31 Temmuz 2024 Çarşamba

Birgün "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -31 Temmuz 2024

 

Özel’in niyeti, Sabah’ın hedefi -Berkant Gültekin-

Yerel seçimler sonrası siyasette başlayan “yumuşama-normalleşme” süreci, gerek muhalefet gerekse de iktidar kanadında kendi taraftarlarını yarattı. Özellikle iktidar çevrelerinin sürece eleştirel yaklaşan muhaliflere dönük tavrı oldukça ilginç.

Yıllardır Erdoğan’ın arkasına dizilmeyi vazife bilen ve onun yıkıcı üslubunu sahiplenen bu kesimler, şimdilerde kimi muhaliflerin kutuplaşmış bir ortama ihtiyaç duydukları için gerginliği körükleyerek yumuşama sürecini sabote etmeye çalıştıklarını söylüyor. CHP lideri Özgür Özel’in hükümet ile diyalog kurmayı önemseyen tavrı, Saray’a yakın bu kesimlerden takdir görüyor.

“Yumuşama” ya da “normalleşme”… Adına ne denilirse densin, iki tarafın da süreçten farklı beklentileri olduğu muhakkak. CHP bunu, karşı mahalleye ulaşabilmenin yolu olarak görüyor. Liderler arasındaki görüşmelerin ve karşılıklı kullanılan “nazik” üslubun, uzun yıllar AKP’yi desteklemiş muhafazakâr seçmenin CHP’ye dönük önyargılarını ortadan kaldıracağı ve oy verme davranışını değiştirebileceği düşünülüyor.

Yerel seçimlerin ardından Özgür Özel ile iki defa röportaj yapan Sabah gazetesi ise iktidarın senaryosunda üzerine düşen rolü oynuyor. 31 Mart’taki yerel seçimden 8 gün sonra Sabah yazarı Yavuz Donat, Özel’in kapısını çalmış ve ilk röportajı yapmıştı. Röportajının başında “CHP'nin klasik siyaseti, Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığına endeksli... Varsa yoksa Erdoğan” diyen Donat, Özel’in “farkını” vurgulamıştı. Nitekim Sabah gazetesi Özel röportajını manşetine şu ifadelerle taşıyordu: “Makama saygıdan asla taviz yok” (Makamdan kasıt tabii ki Cumhurbaşkanlığı, yani Erdoğan). Altbaşlıkta da CHP Lideri’nin “Bayram günü Sayın Cumhurbaşkanı’nı arayacağım. Bayramını tebrik edeceğim” şeklindeki sözlerine yer verilmişti.

Aradan 4 aya yakın zaman geçti, “yumuşama” sürecinde bazı gerilimler oldu ama Sabah gazetesi yine Özel’e mikrofon uzattı. İkinci röportajın MHP’nin müdahalesi ve Erdoğan ile Özel arasındaki karşılıklı atışmalardan sonra gelmesi önemli. Zira söz konusu gerilim ,“Acaba yumuşama erken final mi yaptı” diye düşündürtmüştü. Sabah’ın sayfalarını bir kez daha Özel’e açmasından anlıyoruz ki iktidarın henüz böyle bir niyeti yok.

Zaten ikinci röportaj da Özel’in “Siyasette yumuşamayı halk sahiplendi” sözleriyle servis edildi. Özel’in “Normalleşme, sokakta satın alındı” yönündeki değerlendirmesi, gazete tarafından öne çıkarıldı: “Siyasi gerilimin, Türkiye'ye hiçbir faydası yok. CHP'ye de faydası yok. Millet, yumuşama istiyor. Seçimden sonra 25 ile gittim. Gezdiğim her ilde, ilçede, mahallede, sokakta şunu gördüm; Yumuşamanın, normalleşmenin halkta karşılığı var.”

Özel, Sabah yazarı Donat’a Rize’de yaşadıklarını da anlattı. Rizelilerin kavgadan şikâyet ettiğini belirttikten sonra, “Onlar Erdoğan'ın tarafında duruyor ve bizi hiç dinlemiyorlardı. Söylediklerimizi duymuyorlardı. Normalleşme ile birlikte bizi daha dikkatli dinliyorlar. Söylediklerimize önem veriyorlar. Bizim seçmen, bizim mahalle zaten arkamızda... Ama karşı mahalleye seslenebilmek için ben normalleşmeyi, yumuşamayı çok çok önemli görüyorum” değerlendirmesini yaptı.

CHP’nin Özel ile yaşadığı değişime dönük vurgu, röportajın dün yayınlanan ikinci bölümünde de sürdü. Bu kez ana konu, Fetullahçı çetenin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiydi. Malum, eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “kontrollü darbe” tanımı epey tartışma yaratmıştı. CHP’nin yeni lideri Özel ise 15 Temmuz için “Bal gibi darbe” diyordu. Özel konuşuyor, Sabah da yazıyordu: “Buna tiyatro diyen ya gerçeklikten kopmuştur ya da eksik akıllıdır. Bunu söylemek Türkiye'ye yapılmış en büyük kötülüktür. O gece CHP adına kürsüye çıktım ve bu FETÖ meselesini haykırdım.” CHP’nin tarihine darbecilik üzerinden vuran Yavuz Donat, Özel’i takdir etmeden geçmiyordu: “Tebrikler, 100 yaşındaki CHP'nin yeni nesil Genel Başkanı Özgür Özel.”

Özel’in ve CHP’nin karşı tarafa seslenebilme niyeti bir yana, iktidarın propaganda makinası, Sabah aracılığıyla ilk röportajdan bu yana farklı bir kurgunun peşinde. İktidarın gazete üzerinden yapmaya çalıştığı CHP’yi değil, mevcut tek adam düzeninin varlığını, işleyişini ve politik anlatısını meşrulaştırmak. Yerel seçimde birinci parti olan CHP’ye de düzen içinde yeni bir rol biçiliyor. “Yumuşama”nın etkisiyle partinin muhalifliğini seyreltmesi, kontrol dışına çıkmaması ve “devletin üstün çıkarlarının” farkına vararak siyasi rotasını buna göre güncellemesi isteniyor.

İktidar, kendi tabanına, eski CHP’nin gittiğini, aslında yenildiğini, sahnede şimdi “Başkan”ı kabullenen, “Yeni Türkiye” ile kavga etmeyen, “yeni nesil” CHP’nin olduğunu anlatıyor. Bu hikâye, muhalefetin başarısından çok “iktidarın zaferine” selam gönderiyor. Alt metinde “CHP’nin yola geldiği” mesajını görmemek için hayli iyi niyetli olmak lazım. Kutuplaşmanın, gerilimin ve kaosun tüm yükü de “eski CHP”nin üzerine atılıyor, Erdoğan’a zerre kadar eleştiri yapılmıyor. CHP’ye bugün tutulan alkış, yarın şartlar değiştiğinde, CHP’ye “gerginliğin sorumlusu” etiketini vurmak için de uygun zemin oluşturuyor elbette. Çünkü bu denklemde her şey CHP’nin doğruları ya da yanlışlarıyla ilgili…

Hiç şüphe yok ki iktidar olmak isteyen bir partinin farklı kesimlere ulaşabilmesi, etki alanını genişletebilmesi gerek. Ancak bunun nasıl yapılacağına ilişkin strateji, istikrarlı olmalı ve ayaklarını yere sağlam basmalı. CHP, karşı tarafa ulaşırken, iktidar ile kurduğu diyalog ilişkisini köprü olarak kullanmayı tercih ediyor. Bu kısmen işlevli olabilir ama en nihayetinde rakibinin açtığı alana bağlı. Sadakat ve aidiyet ilişkisini de temelden değiştirmiyor. Erdoğan’ın zaman kazanmak ve güç biriktirmek için ihtiyaç duyduğu “yumuşama”nın sonuna gelinip iktidar yine sert ve kutuplaştırıcı bir dili tercih ettiğinde, CHP kendisine uzak kesimlerle buluşmak için ne yapacak?

