4 Temmuz 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

“Bakan” neye bakar, kime bakar? -Ali Rıza Aydın-

“Bakan”lar tıkır tıkır değiştirilse de sömürücü düzen sermaye-siyaset-tarikat üçgeninde tıkır tıkır işliyor. Hukuk da destek olarak kullanılıyor.

Sağlık Bakanı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanı değişiklikleri gündemde epey yer aldı. Biraz başkanlı rejimden önceki “bakanlar kurul”lu uzun dönemde siyasi kimlikli bakan”a verilen önemden, biraz AKP iktidarındaki çatlaklardan, biraz “tek adam” rejimine tepkiden, farklı başka birazlardan gündeme oturması olağan gibi gözükmekle birlikte artık üst düzey kamu görevlisi değişikliği seviyesinde bir durumla karşı karşıyayız. 

Anayasa gereği cumhurbaşkanı tarafından atanan ve görevden alınan, TBMM üyesiyse üyeliği sona eren bir bakanın, TBMM önünde andiçmesi ya da görevleriyle ilgili suç işlemesi durumunda özel usullü sürecin ardından Yüce Divanda yargılanması “bakan”a önceki dönemin önemini yüklemeyi gerekli kılmıyor. Kaldı ki dünkü Resmi Gazetede yayımlandığı gibi birçok üst düzey kamu görevlisi görevden alınabiliyor, yer değiştirebiliyor. 

Önemin devam ettirilmesinin yukarıda belirttiğim gibi birçok nedeni var ama en tehlikelisi siyasal iktidarı, -yaptıkları onca hukuksuzluğa, adaletsizliğe, olumsuzluğa ve bozmaya karşın- meşrulaştırmaya yaraması. Kaldı ki özde birbirlerinden ayrımı olmayan (Koca-Memişoğlu, Özhaseki-Kurum gibi) kişiler düşünüldüğünde, İstanbul büyüklüğünde bir ilde büyükşehir belediye başkanı seçimini açık ara kaybetmiş bir kişinin bakan olarak atanması düşünüldüğünde, piyasa ve tarikat bağlantıları düşünüldüğünde bu meşrulaştırmanın tehlikesi daha da artıyor. 

Düzenin iç çelişkilerine elbette ilgisiz kalınamaz ama ilgi asıl çelişki unutulmadığı zaman anlam kazanır. “Bakan”nın “başkan”a, “başkan”ın “siyasal iktidar”a, “siyasal iktidar”ın “egemen sermaye sınıfı”na bağımlı olduğu, ekonomi politiğin “sömürü” olduğu ortamda iç çelişkiler sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki asıl çelişkiyi unutturmamalı. 

Bakan değişikliklerine ilişkin Cumhurbaşkanlığı Kararının Resmi Gazetede yayımlandığı 2 Temmuz 2024 günü, aynı Resmi  Gazetede yer alan kimi kararlar ve bir Kanun değişikliği anlattığımı doğrular bilgi ve belgeler sundu.  Düzenin öne çıkarılan günlük olayları içinde sıkışıp kalınmaması, sınıfı bilinciyle analize ve eyleme yönelinmesi gerektiğini gösteren bu kararlar arasında “arazi toplulaştırılması”, “RES’ler için acele kamulaştırmalar”, “özelleştirmeler” var. Birkaç gün önce de “bazı alanların orman sınırı dışına çıkarılması” kararı yayımlandı. Bunlar hep toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyete ve girişime açılmasını öngörüyor. 

2 Temmuzda yayımlanan (7518 sayılı Sermaye Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair) Kanunsa “her şey sermaye için” politikasının hep merkezde durduğunu anımsatan bir tokat niteliğinde. Teknolojide yaşanan değişimin finansal piyasalara yerleştirilmesi amacını güden Kanun kripto varlık platformlarının dağınıklığının giderilerek düzenleme ve güvence altına alınması gerekçesine sığınarak masum gösteriliyor ama asıl masum gösterilenler emekçileri ve emek gücünü denetim altında tutan sermaye sınıfı. 

“Uluslararası çatı kuruluşlar” konuyla yakından ilgiliyse uyumlaşmamak olmaz. “Sermaye piyasası araçlarının kripto varlık olarak ihracı” piyasayı zenginleştirecektir ki emekçiler sömürülmeye devam ederken kripto varlıkların yaygınlaştırılması sermaye sınıfı yönünden önemlidir. Kanunun özü bu.

Kanun gerekçesinde değinilen “uluslararası çatı kuruluşları” anımsatmadan olmaz:  Finansal İstikrar Kurulu (Financial Stability Board - FSB), Mali Eylem Görev Gücü (Financial Action Task Force - FATF), Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Örgütü (International Organization of Securities Commissions - IOSCO), Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund - IMF), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (Organisation for Economic Co-operation and Development - OECD), Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for International Settlements - BIS), Avrupa Birliği (European Union). 

“Bakan”lar tıkır tıkır değiştirilse de sömürücü düzen sermaye-siyaset-tarikat üçgeninde tıkır tıkır işliyor. Hukuk da destek olarak kullanılıyor. Ne sağlık, eğitim, şehircilik, enerji bakanları değişti ama bu alanlarda piyasa, yağma, talan, sömürü değişmedi. Ne çalışma bakanları değişti ama emekçilerin esnek, ucuz, güvencesiz çalıştırılması, sendikaların çalışanları gerçek temsilinden uzaklaşıp düzenle uyumlaşması değişmedi. 

AKP öncesini de anımsamadan olmaz. Ne siyasi partiler değişti ama NATO’ya, Dünya Bankasına, emperyalizme, özelleştirmelere, sermaye sınıfına, kapitalizmin ekonomi politiğine bağımlılık değişmedi. 

Bir iç siyasi cinayete (Sinan Ateş) gösterilen güncel ilgi, yıllardır artık sayamadığımız yüzlerce siyasi cinayet ve katliamın ortada bırakılmasını, zamanaşımına uğratılmasını çözmeye, görünürdeki ve gerçek failleri cezalandırmaya dönüştürülemedi.   

Yasama ve yargı organlarının sermayenin ve siyasal iktidarın uydusu olması değişmedi. Cumhuriyetin ve laikliğin yıkımı durdurulamadı. 

Sermayenin özgürlüğü uğruna, “eleştiri özgürlüğü”ne sığınılarak, hukuk ve yargıya sığınarak emekçiler yok sayıldı.

Burjuva düzeninde emek ve bilgi durumuna, kıdem, kariyer ve liyakata baskın gelen bir siyasal/çıkarsal/bireysel/değersizleştiren çalışma sistemi uygulanıyor, çalışma örgütlenmesi emek sömürüsüne uygun planlanıyor ve hukuksal durum buna uygun hazırlanıyor. Kapitalist emek süreci devlet ve siyaset örgütlenmesini de etkiliyor.

Sömürücü düzen tüm baskısı ve şiddetiyle sürüyor. Bunun nasıl, nereye kadar süreceği sorusunun yanıtı düzen güçlerine, onların değişim ve dayatmalarına, bireyselleştirerek kandırmalarına, kuyrukçuluk muhalefetine bırakılamaz. Yanıtı emekçilerin sınıfsal savaşımı ve örgütlü gücü verecek.

                                                                /././

Üçüncü taraf -Nevzat Evrim Önal-

İnsanlığın kurtuluşu üçüncü tarafta. İnsanlığın kurtuluşu, “İkisi de değilim. Komünistim.” diyenlerde.

Modern ebeveynlere çocuklarıyla çatışmaktan kaçınmaları için onlara “seçenek sunmaları” öneriliyor. Diyelim ki çocuk “pasta isterim” diye tutturdu, siz çocuğa “pasta masta yok ıspanak yiyeceksin” derseniz, çocuk işi inada bindirebilir ve hızlıca “zıkkımın kökünü ye” noktasına varılabilir. Ama bunun yerine çocuğa “ıspanak mı yemek istersin, yoksa pırasa mı?” diye sorduğunuzda, seçeneklerden hiçbiri çocuğun istediği olmasa da, yarattığınız seçim algısı mecburiyetin yarattığı isyan duygusunu yumuşatıyor ve çocuğun uyumlu davranma olasılığını artırıyor.

Çocuk psikologları bu yöntemin ergenliğe kadar etkin biçimde kullanılabileceğini söylüyor ve bana sorarsanız bu konuda yanılıyorlar; zira içinde yaşadığımız ekonomik ve siyasal düzen insanları ergenliğe kadar değil tüm hayatları boyunca esasen bu yöntemle yönetiyor.

İnceleyelim.

                                                           ***

Burjuva demokrasisi güle oynaya kurulmadı. Bugün kendilerini dünyanın en demokratik ülkeleri ilan eden İngiltere, ABD, Fransa gibi birinci kuşak kapitalist ülkelerde genel oy hakkı büyük mücadelelerle kazanıldı. Egemenler demokrasiyi kendilerine saklamak istiyor, yoksul emekçilerin oy hakkına sahip olması fikri karşısında dehşete kapılıyorlardı. Ne var ki, yeni toplumun ezilenleri ne silah zoruyla ölümüne çalıştırılan kölelerdi ne de soylu efendilerinin toprağına bağlı köylüler gibi dağınık ve politik açıdan güçsüzdü. Milyonlarca yoksulun akın akın gelip yığıldığı ve emeğini en fazla ücret veren patrona satmaya çalıştığı sanayi kentlerinde, kitleleri “yasal” siyasetin dışında bıraksanız da dayanışma sandıkları kuruluyor, daha yüksek ücretler için grevler örgütleniyor, kitlesel eylemler yapılıyor, özetle toplumun temel ekonomik işleyişine dair siyaset fiili sınıf mücadelesinde gerçekleşiyordu. 

