AKP'nin iki gurur fotoğrafı -Ali Ufuk Arikan-
"Bu adlı adınca bu düzenin temsilcileri eliyle yayılan çürümenin sınırının olmadığının ispatıdır. Aynı zamanda halka karşı küstah, kibirli bir meydan okuma…"
Çalmak ve öldürmek... Mevcut toplumsal düzende suç, hatta en büyük suçlar ve 'günahlar' deyince de akla ilk olarak bunlar geliyor…
Ancak bu iki başlıkta da artık gerçekten bir düzeltme ihtiyacı bas bas bağırıyor.
Hep böyleydi diyecekler çıkacaktır, doğrudur, peki bu suçlar işlenirken bir yandan da gurur fotoğrafları verilir, bunlar sergilenir miydi?
Sanıyoruz bu kadar açık ve pespaye şekilde değil.
AKP'nin iki gurur fotoğrafı bu düzenin nasıl bir çürümeyle malûl olduğunu, ahlaki olarak ne kadar büyük bir çöküntü içinde olduğunu sanıyoruz fazla söze gerek kalmadan anlatıyor.
Hatırlamak üzere ilkine gidelim…
Hırsızlık, çalmak demiştik…
Dört eski AKP'li bakan hakkında birisinin canlı yayında Erdoğan'ı hedef alarak yaptığı itirafa rağmen yüce divan gündemli oylamada, AKP'li vekiller 'hayır' oyu vermiş, kendi hırsızına gururla sahip çıkmıştı.
Ülke tarihinde, bu düzenin her adımında bu var, büyük bir hırsızlık üzerine kurulu bu düzen zaten ama her şeyiyle açığa çıkan bir hırsızlığın ardından şöyle bir gurur fotoğrafı vermek mi?
Bu adlı adınca bu düzenin temsilcileri eliyle yayılan çürümenin sınırının olmadığının ispatıdır. Aynı zamanda halka karşı küstah, kibirli bir meydan okuma…
***
Peki, yine bu düzen eliyle, rant hırsı ve akılsızlığıyla gerçek bir sorun haline gelen bir başlıkta çözüm diye aklına sadece katliam gelen, bunu da bir rant çarkının parçası olarak hayata geçiren düzen, katliamdan bile gurur duyar mı? Hadi duydu, bunun fotoğrafını çeker mi?
Kendi neden olduğu, çözüm yönünde akılcı tek bir adım atmadığı bir başlıkta güle oynaya katliam kararı alır, hiçbir sorumluluk hissetmez mi?
Yüzbinlerce hayvanı katletme kararını gururla alıp, şöyle de bir fotoğraf paylaşmak, işte içinde yaşadığımız düzenin fotoğrafı bu:
***
Bu düzen gerçekten halka ait olan tüm değerleri parayla, rantla, dolaysız bir çürüme operasyonuna tabii tutuyor.
Korkunç bir çürüme ve büyük bir kibir var karşımızda.
Ne yapsa, ne eylese karşı çıkılmayacak kadar güçlü görüyorlar kendilerini.
O yüzden dün yüzbinlerce hayvanı katletme kararı aldıkları andan hemen sonra bir gurur fotoğrafı paylaşıp, meydan okuyorlar.
Geçtiğimiz günlerde eski gazete küpürleri sosyal medya üzerinden dolaşıma girdi.
Konunun ülke tarihinde defalarca kez gündem olduğu da gösteren ilgili haberlerde, yoksul halkın öldürülmek istenen köpekleri evlerinde sakladığı, görevliler onları öldürmeye geldiğinde ise karşı koyup sahip çıktıları yazıyor.
Halkımızın zalimliğe ve akılsızlığa karşı vicdanı, güçlü bir hafızası var, ama bir ötesi için bu yetmiyor.
Bu çürümeye boyun eğmeyenlerin, mutlaka ama mutlaka bu akılsız düzeni sonlandırması gerekiyor.