Doğru olan, mevcut kimlik temelli siyasi saflaşmayı, iktidarın ekonomideki tercihlerini deşifre eden bir retorik ve halkçı bir belediyecilik anlayışıyla bozmak, “yumuşama/normalleşme” gibi gösterilere sıkışmadan, toplumu da denkleme dahil ederek muhalefeti derinleştirmek ve erken seçimin koşullarını “daha adil bir düzen” iddiasıyla zorlamak... Belediyeleri çalışamaz hale getirmek için “SGK tahsilatı” planını devreye alan, katliam yasası üzerinden yeni kamplaşma alanları yaratmak isteyen iktidarın çekindiği de tam olarak bu.

                                                                /././

Cehennemin içinden -Kaan Sezyum-

Yeryüzü cenneti Türkiye diye bir hayal vardı zamanında. Masmavi denizleri, eşi benzeri olmayan nehirleri, ormanları, dağları, her karışından bereket çıkan toprakları, lezzetli meyveleri, sebzeleri, binbir türlü hayvana, börtüye, böceğe ev sahipliği yapan muhteşem topraklar… O toprakların her parçası için sel olup akmış kanlar, vatanı yaratabilmek için verilen canlar, bir parça toprağına sahip çıkmak için şehit olan binlerce hayat…

Bir zamanlar, “kendi kendine yeten 7 ülkeden” biri olarak, dünyanın tahıl ambarlarından biri miydik? Dünyanın zeytin ve fındığının büyük kısmını biz mi üretiyorduk, tam hatırlayamıyoruz. Artık dünyanın yaşaması ve hayatta kalması en pahalı ülkesi olma yolunda sağlam ve cahil adımlarla ilerliyoruz. Bilimi, bilgiyi, insanı, hayatı değil sadece parayı ve gücü seviyoruz. Sadece bizi yönetenler değil, biz de artık o korkunç canavara dönüşmek zorunda kalıyoruz, hayatta kalmak, bu korkunçluğun içinde boğulmamak için çeşitli çeşitli canavarlara, korkunç fikirlere, öfkelere dönüşüyoruz. Eleştirdiğimiz gerçek üstü saçmalık 20 küsur yıl içinde, biz farkında olmadan nefes alıp verdiğimiz, yaşadığımız ya da yaşamaya çalıştığımız gerçekliğimiz haline geldi bile. Her şeyden nefret ediyor, herkesten tiksiniyor, sürekli “acaba dolandırıldık mı?” kaygısıyla düzenbazlığın her türüne maruz kalmanın verdiği deneyimle, kendimizin iyiliğini başkalarının kötülüğünün önüne koyuyoruz. Artık biz de vahşi bir hayvanız, çok yakında sıra bize de gelecek. “Sahipsiz” olanlarımız yaşama veda edecek. “Sahipli” olanlar için yine vergi indirimleri, 3-4 maaş, çakarlı araç avantajı, çeşitli hukuki kolaylıklar ve daha neler neler…

Sahiplilerin gücü nedense sadece suçsuzlara ve güçsüzlere yetiyor nedense. Yıllar içinde gördük ki, onlar ülke için değil, hep kendileri için bir şeyler istiyorlar. Bir gün yakın akrabaya bir makam, bir gün bir makam arabası, bir gün makam arabası konvoyu, bir gün uçak, bir gün vergi indirimi, bir gün kupon bir arazi… Tarikat yurtlarında çocukların başına gelmedik kalmaz, bu bizimkiler hemen mecliste oy atarken kikirder… Kadınlar öldürülür ve her geçen gün de öldürülmeye devam eder, bu bizimkiler kendi imzaladıkları İstanbul sözleşmesinden çıkarırlar ülkeyi. Vatandaş geçim derdinden iki büklüm olmuşken, kendilerine yönetim kurullarından fantastik maaşlar bağlarlar… Deprem olup binlerce can toprak altına girmişken bile satacak bir şeyler bulup, bu zorluğu da karlılıkla atlatma derdindedir bizim sahipliler.

Bizim gibi sahipsizler ise hep sahipsizdir. Vergisini daha maaşını almadan önce verir, kirasını ödese bile, dışarıda yemek yiyecek parası yoktur, et ve süt ürünleri, zeytinyağı fiyatlarına hayretler içinde bakar… Biz sahipsizlerin kimsesi yok mudur peki? İlla ki bir sahibimiz mi olmalı ve ona itaat mi etmeliyiz? Düşünen, çalışan, sorgulayan gençleri, bu ülkenin parlak yüzlerini nasıl esaret altında tutabiliriz ki?

Sevilmemiş, şiddet görmüş, çocukluğu sıkıntılar içinde geçmiş bir zihin, büyüdüğünde sevmeyi nasıl öğrenebilir, neyi sevebilir? Alırsın eline sopayı, herkesin kafasına vurursun, herkes de sana saygı gösterir. Korkudan hiçbir zaman iyi bir his doğmaz. Korkarak büyüyen, büyüdüğü zaman da korkutmak ister ama içindeki o korku hiç bitmez. İster binlerce kapının ardında bir kapıda dur, istersen en büyük piramidin tepesinde, korkusundan kurtulamamış bir zihin hayatının son gününe kadar korkmaktan ve korkutmaktan başka bir şey bilmez.

Cehennem gerçekten var mı yok mu, ne kadar yatarımız var bilemem ama sahipsizler için cehennem şu anda ve burada, onu hepimiz görüyoruz, biliyoruz, çünkü yaşıyoruz.

                                                    /././

‘Dağ Türkleri’ -Şükrü Aslan

Erken Cumhuriyet yazınının en ilgi çekici ifadelerinden birisi “Dağ Türkleri” idi. Hemen her şeyin Türklük etrafında tanımlandığı; buna göre kabul ya da reddedildiği zamanlarda üretilmiş tuhaf bir ifadeydi. ‘Tuhaf’ diyorum, çünkü bir yandan nüfus sayımlarında ‘Anadiliniz nedir?’ diye sorulup tüm kimlikler kaydediliyor, diğer yandan Türk olmak dışında herhangi bir etnik kimliğin varlığını kabul etmek yerine, yok sayılması tercih ediliyordu. İşte ‘Dağ Türkleri’ ifadesi aslında Kürtler’in diğer adıydı. Sanki Kürtlerden bahsedilmezse yok olacaklarmış gibi.

Yine de kimi zaman diğer kimliklerden ve tabii Kürtlerden bahsedildiği olmuştu. Ama bu da daha çok aşağılamak veya dışlamak anlamında bir kullanımdı. Mesela Kütahya milletvekili Naşit H. Uluğ aynen şöyle yazmıştı: “Toprağa ot gibi bağlı adama Kürt derler. Kürt toprakla alınıp satılır, toprağa sahip olanların malıdır. Türk’ün başı yukarıdadır. Esirlik damgasını alnına vurdurtmaz. Bir Türk’ün köyüne çökebilmek için, onu önce Kürtleştirmek şarttır.”

Bu tuhaf durum bazen çok daha zorlama teorilerin inşa edilmesine yol açmıştı. Mesela Kürt coğrafyasındaki nüfusun büyük çoğunlukla aslında Türk olduğu ama asırlar boyunca ağalar ve şeyhler eliyle Kürtleştirildiğini iddia eden bir yazın üretilmişti. Dolayısıyla bunların yeniden Türkleşmesini sağlamak gibi bir de ‘milli’ görev belirlenmişti. Cumhuriyet rejiminin bu politikasının toplumsal maliyeti, bugün dahi hesaplanamayacak kadar ağırdır.

∗∗∗

1937’de Dersim’de görev yapan Albay Nazmi Sevgen, bu yaklaşıma uygun olarak kendince Dersimlilerin menşeini tarif etmiş ve onların Türk olduğunu ‘tespit’ etmişti. Açık biçimde  “Kuvvetle ve selahiyetle iddia edebiliriz ki Tunceli diyarı hakiki Türk nesline uzun seneler meva olmuş ve olmakta bulunmuştur” demişti. Ona göre “anayurttan Türkmen olarak gelen Dersimliler, bu çetin yerlerde yığıldıkları otokontlara karışmış ve Zazalığa bulaşmışlardı.”

Dönemin öğretmenleri de resmi söylemle aynı dilden konuşuyorlardı. Mesela Ö. Kemal Ağar, “Tunceli halkının kendi aralarında dağ Türkçesi konuştuklarını” yazmıştı. Her nedense öteki dilin adı ‘Dağ Türkçesi’ olmuştu. Bir başka eğitimci Sıdıka Avar, müdür olduğu Elazığ Kız Enstitüsü’nde ‘çocukların Kürtçe bildikleri halde utançlarından bunu söylemediklerini’ yazmıştı. Okula teftişe gelen Bingöl Valisi’nin Dersimli kız çocuklarını görünce “Bunlar Kürt kızları mı?” diye sormuş, çocuklara ailelerini hatırlatarak tehditkâr konuşmuştu. Kendisi ise “Efendim, bunlar Tunceli’nin Türk kızlarıdır” diyerek kendince ‘milli’ bir görev yapmıştı.

Rejimin sosyolojik olgulara gözlerini kapatan tutumu bazen çok daha ilginç ifadelerle de dile getirilmişti. ‘Kürt Türkü’ ifadesi bu tuhaf düşüncenin bir örneğiydi. O yıllarda çıkan bazı kitaplarda, Kürtlere ait fotoğrafların altında “Mahalli kıyafetleriyle dağlı Türk savaşçıları”, “Kürt Türklerinden Bir Grup”, “Kürt Türkleri” gibi tanımlayıcı ifadeler yer almıştı.

∗∗∗

Erken Cumhuriyet yıllarında Kürtler ve Kürtçeyi yok saymak o kadar ölçüsüz hale gelmişti ki Birinci Umum Müfettiş Abidin Özmen, devlet dairesinde işi olan ve Türkçe bilmeyenlerin, tercüman bulup birlikte gelmelerini önermişti. Bu suretle Kürtler meramını Türkçe anlatmaya mecbur edilecekti. Keza memurlardan Kürtçe konuşanlar, birincisinde yazılı ihtar, tekrarında maaş kesme ile cezalandırılacak; konuşmaya devam ederlerse memuriyetten çıkarılacaklardı. Ayrıca her yıl yaklaşık 3 bin kişinin batı illerine sürgün edilmesi uygulamasına geçilecek, böylece 10-20 yıllık bir programla Kürtler yerlerinden çıkarılmış, kalanlar da Türk kültürüne yönelmiş olacaktı vb.

Bu politikanın diğer yüzündeki ‘Türklük’ de aynı ölçüsüz yaklaşımla literatüre girmişti. Mesela Ergenekon Dergisi 1938 Kasım ayında “Her şeyin üstünde Türk Irkı” sloganıyla çıkmıştı. Bir yıl sonra Bozkurt Dergisi de aynı ifadelerle çıkmıştı. Bu dönem dergilerinde “Türk kanın temizliği”, “asil Türk kanı”, gibi ifadeler sıklıkla yer almıştı. Bütün bu söylemler o kadar yıkıcı bir sürece yol açmıştı ki ‘Dağ Türkü’ olmayı kabul etmek bile kurtarıcı olmaya yetmemişti. Türkiye, ne yazık ki bu geçmişiyle yüzleşmek için bugüne kadar açık ve köklü bir adımı henüz atmadı.

                                                      Birgün-GÜNDEM

Hamas lideri Haniye, Tahran’da düzenlenen saldırıda öldürüldü
İran devlet televizyonu Hamas lideri İsmail Haniye'nin, Tahran'da kaldığı konutuna düzenlenen saldırı sonucu öldürüldüğünü duyurdu. Hamas, saldırıyı İsrail’in düzenlediğini açıkladı. İran basını, Haniye'nin bulunduğu konutun 02.00 sularında havadan atılan bir mermiyle hedef alındığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanlığı ise, "Haniye'nin Tahran'da şehit edilmesi, Tahran, Filistin ve direniş cephesi arasındaki derin ve kırılmaz bağı güçlendirecek. Haniye'nin kanı boşa gitmeyecek" açıklaması yaptı.(https://www.birgun.net/haber/hamas-lideri-haniye-tahranda-duzenlenen-saldirida-olduruldu-548627)                                ***

Tahran’da suikastla öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye kimdir?
Hamas'ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye, Tahran'da kaldığı konutuna düzenlenen saldırı sonucu öldürüldü. 58 yaşında öldürülen Haniye, kuruluşundan beri yer aldığı Hamas'taki mevcut konumuna 2017'de ulaşmıştı. Yaklaşık 1,5 sene Filistin başbakanlığı da yapan Haniye'nin ailesinin bir kısmı da İsrail'in saldırılarında öldürülmüştü.(https://www.birgun.net/haber/tahranda-suikastla-oldurulen-hamas-lideri-ismail-haniye-kimdir-548639)

                                                                       ***

CHP, AKP ve MHP'li belediyelerden devralınan borçları açıkladı: SGK'ye çağrı -Mustafa Bildircin-

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, iktidarın SGK hamlesini, “En düşük emekli aylığının 12 bin 500 TL’de tutulmasının utancını gizlemek” olarak değerlendirdi. Zeybek, AKP'li ve MHP'li belediyelerden devralınan borçları açıkladı ve SGK'ye "SGK’nın, belli bir tutarın üstünde borcu bulunan tüm kamu kurumlarını ve şirketlerini açıklamasını istiyoruz" çağrısında bulundu.

CHP Yerel Yönetimler ve Dirençli Kentlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, belediyelerin SGK ve vergi borçlarına yönelik açıklamalarda bulundu. 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’ne kadar SGK’nın gündeminde olmayan borçların, “En düşük emekli aylığının 12 bin 500’de tutulmasının utancını gizlemek için” hatırlandığını belirten Zeybek, açıklanan borç miktarının SGK’nin 2024 yılı gelir tahminin yalnızca yüzde 3’ünü oluşturduğunun altını çizdi.

İktidarın, emekliler ile CHP’li belediyeleri karşı karşıya getirmeye çalıştığını savunan Zeybek, “SGK’nın amacı CHP’li belediyelerin vatandaşa hizmet etmesini engellemek mi?” diye sordu.

                                                                               Görsel: CHP

BÜYÜKŞEHİRLERİN BORÇLARI

CHP’li Zeybek, CHP idaresindeki bazı büyükşehir belediyelerin borçları ile AKP ya da MHP’den devralınan borçları da açıkladı. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Melih Gökçek’ten devraldığını toplam borcun 2 milyar dolar olduğunu belirten Zeybek, borcun 1 milyar dolar seviyesine indirildiğini kaydetti. Adana Büyükşehir Belediyesi’nde devralınan borcun 1 milyar 18 milyon dolar olduğunu ifade eden Zeybek, borcun 362 milyon dolara kadar düşürüldüğünü vurguladı. AKP’den 535 milyon dolar borçla devralınan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin borcunun ise büyük metro yatırımlarına rağmen 548 milyon dolar seviyesinde tutulduğu bildirildi.

                                                                 Görsel: CHP

DEVRALINAN BORÇ DAĞI

31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’nde CHP’ye geçen belediyelerin borçları da listelendi. En büyük borçla devralınan belediyenin AKP’li Turgut Altınok’tan devralınan Keçiören Belediyesi olduğunun altını çizen Zeybek, devralınan en borçlu belediyeleri ve borç tutarlarını şöyle sıraladı:

>> Keçiören Belediyesi: 1 milyar 398 milyon TL
>> Sancaktepe Belediyesi: 1 milyar 346 milyon TL
>> Alanya Belediyesi: 1 milyar 52 milyon TL
>> Gaziosmanpaşa Belediyesi: 962 milyon TL 
>> Beykoz Belediyesi: 702 milyon TL
>> Eyüpsultan Belediyesi: 676 milyon TL
>> Beyoğlu Belediyesi: 649 milyon TL
>> Üsküdar Belediyesi: 648 milyon TL
>> Mamak Belediyesi: 591 milyon TL
>> Ortahisar Belediyesi: 498 milyon TL

                                                                                     Görsel: CHP

“AMAÇ ELİ KOLU BAĞLAMAK”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek iktidarın, “SGK borcu olan şirketleri açıklamasını” istedi. SGK’nin toplam alacağının 2023 yılı sonu itibarıyla 750 milyar TL’ye ulaştığını kaydeden Zeybek, “Üstelik bu borç Sayıştay’ın, ‘Tahsiline başlayın’ uyarısına rağmen yapıldı” diye konuştu.

Açıklanan borçların belediyelerin değil, belediye iştiraklerinin borcu olduğunu da belirten Zeybek, “SGK’nın, belli bir tutarın üstünde borcu bulunan tüm kamu kurumlarını ve şirketlerini açıklamasını istiyoruz. Anlıyoruz ki iktidar 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’nde CHP’nin kazanmasını hala içine sindirememiştir. İktidar, CHP’li belediyelerin elini kolunu bağlamak içi bir yasal düzenleme hazırlığına düşmüştür” ifadelerini kullandı.                            ***

YİD (Yap-İşlet-Devret ) projelerinde gelir çok, vergi yok -Mustafa Bildircin-

Yap-İşlet-Devret kapsamındaki projeleri hayata geçiren şirketlerin vergi karnesi açığa çıktı. Ankara-Niğde Otoyolu ve YSS Köprüsü’nü işleten şirketler ile pek çok işletmenin 2021-2023 arasında vergi ödemediği belirlendi.(https://www.birgun.net/haber/yid-projelerinde-gelir-cok-vergi-yok-548626)
                                                          ***

BİM’e pankartlı protesto

Hatay’ın Erzin İlçesinde apartman sakinleri, projeye aykırı değişikliklerle  ortak alanı   işgal eden BİM Markete binaya astıkları pankartla tepki  gösterdiler. Erzin İlçesinde 24 daireden oluşan Alya Life apartmanında zemin katında BİM Marketlere ait şube yer alıyor. İddiaya göre apartmanın zemin katında bulunan BİM market, projeye aykırı değişikliklerle ortak alanı işgal etti.(https://www.birgun.net/haber/bime-pankartli-protesto-548594)
                                                                    ***

Sınıf tekrarında MESEM dayatması: Öğrencilerden vazgeçiyorlar -Deniz Güngör-
             
Ülke genelinde MESEM’lere kayıtlı yaklaşık 1,5 milyon öğrenci bulunuyor. (Fotoğraf: AA)

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) öğrencileri, çocuk işçiliğini meşrulaştırdığı Mesleki Eğitim Merkezi’ne (MESEM) yönlendirme çabasından geri adım atmazken Bakanlığın sınıf tekrarı ısrarının altından da MESEM çıktı. 8 Eylül 2023’te Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle sınıf tekrarı geri getirilirken lise birinci sınıfta, sınıf tekrarı yapacak olan öğrenciler MESEM’lere yönlendirilmeye başlandı.(https://www.birgun.net/haber/sinif-tekrarinda-mesem-dayatmasi-ogrencilerden-vazgeciyorlar-548607)
                                                                    ***

Eksi dokuz netle 4 yıllık üniversite -Mustafa Kömüş-

YÖK Atlas verilerine göre, YKS’deki tüm sınavlarının toplamında eksi net yapanlar üniversite kazandı. Toplamda eksi 9,5 netle edebiyata giren bile var. Eksi netle en çok girilen bölüm iki yıllık çocuk gelişimi olurken edebiyatı kazanıp hem Türkçe hem de edebiyatta sıfırın altında kalanlar dikkat çekti.(https://www.birgun.net/haber/eksi-dokuz-netle-4-yillik-universite-486991)
                                                              ***

İki yaşında çocuğa hacamat dönemi -Mustafa Kömüş-

İstanbul Beylikdüzü’nde bir kurumda küçük çocuklara hacamat yapıldığının ortaya çıkmasının ardından Sağlık Bakanlığı geçen günlerde inceleme başlattığını açıkladı. İnceleme başlatılsa da çocuklara hacamat yapılan tek yer o değil. Ülkenin her noktasında çocuklara hacamat yapan kurumlar bulunuyor. Bazı kurumlar 2 yaşından, bazıları 4 yaşından itibaren hacamat başlatıyor.(https://www.birgun.net/haber/iki-yasta-cocuga-hacamat-donemi-548584)
                                                             ***

Ödül satana ihale verdiler -İsmail Arı-
Belediye başkanlarına çakma UNESCO ödülü verdiği ortaya çıkan Adamor Araştırma Şirketi’ne Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 1,5 milyon TL’lik ihale verdiği öğrenildi. Ödül skandalı Sayıştay’ı bile şaşkına çevirmişti.(https://www.birgun.net/haber/odul-satana-ihale-verdiler-548611)


Hayvan gibi yas tutamayanlar + AKP’li Külünk: ‘Erdoğan sosyolojisi eriyor’ -Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

Hayvan gibi yas tutamayanlar 

Öldünüz ama bundan en yakın arkadaşınızın haberi yok. Bir gün dönersiniz diye hep aynı buluşma noktasında yıllarca sizi bekledi. Siz dönemediniz, o da öldü.

Hachiko adlı köpekle ile Profesör Enyo’nun öyküsüdür bu. 1923 yılında doğan Hachiko, Tokyo Üniversitesi’nde çalışan Profesör Eisaburo Enyo tarafından sahiplenilmişti. Profesör, her gün evinden Shibuya istasyonuna yürüyüp oradan da onu üniversitesine götürecek trene biniyordu. Ve köpeği Hachiko da hep yanında onunla birlikte yürüyordu. Enyo’nun sabah treni platformdan ayrıldığında köpek de evine dönüyor, ancak akşam onu karşılamak için yeniden istasyona geri geliyordu.

Bir gün Enyo, üniversitedeki odasında aniden öldü. Hachiko, bir daha asla eve dönmeyen arkadaşını istasyonda bekler halde kalakaldı. Öyle ki köpek 10 yıldan daha uzun bir süre bu ritüele devam etti. Her sabah Shibuya istasyonuna gitti ve sessizce bekledi. Yaşlandığında, çok zor hareket eder hale geldiğinde bile nöbetine ve kendisi için önemli olan o tanıdık yüzü aradı. Ve gün geldi, o da 1935 yılında tren istasyonunun kapısında öldü. Japonlar da insan-hayvan ilişkisinin sembolü olarak Hachiko’nun heykelini o istasyonun önüne dikti.

Filmlere bile konu olmuş bu gerçek öyküyü bir kitap hatırlattı: Barbara J. King’in yazdığı, Rengin Arslan’ın Türkçeye kazandırdığı “Hayvanlar Nasıl Yas Tutar?”

Katliam Yasası’nı tartışırken “can” diyoruz, canları bile yanmadan “zafer”  fotoğrafı çekiyorlar. Günlerdir düşünüyorum; öldürülen hayvanların yasını sadece vicdanlı insanlar mı yaşayacak? “Hayvanlar Nasıl Yas Tutar” adlı kitaptan öğrendim ki hayır. Antropoloji profesörü olan King yazıyor: “Bir hayvan, onun için duygusal açıdan önemli olan bir hayvan öldükten sonra gözle görülür sıkıntılı bir şekilde davranıyor veya her zamanki rutinini değiştiriyorsa, o zaman yas duygusunun görüldüğünü söyleyebiliriz.”

Yasalaşan o ünlü 5. maddedeki öldürmeye izin veren “olumsuz davranışları kontrol edilemeyen köpek” ibaresi geliyor aklıma. Acaba bir hayvanın yas tutması da “olumsuz davranış mıdır” yani “onun da öldürülmesine neden olabilir mi” diye düşünüyorum. Sormak da yanıt aramak da zül geliyor.

ANORMAL DAVRANIŞLAR SERGİLEYEN FİL 

Fil Tarra ile sokak köpeği Bella’nın arasındaki bağı anlatan, kitaptan alıntılarla bitirmek istiyorum:

“Tarra, bir sokak köpeği olan Bella ile insan bakıcılarının bir yönlendirmesi olmadan kendi kendine bağ kurdu. 

(...)Sonra bir gün, 2011 yılında Bella, bir veya muhtemelen birden fazla vahşi hayvanın saldırısına uğradı. Saldıranlar çok büyük ihtimalle çakaldı ve onu öldürmüşlerdi. (...) Bella’nın bedenini bulan ilk kişi Tarra idi ve ölü arkadaşının bedenini birlikte keyifli zamanlar geçirdikleri ahırın arka tarafına taşımıştı.

(...) Bella aynı gün içinde gömüldüğünde Tarra, törenin yapıldığı noktaya yanaşmadı. Barınak, o gün ve ertesi gün yaşananları internet sitesinde şöyle aktardı:

Tarra, Bella’nın cenaze törenine katılmamayı tercih etti. Yakınlardaydı, ağaçların öteki tarafında yaklaşık iki metre uzaklıktaydı ancak daha yakına gelmedi. Barınaktaki bakıcılar, ertesi gün nefes kesen bir şeyin farkına vardılar ve Tarra’nın Bella’nın mezarını gece veya sabahın erken saatlerinde ziyaret ettiğini anladılar. Çünkü Bella’nın mezarının yanında henüz kurumamış dışkı ve mezarın üzerinde de fil ayak izi bulmuşlardı.

(...) Tarra’nın bakıcıları Bella kaybolduktan sonra ve bedeni henüz bulunmadan önce onun çoktan bunalımda ve kederli bir ruh haline büründüğünü gözlemlemişlerdi. Fil daha az yiyor ve anormal davranışlar sergiliyordu. Bu tepkilerin görüldüğü zaman açısından bakıldığında, Tarra, henüz arkadaşının ölümünden değil, ortadan kaybolmasından dolayı üzgündü. Bu ayrımı daha önce de yakalamıştık: Hayvanların bir arkadaşını bulamadığı zaman verdiği tepkileri kesin bir yas duygusundan nasıl ayırt edebiliriz?”

                                                         /././

AKP’li Külünk: ‘Erdoğan sosyolojisi eriyor’ 

Recep Tayyip Erdoğan’ın onlarca yıllık yol arkadaşı. AKP’nin kuruculuğundan yöneticiliğine kadar kritik koltuklarda oturmuş bir siyasetçi. Şimdi ise 140journos’un  “İtibardan Tasarruf” adlı videosunda iktidar politikalarına dair yaptığı eleştirilerle gündemde. Öyle ki bizzat partisinin önemli isimlerinden Mücahit Birinci  tarafından “izansızca eleştiriler yapmakla” ve “gerçeklikten kopmakla”  suçlandı. Metin Külünk’ten bahsediyorum.

Külünk’ü aradım ve “aslında ne demek istediğini” sordum. İşte Metin Külünk’ün sorularıma verdiği o yanıtlar: 

140journos’a yaptığınız açıklamalar partiniz içinde de büyük yankı buldu. Ne diyeceksiniz?

Metin Külünk: Hiç kimse özeleştiriyi kabul etmiyor. İslam dünyasının da temel problemi bu. Akıl donukluğundan ve “hanedan aklı” modelinden dolayı acı içinde kıvranıyoruz. Biz bunlarla uğraşırken Netanyahu gidiyor Amerika’da alkış alıyor.

Bundan daha büyük küfür ve insanlığa hakaret var mı?

Ben cumhurbaşkanımızın başarılı olmasını içtenlikle isteyen bir adamım. Çünkü siz sevmeyebilirsiniz, başkası sevebilir ama bir kesişme noktası var: Demokrasi, Cumhuriyet ve Meclis. Mustafa Kemal’in bu ülkeye kazandırdığı üç temel değer.