Üstelik mutlakiyetçi eski rejimler yıkılıp burjuva demokrasileri kurulurken yeni egemenler eski egemenlere karşı ezilen kitlelerin desteğini almış; bu destek Amerikan ve Fransız devrimlerinde yoksulların eski rejime karşı silahlanıp ayaklanması biçiminde gerçekleşmişti. Şimdi, sömürgeci III. George’u kuyruğuna teneke bağlayıp postalamış Amerikan ırgatlarına ya da XVI. Louis ile müsrif karısı Marie Antoinette’in kafasını kesmiş Fransız baldırı çıplaklarına “yeni egemen biziz, artık bize koşulsuz itaat edeceksiniz” demenin hayli tehlikeli tarafları vardı ve bilhassa Fransız burjuvaları bunu 1830 ve 1871’de deneyimleyerek öğrenmişti. Ezilenlerin eski yöntemlerle siyasetin dışında tutulması artık imkansızdı.

Burjuvazinin başlıca erdemlerinden biri esnekliktir. Zamanla kaçınılmaz olan araçsallaştırıldı; burjuva demokrasisi, egemenler arasındaki rekabetin politik alanı olmanın dışında, ezilenlerin rızasının üretilme alanı olma fonksiyonunu da üstlendi.

İngiliz demokrasisinin tarihi, buna dair en açıklayıcı örneklerden birini sunar: Bugün halen yürürlükte olan meşruti monarşinin kuruluş aşamasında siyaset esasen iki parlamentoda (Lordlar ve Avam kamaraları) ve iki siyasi parti (Muhafazakâr ve Liberal) arasında yürüyordu. İngiliz işçi hareketi ise 19. yüzyıl boyunca oy verme hakkının zenginlerin ayrıcalığı değil evrensel olması için mücadele etmiş ve sınırlı kazanımlar elde etmişti. Daha ilerisi ancak işçi sınıfı dünya çapında bir güç haline geldiğinde sağlandı: I. Dünya Savaşı’nın tetiklediği devrim dalgası Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla sonuçlanırken, İngiltere’de de İrlanda bağımsızlığı etrafında yoğunlaşan bir rejim krizine neden oldu. Bu dönemde yalnızca İngiliz işçi sınıfı (ve kadınları) evrensel oy hakkını kazanmakla kalmadı, iki partili sistemde de Liberal Parti yerini İşçi Partisi’ne bırakmak zorunda kaldı.

Ne var ki bu da yeni bir “iki seçenek” durumuydu. İşçiler kendi bağımsız çıkarlarını savunarak burjuva demokrasisine alternatif bir siyaset alanı yaratmamış; burjuva demokrasisi esneyip yeni koşullara uygun hale gelmişti. 

Nitekim koşullar tekrar değiştiğinde, İngiliz demokrasisinde hızla bir yeniden uyarlanma yaşandı: Yetmiş dört yıl sonra Sovyetler Birliği dağıldı ve dünyanın üçte birinde iktidarda olan işçi sınıfı bu iktidarı kaybetti. Bunun sonucunda dünya çapında karanlık bir emperyalist saldırganlık dönemi açıldı. Oluşan yeni duruma 1997’de iktidara gelen İşçi Partisi de hızla uyum sağladı ve Başbakan Tony Blair yönetiminde İngiltere, ABD Başkanı George Bush’un “haçlı seferi” benzetmesiyle başlattığı ve milyonlarca insanın hayatını kaybettiği kanlı Afganistan ve Irak işgallerine tereddütsüz katıldı. 

İşçi Partisi 2010’da iktidarı kaybetti ve iç kriz sayılabilecek bir döneme girdi. Ne var ki, bu ortamda dahi koşullar için biraz fazla “solcu” sayılabilecek Jeremy Corbyn genel başkanlığa geldiğinde adamı uyduruk bir antisemitizm suçlamasıyla linç ve ihraç etti. Zira kendisine benzeyen bütün partiler gibi onun da misyonu seçmenlerinin iradesini siyasete yansıtmak değil, egemen sınıfın halka sunduğu “iki seçenekten biri” olmaktı ve İngiltere’nin emperyalist sermaye sınıfı kendisini hiç de halka geleneksel anlamda “sol” bir seçenek sunmak zorunda hissetmiyordu.

Buradan (ve sayısız benzeri durumdan) çıkartılması gereken ders şu: Ezilenler ancak üzerlerindeki egemenliği yıkan bir devrim yaparak siyasi özgürlük elde edebilir. Zengin azınlığın egemen, yoksul çoğunluğun ezilen olduğu bir ekonomik düzende, egemenler zaman zaman bir takım siyasi ödünler vermek ve ezilen kitlelerden gelen taleplere demokraside yer açmak zorunda kalabilir; ama iş burada kaldığı ve egemen düzen devrilmediği müddetçe, yoksulların bu kazanımları mutlaka geçici olacak, ilk fırsatta geri alınacaktır. 

                                                            ***

Öte yandan, “iki seçenek” ile “danışıklı dövüş” birbirine karıştırılmamalı. Burjuva siyasetinin kanatları sadece halka sunulan seçenekleri değil, aynı zamanda birbiriyle rekabet halindeki sermaye öbeklerinin çıkarlarını da yansıtır ve aralarındaki rekabet, sermayenin kendi iç rekabeti kadar gerçektir. 

Son dönemde çok gündemde olan bir örneğe bakalım: ABD’de seçimler yaklaşıyor ve durum büyük bir siyasi krize gebe. Trump narsist bir ruh hastası ve Biden bakıma muhtaç bir ihtiyar olsa da, ne Trump salt kendi çıkarlarının peşinde bir kötü adam ne Biden alelade bir kukla. Yükselen Çin ekonomisinin yarattığı rekabet basıncı karşısında nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği başta olmak üzere pek çok konuda, emperyalist ABD sermaye sınıfının içindeki farklı yönelimleri temsil ediyorlar. 

Ne var ki, bu yönelimlerin ikisi de Kasım ayında yapılacak seçimlerde oy verecek sıradan insanların çıkarlarına aykırı. Yoksul emekçiler, kendileri iktidarda olsalar pasta yiyebilecekken, ıspanak ile pırasa arasında seçim yapmaya zorlanıyor.

Ya da Türkiye’yi ele alalım. Bizde iki partili bir sistem yok ama düzen doğalında buraya doğru işliyor. Örneğin son yerel seçimlerde hemen her seçim bölgesinde ilk iki partinin toplam oyu yüzde 80’in üzerinde ve üçüncü partilerin oyu tek tük birkaç yerellik dışında yüzde 5-6’yı geçmiyor. Emekçi halk değişim umudunu kaybettikçe ve siyasallaşma düzeyi düştükçe, düzen siyaseti “iki seçeneğe” sadeleşiyor.

Üstelik muhafazakâr sağ ve sosyal demokrat sol olarak tanımlayabileceğimiz bu iki seçenek, konu bireysel özgürlükler olduğunda zıtlaşabiliyor; ama toplumsal eşitlik olduğunda hiçbir fark sunmuyor. İktidar “asgari ücrete zam yok” diyor, muhalefet sömürüyü daha da şiddetlendirecek “bölgesel asgari ücret” önerisi yumurtluyor. İktidar göstere göstere yoksulları daha da yoksullaştıracak ve zenginlerin çıkarlarına hiç dokunmayacak bir vergi paketi hazırlıyor, muhalefetten yarım ağızla dahi “yahu asıl şirketleri vergilendirin” sesi gelmiyor.

Çünkü ikisi de egemen düzenin partisi ve kapitalizmin bugünkü olgunluk düzeyinde emekçilerin yararına olacak her şey sermayenin zararına olmak zorunda.

Bu Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın her yerinde egemen düzen emekçi halka, onu ilgilendiren her başlıkta kendi çıkarlarına aykırı iki seçenek dayatıyor. Bu köşede mücadele edeceğimizi söylediğimiz okumuş karanlığın temsilcileri olan liberal sahtekârlar, faşist demagoglar, kendi kum havuzundan çıkmayan tatlı su korsanı hümanistler ve benzerleri, emekçi halkı bu iki seçenekten ya birine ya diğerine ikna etmek için çalışıyor. Ekonomi yönetimi, göçmen sorunu, dış politika… Bunların tümünde burjuva demokrasisi insanları çocuk yerine koyuyor ve ikiyüzlü liberallerin çok sevdiği bir lafla tanımlarsak, adlı adınca bir “vesayet rejimine” dönüşüyor. 

                                                             ***

İktidar ve muhalefet. Muhafazakâr ve liberal. Otoriter ve demokrat. Elitist ve popülist. 

Hatta, sağ ve sol.

Bu ikilikler sahte değil ama tümü düzene ait, düzene içkin. Ne herhangi biri bir diğerinin gerçekten karşıtı, ne de herhangi biri emekçi halkın sorunlarının gerçek çözümü. Emekçi halkın çıkarları düzenin dışında duruyor ve devrim gerektiriyor.

Tarih boyunca ve bugün, devrim her zaman “üçüncü taraf” oldu. Fransız devriminde önce soylulara ve rahiplere karşı “Üçüncü Zümre” (Tiers-État), sonra monarşistlere ve ılımlılara karşı Jakobenler, sonunda monarşistlere ve liberallere karşı Paris Komünü. Rus devriminde Çarcılara ve Menşeviklere karşı Bolşevikler. Türk devriminde saltanatçılara ve mandacılara karşı Kemalistler…

Ama devrim tarafı bir “seçenek” değildir. Kimse devrime “seçmen” olmaz. Devrimci ayaklanma, insanları çocuk yerine koyan, güdülecek koyun gibi gören düzenin dayattığı ikiliğin kökten reddedilmesi, kurulu siyaset masasının devrilmesidir.

Günümüzde düzen, dünya savaşından bahsedecek kadar emekçi insanların çıkarına aykırı hale gelmiş durumda. Dünyanın her yerinde toplumun en zenginleri mitolojik öykülerdeki tanrılardan daha lüks hayatlar yaşıyor ve her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Dünyada, Türkiye’de, mahallemizde, işyerimizde, her yerde durum aynı.

Bu yüzden, “iktidara mı, muhalefete mi oy veriyorsun?”, “otoriter misin, demokrat mısın?” hatta “sağcı mısın, solcu musun?” sorularının tümünün reddedilmesi, aşılması gerekiyor. Çünkü insanlığın kurtuluşu üçüncü tarafta. İnsanlığın kurtuluşu, “İkisi de değilim. Komünistim.” diyenlerde.

                                                                 /././

Vatandaş İsrail'le ticareti protesto için kola döktü, kola Erdoğan fotoğrafına sıçradı diye dava açıldı! -Özkan Öztaş-

Bursa'da bir vatandaşın İsrail'e yapılan ticareti protesto etmek için yaptığı AKP binası önünde "kola dökme" eylemine hakaret davası açıldı: Gerekçe, dökülen kolanın Erdoğan'ın fotoğrafına sıçraması.

Bir garip "Cumhurbaşkanlığına hakaret" davası Bursa'da başladı. Gerekçe Erdoğan'ın üzerine kola dökmek.

Bursa’da AKP Gemlik İlçe binası önünde, İsrail’in Filistin halkına yönelik katliam politikalarını protesto eden iki kişi gözaltına alınmıştı.

Bursa Barosu'nun yaptığı açıklamaya göre Mehmet A., Kasım ayında İsrail'in Filistin halkına uyguladığı katliam politikalarını protesto etmek ve İsrail ile ticaretin devam etmesine tepki göstermek için AKP Gemlik İlçe binası önüne Coca Cola döktü. Bu eylemi kameraya alan Yıldırım D. ile birlikte gözaltına alınan Mehmet A., bir günlük gözaltının ardından adli kontrol tedbiri uygulanarak serbest bırakıldı.

Ancak, Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmanın neticesinde, "Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafına Coca Cola geldiği ve kamu malına zarar verildiği" gerekçesiyle protestocular hakkında halkı kin ve düşmanlığa tahrik, Cumhurbaşkanına hakaret ve mala zarar verme suçlarından iddianame düzenlendi.

Gemlik 1. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülecek davanın ilk duruşması 16 Ekim 2024 tarihinde yapılacak.

'Erdoğan'a hakaret bahane: İsrail'i protesto etmek suç sayıldı'

Konuya dair açıklama yapan Bursa Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Av. Kemal Özgür Yetkin, "Bu dava, demokratik haklarını şiddete başvurmadan kullanan müvekkillerimize karşı açılmış bir hukuksuzluk örneğidir. İsrail'i protesto etmek için şiddete başvuran ve yasadışı eylemlerde bulunanlar hakkında herhangi bir dava açılmazken, müvekkillerimiz sadece demokratik tepkilerini dile getirdikleri için yargılanmaktadır" dedi.

Yetkin, açıklamasında ek olarak şunları söyledi: "İsrail'in Filistin halkına uyguladığı soykırıma varan katliamlar nedeniyle İsrail ile ticaretin sonlanması için demokratik tepkisini şiddete başvurmadan gösteren müvekkiller hakkında, eylemin AKP ilçe binası önünde gerçekleşmesi nedeniyle açılmış olan bu dava tam bir hukuksuzluk örneğidir."

                                                                 /././

Hekimlik Andı sansürleniyor: ‘Toplumsal düzen ve mevcut siyasi iktidarın gerici konumuyla ilişkili’  -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Pek çok tıp fakültesinde Hekimlik Andı’nın fakülte idareleri tarafından sansürlenmesine karşın öğrenciler sansürü hep bir ağızdan deliyor. Sansürü, tıp fakültesi öğrencileriyle konuştuk.

AKP’nin akademiye hâkim olması, akademik anlamda pek çok kısıtlamayı beraberinde getiriyor. Tıp fakültesi öğrencilerinin okuduğu “Hekimlik Andı” olarak da bilinen Hipokrat Yemini’nindeki belli kısımların sansürlenmesi de bu akademik kısıtlardan biri.

Son olarak Ordu Üniversitesi’nde yaşanan sansür, öğrencilerin tepkisini çekti. Yeminin “Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim, milliyet, politik düşünce, ırk, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime…” diye geçen kısmından “cinsel yönelim” ifadesi çıkarıldı. Dekan Yardımcısı Tuba Gül tarafından uygulanan sansürü öğrenciler hep bir ağızdan “cinsel yönelim” diyerek deldi. Öğrencilerin sansürü delmesinin ardından veliler de alkışlarla öğrencilere destek verdi. Olayın ardından kokteyl için hazırlanan alandaki kuru pasta, su ve meşrubatlar kaldırıldı.

Hipokrat Yemini’ne yapılan sansürün önemli bir kısmını “cinsel yönelim” oluştursa da yemine uygulanan sansür bununla sınırlı değil. “Onur” yerine “namus” kelimesinin getirilmesi, “etnik köken” kısmının sansürlenmesi de Hipokrat Yemini’nde değiştirilemeye ve yok sayılmaya çalışılan diğer kısımlar.

Yemine uygulanan sansür Türkiye’deki üniversitelerin önemli bir bölümüne yayılmış durumda. Hipokrat Yemini’ne sansür uygulanan okullar arasında Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi de bulunuyor.

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (AYBÜ) Tıp Fakültesi dönem 3 öğrencisi Abdurrahman Sever, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Şeyma Tiryaki ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bu yılki mezunu Ozan Arslan ile uygulanan “Hekimlik Andı sansürünü” konuştuk.

‘Laik akademiye saldırı’

Sever, AYBÜ’de edilen yeminin laik akademiye yapılan saldırılardan biri olduğunu söyleyerek sözlerine başladı. AYBÜ’nün gerici kişi ve kurumlarla kurduğu ilişkilerle gericiliğin akademideki kalesi haline geldiğini söyleyen Sever, öğrencilerin de ellerinde bir koz olduğunu hatırlatarak sözlerini noktaladı:

“Geçtiğimiz günlerde okulumuzun düzenlediği mezuniyet töreninde edilen yemin laik akademiye yapılan saldırılardan birisiydi. Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı ve kapsayıcı olmayan bu yemine öğrencilerden tepki geldiyse de yönetim tarafından ciddiye alınmadı ve bu gerici metin öğrencilere dayatıldı. ‘Onur’ yerine ‘namus’ kelimesinin konulması, cinsel yönelimin tanınmaması gibi ayrıştırıcı ifadelerle hekimleri hekimliğin etik değerlerinden uzaklaştırmaya çalışılmakta. Okulumuz Ülkü Ocakları’yla yaptıkları etkinliklerle, eski AKP milletvekili rektörleriyle, Kızılay Başkanı öğretim üyeleriyle, 'evrim yok tekâmül var' konferanslarıyla, dua tilavetli mezuniyet törenleriyle adeta gericiliğin akademideki kalesi haline geldi. Bu gericiliğe karşı elimizdeki en önemli kozumuz güçlü, örgütlü ve sıkı bir şekilde laiklik savunusu yapan bir öğrenci örgütü.”

‘Mesleğimizin değerlerine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemeliyiz’

AKP gericiliğinin LGBT bireylere karşı düşmanlığını hatırlatan Tiryaki, bu gerici ortama karşı hekimlere sorumluluk düştüğünü ifade etti. Tiryaki, hekimlik mesleğine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemek gerektiğini söyledi:

“Hekimlik Andı, fakülteyi bitiren hekimlerin kendilerine ve topluma verdiği sözler bütününü ifade eden evrensel bir metin. Son yıllarda üniversite yönetimlerinin metin içinde geçen ‘cinsiyet, cinsel yönelim ve etnik köken’ kavramları metinden çıkarmaya çalışmasına ve öğrencilerin ise hekimlik andının orijinal haline sadık kalarak hep bir ağızdan okumasına tanık oluyoruz. Yönetimlerin uygulamaya çalıştığı sansürün dayanağı tabii ki AKP gericiliği, bugün gelinen noktada LGBT karşıtı yürüyüş yapılmasına izin veren ve her fırsatta hedef gösteren bir hükümetten bahsediyoruz.

Burada en büyük sorumluluk biz hekimlere düşüyor. Mesleğimizi icra ederken karşımızdakinin insan olmasından başka hiçbir tanımın önemi olmadığını, bu mesleğe adım attığımız andan itibaren çıkarsız, ayrım gözetmeksizin ve eşit bir şekilde yerine getirmemizin gerekliliğini unutmamamız; mesleğimizin değerlerine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemeliyiz.”