Hırsızlık yaparken de kendi neden oldukları sorunun ardından toplu katliama imza atarken de gurur fotoğrafları paylaşanların bu akılsız düzenini yıkmak boynumuzun borcu.
/././
Vergi cennetinin İsrail’e girme planları -Fatih Yaşlı-
"Kapitalist sistemin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin gözle görülür elle tutulur hale gelmesinin önündeki en büyük engellerden biri bir manipülasyon ideolojisi olarak radikal sağdır."
Erdoğan Rize’de yaptığı bir konuşmada Karabağ’a, Libya’ya nasıl girdilerse İsrail’e de öyle girebileceklerini söyledi. Karabağ’a girmekle kastedilenin İHA/SİHA teknolojisini kullanarak zaten zayıf olan Ermenistan ordusu karşısında Azerbaycan ordusunu avantajlı hale getirmek olduğunu biliyoruz. Libya’ya ise ülkede yaşanan iç savaşa taraf olarak ve vekil güçler aracılığıyla girilmiş, neredeyse Mısır’la savaş aşamasına gelinmişken de geri adım atılmıştı.
Yani aslında her iki ülkeye de savaş anlamına gelecek şekilde doğrudan girilmemiş, farklı yöntemlerle müdahalede bulunulmuştu. Savaşa en çok yaklaşılan coğrafya ise aslında Suriye’ydi; çünkü Suriye’de ABD ortaklığındaki eğit-donat programıyla silahlandırılan cihatçılara Suriye’ye karşı vekâlet savaşı verdirilmiş ama bununla yetinilmediği ve zaman zaman TSK’nın doğrudan Suriye ordusunu hedef aldığı durumlar da yaşanmıştı. Buna rağmen Erdoğan konuşmasında Suriye’yi girilen ülkeler arasında saymadı, daha doğrusu sayamadı; çünkü şimdilerde Esad’la görüşme planları yapılıyordu ve böyle bir açıklama bir çuval inciri berbat edebilirdi.
Sağcılık eninde sonunda bir yalan ve manipülasyon ideolojisidir, bütün versiyonlarıyla radikal sağ ise bunun zirve noktasıdır. Erdoğan istediği kadar İsrail’e girmekten bahsetsin, bunun bir palavradan ibaret olduğunu ve İsrail’in hamisi ABD’ye yaranmak için İsrail ile tarihsel bir yarış halinde olduklarını kendisi de dâhil herkes biliyor. Daha düne kadar Yunanistan için “bir gece ansızın gelebiliriz” diyordu, bugün ise her gün Türkiye’den Yunan adalarına binlerce kişi gezmeye gidiyor. Azerbaycan’a verdikleri İHA/SİHA desteği üzerinden İsrail’e dikleniyor ama İsrail’in baş petrol tedarikçisinin Azerbaycan olduğunu, kendilerinin de o tedarikte büyük payı bulunduğunu gizlemeye çalışıyor. “Libya’ya girdik” diyor ama Libya’da düşman ilan ettikleri Hafter’in oğlu Belkasım geçen hafta sonu Dışişleri Bakanı Fidan ile görüşüyor. En çok da alık ulusalcıları kafalamak için “Mavi Vatan” diye ahkâm kesiliyor ama sondaj çalışmaları da dâhil Akdeniz’deki bütün emperyal iddialardan çoktan vazgeçilmiş durumda.
Peki tüm bunlar, bu yalan ve manipülasyon siyaseti ne işe yarıyor, neyi hedefliyor? Radikal sağ siyaset düzenin işleyişi açısından nasıl bir önem taşıyor?
Yönetici sınıflar için temel mesele mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin devamıdır; bunun için ise çeşitli araçlar ve yöntemler geliştirilmiştir. Radikal sağa burada düşen görev hislere, korkulara, kaygılara oynamak ve kitlelerin içinde yaşadıkları yoksulluğa, sefalete karşı duydukları öfkeyi kimi zaman din, kimi zaman da milliyetçilik aracılığıyla manipüle etmek, böylece de öfkenin esas sorumlulara, yani sistemin ta kendisine yönelmesini engellemektir.