Sayın Cumhurbaşkanının yaptığı bütün güzel işler, milletin mutlu olduğu işlerdir. Ama olan boşluklar da ortada ciddi hüzün bırakıyor. Ben bunların farkındayım.

Siz cumhurbaşkanına söylediniz mi bu eleştirilerinizi?

Ben onunla olan görüşmelerimi dillendirmem. Terbiyeme aykırı. “Ben söylemiştim”i de çok makul görmüyorum. Ama emin olun: Bunları açık söylüyorsam demek ki sokakta bir şeyi görüyorum. Çünkü tek başına dolaşan, sürekli gezen bir adamım. Hepimizi ilgilendiren bir dalgayı görüyorum. Bu dalgayı kiminle aşacağız? Sayın cumhurbaşkanıyla.

Ama bakıyorum şimdi olup bitenlere. Misal, sadece şu hayvan hakları tartışması.

Sizin önünüze sadece başıboş bir köpeğin saldırısıyla ölmüş çocuğun fotoğrafını koyduğumda ne yaparsınız? Halbuki bu bir gerçek. Ama dönüp “Efendim tedbir alalım ama diğer tarafta da toplumun genelinde ciddi bir endişe var. Bu hadiseler üzerinden köpeklerin toplu öldürüleceğine dair bir kanaat gelişmiş durumda. Biz bu ikisinin arasında, öldürmeye gitmeyen bir formül bulabiliriz” dersen cumhurbaşkanı da eminim “Bu işi bu perspektifte çalışın” der.

“Sokaklar güvensiz” cümlesini duyduğumda o kadar üzüldüm ki.

Mücahit’in yazdıklarını okudum ben. Keşke benim söylediklerimi, bir politik dilin dışında hakikat diliyle dinleyebilseydi. Ben nefsime ait bir şey söylemiyorum.

Ama Mücahit Birinci de “Gidin başka partiye üye olun, orada anlatın” diyor.

Benim 52 yıllık mücadele hayatım var. Bunu bana söylememeli. Peki, özeleştiri geleneğini ayakta tutamazsak, kendi kendimize ayna tutup doğrularımızı ve yanlışlarımızı dillendirmezsek ne yapacağız? Ben AK Parti’de sade bir üyeyim şimdi. Benim MKYK üyeliğim, milletvekilliğim ya da yöneticiliğim yok. Ve sokaktaki ıstırabı görüyorum.

‘BARDAK ÇATLAMASIN DİYE UĞRAŞIYORUM’

Yıllardır aynı tez dile getiriliyor: “Cumhurbaşkanını çevresi yanlış yönlendiriyor. Cumhurbaşkanı iyi ama çevresi kötü!” Bu biraz kolaycılık olmuyor mu? Erdoğan da ciddi politik zekâya sahip bir lider nihayetinde.

Benim derdim şu: Sokağın konuştuğu bu eksikliklerin telafi edilmesinde elimizdeki en büyük güç cumhurbaşkanımızın kendisi. Bu anlamdaki varlığı hepimiz için değerli ve önemli. Sizin söylediğinizin ben de farkındayım. Ben sokaktaki eleştirel yaklaşımlarla beyefendiyi buluşturarak eksikliklerin giderilmesi noktasında mesafe alınmasına katkı sağlamak istiyorum. Diyorum ki Türkiye’de Erdoğan sosyolojisi eriyor. Dikkat edin cümleme. Kimse farkında değil, ben bunları daha önce de yazdım, beş yıldır da söylüyorum. Mayıstan sonra “Beyler kendinize gelin. Artık Erdoğan sosyolojisi eriyor” dedim. Çünkü Erdoğan’ın kendisine ait Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı’ndan itibaren oluşmuş duygusal, akılsal ve gerçekliğe dayalı bir sosyolojisi var. Bu sosyoloji Türkiye’de her lidere nasip olmadı. Gazi Mustafa Kemal’i ayrı tutuyorum. Keza Atatürk’ün bütün yaptıklarının üstüne kezzap dökmesine rağmen CHP, halen ana damar olarak Atatürk’ün sosyolojisiyle gidiyor. Belli bir dönem Ecevit’te oldu, Erbakan’ın ve Türkeş’in de bir sosyolojisi oldu ama onlar iktidar sosyolojisi değildi.

AK Parti sosyolojisini 2023’te sokak eritti. Cevabını verdi ama Erdoğan’a sahip çıktı. 2024’ten sonra beyefendinin “mesajı aldık” diyerek gereğini yapmasını bekledi. Küresel tablo insanların sofrasına da dokunmaya başlayınca ve neoliberalizmde ısrar edilince “Erdoğan sosyolojisi eriyor” dedim. Bu döner mi? Döner. Ben de bu konuları açıktan konuşuyorum. Ben AK Parti’nin kurucusuyum. Bu anlamda benim AK Partililiğimi ve sayın Erdoğan’la hukukumu sorgulamak hakkına hiç kimse sahip değil.

Her gün ekranlarda parti politikalarını alkışlayan arkadaşlar var. Peki yarın bir seçimdeki olası iktidar değişiminde sayın cumhurbaşkanının hatalarını tepeden tırnağa konuşacak olanlar kim? Aynı adamlar. Peki, neden siz cam bardak çatladıktan sonra konuşmayı düşünüyorsunuz da şimdi susuyorsunuz? Asıl ben bardak çatlamasın diye uğraşıyorum.

Peki, siz meseleyi sadece ekonomiye sıkıştırmıyor musunuz? Misal, bu ülkede adaletsizlik de ciddi bir mesele değil mi?  

Yok. Sitem edeyim, siz benim yazdıklarımı okumuyorsunuz demek ki... Seçimleri asla ekonomik perspektiften okumadım. Seçim sonucu, tamamen AK Parti ile sokak arasındaki akıl ve duygu bağının gitmesidir. Bunun sebeplerinden biri de hak, adalet, liyakat ve ehliyet sorunlarıdır.

Barış Pehlivan / Cumhuriyet


AKP'nin iki gurur fotoğrafı + Vergi cennetinin İsrail’e girme planları -soL-

 AKP'nin iki gurur fotoğrafı -Ali Ufuk Arikan-

"Bu adlı adınca bu düzenin temsilcileri eliyle yayılan çürümenin sınırının olmadığının ispatıdır. Aynı zamanda halka karşı küstah, kibirli bir meydan okuma…"

Çalmak ve öldürmek... Mevcut toplumsal düzende suç, hatta en büyük suçlar ve 'günahlar' deyince de akla ilk olarak bunlar geliyor…

Ancak bu iki başlıkta da artık gerçekten bir düzeltme ihtiyacı bas bas bağırıyor.

Hep böyleydi diyecekler çıkacaktır, doğrudur, peki bu suçlar işlenirken bir yandan da gurur fotoğrafları verilir, bunlar sergilenir miydi?

Sanıyoruz bu kadar açık ve pespaye şekilde değil.

AKP'nin iki gurur fotoğrafı bu düzenin nasıl bir çürümeyle malûl olduğunu, ahlaki olarak ne kadar büyük bir çöküntü içinde olduğunu sanıyoruz fazla söze gerek kalmadan anlatıyor.

Hatırlamak üzere ilkine gidelim…

Hırsızlık, çalmak demiştik…

Dört eski AKP'li bakan hakkında birisinin canlı yayında Erdoğan'ı hedef alarak yaptığı itirafa rağmen yüce divan gündemli oylamada, AKP'li vekiller 'hayır' oyu vermiş, kendi hırsızına gururla sahip çıkmıştı.

Ülke tarihinde, bu düzenin her adımında bu var, büyük bir hırsızlık üzerine kurulu bu düzen zaten ama her şeyiyle açığa çıkan bir hırsızlığın ardından şöyle bir gurur fotoğrafı vermek mi?

Bu adlı adınca bu düzenin temsilcileri eliyle yayılan çürümenin sınırının olmadığının ispatıdır. Aynı zamanda halka karşı küstah, kibirli bir meydan okuma…

***

Peki, yine bu düzen eliyle, rant hırsı ve akılsızlığıyla gerçek bir sorun haline gelen bir başlıkta çözüm diye aklına sadece katliam gelen, bunu da bir rant çarkının parçası olarak hayata geçiren düzen, katliamdan bile gurur duyar mı? Hadi duydu, bunun fotoğrafını çeker mi?

Kendi neden olduğu, çözüm yönünde akılcı tek bir adım atmadığı bir başlıkta güle oynaya katliam kararı alır, hiçbir sorumluluk hissetmez mi?

Yüzbinlerce hayvanı katletme kararını gururla alıp, şöyle de bir fotoğraf paylaşmak, işte içinde yaşadığımız düzenin fotoğrafı bu:

***

Bu düzen gerçekten halka ait olan tüm değerleri parayla, rantla, dolaysız bir çürüme operasyonuna tabii tutuyor. 

Korkunç bir çürüme ve büyük bir kibir var karşımızda.

Ne yapsa, ne eylese karşı çıkılmayacak kadar güçlü görüyorlar kendilerini.

O yüzden dün yüzbinlerce hayvanı katletme kararı aldıkları andan hemen sonra bir gurur fotoğrafı paylaşıp, meydan okuyorlar.

Geçtiğimiz günlerde eski gazete küpürleri sosyal medya üzerinden dolaşıma girdi. 

Konunun ülke tarihinde defalarca kez gündem olduğu da gösteren ilgili haberlerde, yoksul halkın öldürülmek istenen köpekleri evlerinde sakladığı, görevliler onları öldürmeye geldiğinde ise karşı koyup sahip çıktıları yazıyor.

Halkımızın zalimliğe ve akılsızlığa karşı vicdanı, güçlü bir hafızası var, ama bir ötesi için bu yetmiyor. 

Bu çürümeye boyun eğmeyenlerin, mutlaka ama mutlaka bu akılsız düzeni sonlandırması gerekiyor.

Hırsızlık yaparken de kendi neden oldukları sorunun ardından toplu katliama imza atarken de gurur fotoğrafları paylaşanların bu akılsız düzenini yıkmak boynumuzun borcu.

                                                             /././

Vergi cennetinin İsrail’e girme planları -Fatih Yaşlı-

"Kapitalist sistemin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin gözle görülür elle tutulur hale gelmesinin önündeki en büyük engellerden biri bir manipülasyon ideolojisi olarak radikal sağdır."

Erdoğan Rize’de yaptığı bir konuşmada Karabağ’a, Libya’ya nasıl girdilerse İsrail’e de öyle girebileceklerini söyledi. Karabağ’a girmekle kastedilenin İHA/SİHA teknolojisini kullanarak zaten zayıf olan Ermenistan ordusu karşısında Azerbaycan ordusunu avantajlı hale getirmek olduğunu biliyoruz. Libya’ya ise ülkede yaşanan iç savaşa taraf olarak ve vekil güçler aracılığıyla girilmiş, neredeyse Mısır’la savaş aşamasına gelinmişken de geri adım atılmıştı. 

Yani aslında her iki ülkeye de savaş anlamına gelecek şekilde doğrudan girilmemiş, farklı yöntemlerle müdahalede bulunulmuştu. Savaşa en çok yaklaşılan coğrafya ise aslında Suriye’ydi; çünkü Suriye’de ABD ortaklığındaki eğit-donat programıyla silahlandırılan cihatçılara Suriye’ye karşı vekâlet savaşı verdirilmiş ama bununla yetinilmediği ve zaman zaman TSK’nın doğrudan Suriye ordusunu hedef aldığı durumlar da yaşanmıştı. Buna rağmen Erdoğan konuşmasında Suriye’yi girilen ülkeler arasında saymadı, daha doğrusu sayamadı; çünkü şimdilerde Esad’la görüşme planları yapılıyordu ve böyle bir açıklama bir çuval inciri berbat edebilirdi.

Sağcılık eninde sonunda bir yalan ve manipülasyon ideolojisidir, bütün versiyonlarıyla radikal sağ ise bunun zirve noktasıdır. Erdoğan istediği kadar İsrail’e girmekten bahsetsin, bunun bir palavradan ibaret olduğunu ve İsrail’in hamisi ABD’ye yaranmak için İsrail ile tarihsel bir yarış halinde olduklarını kendisi de dâhil herkes biliyor. Daha düne kadar Yunanistan için “bir gece ansızın gelebiliriz” diyordu, bugün ise her gün Türkiye’den Yunan adalarına binlerce kişi gezmeye gidiyor.  Azerbaycan’a verdikleri İHA/SİHA desteği üzerinden İsrail’e dikleniyor ama İsrail’in baş petrol tedarikçisinin Azerbaycan olduğunu, kendilerinin de o tedarikte büyük payı bulunduğunu gizlemeye çalışıyor. “Libya’ya girdik” diyor ama Libya’da düşman ilan ettikleri Hafter’in oğlu Belkasım geçen hafta sonu Dışişleri Bakanı Fidan ile görüşüyor. En çok da alık ulusalcıları kafalamak için “Mavi Vatan” diye ahkâm kesiliyor ama sondaj çalışmaları da dâhil Akdeniz’deki bütün emperyal iddialardan çoktan vazgeçilmiş durumda. 

Peki tüm bunlar, bu yalan ve manipülasyon siyaseti ne işe yarıyor, neyi hedefliyor? Radikal sağ siyaset düzenin işleyişi açısından nasıl bir önem taşıyor? 

Yönetici sınıflar için temel mesele mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin devamıdır; bunun için ise çeşitli araçlar ve yöntemler geliştirilmiştir. Radikal sağa burada düşen görev hislere, korkulara, kaygılara oynamak ve kitlelerin içinde yaşadıkları yoksulluğa, sefalete karşı duydukları öfkeyi kimi zaman din, kimi zaman da milliyetçilik aracılığıyla manipüle etmek, böylece de öfkenin esas sorumlulara, yani sistemin ta kendisine yönelmesini engellemektir. 

Kapitalist sistemin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin gözle görülür elle tutulur hale gelmesinin önündeki en büyük engellerden biri bir manipülasyon ideolojisi olarak radikal sağdır. O bazen elitleri, bazen sığınmacıları, bazen Yahudileri bazen de şimdilerde olduğu gibi sokak hayvanlarını kitlelerin önüne atar, onları bir paratoner misali kullanır ve kitlelerin öfkesinin düzenin üzerine yıldırım misali düşmesini engeller. 

Şimdi bu söylediklerimizi günümüz Türkiye’si özelinde somutlaştıralım ve çeşitli örnekler verelim. Evrensel gazetesinde 27 Temmuz’da yayınlanan Uğur Zengin imzalı habere göre iktidarın toplamı 190 milyar lirayı bulan ve 21/b denilen usulle, yani adrese teslim ihalelerle ihya ettiği inşaat şirketlerinin neredeyse hiçbiri doğru dürüst vergi ödemiyor. 

Örneğin devletten bu yöntemle aldığı 28.9 milyar liralık kamu ihalesiyle ilk sırada yer alan Taş Yapı 2019, 2020, 2021, 2022 ve 2023 yıllarında hiç vergi vermemiş. 12.7 milyarlık ihale alan Rönesans Holding, 6.3 milyar liralık ihale alan Özgün İnşaat, 4.5 milyar liralık ihale alan Özgün İnşaat ve 3.3 milyar liralık ihale alan Limak 2023 yılında hiç vergi vermemiş. 

Şimdi bu ihalelerin çoğunun Hazine garantili projeler olduğunu ve hemen hepsine milyarlarca liralık ödeme yapıldığını aklımıza getirelim ve bu ödemelerin dolara endeksli olduğunu, öte yandan devletin bu ihaleleri alan şirketlerin borçlarını TL’ye çevirdiğini hatırlayalım. Yani bu şirketler vergi vermedikleri gibi, Hazine’den sürekli dövize endeksli garanti ödemesi alıyor, borçlarını ise iktidarın yaptığı düzenlemeyle döviz değil TL üzerinden ödeyerek bir de oradan vurgun yapıyorlar. 

Ancak burada bir hatırlatma yapmamız gerekiyor: Meseleyi sadece “beşli çete” olarak adlandırılan ama sayıları kırka yaklaşan bu şirketlere indirgemek gerçeğin ancak bir bölümünü görmek anlamına geliyor; çünkü bu çeteye dâhil olmayıp sermaye çetesine dâhil olan diğer birçok şirket de çeşitli yöntemlere başvurarak vergi ödemiyor. Listeye baktığımızda ise Sasa Polyester, Gediz Elektrik, Amazon, Trendyol, Yemek Sepeti vs. diye uzayıp gittiğini görüyoruz. 

Yine Evrensel’den ve yine Uğur Zengin imzalı başka bir habere bakarak sömürünün boyutlarını anlamaya çalışmaya devam edelim. Bugün tıpkı Türkiye sermaye sınıfının kendi tekelleri gibi uluslararası tekeller de doğru dürüst vergi ödemiyor. Örneğin Oyak Renault’nun 2023’teki vergi oranı yüzde 4.4, Toyota’nınki yüzde 0.95, Vodafone’unki yüzde 0, Ford Otosan’ınki yüzde 0.15 ve Bosch’unki yüzde 0. 

İşte hal böyleyken, yani Türkiye yerli ve uluslararası sermaye için bir “vergi cenneti” haline gelmişken Erdoğan imzasıyla yayınlanan ve 2024-2028 arasını kapsayan “Uluslararası Doğrudan Yatırım Strateji Belgesi” bu cenneti daha da sağlamlaştırmayı, kalıcı hale getirmeyi hedefliyor. Belgeye yazdığı sunuş yazısında Erdoğan bu durumu şöyle anlatıyor: 

21 yıldır kesintisiz olarak yürüttüğümüz reform süreciyle ekonomide özel sektörün önünü açan, yatırımcı dostu bir iklim oluşturduk. Bugün Türkiye; rekabetçi iş ortamıyla, nitelikli insan kaynağıyla, jeostratejik konumuyla, cazip teşvikleriyle, güçlü finans sistemi ve makroekonomik yapısıyla uluslararası yatırımlar ve yatırımcılar için karlı ve güvenli bir limandır.

Bu “yatırımcı dostu” belgenin en önemli yanı elbette ki Erdoğan’ın “cazip” diye nitelendirdiği teşvikler ve bu teşviklerin tutarı 30 milyar doları buluyor; bunun yanı sıra hazine arazilerinin uluslararası şirketlere satışı ve patronlara enerji desteği de belgenin önemli kısımları arasında. 

Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Şöyle özetleyebiliriz: Birincisi sermayeye verilecek teşvikler arttıkça halkın cebinden çıkacak vergiler de artacak, ikincisi rekabet adı altında emek maliyetleri daha da aşağı çekilecek, emeğin değeri daha da ucuzlayacak ve üçüncüsü kamuya ait varlıkların şirketler tarafından gasp edilmesi süreci daha da hızlanacak. 

Sermaye düzeni sadece çalışanların emeğinin ürüne artı-değer aracılığıyla el koyarak işlemiyor, son derece komplike bir sömürü aygıtıyla karşı karşıyayız. Hazine garantili projelerle, alınmayan vergilerle, verilen teşviklerle, silinen borçlarla, sermayeye olan borçlar döviz kuruna endekslenirken sermayenin borçlarının TL’ye çevrilmesiyle, tüm bunlar neticesinde ortaya çıkan bütçe açıklarının vergiler aracılığıyla halka yıkılmasıyla, kamusal varlıkların özelleştirilip sermayeye peşkeş çekilmesiyle işleyen, karmaşık, çok boyutlu bir mekanizma var karşımızda.

İşte bu mekanizmanın işlemeye devam edebilmesinin yolu İsrail’e yalandan efelenmekten, sahte anti-emperyalizmden, kültürel çelişkilere oynayıp toplumu bunun üzerinden kutuplaştırmaktan, korku politikalarından, öfkeyi kendinden zayıf olana yöneltmekten, hayali düşmanlar yaratmaktan geçiyor. Türk sağı en çok buraya oynuyor ve çoğu zaman muhalefetteki unsurlarını da arkasında dizecek şekilde bu oyunu kazanıyor. 

Türkiye’de çoklu kriz derinleştikçe, düzenin de bu oyunu derinleştireceğini, toplumu daha da sağa çekmeye çalışacağını, İslamcılığın içerisindeki milliyetçilik dozunun daha da artırılacağını görebiliyoruz. Kriz arttıkça düzenin bu ülkeye daha çok sağcılık, daha çok hamaset vermekten başka bir şansı bulunmuyor çünkü.

İşte sağın düzen tarafından operasyonel bir şekilde halka dayatıldığı bir konjonktürde, buraya mutlaka soldan yapılacak bir müdahaleye ihtiyacımız var. Gelmiş olduğumuz noktada ancak sınıfa dayalı bir sol siyaset bu operasyonu kısa devreye uğratabilir. Üstelik bu siyasetin sadece iktisadi olmakla yetinmemesi, kültürel, ideolojik ve hegemonik bir mücadeleyi de kapsaması, yani çok boyutlu olması bir zorunluluk teşkil ediyor. 

Bugün Türkiye’de düzenin kendi bekası adına daha da sağa çektiği bir toplum, merkezden uzaklaştığı ya da öyle sandığı oranda sol müdahaleye de açık hale geliyor demektir. Bu müdahalenin yol yordamının, yöntemlerinin ve araçlarının ne olacağı üzerine ise ivedilikle düşünmek ve harekete geçmek gerekiyor.

(soL)