‘Bu sansür yaşadığımız toplumsal düzenle ve mevcut siyasi iktidarın gerici konumuyla ilişkili’

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi bu yıl mezunlarından Ozan Arslan'sa, Hekimlik Andı’nda belli kısımların çıkartılmasının üniversite yönetimlerinin yetkileri dahilinde olmadığını söyledi. Arslan, yaşananların mevcut düzen ve iktidarla bağlantılı olduğunu ifade etti:

“Hekimlik Andı’nın sansürlenmesi ilk kez bu yıl başımıza gelmiyor. Hekimlik andını kısaca evrensel düzeyde kabul gören meslek ilkelerini tanıdığımıza, hekimliğimizi buna uygun biçimde icra edeceğimize, hastalarımız arasında ayrımcılık yapmayacağımıza dair verdiğimiz bir söz olarak tanımlayabiliriz. Bu antta yer alan ‘etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelim’ kısmı, birkaç yıldır, bazı üniversite yönetimleri tarafından buna yetkileri olmadığı halde çıkarılıyor. Yani evrensel bir geçerliliği olan Hekimlik Andı bir düzeyde sansüre uğratılarak suç işleniyor. Bu suçta sorumluluğu olan tıp fakültesi dekanlarının ve üniversitelerde yönetici düzeyde bulunan birçok akademisyenin aynı zamanda hekim olmaları sebebiyle antta yer alan etik kurallara tabii olması ise oldukça ironik. Elbette bu sansür yaşadığımız toplumsal düzenle ve mevcut siyasi iktidarın gerici konumuyla ilişkili.”

'Bu düzeni değiştirme sorumluluğumuz var'

Arslan, sözlerine AKP’li yıllarda sağlıktaki piyasacı dönüşümü anlatarak devam etti:

“Hekimlik Andı özelinde gerçekleşen bu skandallar gericiliğin tıp alanına ve hekimlik mesleğine ilk saldırısı değil. Özellikle AKP iktidarı döneminde sağlık, gerici bir dönüşüme uğratıldı. Özelleştirmeler ve özel hastanelerin teşvik edilmesi yoluyla sağlık sistemi baştan aşağı piyasanın insafına bırakıldı. Toplumun sağlık hizmetine erişimini zorlaştıran 'hasta garantili' şehir hastaneleri ile yerli ve yabancı çok sayıda sermaye grubu zengin edildi. Bilimsel açıdan geçerliliği olmayan tıbbi uygulamalar devlet eliyle teşvik edildi. Türkiye bir 'sağlık turizmi' ülkesine dönüştürüldü. Daha birçok örnek sayılabilir. Bu gerici dönüşüm, Türkiye kapitalizminin sağlık alanını kâr edilebilecek bir sektör olarak görmesinin ve buna ihtiyaç duymasının sonuçlarıydı. Bu dönüşümü ancak hekimlerin zararına ve hekimlere rağmen gerçekleştirebilirlerdi. Bir tarafta derinleşen sömürü, şiddet; bir tarafta tıp fakültelerini de hedef alan gericilik bu dönüşümden hekimlere düşen paydır.”

Hekimlik Andı’nın başlangıcı ve bitişini hatırlatan Arslan, bu andı içmenin belli sorumluluklar yüklediğini söyledi:

“Ne mutlu ki, tıp öğrencileri ve genç hekimler kendilerine reva görülen koşulları kabul etmiyor. Hekimlik andının sansürlendiği tüm törenlerde genç hekimler bu uygulamaya direnerek mesleğimizin onurunu korudu. Hekimlik andı ‘Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak; yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma...’ diye başlar, ‘Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, ant içerim’ diye sonlanır. Mevcut koşulları biraz önce anlattım. Bu koşullarda mesleğimizi ilkelerine uygun biçimde icra etmek için mücadele etmek zorundayız. Yaşamımızı insanlığın hizmetine adayacağımıza dair ant içtiysek, toplumun sağlığı ve esenliği için değil, bir avuç zenginin karı için var olan bu düzeni değiştirme sorumluluğumuz var.”

Hipokrat Yemini veya Hekimlik Andı’nın kısa tarihi ne, güncel hali nasıl?

Hekimlik Andı’nın tarihi hekimlik tarihine dayanıyor. Yazılı olarak bilinen ilk hekim andı yaklaşık M.Ö. 3000’de İmhotep tarafından yazıldı. Eskülap ve Hipokrat ile sürdü. 2.Dünya Savaşı sonrası, 1948’de kabul edilen Dünya Tabipler Birliği Cenevre Bildirgesi’nde “Din, ulus, ırk, parti politikaları ya da toplumsal durumla ilgili değerlendirmelerin görevimle hastamın arasına girmesine izin vermeyeceğim” ifadesi yer aldı.

Hekimlik Andı son olarak 2017 yılında Dünya Tabipler Birliği tarafından güncellendi. Hekimlik andı, böyle bir tarihsel süreçte ortaya çıktı; hekimlerin kendine, mesleğine ve topluma verdiği bir söz olarak gelenekselleşti.

Hekimlik Andı’nın güncel hali:

“Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak;
Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma,
Hastamın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime, Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime,
İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime,
Görevimle hastam arasına; yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime,
Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma,
Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma,
Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime,
Mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime,
Tıbbi bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma,
Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime,
Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgimi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağıma,
Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, ant içerim.”

(soL)


Gazetecilik ve sosyal medya: Uğur Dündar, 'Atatürk bozkurt yaptı' diye 'Con Sinov'u kaynak gösterdi - soL

Bozkurt tartışması sürüyor. Mustafa Kemal Atatürk'ü montajlı fotoğrafının gerçek olduğunu zannedenlerden biri Uğur Dündar oldu.

UEFA, dün Euro 2024'ün 2. turunda Avusturya'ya karşı alınan galibiyetin ardından bozkurt işareti yapan milli oyuncu Merih Demiral hakkında soruşturma başlattı.  

UEFA tarafından yapılan açıklamada, oyuncuya dönük soruşturmanın uygunsuz davranış iddiasıyla başlatıldığı belirtildi. Soruşturma için bir müfettiş atandığını bildiren UEFA, soruşturmanın ne zaman sonuçlanacağına dair detay paylaşmadı.

Merih Demiral, Milli Takımın Avusturya'ya karşı aldığı 2-1'lik galibiyette iki golü de atan isimdi.

Sosyal medyada bozkurt işaretine ilişkin tartışma başladı. İşaretin “kültürel” bir anlamı olduğunu öne sürenler Mustafa Kemal Atatürk’ün bir fotoğrafıyla oynayıp o görüntüyü “Bozkurt yapıyordu” diye paylaştı.

Uğur Dündar da o görüntüye inananlar arasına girdi. Dündar, “Yabancı düşmanlığına, ırkçılığa ve nefret söylemine karşı olmakla kalmıyor, bunları yapanları lanetliyoruz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de kullandığı tarihi ve kültürel bir sembol,  ırkçılıkla bir tutulamaz. O nedenle hepimiz Merih Demiral'ız…” ifadelerini kullandığı bir sosyal medya paylaşımında bulundu.

Mustafa Kemal’in böyle bir kullanımının olmadığını söyleyen bir sosyal medya kullanıcısına Dündar’ın yanıtı pek sert oldu: “Peşin hükme varmadan önce, Atatürk konusunda uzman olan Con Sinov'u okumanızı öneririm. O tweet aklımıza öyle estiği için atılmadı!”













Con Sinov isimli kişi sosyal medya fenomeni. Daha önce Atatürk’le ilgili kitap yazmış. Sinov’un paylaşımı Dündar’ı da yalanlıyor zira kendisi  “Atatürk'ün bozkurt selamı verirken çekilen fotoğrafı yok. İlgili fotoğraf montajlı. Fotoğrafın aslı, 1 Haziran 1935'te Florya Deniz Köşkü inşaatının denetlenmesi esnasında çekildi” açıklaması yaparak fotoğrafları da paylaşmış.

‘Kanuni Sultan’ın karşısında sorumlu bir halk önderi’ - Birtürk ÖZKAVAK / EVRENSEL

 "Kalender Çelebi direnişi, bu toprakların hak ve özgürlük mücadelesi tarihinin en kıymetli öğelerinden birini oluşturmaktadır."

Nevşehir’de Hacıbektaş Belediyesinin 23 Haziran’da gerçekleştirdiği “Kalender Çelebi anma etkinliği” kapsamında bir de panel yapıldı. Bu panelde dikkat çekici bir konuşma yapan Tarihçi/Yazar Erdoğan Aydın ile Kalender Çelebi İsyanı ve dönemi hakkında konuştuk.

Kalender Çelebi kimdir? Tarihsel önemi nedir?

Kalender Çelebi, Balım Sultan’ın 1516 yılındaki ölümü sonrasında, Bektaşi Dergâhının, aşağıdan seçilerek gelen başkanı, geleneksel deyimle postnişinidir. Alevi toplumunun tıpkı Baba İlyas, Hacı Bektaş, Abdal Musa gibi önde gelen tarihsel önderlerinden biridir.

Soy kütüğü çok net değildir. Bektaşi Dergahı içinde bile net bir soy kütüğünün tutulmamış olması kuşkusuz ciddi bir sorun olmakla birlikte, Kalender Çelebi’nin tarihsel önemi açısından işin bu yanı bir önem taşımaz.

Kalender Çelebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü ve en zalim olduğu dönemde gerçekleşen en büyük halk ayaklanmasının önderidir. Haberleşme, yol, taşınma, beslenme açılarından oldukça geri koşullarda, 30 binin üzerinde insanı Osmanlı’ya karşı direnişe seferber edebilmiş bir toplum önderinden söz ediyoruz. Kendi etrafında topladığı insanlar arasında sadece en alttakiler, yoksullar ve Aleviler değil, o dönemde artık Osmanlı Devleti’nin Beylerbeyi, Sancakbeyi, Sipahi, Alaybeyleri olarak görev yapan Dulkadiroğlu şehzadelerini de toplayabilen bir siyasal cazibe üretebilmiş bir önder profilidir Kalender. 

Düşünün ki çağının en ezici kudretine sahip olan, Bağdat’tan Belgrad’a hakimiyet kuran Osmanlı’nın ordularını defaatle yenmiş bir kişilikten söz ediyoruz. Dolayısıyla sadece bir toplum önderi, inanç önder değil, aynı zamanda olağanüstü bir askeri performans gösteren bir komutan karşısındayız. Düşünün ki onun önderliğindeki halk güçleri Sivas Beylerbeyi Yakup Paşa’yı yenmiş, ardından Hüsrev Paşa kuvvetleriyle girdiği savaş tarafların geri çekilmesiyle sonuçlanmış, ardından Anadolu Beylerbeyi Behram Paşayı, iki sefer üst üste yenmiştir. Karaman Beylerbeyi Mahmut Paşa dahil pek çok Osmanlı paşası bu savaşlarda ölmüştür. Nihayet bundan sonradır ki Osmanlı’nın kudretli veziriazamı Pargalı İbrahim Paşa tarafından ezilebilecekti.

Bu ezme de kolay olmayacaktı tabii. Osmanlı Dulkadiroğlu şehzadelerinin Kalender’den koparılmasına yönelik 2 Mayıs 1527’de çıkartılan hükümle, el konulmuş ve Saray çevresindekilere dağıtılmış olan mülklerinin kendilerine geri verilmesi sağlanacaktır. Bu karar, Veli Dündar Bey hariç diğer Dulkadiroğlu aristokratlarının Kalender Çelebi’ye ihanet edip yanından çekilmesini sağlayacaktır. Yani Dulkadirli Beyler, tıpkı Trakya-Balkan tımar sahiplerinin Bedrettin’i yalnız bırakması gibi Kalender’i yalnız bırakacaktır. Bu ise zaten yorgun, beslenme zorlukları çeken Kalender Çelebi kuvvetlerinin sayısında radikal bir düşmeye neden olacak ve yenilmesini sağlayacaktır.

Hacıbektaş’ta başlayıp Anadolu’nun bir dizi bölgesinde meydan savaşlarıyla devam eden direniş nihayet Nurhak Dağları Başsaz Yaylası’nda Pargalı’nın zinde, zırhlı, atlı, tüfekli güçleri karşısında ezilir. 22 Haziran 1527’de gerçekleşen bu son savaşı kazanan Pargalı, başta Kalender Çelebi ve Veli Dündar olmak üzere sağ kalanların başını kestirecektir.

BÜROKRASİNİN SONU GELMEZ İHTİYAÇLARI

Yaşadığı dönemin özelliklerini, isyanının sebep ve sonuçlarını anlatır mısınız?

Ayaklanma Faruk Sümer’in ifadesiyle “Kanuni’nin Avrupa içlerinde ilerlerken Anadolu’da oluk oluk kan aktığı” bir dönemdedir. 1500’lerin başından, II. Beyazıt iktidarı döneminden beri Anadolu büyük acılar yaşamaktadır. Artırılan vergiler, vergi almak için gerçekleşen zulümler yanı sıra Osmanlı’nın halka yönelik gerçekleştirdiği dinsel asimilasyon halkın hayatını dayanılmaz hale getirmişti. Yani Osmanlı’nın, başka halkların topraklarına el koymak üzerinden övünç ürettiği dönem, gerçekte kendi halkına yönelik baskı ve sömürünün arttığı dönemdi. Devasa bürokrasinin sonu gelmez ihtiyaçları, başka halklardan toplanan ganimetlerle doyurulamayınca içeride de görece adalet hali yerini zulme bırakıyordu.

Bu anlamda durup dururken ayaklanan bir asi değil Kalender. Aksine 1517’den beri halkın sorunlarına çare aramaya çalışan bir sorumlu bir halk önderi… Ama yine Faruk Sümer’den öğrendiğimiz o önemli halk deyişinde olduğu gibi, “Şalvarı şaltak Osmanlı / eğeri kaltak Osmanlı / ekende yok biçende yok / yiyende ortak Osmanlı” geri adım atmayacaktı. Osmanlı’nın adaletle uzlaşmaması, halkın haklarına ve inançlarına saygısızlıkta ısrar etmesi Kalender Çelebi’yi bir ayaklanma önderine dönüştürdü. Egemenliklerine el konulmuş Dulkadiroğlu prensleri de belki eski bağımsızlığımıza kavuşuruz umuduyla onun etrafında toplandı.

Ne yazık ki bu direniş yenilgiyle sonuçlandı. Tabii herhangi bir tarih öyküsünden söz ettiğimiz düşünülmesin; çünkü Kalender’in, keza kendinden önceki ve sonraki halk direnişlerinin yenilmesi demek, sonraki nesillerin hayatının da hak ve özgürlük karşıtı bir yerden şekillenmesi demek. Devlete karşı sivil toplumun oluşamaması, yurttaşlaşabilme potansiyellerinin ezilmesi, devletin kadir-i mutlak, halkın ise kul-tebaa konumuna indirgenmesinin gelenekselleşmesi demek. Bizim topraklarımızın demokratikleşememesinin temel nedenlerinden biri de işte bu yenilgilerin sonucu olarak halkın devleti dengeleyememesi, egemenlerin dayatmalarını durduramaması olacaktı. Yani Kalender’i değerlendirirken, aynı zamanda günümüzü konuşuyoruz.

DERGAHTA SİYASAL AYRIŞMALAR

Konuşmanızda Bektaşi Dergahı içinde o dönem yaşanan bir ayrışmadan da söz ettiniz. Kalender Çelebi Bektaşi gelenek içinde neyi temsil ediyor?

Konuya dair konuşan ve yazanlarda gördüğüm temel eksiklik, bu sorundan özellikle kaçınmalarıdır. Oysa Kalender Çelebi’yi hakikate uygun konuşmak, aynı zamanda Bektaşi tarihini de yeniden konuşmak, onun içindeki saflaşmaları da bilince çıkarmak demek. Düşünün ki bu inanç örgütlenmesinin tarihi, Baba İlyas’ın has halifesi Hacı Bektaş’ın adeta bir yeniçeri ağası olarak tahrif edenleri de içeren bir tarih. ‘72 millete/inanca bir gözle bakmayan yoldan çıkmıştır’ diyen bu bilge adına kurulan Dergahın, daha sonra Yeniçeri’nin bağlandığı kolonizatör ve fetihçi bir araca dönüştürüldüğü bir deformasyona uğratılacaktır. Bu gelenekte Osmanlı’yla uzlaşmayan Abdal Musalar da çıkacaktır, Yeniçeri ağalığı yapan Timurtaş Efendiler de…

Bu bağlamda Kalender Çelebi’ye ön gelen postnişin Balım Sultan’ın, II. Beyazıt döneminde, Dimetoka’dan getirilip Dergahın başına geçirildiğini anımsayalım. Yine anımsayalım ki bu dönem Anadolu’da kan gövdeyi götürürken, yoksulluk derin bir yaraya dönüşmüşken Balım Sultan’ın başında olduğu Dergah Osmanlı’nın yanında tutum alacak, haklarında fetvalar çıkarılan Anadolu Alevilerine sırtını dönecektir. Orda da hatırlatmıştım, Pir Sultan Abdal’ın, bu dönem dizeleri olan, “Hacı Bektaşoğlun günahkar gördüm /Aradım isyanı özümde buldum / Yüzümün karasın elime aldım / Aman Şahım mürüvvet deyu geldim” deyişi çok önemlidir.

Balım Sultan’ın Osmanlı’ya muti ve bu bağlamda reorganizatör kimliğine karşılık, Kalender Çelebi, haksızlıklara direnen, Dergahın yüzünü Anadolu’nun Alevi ocaklarına döndüren ve o yolun Hacı Bektaş’ta, Abdal Musa’da yansıyan erdemlerini hatırlatıcı bir niteliği var. Halkın Osmanlı baskısı altında yaşadığı travma, Dergaha da yansıyacak ve bunun sonucundadır ki Kalender Çelebi Balım Sultan sonrası postnişin seçilecektir. Yine bundan dolayıdır ki dönemin koşulları aynı olduğu halde Dergahtan iki zıt siyasal yansıyacaktır. Yine bundandır ki bir kanadın son dönem temsilcilerinden biri olmuş olan Bedri Noyan, Kalender’den, “Vatan bütünlüğünü bozan, asi” diye söz edebilecektir.

‘HAK VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ TARİHİNİN ÖĞELERİNDEN’

Kalender Çelebi ve eylemini bugün nasıl görmeliyiz?

Tarih, Marx’ın da hatırlattığı gibi bir sınıflar mücadelesidir aynı zamanda. Kalender Çelebi’yi bu tarihsel bağlamda da görmezsek eksik bir bakış açısı içinde olmaktan kurtulamayız. Diğer yandan Engels’in Almanya’daki köylü hareketini ve onun büyük önderi Münzer’i, “feodalizme karşı devrimci muhalefet” olarak değerlendirişini anımsayalım. Bu hareketlerin mistik, inançsal formda ortaya çıkışı, eşitlik ve özgürlük arayışının o koşullardaki ifadesidir.

Bu açıdan Türkiye sosyalist hareketinin, örneğin Avrupa tarihi bilgisi kadar kendi tarihine vakıf olamadığından ve bu tarihle doğru ilişkilenemediğinden söz edersem haksızlık yapmış olmam. Bu eksiklik ise kendi toplumsal tarihimizden gereğince güç alamamamıza neden oluyor.

Bu çerçevede Kalender Çelebi direnişi, bu toprakların hak ve özgürlük mücadelesi tarihinin en kıymetli öğelerinden birini oluşturmaktadır. Ondan çıkaracağımız sonuç ise devleti, halkın haklarına karşısında geri adım atmaya ve inançları karşısında eşit mesafeye çekilmeye zorlamaktır. Bu bağlamda halkın demokrasi, laiklik, hukuk ve sosyal devlet bilincini geliştirmekte Kalender Çelebilerin aziz hatırasına güncelleme ihtiyacı karşısındayız. Unutulmasın ki tarihten seçeceğimiz kahramanlar, bizim hayat karşısındaki duruşumuz ve ahlakımızı da belirleyen motivasyon kaynaklarımızdır.

Bu tür bir etkinlik düzenlenmesini nasıl buluyorsunuz?

Çok kıymetli buluyorum. Bu açıdan size, Hacıbektaş Belediyesine, onun bu çok zor koşullarda seçilmiş başkanı ve bu etkinliğe katkıda bulunan meclis üyelerine, Kalender Çelebi’nin, bu çok kıymetli hatırasını güncellemeye çalıştığınız için teşekkür etmeyi borç bilirim.

Birtürk ÖZKAVAK / EVRENSEL

Birgün "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

 

Göçmen meselesi bizi neden geriyor? -Berkant Gültekin-

Kayseri’nin Melikgazi ilçesinde bir çocuğun cinsel istismara maruz bırakılması üzerine ortalık birbirine girdi. Binlerce insan sokağa döküldü. Ne var ki iş yerlerini ateşe veren, araçları ters çevirenlerin ilgilendiği şey istismar değil, istismarcının kimliğiydi. Failin Suriyeli olması öfke patlamasının temel nedeniydi.

Kayseri İl Emniyet Müdürü’nün kalabalığı sakinleştirmek amacıyla istismar mağduru çocuk için “Türk değil” bilgisini paylaşmasının altında da bu yatıyordu. Mealen “Kendi kendilerine yapmışlar” mesajı veriyordu Emniyet Müdürü… Yani fail Suriyeli mağdur Türk olsa yakılıp yıkılabilirdi de çocuk Suriyeliyse fazla tepki göstermeye lüzum yoktu. Failin göçmen olmadığı durumlarda kitlesel suskunluğu beraberinde getiren de bu kimlik odaklı ahlak anlayışından başka bir şey değil elbette.

Türkiye’de "göçmen sorunu" çok boyutlu bir mesele. Bugün açıkça AKP’nin maksimalist ve fetihçi dış politika hedeflerinin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. 2011’de Suriye iç savaşı başlatıldığında Esad’ın da kısa sürede Libya’da Kaddafi, Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek gibi bir final göreceği tahmin ediliyordu. Ancak emperyalistler ve AKP’nin evdeki hesabı çarşıya uymadı. Savaş uzadıkça uzadı, saçaklandıkça saçaklandı. Savaşın sona ermemesi, savaşın yol açtığı sorunları da Suriye sınırlarının ötesine taşıdı.

Savaşla birlikte ortaya çıkan sorunlardan biri de göçtü. 2011 öncesi 22,5 milyon nüfusa ev sahipliği yapan Suriye’den, 13 yıllık iç savaş dönemi boyunca yaklaşık 7 milyon insanın başka ülkelere göç ettiği tahmin edilirken, işin buralara geleceği öngören Avrupa Birliği ülkeleri, savaşla beraber ortaya çıkan göç krizinden minimum düzeyde zarar görmek için çareyi Türkiye’yi “uç karakol” olarak kullanmakta bulmuştu.

'VİZESİZ AVRUPA' HAYALİNDEN BURAYA

AB 2013’te, Suriyeli göçmenlerin Yunanistan üzerinden kıtaya yayılmalarını önlemek amacıyla Ankara’nın kapısını çaldı. Erdoğan Başbakan, Davutoğlu Dışişleri Bakanı’yken Türkiye ile AB arasında, ‘Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni’ ve ‘Geri Kabul Anlaşması’ imzalandı. Anlaşma uyarınca Türkiye’ye, göçmenlerin Avrupa’ya gitmesini engellemesi karşılığında milyarlarca Euro ödenmesi kararlaştırıldı.

Bu gelişme iktidar ve medya tarafından genelde ‘vize serbestisi’ boyutuyla ele alındı. Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz geçişine ramak kalmış gibi bir ortam yaratılmaya çalışıldı. 2016’da varılan sığınmacı mutabakatı da buna paraleldi. Bu mutabakatta da Türkiye’ye vize serbestisi sağlanacağı öne sürüldü. Hatta Dışişleri Bakanlığı, “vize diyalog sürecinin öngörülen süre içerisinde vize serbestisi ile sonuçlanmaması halinde” Geri Kabul Anlaşması’nın tek taraflı feshedilebileceğini bile açıklamıştı.

Güya vize serbestisi ile biyometrik pasaport sahibi tüm Türkiye vatandaşları, 26 ülkeyi kapsayan Schengen bölgesine 180 günde üç aylık vizesiz giriş imkânına sahip olacaktı. Ancak aradan geçen yılların sonunda Türkiye, vatandaşlarını AB’ye vizeyle bile sokmakta zorlanırken kendisi de en kolay girilebilen ülkeye dönüştü. AB’nin göçmen sorununu paylaşmama dayatmasını kabul eden, Türkiye’nin sınırlarını ardına kadar açan ve ülkenin kapasitesinin kaldıramayacağı boyutlarda “misafir” kabul eden AKP, üstüne bir de birbirine yabancı etnik/kültürel kodların uyumlu yaşamasını sağlayacak bir entegrasyon politikası yürütmeyerek sokak çatışmalarına, linç provalarına giden yolun taşlarını döşedi.

GEÇMİŞİ HATIRLAMAK YETMEZ

Yaşananları doğru anlamak ve gerçek sorumluları tespit etmek için geçmişi hatırlamak zorundayız. Ancak geçmişi hatırlamak da bugünkü sorunları çözmeye yetmez. Çünkü sorun, bugün başkaca sorun ve çelişkilerle iç içe geçmiş durumda. Göçmen karşıtlığı farklı damarlardan besleniyor. Her birinin motivasyonu birbirinden ayrı ama yarattığı sonuç aynı.

Bunlardan en öne çıkanı, demografik yapının dönüşümünden doğan endişe. Özellikle seküler yaşam alışkanlıklarına sahip, laikliği içselleştirmiş çağdaş kesimler, göçmenlerin varlığını bir tehdit olarak değerlendiriyor. İktidarın göçmenleri, toplumun İslamcı tarzda dönüşümünü hızlandırmak için kullandığını düşünüyorlar. Hiçbir entegrasyon programının işletilmediği, göçmenlerin buradaki hayata nasıl dahil olacaklarına ilişkin bir planın hazırlanmadığı göz önünde bulundurulursa, haksız olduklarını söylemek zor. Erdoğan’ın “din kardeşlerimiz” vurgusunun da bundan bağımsız olmadığı aşikâr.

Göçmenlere dönük tepkinin bir diğer kaynağı ise ekonomideki dinamikler. Suriyeli göçmenler, Türkiye’deki iş piyasası için bir nimet olarak kabul edildi. Suriyelilerin ülkemizde işçi sınıfına eklemlenmesi, ücret düzeyi bakımından emeğin değerini de aşağı çekti ve emekçi sınıf arasındaki rekabeti büyüttü. Savaştan kaçan, başka bir memlekette korkuyla, binbir türlü endişeyle yaşamak zorunda kalan insanların işçileştiği her ülkede bu denklemin açığa çıkması normal.

Suriyeli işçiler bilhassa taşımacılık, inşaat, tekstil ve hayvancılık gibi sektörlerde hayli etkin hale geldi. Organize sanayi bölgelerinde de patronlar tarafından tercih edildiler. Durumu biraz daha iyi olanlar esnaflaştı. Bazıları iyi cirolar yakaladı. Bu da yerli esnafla Suriyeli esnaf arasında bir gerilim yarattı. Zaman içinde ekonomi bozulup şartlar sertleşince ise örgütsüz, sendikasız ve sınıf mücadelesi perspektifine sahip olmayan yığınların öfkesi milliyetçi kışkırtmalar ve yalanlarla da birleşerek ülkenin pek çok kentinde sığınmacılara yöneldi. Bu da işin bir diğer önemli boyutu.

Dolayısıyla göçmen sorununa yaklaşırken, meselenin salt milliyetçilikten, ırkçılıktan ibaret olmadığını, tüm karşı çıkışın lümpenlikten türemediğini, sınıfsal, ekonomik ve sosyal endişelere dayandığını, sağ akımların yalanın kışkırtıcı gücünü de kullanarak halkın öfkesini yanlış hedefe kanalize ettiğini, sağ söylemin etki alanından çıkamayan geniş halk kesimlerinin çözümü en kısa yolda gördüğünü anlamak gerekiyor. Solun yokluğunda meydanı boş bulan sağ, halkta biriken tepkiyi kullanarak kendine siyasi güç devşiriyor ve bunu yaparken toplumu daha da gericileştiriyor.

RİSKLER VE ÇÖZÜM

Anlaşılması gereken bir diğer konu ise ülkesine dönecekler, ileride Avrupa’ya gidecekler olsa ve bir ihtimal nüfus içindeki oranları azalsa bile Suriyelilerin, Türkiye’nin demografik yapısının bir parçası olmaya devam edeceği…

Bugün resmi verilere göre Türkiye’de 3,5 milyon civarı Suriyeli yaşıyor; gerçek sayının ise bunun çok daha üstünde olduğu tahmin ediliyor. Çok küçük yaşta gelenlerin yanında burada doğan yaklaşık 1 milyona yakın Suriyeli çocuk var. Bu çocuklar yurt olarak Şam’ı, Halep’i, Humus’u, Lazkiye’yi değil, İstanbul’u, Hatay’ı, Antep’i, Urfa’yı biliyor. “Yok ben anlamam, gidecekler” demek, işin etik boyutu bir yana rasyonel de değil. Öte yandan dışlayıcı, ötekileştirici her söylem, krizi daha derinleştirdiği gibi ileride daha büyük krizlere yol açacak karşıt bir Suriye milliyetçiliğinin de mayasını yoğuruyor.

Çözüm Suriye devletiyle diyaloğun kurulmasından, Geri Kabul Anlaşması’nın feshedilmesinden, Avrupa’ya göç kanallarının açılmasından, emeğin sınıf bilinciyle örgütlü hale gelmesinden ve elbette doğru bir entegrasyon politikasından geçiyor.

Milliyetçi şiddetin oyun alanına dönen bir ülkenin kaos girdabına hapsolacağı akıldan çıkarılmamalı. Türkiye’nin her meselede olduğu gibi bu meselede de solun aklına ve vicdanına ihtiyacı var. Aksi halde Kayseri Melikgazi’de, Antalya Serik’te yaşananlar süreklilik kazanır ve bu linç gösterisinin yarın hangi “makbul olmayanı” hedef alacağı belli olmaz.

                                                               /././

Giden Koca ve Özhaseki değil - Nurcan Bilge Gökdemir-

Özhaseki gitti yerine Kurum geldi, Koca gitti Memişoğlu geldi. Her biri Erdoğan’ın sureti olan bu isimler hiçbir şeyi değiştiremez, çünkü Tek Adam Rejimi’nde aslında giden Erdoğan yerine gelen yine Erdoğan.

31 Mart Yerel Seçimleri’nden sonra beklenen ve “oldu, olacak” denilen kabine değişikliğinin ilki gerçekleşti. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki gitti, yerlerine her boş koltuk için ismi gündeme gelen eski Bakan, İBB Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Kurum ile İstanbul İl Sağlık Müdürü Kemal Memişoğlu geldi.

İki değişiklik Resmi Gazete’de yayımlandıktan, yeni bakanlar koltuklarına oturduktan sonra şimdi Ankara’da çok alışıldık bir oyun oynanıyor “Kabine toto”… Değişiklikler bununla sınırlı mı kalacak, kim gelecek, kim gidecek, değişiklik yapılacaksa ne zaman yapılacak? Değişiklikler genel merkez ve parti örgütünde de yaşanacak mı?

GİDECEKLERLE ‘BİTSE DE KURTULSAK’ÇILAR

Değişikliklerin bununla sınırlı kalmayacağı, yeri garanti görülen Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler dışında bazı bakanların diken üstünde olduğu konuşuluyor. Diken üstünde olanlar dışında “Bitse de kurtulsak” duygusunda olan bakanlar bulunduğu da kulislere yansıyan bilgiler arasında…

Ticaret Bakanı Ömer Bolat ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’ın isimleri bundan sonra değişmesi beklenen ilk isimler arasında sayılıyor. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın isimleri de konuşuluyor, özetle bir iki bakan dışında “kalıcı” denilen yok gibi…

İSİMLER ÖNEMLİ Mİ?

Bu kabine Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin ardından AKP’de aktif siyaset yapmayan ancak iktidarla uyumlu çalışacağı ölçüsüyle seçtiği sözde “teknokratlar”dan oluşan kabinelerin ikincisi.

Erdoğan’ın koltuğunu ancak ikinci turda kıl payı koruyabildiği 28 Mayıs 2023 seçimleri sonrası oluşturduğu kabine. Haziran 2023’te oluşan bu kabinede Erdoğan’ın dışında birincisinde de görev yapan sadece iki isim koltuğunu korumuştu: Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ile Sağlık Bakanı Fahrettin Koca.

Koca’nın görevini Kemal Memişoğlu’na devretmesiyle kabinede tek kıdemli bakan kaldı o da Mehmet Nuri Ersoy. Ki onun adı da değişebilecek bakanlar arasında anılıyor.

Tekrar 14-28 Mayıs seçim sürecine dönecek olursak Erdoğan, büyük güçlükle kazandıkları seçimin faturasını kabineye kesmiş, halkın desteğinin azalmasını önlemek için yeni bir sayfa açtığı izlenimi vermişti.

Bundan sonra 31 Mart Yerel Seçimleri’nde ikinci kez sandıkla karşı karşıya geldi ve ilk kez CHP’nin ardından ikinci parti konumuna düştü. Erdoğan yine en iyi bildiği senaryolardan birini sahneye koydu, faturayı kendisi dışındaki herkese kesmek…

Nisan başı itibarıyla hem parti yönetiminde ve parti örgütünde hem de yapılması beklenen değişiklikler yedi il başkanının görevden alınması ile başladı. Ardından da iki bakanla yollar ayrıldı. Özhaseki ve Koca gitti.

Her iki bakandan rahatsız olanlar olduğu gibi onların da rahatsızlıkları olduğu uzun zamandır biliniyordu. Özhaseki, Koca’dan farklı olarak siyasetin içinden gelen bir isim. AKP’nin önceli olan Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nden bu yana harekette değişiklik kademelerde görev alan  etkin isimlerden. Koca’nın AKP örgütünden gelen talepler dolayısıyla sorun yaşadığı, Özhaseki’nin AKP’nin her dönem yakın durduğu bazı kesimlerin ihale taleplerinde kolaylaştırıcı olmadığı, bu nedenle deprem konutu ihalelerinin aksadığı  gibi sayısız iddia kulislerde konuşuluyor. Bunlar Ankara kulislerinde genel kabul gören iddialar…

DEĞİŞİKLİKLER SÜRECEK

Bu bakanlara yenilerinin eklenmesi büyük ihtimal, genel merkezde, örgütte de değişiklikler yaşanacak. Erdoğan’ın kamuoyunu görüntüde de olsa ikna edebilecek isimler bulmakta güçlük çektiği biliniyor. Ancak zaten bu noktada kimin gelip kimin gittiği sadece filme heyecan katan sahneler. Filmin artık gizlenemeyen temel teması şu: Sistem artık iyice tıkandı, tek adam rejimi duvara dayandı, Türkiye sadece Erdoğan ve çevresindeki bir avuç bürokratın aklıyla yönetilebilecek bir ülke değil… Kimleri kurban ederse etsin, yerine kimleri getirirse getirsin Erdoğan da bu geminin artık yüzdürülemeyeceğinin farkında.

Erdoğan halkın desteğinin hızla azalmasında Başkanlık rejimine olan onayın azaldığını en iyi bilen olmasına karşın, vitrini düzenleyerek yoluna devam etmeye çalışacak, çünkü elinde başka bir araç da kalmadı. Ancak kabinedeki tüm isimlerin Erdoğan’ın birer sureti olduğu, tek başlarına inisiyatif kullanarak aldıkları tek bir karar olmadığı, yeni isimlerin tek başlarına temel sorunların çözümüne katkı sağlayamayacağı, bakanlıkların bizzat Erdoğan’ın Saray’da yuvalanan bürokratlarının kararlarıyla yönetildiği artık aşikâr. Mehmet Özhaseki gitti yerine Saray’ın sadık adamı Murat Kurum geldi, Fahrettin Koca gitti yerine Kemal Memişoğlu geldi. Özetle aslında giden Erdoğan, gidenin yerine gelen yine Erdoğan… Yönetim anlayışı aynı, siyaset tercihleri aynı…

                                                               /././

Akkuyu’nun üst düzey yöneticisi rüşvetten tutuklandı -Özgür Gürbüz-

Akdeniz’in el değmemiş koylarının ortasında yapımı süren Akkuyu Nükleer Santralı’nda bir skandal daha ortaya çıktı.

Tüm hisseleri Rusya’ya ait Akkuyu Nükleer A.Ş. adlı proje şirketinin Yönetim Kurulu Üyesi Gennady Sakharov, 28 Mart 2024 tarihinde Moskova’da rüşvet suçlamasıyla tutuklandı. Moskova’nın ilgili Bölge Mahkemesi, Telegram hesabından Sakharov’un parmaklıklar arkasındaki fotoğrafını paylaştı. Sakharov’un 15 yıla kadar ceza alabileceği söyleniyor.

Ne gariptir ki, Akkuyu Nükleer’in 12 Mart’ta yaptığı son genel kurul çağrısının bir maddesi de Sakharov’a ayrılmıştı. Gennady Sakharov’un Yönetim Kurulu üyeliğinden istifa talebinin 29 Mart’ta yapılacak genel kurul toplantısının gündem maddelerinden biri olması kararlaştırılmıştı. Sakharov muhtemelen başına gelecekleri biliyordu ve istifaya zorlandı ya da gündeme kibarca “istifa etti” notu düşürüldü. Bir başka olasılık da Moskova’daki sürecin basına geç aksettirilmiş olması. Bu yazı hazırlanırken Akkuyu Nükleer’in sitesinde hâlâ Sakharov’un ismi Yönetim Kurulu üyesi sıfatıyla yer alıyordu. Ticaret sicil kayıtları da değişmemişti.                              ∗∗∗

Gennady Sakharov Akkuyu Yönetim Kurulu’nun beş üyesinden biriydi. Aynı zamanda Rusya’nın nükleer devi Rosatom Devlet Şirketi’nin sermaye yatırımları ve inşaatlardan sorumlu direktörüydü. Rosatom da bildiğiniz gibi Akkuyu Nükleer Santralı’nın sahibi, Rusya Federasyonu’na ait bir devlet şirketi.

Söz konusu suçlama rüşvet olunca elbette bunun Türkiye’ye uzayıp uzamadığı konusunda şüphelenmemiz gerekiyor. Tass Haber Ajansı, aynı suçlama kapsamında gözaltına alınan bir başka kişinin de ‘Elguji Kokosadze’ olduğunu belirtti. Kokosadze, Rusya’nın nükleer enerji alanında çalışan en büyük özel şirketlerinden biri olan Orgenergostroy’da Birinci Genel Müdür Yardımcısı idi. Sakharov’un Rosatom’un bir işiyle ilgili kontratı, Kokosadze’den rüşvet alarak Orgenergostroy şirketine verdiği iddia ediliyor. Bu şirket Rosatom’un daimi yüklenicisi diye biliniyor. Kokosadze’nin şirketinin üzerinde çalıştığı projeler arasında Akkuyu’nun da olduğunu belirtelim. Özetle söylersek meselenin Akkuyu’ya kadar uzanması mümkün.

∗∗∗

Nükleer enerji ve rüşvet konularının yan yana gelmesi kimseyi şaşırtmaz. 2000 yılında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit hükümetinin iptal ettiği geçmiş projede de rüşvet söylentileri ayyuka çıkmıştı. Yukarıdaki rüşvet iddiası Akkuyu ile ilgili olmasa bile, nükleer endüstriyle ilgili. Dev ihalelerden, büyük paralardan söz ediyoruz. Konuşulan para miktarı büyüdükçe yolsuzluk olasılığı da o oranda artıyor.
Elimden geldiğince panel veya toplantılara katılıp, özellikle nükleer enerji konusunda bildiklerimi kamuoyuyla paylaşmaya çalışıyorum. Veriler, çevresel ve ekonomik değerler ışığında konuyu tartıştığımızda herkes nükleer santral ısrarının mantıklı bir açıklaması olmadığını görüyor. Sonra da bana şu soruyu soruyor: “Aynı elektriği güneş veya rüzgardan dört kat daha ucuza üretmek varken neden nükleer santralı tercih ediyorlar”. Ben de bu soruyu soranlara, “mantıklı bir açıklaması yok” diye yanıt veriyorum. Belki de ahlaklı bir açıklaması yoktur.

                                                                /././

'Sivas Elleri…' -Şükrü Aslan-

‘Sivas Ellerinde Sazım Çalınır’ diye başlayan türkü, Pir Sultan Abdal şiirinin, müziğe dökülmüş haliydi. Her yerde ama özellikle Alevi coğrafyada büyük ilgiyle dinlenen sözleri, Sivas’ın kahırlı öykülerinden birine gönderme yapıyordu. ‘Kul olayım kalem tutan eline, kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz’ diye başlıyor, ‘Münafıkın her dediği oluyor, gül benzimiz sararuban soluyor, gidi Mervan sad oluban gülüyor’ diye devam ederek, ‘Ey Hızır Paşa, hasret koydu bizi kavim kardaşa, Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz’ dizeleriyle bitiyordu. Bu türkünün sözleri sanki modern Hızır paşaların yarattığı tahribatların öyküsünü de anlatır gibi. Geleneğin içinden gelen ve türlü zulüm karşısında hayatta kalabilenleri memleketine ve ‘kavim kardaşa hasret bırakan’ türden.

∗∗∗

Şimdilerde ‘kavim kardaşa’ çok daha hasret Sivas, hemen her daim renklerin coğrafyasıydı. Sadece merkezinde değil, ilçelerinde de tüm inançlar ve dillerden izler bulmak mümkündü. Mesela Vital Cuinet’in yazılarından öğrendiğimize göre 19. yüzyılın sonunda Divriği ilçe ve köylerinde 24 bin 520 Sunni Müslüman, 12 bin 261 Alevi, 5 bin 385 Gregorian Ermeni, bin 796 Protestan Ermeni, 900 Katolik Ermeni ve 4 bin 45 Ortodoks Greek yaşıyordu. Kayıtlarda genellikle görünmeyen Aleviler Cuinet’in bu araştırmasında yer almıştı.

Gerçi Osmanlı devleti algısında Aleviler periferik bir gruptu ve görünmez kılınmışlardı ama kayıtlarında diğer ötekileri görmek mümkündü. Mesela Vilayet Salnamelerine göre 1907’de Sancak merkezinde 23 bin 167, Gürün’de 7 bin 581, Hafik’te 11 bin 308, Divriği’de 7 bin 725, Kangal’da 2 bin 488 ve Koçgiri’de 5 bin 283 Ermeni nüfus vardı. Yani daha 19. yüzyılda yayımlanan Sivas’ın ilk gazetelerinin Ermenilere ait olması tesadüfi değildi. Müslüman olmayan diğer kimlikler için de aynı durum geçerliydi. Mesela 1914’de Sivas merkezde 24 bin 540, Gürün’de 7 bin 788, Divriği’de 8 bin 354 Müslüman olmayan bir nüfus vardı. Cumhuriyetin 1927’de yaptığı ilk nüfus sayımında bile Ermenicenin en çok konuşulduğu ikinci şehir, İstanbul’dan sonra Sivas’tı.

Açık resmi verilere girmemiş olsa da il-ilçe merkezleri ve köylerin büyük bölümünde Alevi nüfus yoğundu ve şehir bu özelliği nedeniyle Alevi kimliği ile anılmıştı. Vaktiyle Osmanlı ve Safevi devletinin sınırlarında yer alması nedeniyle de Alevi-Sünni gerilimini her zaman en sert şekilde yaşamıştı. Bu gerilimin bir tarafında daima kendisini ‘Sünni Müslüman’ olarak tanımlayan devlet vardı ve bu ‘gelenek’ Cumhuriyet döneminde de devam etmişti. O kadar ki 1950’de çok partili seçime gidildiğinde bile, rejimi kuran CHP’nin 12 milletvekili adayından hiçbiri Alevi değildi. Oysa o seçimde Demokrat Parti milletvekillerinin ikisi Aleviydi. 1969 seçimlerinde Birlik Partisi aracılığıyla şehrin Alevi kimliği daha da belirgin hale gelmiş ve BP hem iki milletvekili çıkarmış, hem de il genelinde yüzde 16,7 oyla üçüncü parti olmuştu.

∗∗∗

Bugün izleri büyük ölçüde silinse de 1960’lı yıllarda Altıntabak, Alibaba ve Gökçebostan Sivas merkezin üç büyük mahallesiydi ve buralarda ağırlıklı olarak Aleviler yaşardı. Aleviler şehrin iktisadi-toplumsal hayatında da etkin konumdaydı. Fakat modern Hızır Paşalar Sivas’ın demografik yapısını ve dolayısıyla toplumsal dokusunu büyük bir adaletsizlikle tahrip etmeye devam etmişlerdi. Bu tahribatların sonucunda diğer renkler gibi Aleviler de adım adım Sivas’ı terk etmek zorunda bırakılmışlardı. 1973’de ölümünün ardından yapılan Aşık Veysel heykeli, kendi memleketinde değil de İstanbul, Gülhane Parkı’na konulmuştu. Özetle Alevilerin şehirde görünürlüğünü önlemek için dışlayıcı/tasfiyeci politika sürüp gitmişti. 3 Eylül 1978 Sivas’ta katliam girişimi de bu tahrip edici politika ve sürecin bir başka aracıydı.

Sivas, son darbeyi 1993 Madımak kırımıyla aldı. Bu kırımın en büyük sonucu Sivas’ı Alevi kimliğinden daha sert biçimde arındırmak oldu. Böylece Sivas, ötekilerin görünmediği bir şehir oldu. Madımak kırımını planlayanların arzuları da buydu belli ki. Şimdi kurak-çorak bir şehir olarak orada duruyor Sivas. Pir Sultan’dan başlayarak onlarca-yüzlerce Sivaslı ozanın türküleri duyulmuyor, şiirleri okunmuyor, sazları çalınmıyor ‘Sivas ellerinde’. Şehir yine var ama geleneksel ruhu artık yok ve toplumsal hafızası da orada değil, gökyüzünde inşa ediliyor. Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’da galası yapılan Madımak Hafıza Merkezi Projesi ile.

(BİRGÜN)