Kapitalist sistemin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin gözle görülür elle tutulur hale gelmesinin önündeki en büyük engellerden biri bir manipülasyon ideolojisi olarak radikal sağdır. O bazen elitleri, bazen sığınmacıları, bazen Yahudileri bazen de şimdilerde olduğu gibi sokak hayvanlarını kitlelerin önüne atar, onları bir paratoner misali kullanır ve kitlelerin öfkesinin düzenin üzerine yıldırım misali düşmesini engeller.
Şimdi bu söylediklerimizi günümüz Türkiye’si özelinde somutlaştıralım ve çeşitli örnekler verelim. Evrensel gazetesinde 27 Temmuz’da yayınlanan Uğur Zengin imzalı habere göre iktidarın toplamı 190 milyar lirayı bulan ve 21/b denilen usulle, yani adrese teslim ihalelerle ihya ettiği inşaat şirketlerinin neredeyse hiçbiri doğru dürüst vergi ödemiyor.
Örneğin devletten bu yöntemle aldığı 28.9 milyar liralık kamu ihalesiyle ilk sırada yer alan Taş Yapı 2019, 2020, 2021, 2022 ve 2023 yıllarında hiç vergi vermemiş. 12.7 milyarlık ihale alan Rönesans Holding, 6.3 milyar liralık ihale alan Özgün İnşaat, 4.5 milyar liralık ihale alan Özgün İnşaat ve 3.3 milyar liralık ihale alan Limak 2023 yılında hiç vergi vermemiş.
Şimdi bu ihalelerin çoğunun Hazine garantili projeler olduğunu ve hemen hepsine milyarlarca liralık ödeme yapıldığını aklımıza getirelim ve bu ödemelerin dolara endeksli olduğunu, öte yandan devletin bu ihaleleri alan şirketlerin borçlarını TL’ye çevirdiğini hatırlayalım. Yani bu şirketler vergi vermedikleri gibi, Hazine’den sürekli dövize endeksli garanti ödemesi alıyor, borçlarını ise iktidarın yaptığı düzenlemeyle döviz değil TL üzerinden ödeyerek bir de oradan vurgun yapıyorlar.
Ancak burada bir hatırlatma yapmamız gerekiyor: Meseleyi sadece “beşli çete” olarak adlandırılan ama sayıları kırka yaklaşan bu şirketlere indirgemek gerçeğin ancak bir bölümünü görmek anlamına geliyor; çünkü bu çeteye dâhil olmayıp sermaye çetesine dâhil olan diğer birçok şirket de çeşitli yöntemlere başvurarak vergi ödemiyor. Listeye baktığımızda ise Sasa Polyester, Gediz Elektrik, Amazon, Trendyol, Yemek Sepeti vs. diye uzayıp gittiğini görüyoruz.
Yine Evrensel’den ve yine Uğur Zengin imzalı başka bir habere bakarak sömürünün boyutlarını anlamaya çalışmaya devam edelim. Bugün tıpkı Türkiye sermaye sınıfının kendi tekelleri gibi uluslararası tekeller de doğru dürüst vergi ödemiyor. Örneğin Oyak Renault’nun 2023’teki vergi oranı yüzde 4.4, Toyota’nınki yüzde 0.95, Vodafone’unki yüzde 0, Ford Otosan’ınki yüzde 0.15 ve Bosch’unki yüzde 0.
İşte hal böyleyken, yani Türkiye yerli ve uluslararası sermaye için bir “vergi cenneti” haline gelmişken Erdoğan imzasıyla yayınlanan ve 2024-2028 arasını kapsayan “Uluslararası Doğrudan Yatırım Strateji Belgesi” bu cenneti daha da sağlamlaştırmayı, kalıcı hale getirmeyi hedefliyor. Belgeye yazdığı sunuş yazısında Erdoğan bu durumu şöyle anlatıyor:
21 yıldır kesintisiz olarak yürüttüğümüz reform süreciyle ekonomide özel sektörün önünü açan, yatırımcı dostu bir iklim oluşturduk. Bugün Türkiye; rekabetçi iş ortamıyla, nitelikli insan kaynağıyla, jeostratejik konumuyla, cazip teşvikleriyle, güçlü finans sistemi ve makroekonomik yapısıyla uluslararası yatırımlar ve yatırımcılar için karlı ve güvenli bir limandır.
Bu “yatırımcı dostu” belgenin en önemli yanı elbette ki Erdoğan’ın “cazip” diye nitelendirdiği teşvikler ve bu teşviklerin tutarı 30 milyar doları buluyor; bunun yanı sıra hazine arazilerinin uluslararası şirketlere satışı ve patronlara enerji desteği de belgenin önemli kısımları arasında.
Peki tüm bunlar ne anlama geliyor? Şöyle özetleyebiliriz: Birincisi sermayeye verilecek teşvikler arttıkça halkın cebinden çıkacak vergiler de artacak, ikincisi rekabet adı altında emek maliyetleri daha da aşağı çekilecek, emeğin değeri daha da ucuzlayacak ve üçüncüsü kamuya ait varlıkların şirketler tarafından gasp edilmesi süreci daha da hızlanacak.
Sermaye düzeni sadece çalışanların emeğinin ürüne artı-değer aracılığıyla el koyarak işlemiyor, son derece komplike bir sömürü aygıtıyla karşı karşıyayız. Hazine garantili projelerle, alınmayan vergilerle, verilen teşviklerle, silinen borçlarla, sermayeye olan borçlar döviz kuruna endekslenirken sermayenin borçlarının TL’ye çevrilmesiyle, tüm bunlar neticesinde ortaya çıkan bütçe açıklarının vergiler aracılığıyla halka yıkılmasıyla, kamusal varlıkların özelleştirilip sermayeye peşkeş çekilmesiyle işleyen, karmaşık, çok boyutlu bir mekanizma var karşımızda.
İşte bu mekanizmanın işlemeye devam edebilmesinin yolu İsrail’e yalandan efelenmekten, sahte anti-emperyalizmden, kültürel çelişkilere oynayıp toplumu bunun üzerinden kutuplaştırmaktan, korku politikalarından, öfkeyi kendinden zayıf olana yöneltmekten, hayali düşmanlar yaratmaktan geçiyor. Türk sağı en çok buraya oynuyor ve çoğu zaman muhalefetteki unsurlarını da arkasında dizecek şekilde bu oyunu kazanıyor.
Türkiye’de çoklu kriz derinleştikçe, düzenin de bu oyunu derinleştireceğini, toplumu daha da sağa çekmeye çalışacağını, İslamcılığın içerisindeki milliyetçilik dozunun daha da artırılacağını görebiliyoruz. Kriz arttıkça düzenin bu ülkeye daha çok sağcılık, daha çok hamaset vermekten başka bir şansı bulunmuyor çünkü.
İşte sağın düzen tarafından operasyonel bir şekilde halka dayatıldığı bir konjonktürde, buraya mutlaka soldan yapılacak bir müdahaleye ihtiyacımız var. Gelmiş olduğumuz noktada ancak sınıfa dayalı bir sol siyaset bu operasyonu kısa devreye uğratabilir. Üstelik bu siyasetin sadece iktisadi olmakla yetinmemesi, kültürel, ideolojik ve hegemonik bir mücadeleyi de kapsaması, yani çok boyutlu olması bir zorunluluk teşkil ediyor.
Bugün Türkiye’de düzenin kendi bekası adına daha da sağa çektiği bir toplum, merkezden uzaklaştığı ya da öyle sandığı oranda sol müdahaleye de açık hale geliyor demektir. Bu müdahalenin yol yordamının, yöntemlerinin ve araçlarının ne olacağı üzerine ise ivedilikle düşünmek ve harekete geçmek gerekiyor.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder