14 Temmuz 2024 Pazar

Birgün "KÖŞEBAŞI" -14 Temmuz 2024 -

 

Fotoğrafın resim hali -Atilla Aşut-

“Fotoğraf” ve “resim” sözcüklerinin ayrı kavramlar olduğunu, o yüzden de birbiri yerine kullanılmayacağını söyleyenler var. Öyleyse bugün “fotoğrafın resim hali”nden söz edelim biraz…

Son zamanlarda TV yorumcularından şu tümceyi çok sık duyuyoruz: “Büyük resme bakmak gerekir.” Bir konuya bütüncül yaklaşılması gerektiğini anlatmak için söylüyorlar bunu. Onların “resim” dedikleri şey, herhalde ressamların fırçasından çıkmış tablolar değil. “Büyük resim” derken, çok açık ki eğretileme yoluyla “fotoğraf”ı imliyorlar…

İlkel dönemlerde mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerin binlerce yıllık tarihine karşılık, fotoğrafın tarihi iki yüzyılı geçmez. Böyle olunca da insanların her görüntüyü “resim” diye algılamalarına şaşırmamak gerekir. Zaten çok sayıda yazar ve ozanımız da halkın bu doğal sezgisine uygun olarak “resim” sözcüğünü “fotoğraf” yerine kullanmakta sakınca görmemiştir. İşte birkaç örnek:

AZİN NESİN’İN ANLATIMIYLA…

Ünlü yazarımız Aziz Nesin, “Annemin hiç fotoğrafı yoktu” diye başladığı bir yazını şöyle sürdürüyor:

“1926 yılında yirmi altı yaşındayken veremden ölen annem bütün yaşamında resim çektirmedi. Çünkü o zaman bizim ortamımızda - yeni kuşaklar pek şaşacaklar belki de - resim çektirmek günah sayılırdı. Yalnız, askerlik gibi resmi işleri için erkekler vesikalık resim çektirirlerdi.”

Aziz Nesin’den “resim”li birkaç alıntı daha:

-“Bu resim, 20 Kasım 1981 tarihinde çekilmiştir. Resimde üç planda üç ayrı yapı görülmektedir.”  (Nesin Vakfı 1982 Edebiyat Yıllığı arka kapak yazısından.)

-“Yıllıklarımızın arka kapaklarındaki resimlerden, Nesin Vakfı yapılarının gelişim durumları görülmektedir. (Yukarıdaki resim, 10 Nisan 1983 günü çekilmiştir.)” (Nesin Vakfı 1983 Edebiyat Yıllığı arka kapak yazısından.)

-25 Ağustos 2019 günlü Cumhuriyet gazetesinin “Bulmaca” sayfasında Turgut Özakman’ın fotoğrafı var. Bulmacayı hazırlayan Sedat Yaşayan’ın açıklaması şöyle: Resimde gördüğünüz, tiyatro oyunlarının yanı sıra Şu Çılgın Türkler ve Diriliş gibi romanlarıyla da tanınmış yazarımız…”

Aynı günkü BirGün’ün “Bulmaca” sayfasını Selda Bağcan’ın fotoğrafı süslüyor. Orada da “Resimdeki şarkıcı kim?” diye
sorulmuş okura…

BAŞKA YAZARLARDAN ÖRNEKLER

Özdemir İnceCumhuriyet’teki köşesinde “fotoğraf” ve “resim” sözcüklerini aynı tümcede kullanmış:

-“Ertuğrul Özkök’ün sözünü ettiği görüntü tam anlamıyla bir Potemkin fotoğrafı, bir Yekaterina resmi!” (Özdemir İnce, “Laf Söyledi Balkabağı”, Cumhuriyet, 25 Ağustos 2019)

Peki, Yaşar Kemal’e ne diyeceksiniz? Onun en ünlü romanı İnce Memed’in girişinde şu iki dize vardır:

-’’Duvarın önünde resmim aldılar / Ak kâğıt üstünde tanıyın beni ‘’

Bir örnek tümce de Erken Cumhuriyet Dönemi yazarlarından Aka Gündüz’den:

-”Güzel İnebolu kızı, duvara yapıştırılan Gazi’nin resmine uzun uzun baktı.”

BİRAZ DA ŞİİRLİ RESİMLER!

“Resim” sözcüğünü “fotoğraf” yerine kullanan ozanlarımızın sayısı da az değil. İşte onlardan tadımlık birkaç dize:

-“Bende bir resmi var, yarısı yırtık” (Bekir Sıtkı Erdoğan, “Binbirinci Gece” şiirinden.)

-“Ah çekerim resmine her bakışta / Bir mahzunluk var o boyun büküşte” (Bekir Sıtkı Erdoğan, “Kışlada Bahar” şiirinden.)

-“Nedense bütün resimlerimde ben / Böyle mahzun ve perişan çıkarım.” (Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Resim” adlı şiirinden.)

Sevgili Eray Canberk kardeşim de duvarda sararmış bir “resim”den söz ediyor “Ayrılık Türküleri” şiirinde:

“genç bir kadın tutuyor şimdi yasını / ki zamansız ak düşmüş saçlarına / resminse sarardı duvarlarda / ve örselendi kenarları” (İç: Kent Kırgını, YKY, Ekim 2011, s. 74)

Son örneğimiz de bir “haiku” olsun:

“Yılbaşı resmim / Nasıl kıskanmam onu / Benden bir yıl genç” (Ali Rıza Güç, “Haikular”, SarmalÇevrim, Temmuz-
Ağustos 2024, Sayı: 40)

∗∗∗

Görülüyor ki “resim” ile “fotoğraf”ın yolu yazınsal metinlerde çok sık kesişiyor.

Varlıkların görüntüleri ister makineyle ister kalem ya da fırçayla kaydedilsin, sonuçta hepsi de birer “resim”dir. O nedenle bu iki kardeş sözcüğü karşıt kavramlarmış gibi görmemek gerekiyor.

HAFTANIN NOTU

Tunç Tayanç

Bu yaz art arda çok değerli aydınlarımızı yitirdik. Yazar ve çevirmen dostumuz Tunç Tayanç da ne yazık ki katılmış “evvel giden ahbaplar” kervanına…

Çok donanımlı bir değerimizdi Tunç Tayanç. Onlarca kitaba imza atmış; araştırma yazıları, derlemleri ve çevirileriyle düşünce dünyamızı genişletmiş, zenginleştirmişti. Tarihsel TİP’in aydın kadrosunda yer almıştı. “Birleşik Haziran Hareketi”ne de eylemli katkı vermişti. Son zamanlarda Ahmet Cemal’in yazılarını derlemeye çalışıyordu. Onun ölümüyle yazın ve düşün dünyamızdan bir yıldız daha kaydı. Dostluğunu ve yokluğunu her zaman derinden duyumsayacağız...

                                                       /././

Kadınların soyadı mücadelesi -Gözde Bedeloğlu-

Kadınlar ve hakları üzerine kelam etmeden önce yapılması gereken ilk şey Türkiye’deki kadına yönelik erkek şiddetine dair verileri paylaşmak ve buradaki istikrarı hatırlatmak. Çünkü bu devamlılıkta kadına bakışın ideolojik alt yapısını görebilmek ve kadınları ilgilendiren yasal düzenlemelerle neyin amaçlandığını anlayabilmek mümkün.

bianet.org'un her ay, yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlere göre; erkekler haziran ayında en az 34 kadını öldürdü. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın, TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda verdiği bilgiye göre de bu yılın ilk altı ayında erkekler 166 kadın öldürüldü. 2023 yılında 308 kadın uğradığı şiddet nedeniyle hayatını kaybetmişti.

                                                      ***

2021’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış ve iktidar bu kararı 6284 sayılı kanunun yeterli olacağı fikriyle savunmuştu. Yasalar, elbette tek başına işe yaramazlar. Yorum ve uygulamada hakim bakışın izleri açıkça görülebilir. Yasaların zamanın koşullarına uygun olarak yenilenip değiştirilmesi gerekebilir ancak bunun ne kadar özgürlükçü ya da kısıtlayıcı olacağını yasa yapıcının ideolojisi ve dünyayı kavrayışı belirler. Türkiye’deki muhafazakar milliyetçi iktidar ortaklığının kadınların talep ve ihtiyaçlarına, hak ve özgürlüklerine yaklaşımı, bizzat kendi söylemlerinden referansla, zamanın çok gerisinde.

Kadının giyim kuşamından kahkahasına, kaç çocuk doğuracağından doğurmak istememesine, rujunun renginden eteğinin boyuna, ulaşabilecekleri en yüksek mertebenin annelik olduğuna kadar, sadece kadını ilgilendiren her kararda söz ve yetki sahibi olduğunu düşünen ve dahası kadın ve erkeğin eşit olmadığını açık açık söyleyenler tarafından yönetilen tek bir ülke yoktur ki kadınlar hak ettikleri şekilde hür ve güven içinde yaşayabilsin.

Dolayısıyla, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının, kadına karşı şiddetin önlenmesine dair 6284 sayılı kanunun seçim pazarlığına konu edilmesinin yanında Medeni Kanun da bugün, iktidar öncülüğünde, bir tartışma konusu. EMEP Milletvekili Sevda Karaca’nın hatırlattığı üzere, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç göreve gelir gelmez katıldığı bir yayında aile hukukunu sil baştan ele alacaklarını söylemişti. Karaca, kadınların eşit yurttaşlığının en temel güvencesi olan Medeni Kanun’un kadınlara sorulmadan, kadın örgütleriyle istişare edilmeden, üstelik ‘sil baştan’ bir şekilde değiştirilmesine hangi grupların hangi ihtiyaçlarına cevap verme motivasyonunun eşlik ettiği hususunun kaygı verici olduğunun altını çiziyor.

Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda konuşan İçişleri Bakanı Yerlikaya, kültürümüzde toplumumuzun yapı taşının aile olduğunu söyledi ve “aile varsa devlet vardır” dedi. 2011’de, dönemin Başbakanı Erdoğan “Biz muhafazakar demokrat bir partiyiz. Bizim için aile önemli” demiş ve Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yerine, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı kurulacağını açıklamıştı. Kadın ve ailenin eşdeğer görülmesi zaten bir eleştiri konusu iken bu kez kadının adı hepten dışarıda bırakılmıştı.

Kadının tek başına özgür bir birey olduğu gerçeğinin ısrarla göz ardı edildiği örneklerden biri de soyadı meselesi. İktidarın meclisten geçirmeye çalıştığı 9.Yargı Paketi Düzenlemesi’nde, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen, kadınların evlendikten sonra sadece bekarlık soyadlarını kullanmaya devam etme hakkı engelleniyor. AYM, erkeklerin ömür boyu kendi soyadlarını kullanabilmesine karşın kadınların evlendikten sonra bekarlık soyadını tek başına kullanamamasının eşitlik ilkesinin ihlali olduğuna karar vermişti.

AYM’nin iptal kararından sonra kadınlar, başvuruda bulunarak sadece kendi soyadlarını kullanabilcekken, iktidar sanki böyle bir karar hiç verilmemiş gibi davranarak bir kez daha AYM’yi yok sayıyor. Oysa yasama yeni bir düzenlemeyle ya da buna gerek duyulmadan AYM kararının uygulanmasını sağlamakla görevli. Bunun yerine iktidarı sürekli, kadınların kazanılmış haklarını tırpanlayan, geriye götüren bir hazırlık içinde görüyoruz.

                                                       ***

Türk Medeni Kanunu hazırlanırken örnek alınan İsviçre Medeni Kanunu’nda, zamanın ilerleyişi ve eşitlik ilkesi dikkate alınarak, 2013 yılında ilgili maddede değişiklik yapıldı. Bu düzenlemeye göre İsviçre’de “Eşler kendi adlarını koruyabilirler. Eşler nüfus memurluğuna erkeğin ya da kadının bekarlık soyadını ailenin ortak soyadı olarak kullanmak istediklerini beyan edebilirler. Eşler kendi adlarını korudukları takdirde, doğan çocuklarına verecekleri soyadını kendileri kararlaştırabilirler.” Boşanma halinde ise “Evlenmekle soyadını değiştiren eş, boşanmadan sonra bunu korumaya devam eder, fakat dilerse nüfus memurluğuna başvurmak suretiyle bekarlık soyadını alabilir.” İşte bu kadar basit! Mesele, ülkenin insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olup olmayacağına karar vermekten ibaret.

                                                               /././

Washington Zirvesi'nde gizlenmek istenen gerçekler: NATO bekçiliği için ülkeyi ateşe attılar -İbrahim Varlı-

İktidar ve yandaşlar NATO’nun Ukrayna savaşına dahil edildiği zirveden Türkiye adına bir "başarı öyküsü" yazmaya çalışsa da gerçekler farklı. “Türkiye NATO’nun belkemiğidir” diyen Erdoğan'ın da imzaladığı kararlarla ülke resmen ateşe atıldı. İttifak üyeleri Rusya'ya -ve Çin'e- karşı cepheye sürülürken Türkiye de bu görevlendirmede tehlikeli roller üstlenmek zorunda kalacak.

İktidar ve yandaşları Washington'daki NATO Zirvesi’nden Türkiye adına bir “başarı” çıkarmaya çalışırken alınan kararların ülkenin başına ne tür çoraplar öreceğini saklamaya çalışıyorlar. Türkiye’nin önem verdiği birçok konunun metne yansıdığının ileri sürüldüğü bildirgede en kıvanç duyulan nokta ise iki yıl sonraki zirvenin Türkiye’de yapılacak olması. Ancak gerek zirvedeki konuşmalar gerekse de 38 maddelik sonuç bildirgesindeki maddeler Türkiye’nin büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

ÖVÜNDÜKLERİ MADDELER

• NATO’nun 2026 zirvesinin Türkiye’de yapılacak olması.

• Terörizmin ikinci büyük tehdit olarak kayda geçirilmesi.

• Müttefiklerin birbirlerine yaptırım uygulamamaları gerektiği yönünde Vilnius kararının yeniden teyit edilmesi.

• Balistik füze savunması bağlamında tüm NATO müttefiklerinin tamamen koruma kapsamına alınması taahhüdü yeniden kabul edildi.

• NATO-AB arasında işbirliğinin bir müktesebat temelinde yürütülmesi kararı.

İKTİDARIN GİZLEMEK İSTEDİĞİ TEHLİKELER

Rejimin “başarı” diye sunmaya çalıştığı bu maddeler, Türkiye’nin bugününü ve yarınını ipotek altına alan tehlikeli kararları gizleyemiyor. Washington’daki 75’inci kuruluş yıldönümü zirvesinde sadece Türkiye’yi değil, bütün bir küresel güvenliği tehdit eden kararlar açık bir deklarasyonla kayda geçirildi.

- Balkanlar ve Karadeniz NATO gölüne çevriliyor

Batı Balkanlar ve Karadeniz, NATO açısından stratejik öneme sahip bölge olarak ilan edildi. Bölgenin "güvenliği ve istikrarı"na katkı adı altında NATO’nun burayı Rusya'ya karşı merkez üsse çevirmesine karar verildi. NATO’nun buraya yığınak yapması, Romanya ve Bulgaristan’ı özel olarak seçmesi yeni gerilimlere neden olacak. Bu da her yönüyle Türkiye’yi etkileyecek.

- Savaş örgütü Ortadoğu’ya sokuluyor

Bir Atlantik ittifakı olan NATO’nun Ortadoğu’ya fiilen sokulmasının önü açıldı. Savaş örgütü NATO’nun Ürdün’de ofis açmasına karar verildi. “Ofis”, İsrail’in güvenliğini sağlayacak ve de İran’a karşı ileri karakol işlevi görecek. ABD ve İngiltere, İsrail ile NATO ilişkisini derinleştirme peşinde. Uzun vadede “ortaklık” ilişkisinin daha da geliştirilmesi planlanıyor. NATO askerlerinin bu vesileyle Ortadoğu’ya ayak basacak olması Filistin, Suriye, Irak denkleminde Türkiye’yi de her yönüyle etkileyecek.

- Milli gelirin yüzde 2’si savunmaya gidecek

Ekonomik kriz derinleşirken silahlanma ve savunmaya milyar dolarlar akıtılacak. ABD’nin dayatmasıyla pek çok ülke gibi Türkiye de milli gelirin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla-GSYİH) en az yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayırma koşulunu yerine getirdi. Ankara’nın bu yıl GSYİH'nin yüzde 2,09'una karşılık gelen kaynağı savunmaya ayırması kayda geçildi.

- Ukrayna savaşına “resmen” taraf olundu

Washington’daki zirvede NATO, fiili olarak yer aldığı Ukrayna’da “resmen” devreye sokuldu. 32 ülkenin liderleri Ukrayna'ya silah yardımı ve askeri eğitim sorumluluğunu NATO'ya devretti. Bu da NATO’nun savaşa aktif olarak dahil olması demek. Bu karar, olası bir savaşa “ittifak”ın önemli bir üyesi olan Türkiye’nin de dahil edilmesi anlamını taşıyor. Türkiye veya herhangi bir ittifak üyesinin bundan kaçınma şansı yok.

- Kiev’e milyar dolarlar akıtılacak

Bildiride, İttifak üyelerinin gelecek yıl Ukrayna'ya en az 43,3 milyar dolar askeri yardım sağlayacakları taahhüt edildi. Türkiye de Ukrayna’ya bu yardımı sağlamak zorunda kalan ülkelerden birisi. Ve payına da yaklaşık 1 milyar dolar düşüyor. Bu yardım askeri teçhizat göndermek şeklinde de olabilir başka türlü de. Halktan sakınılan kaynaklar dahil olunmaması gereken bir savaş için harcanmış olacak. Ekonomik, siyasi, askeri yardımlar artarak devam edecek. Bu da daha fazla ekonomik yük demek.

- Nükleer silahlar ve nükleer caydırıcılık

Zirve bildirgesinin bir diğer önemli maddesi de NATO’nun bir nükleer ittifak olduğunun ilan edilmesiydi. Nükleer caydırıcılığın ittifak güvenliğinin temel taşı olduğunun belirtildiği bildirgede, nükleer silahlar var olduğu sürece NATO nükleer bir ittifak olarak kalacaktır denilerek Rusya ve Çin’e açık mesajlar gönderildi. Bu nükleer tehditlerin ne tür bir felakete yol açabileceği gündeme getirilmedi.

- Çin’e karşı Asya-Pasifik görevi

Zirvenin en önemli bir diğer kararı da bir Kuzey Atlantik İttifakı olan NATO’nun dünya jandarmalığına soyunmasının resmen ilan edilmesi oldu. NATO Çin’e karşı Asya-Pasifik’e yöneltildi. Japonya, Güney Kore, Endonezya, Avustralya, Yeni Zelanda NATO zirvelerinin artık yeni “müdavimleri.” Emekli diplomat Engin Solakoğlu da “NATO’nun artık bir Atlantik ittifakı olmaktan çıkarak dünyaya nizam vermeye çalıştığını” söylüyor. Ve haliyle Asya-Pasifik seferinde Türkiye’ye de görevler yüklenecek. Ve Ankara’nın bu görevlerden kaçınması mümkün olmayacak. Benzer bir durum Amerikan emperyalizminin hedefindeki olası İran ve Kuzey Kore görevleri için de geçerli olacak.

ÜLKE ATEŞ HATTINDA KALIR

Zirveden çıkan kararları BirGün'e değerlendiren gazeteci-yazar Murat Yetkin’e göre NATO’nun Rusya’yla doğrudan çatışması halinde Türkiye ateş hattındaki ülkelerden birisi olacak. Yetkin, “Olası bir savaş halinde “ittifak”ın güney kanadındaki en önemli üyesi olan Türkiye’nin bundan kaçınması mümkün olmayacak. NATO’da tüm kararlar oy birliği ile alınıyor, haliyle NATO savaşa girerse Türkiye de girecek. O nedenle ben Türkiye’nin ve sadece Türkiye değil başka NATO üyelerinin de Rusya doğrudan bir NATO üyesine saldırmadan Rusya’yla savaştan uzak durma çabasında olacağı kanısındayım. Çünkü Türkiye’nin de bu kararlarda imzası var/olacak. Bu nedenle kararlar bağlayıcı ve “ben yokum” deme seçeneği yok. Rusya ve İran ile komşu Türkiye “ittifak” içinde askeri güç sıralaması açısından üçüncü sırada. Bu ülkelere yönelik herhangi bir müdahale her yönüyle Türkiye’yi olumsuz etkiler” dedi. Yetkin, yetkinreport.com’daki “Ankara NATO Zirvesi sonuçlarında aradığını buldu mu?” yazısında da NATO’nun küresel saflaşmanın netleşmeye başladığını deklare ettiğini belirtiyor.

ÇEMBER İYİCE DARALIYOR

ABD ile Rusya arasında tarafların kendisine tanıdığı görece “özerk” alanda “denge” adı altında top çevirmeye çalışan AKP iktidarı için mesafe kısalıyor. Batı emperyalizminin NATO’yu bir global jandarmaya dönüştürme girişimleri Saray rejimini ilerleyen günlerde açık taraf tutmaya zorlayacak. Pragmatist gerekçelerle Ukrayna’da bugüne kadar açılan kapı iyiden iyiye kapatılmaya çalışılacak. Üyesi olduğunuz emperyalist askeri birlik komşu bir ülkeye karşı savaş baltalarını çıkarırken büyük bir “gurur”la “Türkiye NATO’nun belkemiğidir” diyen Saray rejiminin “ben bu oyunda” yokum deme şansı olabilir mi?

                                                                /././

Ballı maaşlılar ordusu daha çok büyüyecek -Nurcan Bilge Gökdemir-

Kamu kurumlarındaki görevlerinden dolayı üçer beşer maaş alanlarla ilgili düzenleme istisnalar dolayısıyla iddia edildiği sonucu doğurmayacak. Bu koltuklara yine AKP-MHP ortaklığının belirlediği yeni isimler oturacak.

İktidarın “Tasarruf önlemleri konusunda kararlıyız” şovuna malzeme olan “Ballı maaşlara son” söyleminin büyük bir kandırmaca olduğu ortaya çıktı. Tüm kamuya yayılan ve gözde bürokratların 3-5 yerden birden maaş almasını engelleyen, altı asgari ücrete yakın bir ücretle yani sadece 98 bin TL ile yetinmek zorunda bırakacak düzenleme tipik bir AKP düzenlemesi aslında.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşmeleri tamamlanan Torba Kanun Teklif içinde yer alan bu düzenleme kamu kurum ve kuruluşlarının yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu, danışma kurulu üyeliğinde ve komisyon, heyet, komite ile benzeri organlarında görev alanlara, kurum içi ve kurum dışı ayrımı yapılmaksızın bu görevlerinden sadece biri için ücret ödeneceği açıklaması ile kamuoyuna duyuruldu.

Görüşmeler başlamadan milyonlardan esirgenen kaynakların istisnalar nedeniyle çok da değişmeden iktidara yakın isimlere aktarılmasına devam edileceği anlaşıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Varlık Fonu şirketlerinin kapsam dışında kalacağı anlaşıldı. Bunlar tam da bu ballı maaş uygulamasının en yaygın yaşandığı dev şirketler. Yani eski bakanların, milletvekillerinin, güreşçilerin yönetim kurullarında boy gösterdiği kamu bankaları, BOTAŞ, TÜPRAŞ, Türk Telekom, Türk Hava Yolları, Türkiye Petrolleri gibi kamunun en önemli şirketleri…

Bu şirketler kapsam dışında kaldığında zaten üçer beşer koltuk uygulamasının neredeyse aynen süreceğini görmek mümkün.

MEVZUATTA DÜZENLEMELER

Burada şunu da hatırlatmak gerekiyor. AKP’nin mevzuatı istediği gibi yorumlayıp uyguladığının, hatta kolaylıkla yok sayabildiğinin sayısız örneği var. Bu da bunlardan biri. Zaten mevzuatta önleyici düzenlemeler bulunuyor.

2001 yılında çıkartılan 631 Sayılı KHK’de şu hüküm yer alıyor: “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinden kurum ve kuruluşların yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu, danışma kurulu üyelikleri ve komisyon, heyet, komite ile benzeri organlarda görev alanların, kurum içi ve kurum dışı ayrımı yapmaksızın bu görevlerden sadece biri için ücret ödenir.”

“Kurum içi/kurum dışı” tanımı ile ortaya çıkan tereddütleri gidermek için de 2011 yılında bir KHK daha yayımlandı. 666 Sayılı KHK’de de “Tek bir yer” vurgusu yapıldı. KHK’lerle yetinilmedi Yüksek Planlama Kurulu’nda da kararlar alındı. Ama bugüne kadar bunların hiçbiri işlemedi, yok sayıldı. Şimdi de uygulayacağının garantisi yok.

TESPİT DE ZOR

Bir de özel sektörde görev yaparken atananlar, TMSF bünyesindeki şirketler, bakan yardımcıları, Cumhurbaşkanlığı bürokratları ile ilgili tartışma var. Muhalefet milletvekilleri teklifin görüşüldüğü komisyonda bizzat kendisinin de yönetim kurulu üyelikleri olan Hazine ve Maliye Bakanı İsmail İlhan Hatipoğlu’na sordu bu kuşkuları. Eski Ziraat Bankası Yönetim Kurulu üyesi halen Türk Telekom Yönetim Kurulu Başkanı olan İsmail İlhan Hatipoğlu’nun açıklamaları muhalefetin kuşkularını gidermediği gibi AKP milletvekillerinin kafasında da sorulara yol açtı. Hatipoğlu, tüm kamu görevlilerini kapsayacağını iddia etse de özel sektörden atanan üyeler için bu kısıtlamanın söz konusu olamayacağını üstelik bunların tespitinde de güçlükler yaşanabileceğini söyledi. Komisyonda bu madde ile ilgili kuşkuları giderici düzeltmelerin yapılması konusunda mutabakat sağlandı. Bakan Yardımcısı Hatipoğlu, bunun sözünü “Sayın vekillerimizin eleştirilerindeki muğlak olan konuları not aldık. İstisna olabilecek hususları da çalışacağız” diyerek verdi. Bu düzeltme yapılacak mı yapılmayacak mı, önümüzdeki hafta Genel Kurul’da görüşmeler başladığında göreceğiz.

6 ASGARİ ÜCRET HAK OLDU

Ancak bu düzenlemenin tek sorunu bu da değil. Öncelikle 17 bin 2 liralık asgari ücretle geçinmeye mahkûm edilen çalışanların, 10 bin TL’nin altında emekli maaşı ile yaşaması istenen emeklilerin olduğu bir ülkede ayrıcalıklı bir grubun en az 98 bin 42 lira aylık alması kanun yoluyla hakka dönüştürüldü. Komisyon görüşmeleri sırasında CHP’nin ikinci görevlerden dolayı en fazla asgari ücret ödenmesi teklifi de iktidar milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.

Teklifteki düzenlemenin kapsamının kuşkuları giderecek şekilde yeniden yazıldığını, özel sektörde görev yapanların, Varlık Fonu bünyesindeki, TMSF bünyesindeki şirketlerin kapsama alındığını, kapsam dışı kaldığı iddia edilen bürokratların da sadece bir yerden maaş alabilmelerinin sağlandığını varsayalım.

ADAYLAR SIRADA

Bunun bir başka sonucu olacak. Bu “ballı” kişilerin ekstra maaşlar alamayacakları için büyük ihtimal boşaltacakları yerlere yeni isimler atanacak. Yani 100 kişilik bir ballı maaş ordusu olduğunu düşünelim, sayı 200’e çıkacak. Üçüncü, dördüncü maaşlar yine AKP-MHP ortaklığının belirleyeceği yeni isimlerin cebine girecek.

Düzenleme eksikleri, istisnaları ile zaten tartışmalı, AKP’nin mevzuattaki hükümleri uygulamama konusundaki sabıkası da malum. Ancak kesin olan bir şey var ki düzenleme kamuoyuna açıklandığı şekilde uygulanacak olsa bile bir tasarruf kalemi olmayacak. İktidarın kamu kaynaklarını kullanarak yarattığı imtiyazlılar sınıfı daha da büyüyecek.

                                                               /././

Tahrip edilen kurumlar -Oğuz Oyan-

TÜİK, yayınladığı kadar yayınlamadığı istatistiklerden de sorumlu. Yayınlamadıkları çoğunlukla görevi ihmal kapsamına giriyor. Geçen yılın Haziran ayından beri mahkeme kararına rağmen TÜFE veri tabanını madde temelinde yayınlamıyor olması doğrudan suç kapsamına giriyor.


AKP döneminde tahrip edilen kurumları saymak zordur; tahrip edilmeyen kurumları saymak ise çok daha kolaydır, sıfır sayısı işinizi hemen görür! Bu durumda ağır yara alan kurumları ayırt etmek belki daha anlamlı olabilir. Burada da ikili bir ayırım yapılmalıdır.

Birincisi, tüm toplumu, toplumsal-siyasal ilişkileri hatta toplumun geleceğini etkileme potansiyeli bakımından yaygın hizmet kurumları öncelikle ele alınmalı. Burada adalet/yargı ve eğitim sistemlerinin aldığı (ve almaya devam ettiği) ağır saldırılar elbette başa yazılmalı. TSK’nın ve tüm kolluk güçlerinin ele geçirilme sürecinde uğradığı ağır tahribat da (ki sonuçları görüldü ve görülmekte) bunlara eklenmeli. Bunlar yeni bir rejim inşasının da olmazsa olmaz aygıtları. Elbette kamu sağlık sisteminin aşındırılması ve piyasalaştırılması da bunlara iliştirilmeli.

İkincisi, genel idarenin işletim sistemine ilişkin kurumlar var. Burada denetim kurumlarının tasfiyesi ve/veya işlevlerinin iyice sınırlandırılmasını başa yazmak gerekir. Despotik bir karşıdevrimci rejim inşası ve onun yolsuzluk ekonomisi denetime gelmez. İkinci sıraya ise ekonomiye ilişkin kurumlar yazılabilir. Ama burada da en başa Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) yazılmalı. Çünkü güvenilir istatistiki veriler başta hanehalkını ve onun çıkarlarını savunmak üzere örgütlenmiş siyasal-sendikal kurumlar olmak üzere emek kesimini yakından ilgilendirir.

Sermaye kesimi açısından da alacağı ekonomik kararların güvenilir bir veri tabanına dayanması esas olmalıdır. Olgun bir sermaye sınıfının/burjuvazinin oluştuğu toplumlarda, istatistik kurumunun güvenilmezliğinin en çok bu kesimlerin tepkisini çekmesi beklenirdi. Türkiye’de bu olmuyor. Sadece burjuvazinin oturmamışlığından mı? Yoksa, aynı zamanda, TÜİK denilen istatistik kurumunun iktidarın bölüşüm ilişkilerine sermaye lehine müdahalesinin temel aygıtı durumuna getirilmiş olmasından dolayı mı?

TÜİK DENİLEN KARARTMA KURUMU

TÜİK, yayınladığı kadar yayınlamadığı istatistiklerden de sorumlu. Yayınlamadıkları çoğunlukla görevi ihmal kapsamına giriyor. Geçen yılın Haziran ayından beri mahkeme kararına rağmen TÜFE veri tabanını madde temelinde yayınlamıyor olması doğrudan suç kapsamına giriyor. TÜİK’in yayınlamadığı veya zamanında yayınlamadığı istatistiki bilgiler uzun bir liste tutar. Örneğin pandemi döneminde ölüm istatistiklerini yayınlamaması, Sağlık Bakanlığı’nın (yani iktidarın) pandemiden ölenlerin sayısını düşük gösterme politikasının destek hizmetleri arasında yer alıyordu.

20 küsur yıldır tarım sayımlarını yapmaması; tarım topraklarının mülkiyet ve işletmelere göre dağılımının Türkiye’nin en iyi korunan sırları arasına sokması nasıl bir sorumsuzluktur? Bu koşullarda tarım konusunu çalışan araştırmacıların elini kolunu bağlamak kadar Tarım Bakanlığı’nın da geleceğe ilişkin tarım politikaları oluşturması engellenmiş olmuyor mu? Gerçi Türkiye’de Tarım Bakanlığı’nın böyle kaygıları olduğu çok kuşkuludur; nasıl olsa tarım "politikaları" çokuluslu tekellerin isteklerine göre şekillendirilmektedir. Bir başka olasılık da, TÜİK’in bu verileri oluşturmayı sürdürmesi ancak kamuoyuyla paylaşmamasıdır. Bu çok daha vahim bir durumdur; dahası, uluslararası finans kuruluşları ve küresel tekellere bu bilgilerin sızdırılıyor olma ihtimali de öyle.

TÜİK’in hesaplamadığı daha doğrusu yayınlamadığı veriler arasında, TÜFE’nin çeşitli gelir kategorilerine (başta ücretliler kategorisine) göre ayrıca hesaplanmaması veya kamuoyuyla paylaşılmamasıdır. Aynı şey, gelir dağılımına göre ayrıştırılan nüfus kategorilerine göre (yüzde 20’lik hatta yüzde 10’luk dilimlere göre) TÜFE değerlerinin yayınlanmaması bakımından da geçerlidir. Bereket versin DİSK-AR, TÜİK verilerini kullanarak, gıda maddeleri enflasyonunu yüzde 20’lik nüfus/gelir dilimlerine göre hesaplamaktadır ve böylece tüketim sepetleri içinde gıda ürünlerinin farklı ağırlıklara sahip olduğu alt ve üst gelirli nüfus kategorilerinin maruz kaldıkları gıda enflasyonundaki bariz farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.

Sendikalar açısından bu veriler Toplu İş Sözleşmeleri için olsun Asgari Ücret Tespit Komisyonu tartışmaları için olsun, mükemmel dayanak noktalarını oluşturabilir. İktidar yanlısı işçi ve memur konfederasyonlarının bunları gereğince kullanmıyor olmaları, keza TÜİK’e karşı hiçbir eylemli itiraz yöneltmemeleri, büyük sermayeye habire brifing veren ekonomi yönetimini sendikalara açıklama yapmaya zorlamamaları ayrı bir tartışma ve mücadele başlığıdır.

TÜİK’İN SİS PERDESİ ARALANINCA...

Değerli ekonomi gazetecisi Alaattin Aktaş’ın geçen hafta başında TÜİK TÜFE verilerini gruplandırılmamış maddeler bakımından en son açıklanan Nisan 2022 verilerinden türeterek bugüne kadar getirmesi büyük gazeticilik olayıydı ve geniş yankı uyandırdı. TÜİK yönetiminin suç işleme pahasına madde bazında fiyat istatistiklerini niçin yayınlamadığı da daha iyi anlaşılmış oldu. Ülkedeki "ortalama fiyatlar" aldatmacası altında TÜİK’in fiyat endekslerini ne ölçüde baskıladığı/eğip-büktüğü da ortaya çıkıverdi! O kadar ki, TÜİK erişilebilir durumdaki Nisan 2022 öncesindeki gruplandırılmamış madde verilerini de yayından kaldırıverdi!

Aslında TÜİK Başkanının bu vesileyle açıklama yapmaya zorlanması da iyi oldu. Bir yandan sis perdesini sürdürmeye çalışırken bir yandan da iki itiraf yapmış oldu: 

-Ücretlerin enflasyona etkisinin düşük olduğunu açıklaması (ki bunu TCMB’nin bir raporu da açığa vurmuştu); 

-Şirketlerin enflasyonist ortamı fırsat bilerek fahiş kârlara yönelmesi ve enflasyonu böylece körüklemesi (tekelci fiyatlamanın kâr itişli enflasyona neden olması olgusunu doğrulayan son zamanlarda yapılmış çeşitli akademik çalışma zaten vardı). 

TÜİK üzerinden geliştirilen bu savunma pozisyonu, sonuçta Şimşek "programının" gerekçelerini de çürütmüş olması bakımından kayda değerdi. Sermaye (TOBB Başkanı) üzerinden TÜİK Başkanına yöneltilen "toptancı anlayışla bütün şirketler suçlu ilan edilemez" biçimindeki salvolar da, enflasyonun bölüşüm ilişkileri bakımından oynadığı sınıfsal rolün adeta gözlere sokulması anlamındaydı.

Şimşek’in TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısında yaptığı sunum da uygulanan programa güven sağlanmasının sermaye katında bile iyice zorlaştığını göstermekteydi. Bu nedenle de bu toplantıda Şimşek, tam da parçası olduğu iktidarın eğitime dinci saldırısının dozunu iyice arttırdığı bir anda "son 20 yılda eğitimde sağlanan büyük başarıyla OECD ortalamasına yaklaşıldığından"; gelir dağılımını daha da bozan bir programı uygularken "gelir dağılımının bu programla düzeltileceğinden"; orta gelirli ülkeler düzeyinden yüksek gelirli ülkeler düzeyine çıkılacağından (bunun için AKP’nin ilk dönemlerinde olduğu gibi düşük değerli döviz kurları sayesinde dolar bazında büyümenin hormonlu bir sıçrama yapacağına güvenmesinden); enflasyonun da sanki herkesin bildiği gibi baz etkisi nedeniyle değil de kendi başarılarıymış gibi Temmuz’da yıllık yüzde 60’lar, Ağustos’ta yüzde 50’ler platosuna gerileyeceğinden dem vurarak bir güven gösterisi yapma ihtiyacı duyuyor!

SONUÇ: EN BÜYÜK TAHRİBAT

Tahrip edilen kurumlardan söz ettik ama kuşkusuz en büyük tahribat, toplumun ideolojik dönüştürülmesi alanında yapıldı. Dinci ideolojinin önünün açılması, buna karşılık Cumhuriyetin kurucu partisinin bile laiklik mücadelesini vermekten kaçındığı bir ortamın yaratılmasından daha büyük tahribat ne olabilirdi? Şimdilerde buna yeni bir tahribat ekleniyor: Gelir ve servet bölüşümünde giderek büyüyen eşitsizliğin yanında, adalet sisteminin sürekli adaletsizlik üreterek yarattığı büyük toplumsal çürüme. Her türlü yolsuzluğun/mafyalaşmanın hoş görüldüğü, kolay para kazanmanın meşrulaştırıldığı, geniş kitlelerin büyük bir muhtaçlık ve çaresizlik ilişkisi içine itildiği ve bütün bunların sıradanlaştırıldığı, sonuçta gençlerin gelecek umutlarının söndürüldüğü bir kirli düzen kurulmuş durumda. İşte asıl zorlu mücadele bu alanda verilecek.

(BİRGÜN)

                                                              


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder