isimli özel öğretim kurumlarının kuruluş, çalışma, denetim ve personel yapısına dair düzenlemeleri içeren kanunda yer alan “Öğretmen ücret ve ek ödemelerinin kamuda çalışan öğretmenlerden daha az olamayacağı”, “geciktirilen ödemelerin gün başına yüzde 1 zamlı ödenmesi”, “öğretmenin haftalık ders saatinin 30’u geçemeyeceği” ve “personel kadrosunda ders saati ücretli öğretmen sayısının sınırlanması” gibi ücret ve çalışma hakkına ilişkin mali yükümlülükler özel öğretim kurumları patronlarının emekçilere yönelik saldırısını sınırlayan düzenlemelerdi. 

Özel okul patronlarının, değiştirilmesi için sürekli çalışmalar yürüttüğü 625 sayılı Kanun, AKP’nin eğitimin piyasalaştırılmasına dair çabasıyla 2007 yılında rafa kaldırıldı. AKP, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda baştan sona yeniden düzenlediği 2007 tarihli ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ve buna ilişkin düzenlemeler ile öğretmenlerin en az kamudaki öğretmenler kadar ücret alma hakkını ve geciken ücret ödemelerinin zamlı ödenmesi zorunluluğu gibi önemli düzenlemeleri adım adım ortadan kaldırdı. Öte yandan, öğretmenlerin haftalık ders saat sınırını 40 saate çıkardı. Patronlar için kurum açılışlarını yani “özel okul yatırımlarını” kolaylaştırdı, buna karşılık denetimi azalttı. 

Öğretmenler özlük haklarını kaybediyor

Yapılan düzenlemeler özel okul patronlarının cebini doldururken öğretmenler adım adım özlük haklarını kaybediyor. 2014 yılında eğitim sisteminde başka önemli değişiklikleri de içeren 6528 sayılı Kanun ile özel okul öğretmenlerinin kamuda çalışan öğretmenlerden daha az ücret alamayacağına ilişkin düzenlemenin yürürlükten kaldırılması öğretmenleri doğrudan etkiledi. Yapılan değişiklik ile kamuda çalışan öğretmen ile özel okulda çalışan öğretmenin maaşı arasındaki fark artmaya başladı. Bugün çeşitli özel eğitim kurumlarında ücretlerin asgari ücret seviyesine, hatta kayıt dışı çalışmanın görüldüğü durumlarda asgari ücretin de altına kadar gerilediğini görmek mümkün. 

Öğretmenlerin hayat pahalılığı karşısındaki mücadelesi devam ediyor. Taban maaş uygulamasının geri gelmesini talep eden öğretmenler artık asgari ücret ya da asgari ücrete çok yakın ücretlerde çalışmak istemiyor. Emeklerinin karşılığını talep eden öğretmenlere ise cevap verilmiyor üstelik hakkı olanı talep ettiği için işten çıkarılmakla tehdit ediliyor.

Neyin tasarrufu

Yoksullaşmanın ve hayat pahalılığının artmasıyla ülke çapında hissedilen ekonomik kriz özel okul öğretmenlerinin koşullarını daha da ağırlaştırdı.

Enflasyonu düzenlemek için yapılan çalışmalarda açıklanan tasarruf paketi öğretmenleri de etkiliyor. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “kamuda tasarruf tedbirleri”nden biri olarak kamuya 3 yıl süreyle yalnızca emekli olanlar kadar personel alınacağını açıkladı. Öğretmen ihtiyacı Yusuf Tekin tarafından 68 bin olarak açıklanmasına rağmen bu yıl yalnızca 20 bin öğretmen atanacağı duyuruldu.  

Piyasacı eğitimin ürünü olan düzenlemelerin çıktısı olarak söyleyebiliriz ki, patronlar daha az ücretle öğretmen çalıştırma eğilimi karşısında özel okullarda çalışan kıdemli öğretmenleri işsizliğe sürükleyecektir. Sonu gelmez kariyer sınavları ve komisyon değerlendirmeleri ile öğretmenlerin yaşam alanları daralacaktır. 

Açıklanan atama sayısı gösteriyor ki önümüzdeki süreçte bir milyonun üstüne çıkan atanamayan öğretmen sayısı daha da artacaktır. Bu durumdan faydalanacak özel okul patronları, maaşlarda düzenlemeye gitmeyecek, atanamayan öğretmenler aday öğretmenlik statüsü ile özel okul patronları için ucuz iş gücü olmaya devam edecek. Önümüzdeki eğitim döneminde bu döneme kıyasla daha düşük maaşlarla karşı karşıya kalma olasılığımız daha yüksek.

Yapılan düzenlemelerle patronların daha az ücretle öğretmen çalıştırma eğilimi karşısında özel okullarda çalışan kıdemli öğretmenler işsizliğe sürüklenecektir. Sonu gelmez kariyer sınavları ve komisyon değerlendirmeleri ile öğretmenlerin yaşam alanları daralacaktır. 

* Birlik Sendikası Temsilcisi 

                                                              /././

'Küçük şehirlerde yaşanan kadın cinayetleri çoğu zaman gündem dahi olmuyor' (Özkan Öztaş)

Elazığ'da sağlık emekçisi Burcu Demir, Uzman Çavuş eşi tarafından Şubat ayında katledilmişti. Burcu'nun meslektaşları ve dostları cinayeti ve sonrasında yaşananları soL'a anlattı.

Burcu Demir, Elazığ'da bir hastanede fizyoterapi teknisyeni olarak çalışırken, geçtiğimiz Şubat ayında, Uzman Çavuş olan eşi Murat Coşansel tarafından çalıştığı hastanenin bahçesinde tabanca ile öldürüldü. Murat Coşansel olayda kullandığı silahla birlikte gözaltına alındı. Olaya ilişkin dava geçtiğimiz hafta gerçekleşti.

Elazığ'da yaşanan bu cinayet Türkiye'de yaşanan kadın cinayetlerinin ne yazık ki sadece bir örneği. Ancak buradan yola çıkarak genel fotoğrafı görmek ve kadınların yaşamak için verdikleri mücadeleyi anlamakta önemli sonuçlar sunuyor.

Burcu Demir Elazığ'da katledilen bir sağlık emekçisiydi. Dostları, iş arkadaşları ve yakınları Burcu için adalet mücadelesi veriyor. Bu mücadele sadece katilin ceza alması için değil bir yanıyla da benzer örneklerin yaşanmaması adına bir caydırıcı örnek teşkil etmesi için veriliyor. 

Konuya dair soL'a konuşan SES Elazığ Şube Eşbaşkanı Derya Coşkun ve katledilen Burcu Demir'in yakını Gazeteci Suzan Demir yaşanan süreci ve gelişmeleri soL'a anlattı. 

'Taşrada yaşanan örnekler çoğu zaman yankı bulmuyor, bu da suçu teşvik ediyor'

SES Elazığ Şube Eşbaşkanı Derya Coşkun sürece dair verileri paylaşırken resmi verilerden başlıyor. Resmi verilerin buz dağının sadece görünen yüzü olduğunun altını çiziyor. Biraz da bu yüzden her birimiz için resmi rakamlar bir sonuç olmaktan ziyade "Resmi sonuçlar dahi bu sayılara ulaşıyorsa" cümlesiyle başlayan bir kavrama kılavuzuna dönüşüyor. 2023 yılında yaşanan kadın cinayeti sayısının 315 olduğunu belirtiyor Coşkun. Şüpheli biçimde ölü bulunan kadın sayısı ise 248. 

Rakamlar soğuk ve bir grafikten ibaret. Her bir kadının ayrı bir öyküsü, hayali ve geleceği vardı oysa. 

Derya Coşkun yaşanan sorunların boyutlarını ve taşradaki yansımasını şu sözlerle ifade ediyor.

"Sistematikleşen ve meşrulaştırılan şiddet mekanizması özellikle bölgede daha ağır ve çeşitli yöntem ve araçlarla sürdürülüyor. Son yıllarda, bölgede kolluk güçleri tarafından gerçekleştirilen kadına yönelik şiddet, taciz, istismar ve cinayetlerin artışı da bu olaylarda kolluk güçlerinin korunup kollandığını ve yeteri kadar ceza verilmediğinin göstergesi sayılabilir.

Ama benzeri sorunlar Elazığ'da biraz daha fazla yaşandı. Bunun bir çok sebebi var. Özellikte cinayeti işleyenin daha sonra pişmanlık yasasından faydalanması, onun dışında "namus" ve "onurum zedenlendi" gibi durumlarda indirim alması, daha sonra af çıkması, sonrasında ceza evinden çıkmaları tabi ki böyle olayları artırmaktadır.

Bu bölgede ne yazık ki güvenlik önlemlerin alınmadığını hepimiz biliyoruz. Eğer böyle bir olay İstanbul, İzmir ya da Ankara'da yaşansaydı konunun kamuoyuna yansıması daha farklı olurdu. Tüm basında yer alırdı. Sosyal medyaya yansıması daha farklı olurdu diye düşünüyorum. Ayrıca maalesef bu bölgede kadınların kadın haklarına bakış açısı çok farklı. Bu da bölgenin kültürel yapısıyla da alakalı."

Bir cezasızlık pratiği olarak kadın cinayetleri

Suzan Demir, gazeteci. Kuzeni Burcu Demir'in cinayetini yakından takip ediyor. Cinayetin 4 Haziran'da gerçekleşen ilk duruşmasını Elazığ'da takip eden Suzan Demir özellikle cinayetlerin cezasızlıkla sonuçlanmasına dikkat çekiyor. 

"Kadın cinayetlerinde aslında genel anlamıyla bir 'cezasızlık' pratiği olduğunu söylemek lazım. Kamuoyu baskısı olmadan elbette tahrik, iyi hal gibi kabul edilemeyecek birçok gerekçeyle erkekler daha az ceza alıyor. Tabii artık erkekler de mahkeme süreçlerinin farkında, bu farkındalık kendilerini savunurken bu cezasızlık pratiğinden yararlanmaya dönüşüyor. Kadınları koruyan kanunların da artık neredeyse işlevsizleştirilmesi onların işini kolaylaştırıyor. Bu açıdan benzeri süreçlerin birbirini etkilemesi kaçınılmaz. Ama kaçınılmaz olan bir başka şey ise kadın dayanışması. Her ne kadar tablo karanlık olsa da kadınlar birbirlerine sahip çıkıyor."

'Küçük kentlerde cendere kendisini daha çok hissettiriyor'

Suzan Demir Türkiye'nin merkez kentlerinde, büyükşehirlerde yaşanan sorunların dışında görece daha küçük şehirlerde yaşanan sorunların daha kapsamlı ele alınması gerektiğine işaret ediyor. 

"Büyükşehirlere nazaran kadınların daha küçük illerde bu cenderede sıkıştığı artık bilinen bir gerçek. Maalesef alternatifleri kısıtlı olduğu için kadınlar “aile evinden” çıkmanın yollarını evlilikte arıyor. Nihayetinde kadınlar kendilerine ait olmayan, erkeklerin bakış açısıyla inşa edilmiş “aşk ve sevginin” içinde sıkışıp kalıyor. Ama bu durum çaresiz değil, zira yerellerde kadınları koruyan alternatiflerin daha güçlü kurulması, kadınları çaresiz bırakmayacaktır. Bunun gibi daha birçok politikayla bu durumla mücadele edecek bir potansiyel var."

Katil cinayeti itiraf ediyor ama suçlu yine kadın oluyor

Burcu Demir'in katili Uzman Çavuş Murat Coşansel mahkemedeki savunmasında cinayeti işlediğini her ne kadar kabul etse de kabahati Burcu Demir'de arayan bir savunma inşa etti. Burcu Demir'in yakınları ve arkadaşları bu tür örneklerin çok yaygın olduğunu ve cinayeti işleyenlerin bu tür örneklerde pişmanlık ya da tahrik konusunda ceza indirimi almak için benzer bir kurgu ile savunma yaptıklarına dikkat çekiyor. 

Sağlık Emekçiler Sendikası Elazığ Şube Eşbaşkanı Derya Coşkun, "Burcu Demir özel bir hastanede fizyoterapi teknikeri olarak çalışıyordu. Sağlık emekçisiydi. Burcu, eski eşi Murat Coşansel tarafından katedildi. Murat Coşansel Sinop'ta çalışıyordu. Oradan taksi kiralayarak kendi silahını da yanına alarak ve öldürmeyi planlayarak 8 Şubat sabahı Burcu'nun çalıştığı servise giderek 'Tamam senden boşanmayı kabul ediyorum. Gel dışarda arabadan senin eşyalarını vereyim' deyip hastanenin bahçesine götürüyor. Bahçede konuşup daha sonra 5 el ateş ederek hastanenin bahçesinde canice Burcu Demir'i katlediyor. Mahkemelerde beklenen şekilde katil kendi savunmasını yapamadı ama nişanlısına utanmadan iftira atmaktan da çekinmedi. Katil pişmanlık yasasından yararlanmak ve ceza indirimi almak için elinden geleni yaptı" diye anlatıyor bu süreci.

Gazeteci Suzan Demir de aynı noktaya dikkat çekiyor. 

"Kuzenim Burcu Demir’i öldüren Uzman Çavuş Murat Çoşansel aslında az önce de anlattığım gibi bu cezasızlık pratiğinden yararlanmak için ilk duruşmada elinden geleni yaptı. O kadar büyük bir senaryo anlattı ki çelişkilerle doluydu. Sürekli Burcu’nun geçmişine ve ahlakına saldıran, çirkin onlarca hikâye yazdı diyebilirim.

Biz mahkeme heyetinin katil zanlısına olan tavrını olumlu bulduk. Zira çelişkileri ortaya koyan bir sorgulama oldu. Ama Savcının iddianamesindeki en büyük eksik 'Tasarlayarak öldürmekten ceza' istenmemesiydi. Avukatımız da zaten buraya dikkat çekip öyle bir ceza talep etti.

Onun dışında zaten ortada itiraf edilmiş bir cinayet var; ama katil zanlısı cinayete bir sebep koymaktan ziyade Burcu’yu canavarlaştıran bir senaryoya ihtiyaç duyuyor ve tahrik indirimi almaya çalışıyor.

'Basın cinayeti magazin malzemesine çevirerek öldürüleni itibarsızlaştırıyor'

İlk duruşmadaki tek tanığı amcasıydı, mahkeme başkanıyla arasında geçen diyalog basına da yansıdı. Sanığın amcası ifadesinde 'Ağır tahrik var, kim olsa dayanamazdı, kızlarına sahip çıksalardı böyle olmazdı' diyerek aileyi suçladı. Mahkeme başkanı da tepki göstererek 'Kim, nasıl terbiye vereceğini sana mı soracak' karşılığını verdi. Bu tavır bizim için önemliydi.

Şunu da eklemek isterim basına bu diyalog yansıdığı kadar özellikle mahkeme tutanaklarından alınan, sanığın ifadeleri de yansıdı. Hayal ürünü, somut hiçbir delile dayanmayan, ilk duruşmada da kanıtlanmamış hikâye olduğu gibi verildi. Bu elbette ilk kez olmuyor. Ama basın bunu bir magazin malzemesine çevirerek sanığı değil de adeta öleni itibarsızlaştırıyor. Ailenin yalanlamasına ufacık bir yer ayırıp uzun uzun bir katilin ifadelerine yer verip okuyucu çekmek basın etiğine uygun bir durum değil. Bunu Elazığ’ın yerel medyası da yaptı ama şu da oldu, okuyucular sosyal medyadan buna tepki gösterdi. Hikâyenin çelişkili olduğunu olayla hiçbir alakası olmayan kişiler bile görmüşken, basında etik adına hiçbir şeyin kalmaması çok korkunç bir durum. Ama şunu diyebilirim ki halkın tepkisi bu yerel medyaya örneğin geri adım attırdı ve açıklama yapmak zorunda kaldılar. Ortada aleni bir cinayet varken kadını ve onun geride kalan ailesini itibarsızlaştırmanın gazetecilikle alakası olmaz. Bu elbette dediğim gibi ilk olmadığı gibi son da olmayacak; ama halkın tepkisi bu tür durumlara geri adım attıracak, bizim yaşadığımızda olduğu gibi."

                                                             /././

'Buzlu viski' (ROSA MİRİAM ELİZALDE)

"CBS, Küba'yı ABD'nin ulusal güvenliğine tehlike oluşturmakla suçlayan sansasyonel bir rapor yayınlayarak akla hayale sığmayan sonik saldırı hikâyesini bir sonraki adıma taşıdı."

Pek tabiidir ki cevap istemeyen kişi soru sormaz.

Soğuk Savaş döneminde, uluslararası ilişkiler uzmanları, her görünüşün aldatıcı olduğu şeklindeki yaygın klişeyi benimsediler. Tüm paranoyaların olduğu gibi bunun da katı sınırları vardı ve Sovyetler Birliği ile ilgili her meselenin arkasında gizli ve gizemli bir komplonun yattığına ilişkin bir inanca dayanıyordu. 

Aşırılıklar açık bir şekilde makul sınırların ötesine geçmişti ve daima komünizmin yayılması riski vardı.

Sosyolog Manuel Castells, olağanüstü üçlemesi Bilgi Çağı'nda bu zihniyetin derhal unutulan bir örneğini ele alıyor. 1995 yılında The New York Times gazetesi, İsveç sularının Sovyet denizaltıları tarafından işgal edildiği iddiasıyla ilgili bir gizemin bulgularını yayınladı; bu olay NATO'yu yirmi yıldan fazla bir süre boyunca alarma geçirdi ve Baltık Denizi'nde düzenli olarak sualtı bombalarının atılmasına yol açtı, ki bunlar televizyondan tüm dünyaya yayınlandı.

Her şey 28 Ekim 1981 sabahı, bir balıkçının Karlskrona'daki İsveç deniz üssüne, Sovyet bayraklı bir denizaltının Stockholm'den 500 kilometre uzakta kayalıklarda mahsur kaldığı konusunda uyarıda bulunmasıyla başladı. Bu, Doğu’nun askeri birliklerinin S-363 adını verdiği Viski sınıfı bir denizaltıydı. Tarafsızlık kisvesi altında gönüllerinin nerede olduğu konusunda net olan İsveç Hükümeti ve siyasi yelpazenin önemli bir kısmı, histeriye varan kolektif bir ruh hali yaratma fırsatını kaçırmadı.

Olay hemen "buzlu viski" olarak adlandırıldı. Bu ad her Allahın günü büyük Batı basınında yer bulan sansasyonel bir kod haline dönüştü ve bugün “Havana sendromu” olarak adlandırılan meselede olduğu gibi ortaya atılan her çılgın teoriye ilginç isimler verme modasını başlattı; ancak bundan daha sonra bahsedeceğiz.

İsveç’in “buzlu viski” olayının bir kazadan ibaret olduğunu, Baltık Denizi'nde yıllarca duyduklarını iddia ettikleri komünistlere ait casusluk cihazlarının seslerinin aslında “utanç verici bir gerçekten kaynaklandığını; İsveç savunma kuvvetlerinin Rus denizaltılarını takip etmek yerine vizon avladığını ve bu seslerin oradan geldiğini (...) doğrulaması 1995 yılını buldu.

İsveç Donanması'nda 1992 yılında kullanılmaya başlanan yeni hidrofonik aletler, seslerin vizonlardan geldiğini kanıtladı. Kürkleri pek çok hanımefendinin omuzlarından sarkan bu küçük memelilerin yüzme keselerinin hareketleri sonucunda çıkan sesler, İsveç’in hassas tespit sistemleri tarafından Sovyet denizaltı sesi olarak yorumlanmıştı” (The New York Times, 12/2/1995, s. 8).

Raporda vizonların akıbetine değinilmediği gibi utanç verici komplo teorisi örtbas edildi. Elbette artık Sovyetler Birliği de yoktu.

Donald Trump'ın Beyaz Saray'a gelmesiyle birlike, 2017 baharından bu yana kandaki alkol seviyesinin yüksek olduğu bir döneme daha geri dönmüş olduk. 

Küba'daki ABD büyükelçiliği ajanlarının hassas kulaklarına yönelik sonik saldırılarda bulunulduğunu iddia eden Havana sendromu ortaya atıldı. Parlak Kübalı diplomat Johana Tablada'nın o dönemde AP ajansı muhabirine söylediği gibi, "Andrea, Havana sendromu diye bir şey mevcut değil, herhangi bir hastalık kaydında yer almıyor ve başından beri gerçekten Washington sendromuydu.”

Bu skandal komplo, Trump yönetiminin Küba’ya 60 yılı aşkın süredir uygulanan ablukaya 240 tane yeni yaptırım tedbiri eklemesi ve Joe Biden’ın da bu yaptırımları pandemi, savaş ve her türlü uluslararası krize rağmen sürdürmesi için bahane olarak kullanıldı; çektiği sıkıntıları hiçbir şekilde hak etmeyen bir halk bu yeni bahaneyle cezalandırılmaya devam ediyor.  
Dün bir arkadaşım, başka birinden duyduğu bir şeyi söyledi bana: "Dünya ne çok şey kaybetti! Dünya Fidel Castrolu ve ablukasız bir Küba’nın nasıl bir şey olacağını göremedi."

Havana sendromu hikayesi havalarda uçuşadursun, CBS kanalı geçen hafta sonu Küba'yı ABD'nin ulusal güvenliğine tehlike oluşturmakla suçlayan sansasyonel bir rapor yayınlayarak akla hayale sığmayan sonik saldırı hikâyesini bir sonraki adıma taşıdı: Yanki toprağındaki her taşın altında bir Kübalı casus var ve Küba Cumhurbaşkanı Miguel Díaz-Canel bu bilgileri Rusya'ya, İran'a, Venezuela'ya, Kuzey Kore'ye, Hamas'a ve siz okuyucuların bu sıralamaya eklemek isteyebileceği diğer tüm kötü adamlara aktarıyor.

Özetle, başka bir utanç verici buzlu viski olayıyla daha karşı karşıyayız; ancak bu kez Havana’nın kordon boyunda, gölgede hissedilen 40 derece sıcaklık altında.

--------------------------------

Yazar: Rosa Miriam Elizalde

Yayınlandığı yer: La Jornada

Yayın tarihi: 23 Mayıs 2024

Çeviri: Mehmet Onur Çuvalcı

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder