Faşizme düşman olmak için dünya savaşına mı girmeliydik? -Berkay Kemal Önoğlu-
"Bu bir akıl tutulması ve Türkiye'nin emperyal/yayılmacı politikaları bu akıl tutulmasına muazzam bir zemin hazırlıyor. Yani faşizmin alanını genişletme girişimlerinin zamanlaması da tesadüf değil."
Toplumların düşünme stillerini, genel siyasi hassasiyetlerini, meselelere ağırlıklı yaklaşım biçimlerini, ideolojik dünyalarını ve kavram setlerini şekillendiren ortak tarihsel tecrübeleri vardır. Yani verili durumda bir toplum içinde öne çıkan kültürel, siyasal, ideolojik kodların değişmez filan olmadığını, aksine zamandan, mekandan, koşullardan arındırılmış bir toplumsal fıtrattan söz edilemeyeceğini söylemiş oluyoruz.
Peki nelerdir toplumları dönüştüren bu tarihsel tecrübeler?
Devrimler, isyanlar, katliamlar, göçler, savaşlar, travmatik yenilgiler veya büyük zaferler… Bunların tamamı toplumda derin izler bırakan, kolektif hafızaya işlenen ve bu anlamda topluma kişilik kazandıran olaylar. Toplumun kişiliksizleştirilmesi ise aynı şekilde bu kolektif hafızanın tahrif edilmesine, kimi unsurlarının yok edilmesine yaslanıyor. Dolayısıyla tarihten getirilen korku ve kaygıları, sevinç ve üzüntüleri kavramanın, geçmişte yaşanan büyük tecrübeleri dikkate almanın o toplumu ileriye taşıma, değiştirme iddiasındakiler için de kaçınılmaz olduğu ortada.
Eşitsizliğin öyle veya böyle norm kabul edildiği, kanıksandığı hiçbir toplumun benliğinde yalnızca iyi ve güzel değerlerden bahsedilemeyeceği açık, bu düpedüz milliyetçilik olur. Ama iyi ve güzel olanın serpilip büyümesinde tarihin verdiği derslerin önemini de asla yadsıyamayız. On yıllarca savaşmış, nesillerini savaşlarda kaybettikten sonra işgale uğramış ve bu işgali olağanüstü bir çaba ile püskürterek nihayet barışı kazanmış bir toplum, barışın değerini ve savaşın gerçek anlamını benliğinin derinliklerinde hissetmeye devam eder. Bunlar tabii ki yukarıda da ifade edildiği gibi değişmez şeyler değiller, her biri birer mücadelenin konusu. Ama o mücadeleyi verirken bir topluma barışın değerini yine o toplumun tecrübelerine referansla anlatabilmek büyük bir meşruiyet kaynağı.
Türkiye toplumunda köklerini tarihten alan ciddi bir bağımsızlıkçı damar var. Ne yaparlarsa yapsınlar emperyalist ülkeleri Türkiye toplumuna şirin gösterememeleri işte bu damarın varlığında mümkün oluyor. Onlara karşı daima tetikte olunulması gerektiğine ilişkin bir içgüdüye sahip bu toplum. Dünyanın bir bütün olarak yaşadığı hafıza kaybına ve değerler erozyonuna rağmen savaş karşıtlığının da karşılık bulabileceği, örgütlenebileceği bir ülke Türkiye. Yaşam tarzlarına dönük sistematik baskıya rağmen seküler yaşam biçiminin taşıyıcılığının yalnızca laik duyarlılığa sahip kesimlerle sınırlı kalmaması da bu toplumun kodlarıyla ilgili. Takkeydi, şalvardı, aman! Keza bu ülkede kendini başka maskeler ardına gizlememiş, açık liberal bir tutumun karşılık bulamayışının da ırkçılığın son kertede ayıp kabul edilişinin de toplumun değerleri ile bir bağlantısı var. Ama sermaye sınıfının bütün bu işçi düşmanı siyasetleri perdeleyecek etkili araç ve yöntemlere sahip olduğu da ortada.
Türkiye'de faşizmin zeminini genişletme girişimlerine son dönemde giderek daha fazla şahit oluyoruz. Ne yazık ki ülkemizde faşizmin ne denli büyük bir felaket anlamına geldiği ve insanlığın başına ne büyük belalar açtığı konusunda yukarıda sıraladığımız başlıklarda olduğu gibi ortak bir tecrübe veya bilinçten söz edemiyoruz. Solun toplumsal desteğinin en geniş olduğu dönemlerden bakiye kalan faşizme karşı mücadele geleneğini elbette yadsıyamayız. Ama özellikle Avrupa'daki faşizm algısıyla kıyaslandığında Türkiye'de meselenin bazen çocuk oyuncağı gibi ele alındığı iyice ortaya çıkıyor. Geçen hafta bozkurt işareti gündeminde, faşist olmayan pek çok ismin de faşizme alan açtığı, meşruiyet tanıdığı sayısız örnek işte böyle bir bilincin yokluğundan besleniyor. Bu bir akıl tutulması ve Türkiye'nin emperyal/yayılmacı politikaları bu akıl tutulmasına muazzam bir zemin hazırlıyor. Yani faşizmin alanını genişletme girişimlerinin zamanlaması da tesadüf değil…
Tamam, Avrupa’daki tecrübeden yoksunuz. Duymaktan usandığımız “aşırı sağın yükselişi” söz öbeğinin nasıl siyasetin merkezine yerleşebildiğine ya da halkın ne tür bir korku ve panikle siyasal tercihlerini belirlediğine yabancıyız. Bunun Avrupa’daki sömürücüler tarafından nasıl araçsallaştırıldığını, kullanışlı hale getirildiğini görüyor ve öfkeleniyoruz. Hatta faşizmi acı bir şekilde deneyimlemiş olsaydık bile meselenin ortadan kalkmayacağının en büyük kanıtı oluyor Avrupa. Ama nazizmi Almanya'da, faşizmi İtalya'da belli bir dönem iktidara gelmiş alelade hükümetler gibi değerlendirip, buradaki faşistlere de Alman ya da İtalyan olmadıkları için faşist gözüyle bakmazsanız hesabını veremeyeceğiniz bir hataya sürüklenmiş oluyorsunuz.
İster milliyetçi ister Osmanlıcı olsun irredantizm faşizme götürür.
Dışarıya yayılarak içerideki sömürünün üstünü örtme stratejisi faşizme götürür.
Kapitalistleri iyiler ve kötüler olarak tasnif edip, buna bağlı komplo teorileri ile asılsız sonuçsuz taraflaşmalar üretmek faşizmin karakteridir.
Sınıfı yok saymak, toplumu yekpare görmek, sömürge oluşturma ihtiyacını bir bütün olarak topluma mal etmek faşizmin karakteridir.
Köprünün altından çok sular akmış, öncelikler değiştirilmeye çalışılmış, bazı acılar unutturulmuş, hafıza silinmeye çalışılmış olabilir. Bizim görevimiz hatırlatmak, safları netleştirmek, buna göre mücadele etmektir. Herkes tavrının tarih karşısında iki yüzlü olup olmadığını gözden geçirmeli, çelişkili pozisyonlarla faşizme alan açmaktan kaçınmalıdır.
İkinci Dünya Savaşı felaketini yaşamamış olmak bu halkın şansıdır. Halkını tecrübe etmediği tehlikelere karşı uyarmak ve tarihin henüz vermediği derslere hazırlamak da aydın sorumluluğudur.
/././
Kudüs, Hood ve Carta (II) -Serdal Bahçe-
"Siyasi oluşumların ayakta kalabilmesi için artığa el koymaları gerekiyordu, dolaysıyla bu Haçlı devletleri Avrupa feodalizmini Akdeniz’in doğusunda tesis etmeye çalıştılar ancak olmadı."
Feodalizm bugün bir kavram olarak çok tartışılıyor. Orta Çağ’ı nitelemek için ne kadar verimli olduğuna dair pek çok Marksist olmayan tarihçi bir tartışma cephesi açmış durumda. Ancak reddettikleri kavramın yerine bir şey koymaktan uzaklar, feodal değilse neydi? Sonuçta bahsedildiği gibi görünüşte sadakat, şövalyevari erdemler ve cesaret üzerine yükselen bir tarihe sahipti; özünde ise her türden sadakatsizlik, erdemsizlik ve hunharlık üzerine kuruluydu. Avrupa’daki işsiz güçsüz soylu takımını ve nüfus fazlasını görünüşte dinsel bir kendini verme, özünde ise doğunun zenginliklerini yağmalamak için seferber eden Haçlı Seferleri bu yargıyı defalarca kanıtlamaktadır.
II. Henry oğullarının isyanlarını ve ihanetlerini defalarca bastırmak zorunda kaldı. Sadakatsiz bir eşe ve sadakati olmayan oğullara sahipti. Ona tek sadık gibi görünen John (geleceğin I. John’u) ise aslında ihanet edemeyecek kadar küçüktü. Sonunda bu süreçte genç kral Henry (en büyük oğul) erken yaşta öldü (Orta Çağ boyunca erkeklerin ortalama ömrü kırkı bulmuyordu). Richard artık kralın doğal halefi haline geldi. Ancak bu da yetmedi, yine isyan etti. Bu defa İngilizleri Fransa topraklarından def etmek isteyen Fransa Kralı Philip Augustus (askeri yeteneksizliğini örtmek için Roma’dan kalma bir isim olarak Augusutus’u almıştı) daha büyük bir destek verdi. II. Henry artık çok yaşlıydı (daha doğrusu o dönemin ölçülerine göre öyleydi; aslında hepi topu 56 yaşındaydı) ve hastaydı. Plantagenetlerin armasında aslan vardı, sonrasında İngiliz monarşisinin değişmez sembolü olacaktı. Ancak Aslan hangisiydi? Baba II. Henry mi, aslan yürekli olduğuna inanılan oğul Richard mı? Bu defa II. Henry’nin savaşacak gücü yoktu, hem isyancı oğulların (zaten iki kalmıştı, Geoffrey de, Genç Henry’nin hemen ardından vefat etti) hem de Fransa kralının isteklerini kabul etti ve bir köşede öldü. Küskün ve kırgın idi öldüğünde; kim takar? Feodalite buydu. İngiltere’ye değil Fransa’ya defnedildi.
II. Henry İngiliz monarşi tarihindeki en ilginç krallardan biriydi. Dışarıda genişlemeci (Fransa’da topraklar, İskoçya, Galler, ve hatta İrlanda boyunduruk altına alınmıştı) içeride ise anti-aristokratik idi. Ne İngiltere’deki ne de Fransa’daki baronlara ve soylulara güvenirdi. Bu nedenle soylulardan oluşan bir yönetici bürokrasi yerine daha altlardan, halk sınıflarından gelen kişileri tercih etti. İleride burjuva devimlerinin feodal monarşilere karşı zaferini tescilleyen şeylerden biri olacaktı soylu kökenli olmayan bürokrasi. Henry içeride uyumu, dışarıda çatışmayı tercih etti. İngiliz ulusal kilisesinin kurulmasında Tudorlardan ve meşhur VIII. Henry’den daha çok katkısı vardı. Katolik evrenselliği yok ederek ulusal ve devlete bağımlı bir kilise yaratamaya azimli devrimci bir yanı vardı. Bu süreçte Aziz Thomas Beckett’ı harcamaktan çekinmemişti (ki alt sınıflardan gelen Beckett’i da o parlatmıştı başlarda).
İlginç ve teatraldi. Oğullarının ve Fransa kralının oluşturduğu ittifakı yenmek için Fransa topraklarına gitmeden önce Canterbury Katedrali’ne, Beckett’ın öldürüldüğü yere gitti. Bir kral değil, sıradan biri gibi giyindi. Tam filmlik bir sahneydi. Cinayet mahalline yalınayak geldi. Diz çöküp saatlerce dua etti (yürekten ve içten miydi bilinmez). Bu arada pek tabi ki böyle bir tiyatro için seyirci gerekiyordu, tüm halk, soylular, ve din adamları onu seyrediyordu. O yalınayak yürürken bir huşu içinde seyrettiler onu. Cinayet mahallinde dua ederken dışarı çıkmasını beklediler. Dışarı çıktığında üst tarafı çıplaktı. Yürümeye başladığında bir grup kraliyet görevlisi ardında düştü, ellerinde kırbaçlar vardı. O yürürken kırbaçlamaya başladılar. Gerçekten olağanüstü bir sahneydi, tarihte çıkarılmış en estetik kefaretlerden biriydi. Ona karşı bir suçlama ve garez var idiyse bile o an yok olmuş olmalıydı. Kral kırbaçlanıyordu. Çok çarpıcı bir sahne olduğuna şüphe yok.
Orta Çağ’ın mitolojik özü ve söylenceleri mucizelere dayanıyordu; mucize ise imanı gevşemiş, gerçek dünyanın sefaletinden yılarak inancını kaybetmiş olanların imanını ve inancını tazeliyordu. Onca kırbaçlanmaya dayanarak Beckett cinayetinden ellerini yıkayan kral Fransa’da zafer kazandı, kefaret cesareti getirdi. Daha da ötesi Katolisizm kurtuluş için kilisenin aracılığını zorunlu kılıyordu. Kısacası kendi kafanıza göre, arada Papalık temsilcisi olmadan günahlardan arınmanız imkansızdı; belki de kilisenin ruhani iktidarın köklerinden biri de burada ayıyordu. Henry ileride Protestanlık inancına izin verecek bir adım atmıştı; işlediği büyük bir günah için kendi kendisini cezalandırmış, küçültmüş ve alçaltmıştı. Bir kralın bile kefaretin ağırlığından kaçınamayacağını göstermiş, ve bu anlamda gerçek toplumun gerçek sınıf ayrımlarının en azından ruhani dünyada ortadan kaldırılabileceğini de kanıtlamış olmuştu.
Bir ara verelim. Katolisizm doğuştan günaha inanırdı; her bir adem oğlu Adem’in kadim günahını taşıyarak doğardı. Kısacası insan varoluşundan günahkardı. Doğuştan gelenle birlikte üstüne eklenen günahların ağırlığı ve kefareti ise ancak kilise aracılığıyla ödenebilirdi. Böylece kilisenin ruhani hegemonyası sağlanmış oluyordu. Ancak feodalizm bir toplumsal üretim sistemi olmanın ötesinde bir çürüme çağıydı. Yeniden vurgulayalım, hiçbir şeye sadakatin olmadığı ve bu sadakatsizliğin ikiyüzlü bir sadakat söyleminin ardına gizlendiği bir çağdı. Kilisenin de tanrısal iyiliğe, saflığa karşı bile sadakati yoktu. Feodalitede en büyük toprak sahiplerinden biri kiliseydi. Piskoposlar, kardinaller ve hatta papalar gücü, hem de seküler gücü toprak ve servet sahibi olarak biriktiriyorlardı. Servet ve mülkiyet her toplumu olduğu gibi feodal toplumu da yozlaştırıyordu. Üstelik her sınıflı toplumda olduğu gibi feodal toplumda da güç ve servet getirecek postlara yine güç ve servet sahibi olanlar ulaşıyor, bu postlar için kavga ediyorlardı. Böylece papalık, piskoposluk, kardinallik siyasal güç ya da parayla alınıp satılan şeylere dönüştüler. Olay iyice rezalete bağlandı; krallar ve egemenler garanti olsun diye aile efradını piskopos ve hatta papa yapmaya başladılar. Dahası bu servet, toprak ve güç biriktirme güdüsü aklı zaten bir kenara itmiş dinsel düşüncenin bile kabullenemeyeceği görüntüleri yarattı. Örneğin endüljanslar kilisenin günahın kefaretinin azaltılması için verdikleri senetlerdi, feodal dönemde güce, toprağa ve servete aç kilise bunları satmaya başladı. Protestan tepkinin bir kaynağı da bunların satılmasıydı. Martin Luther’in (ki çok gerici bir din adamıydı aslında) kilise kapısına astığı 95 maddelik protestoda papalığı eleştirdiği noktalardan biri de endüljansların satılmasıydı.
Protestanlık doğuştan günaha ve kilise aracılığıyla ödenen kefarete karşı günahtan arınmayı bireyselleştirdi; aracıyı aradan çıkartarak günahtan arınma sürecini birey ile tanrı arasındaki bir iletişime çevirdi. Dahası bu dünyadaki iyiliklerin, ruhani adanmışlığın, dine ve ahlaka uygun eylemlerin aracıya gerek duymadan günahları dengeleyeceği ve kefareti ödeyeceğini iddia etti. Böylece fani hayat günah-sevap bilançosuna dönüştü (kapitalist firmaların gelir-gider dengesi gibiydi). İşte bu bilanço-muhasebe mantığı (ve Protestanlığın çalışmayı, çalışmadan gelen kazancı ve gösterişten uzak bir püritenliği yüceltmesi) bazı düşünürlerin (örneğin Weber’in) Protestanlığın kapitalizmi doğuran temel unsur olduğunu iddia etmelerine yol açtı (ki külliyen yanlış bir düşüncedir).
Arayı keselim. II. Henry öldüğünde Richard, I. Richard olarak kraldı artık. Kral öldü, çok yaşa Kral! Fransa kralı Philip ile Richard Henry’yi alt ederken müttefiklerdi ancak Henry gitmişti artık. Fransa kralı için İngilizleri Fransa topraklarından atmak bir tür siyasi meşruiyet sorunuydu; nitekim Richard ölene kadar Philip Augustus en büyük rakibi olacaktı.
Richard ve müttefikleri tam babasına karşı zafer kazanırken onun ve Avrupa’nın hayatını derinden etkileyen bir haber geldi Orta Doğu’dan; 1187’de Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü ele geçirdi. Böylece tüm Avrupa’nın dini bütün kralları papa VIII. Gregory tarafından haçı almaya ve sefere davet edildi. Ölmeden II. Henry ve en büyük düşmanı Philip Augustus kabul ettiler; dahası Kutsal Roma Germen imparatoru meşhur Frederick Barbarossa (kızıl sakallı Frederick) de kabul etti. Böylece önceki ilk Haçlı seferinin küçük soyluların ve ayak takımının seferi olmasına tezat bir şekilde III. Haçlı Seferi kralların seferi oldu. Avrupa’nın tüm kallavi kralları seferde yer aldılar. Henry ölünce haçı Richard devraldı; aslında onun ruhuna uygundu bu durum. Askerliği, savaşı ve kamp çadırlarını pek severdi, onu o dönemde yeşermekte olan şövalyelik kültürünün idolü haline getiren de buydu. Gerçi kısa hükümranlık döneminin büyük bir bölümünü savaş meydanlarında, kuşatmalarda geçirecekti; ama olsundu. Dahası Kudüs’ü kurtaran Hristiyan kral imgesi hayallerini süslüyordu.
İlk haçlı seferi gerçekten küçük, servet açlığından gözü dönmüş soylular ile ayak takımının seferber olduğu bir seferdi, ama askeri hedeflerin tutturulması açısından en başarılı olanı oldu. Neden? Aslında tüm bu yağmacı güruh pek düzensiz ve pek başıbozuk idi; buna rağmen büyük ödülü aldılar, Kudüs’ü ele geçirdiler (1099). Günlerce kıyam yaptılar, Müslümanları, Yahudileri, ve hatta Ortodoks Hristiyanları katlettiler. Kenti en küçük hücresine kadar yağmaladılar.
Peki neden ve nasıl başarılı oldular? Aslında bu tam olarak onların başarısı değildi açıkçası. Anadolu, Doğu Akdeniz, Suriye, Filistin ve Mısır bu dönemde toplumsal ve siyasal bir kaos yaşıyordu. Bizans’ı Selçuklular zayıflatmıştı; Selçuklular da bölünmüş ve aile içi kavgaya düşmüşlerdi. Selçukluların zayıflamasından dolayı Mezopotamya, Suriye, Lübnan ve Filistin birbirleriyle kıyasıya çarpışan beyliklere bölünmüştü. Mısır ise Şii Fatımi egemenliği altındaydı ve Sünni Orta Doğu’dan nerdeyse yalıtılmıştı. Bu siyasi parçalanmışlığa bir de toplumsal parçalanmışlık eklenmişti; tarımsal ve kırsa üretim tüm bu siyasi karmaşa içinde parçalanmış ve tarımsal artık bölgedeki siyasi yapıları ayakta tutamayacak kadar azalmıştı. Kısacası Haçlı sürüsü bölgeyi hastayken yakaladı. Bu parçalanmışlık içinde onlara karşı birleşik bir direniş ortaya çıkmadı ve bu sergerde güruhu bölgenin sonraki yüz yılına damga vuracak bir darbe indirdi. Ele geçirdikleri topraklarda kontluklar, krallıklar kurdular.
Ancak tüm bu siyasi oluşumların ayakta kalabilmesi için artığa el koymaları gerekiyordu, dolaysıyla bu Haçlı devletleri Avrupa feodalizmini Akdeniz’in doğusunda tesis etmeye çalıştılar ancak olmadı. Onlar geldiğinde bölgenin üretim yapısı zaten kaotik bir haldeydi. Dahası bölgedeki Müslüman ve Yahudi küçük üreticiler ile ilişkileri bir tür dinsel horgörü nedeniyle haliyle iyi değildi. Gerçi servet ve para ilişkileri din dinlemiyordu, zamanla bölgedeki Müslüman beyliklerin bazıları ile lordluk-vassallık ilişkisi kurdular ama üretim çökmüştü, tarım hayvancılık ve küçük üretim ile ilgilenen herkes haçlı akınlarının etkisiyle kaçmıştı. Bölge katliamlardan ve yağmadan dolayı insansızlaşmıştı. Haçlı devletlerinin içinde kuruldukları çerçeve tam anlamıyla bir çöle dönüşmüştü. Bu yoklukta Haçlı devletlerini ayakta tutan iki ekonomik kaynak vardı. Birincisi Avrupa’dan gelen yardımlar, ikincisi ise yağma. Bu devletler yağmacı unsurlara dönüştüler. Hoş kurulurken de aynı amaçla kurulmuşlardı ya. Dahası Avrupa feodalizminin toplumsal/ekonomik altyapısını değilse bile yönelimlerini ve alışkanlıklarını taşıdılar; Müslümanlarla savaştıkları kadar kendi aralarında da savaştılar. Bölgenin tarihi açısından hem ekonomik hem de kültürel gerilemenin timsali oldular. Ama yine de I. Haçlı Seferi’nden 1268’de Antakya’nın Kölemen Sultanı Baybars tarafından düşürülüşüne kadar bölgeyi talan etmeyi sürdürdüler.
Ancak şansları dönmeye başlamıştı. Zengilerin emrindeki bir Kürt komutanın, Eyüp’ün oğlu olan Yusuf (ki biz onu sonra Selahaddin Eyyubi olarak bileceğiz) amcasıyla birlikte Mısır’daki Şii Fatımilerin emrine girdi (kendisi Sünni idi ama pragmatikti). Son Fatımi halifesi öldüğünde hem kendisi hem de Abbasi halifeleri adına hutbe okuttu. Böylece Mısır Sünni İslam’ın yörüngesine tekrardan oturtulmuş oldu. Selahaddin böylece Bağdat’taki halifenin nezdinde ayrıcalıklı bir konuma geldi. Garip bir dönemdi, Sünni halife için hangisi daha büyük düşmandı? Haçlı devletleri mi? Şii Fatımi halifeliği mi? Selahaddin’e gösterilen teveccüh ikincisinin daha baskın olduğunu kanılıyor. Ancak bu rüzgarı iyi kullandı, egemenliğini Suriye’ye ve hatta Güney Doğu Anadolu’ya kadar yaydı. Bunu yaparken de oldukça cihatçı bir söylemle buraları birleştirmekteki amacının küffarın elindeki kutsal yerleri geri almak amacıyla gerekli gücü toplamak olduğu propagandasını maharetle yaptı. İyice güçlendikten sonra önce Hattin’de büyük bir Haçlı Ordusu’nu yendi sonra 1187’de Kudüs’e girdi. Selahaddin Avrupa’yı alarma geçirdi.
Oxford’da doğan en gösterişli Plantagenet Aslan Yürekli Richard ile Tıkrit’te doğan Kürt Selahaddin Eyyubi’nin büyük buluşmasının vakti gelmişti. Gelecek yazıda anlatılacak, bu aslında öyle sanıldığı gibi bir vahşi bir çarpışma olmadı. Tam tersine savaş ile bezenmiş bir garip kültürler arası iletişime döndü. Arap ve Müslüman yazınındaki görece hoşgörülü Richard ile Hristiyan yazınındaki görece merhametli Selahaddin’i bir araya getiren yeni bir Orta Çağ söylencesi doğmak üzereydi. Üstelik bu ikilik kendisini Kutsal Topraklar’dan evine yanında, kendini ona borçlu hisseden bir Arap savaşçı ile dönen Robin hikayelerinde yeniden üretti.
Devamı gelecek haftalara…
/././
Türkiye'nin Afrika Boynuzu serüveni (III): Etiyopya, Somali ve Türkiye'nin arabuluculuğu -Yalçın Cuğ-
Etiyopya ve Somali arasında arabuluculuk görevi üstlenen Türkiye, iki ülkede de oldukça faal. Türkiye'nin Afrika Boynuzu'ndaki serüveninin üçüncü bölümünde arabuluculuğa giden süreci irdeliyoruz.
Etiyopya, denize erişim sağlamak için yıllardır komşu ülkelere çağrılarda ve tekliflerde bulundu. Somali'den tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Somaliland ise resmi olarak tanınmak için...Etiyopya'nın istediği deniz erişimi Somaliland, Somaliland'in istediği resmi tanınma da Etiyopya tarafından karşılanabilirdi. Ki 1 Ocak 2024'te iki taraf arasında mutabakat zaptı imzalandı.
Somali, anlaşmayı bağımsızlık ve egemenliğine saldırı olarak yorumladı. İki ülke arasındaki kriz, uluslararası kamuoyuna yansıdı. Sürecin sonunda yıllardır iki ülkeye de çeşitli yatırımlar yapan Türkiye, arabuluculuk rolünü üstlendi.
Türkiye'nin Afrika Boynuzu'ndaki serüveninin üçüncü ve son bölümünde, iki ülke arasındaki arabuluculuğa giden süreci irdeliyoruz.
Eritre'nin bağımsızlığı Etiyopya'nın denize erişimini kesti
20. yüzyıla doğru İtalyanlar tarafından işgal edildi ve sömürgeleştirildi. 2. Dünya Savaşı ile birlikte Birleşmiş Milletler'in himayesi altına girdi. Ardından BM'nin kararıyla Etiyopya'yla birleştirildi ve 1962 yılına kadar Etiyopya'nın özerk bölgesi olarak kaldı. 1962 yılına gelindiğinde ise Etiyopya'nın 14'üncü şehri ilan edildi.
Bu dönemde hem Etiyopya hükümeti hem de bölgeyi temsil etme iddiasında olan oluşumlar arasında yaşanan çatışmalar, 1991 yılında Halk Cephesi'nin zaferiyle sonuçlandı. Önce Etiyopya'ya bağlı bir cumhuriyet oldu, sonrasında yapılan referandumla Etiyopya'dan ayrıldı. Eritre, 1993 yılında beri bağımsız bir devlet.
Eritre, Cibuti, Somali ve Etiyopya'nın yer aldığı Afrika Boynuzu.Eritre'nin bağımsızlığını kazanması ise bugün Etiyopya ile Somali arasında devam eden krizin en büyük nedenlerinden biri. Çünkü Eritre bölgesini kaybeden Etiyopya, denize erişimini de kaybetti. Günümüzde dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 90'ının deniz yoluyla gerçekleştirildiği göz önüne alındığında, nüfus bakımından dünyanın en kalabalık kara ülkesi olan Etiyopya'nın da en büyük sorunlarından biri Kızıldeniz'e ulaşamamak. Ayrıca Etiyopya'nın Kızıldeniz üzerinden erişimini kaybettiği Yemen Denizi ve Akdeniz, dünyadaki deniz ticaretinin en önemli bölgeleri arasında bulunuyor.
Tarihi boyunca denize erişim için birçok savaş veren Etiyopya, Eritre'nin bağımsızlığını ilan etmesinin ardından dış ticaretinin yüzde 90'a yakınını başta Cibuti olmak üzere komşu ülkelerdeki limanlar aracılığıyla gerçekleştiriyor. Ülke, 1993'ten beri ithalat ve ihracatının yüzde 95'inden fazlası için Cibuti limanlarını kullanıyor. Bu bağlamda başkent Addis Ababa’dan Cibuti limanına uzanan 748 kilometrelik demiryolu iki ülke için de önem arz ediyor. Çünkü Etiyopya'nın Cibuti limanlarını kullanmak için harcadığı yıllık ortalama 1,5 milyar dolar, Cibuti’nin gayri safi yurt içi hasılasının da yüzde 75’inden fazlasına denk geliyor.
'Coğrafi hapishane': Etiyopya'nın karşılıksız kalan teklifleri
Uluslararası ticaret için Cibuti'ye bağımlı olan Etiyopya, son yıllarda ticaret yollarını çeşitlendirmek için arayışa geçti. Ülkenin çeşitli anlaşma girişimleri başarılı olmazken, Etiyopya hükümeti de son bir yıldır Doğu Afrika'daki limanlara dair erişim hakkı talebini daha yüksek sesle dillendirmeye başladı. Halihazırda karışık denklemlere sahip olan kıtada, söz konusu hak talebi komşu ülkeler arasında huzursuzluğa neden oldu.
2018 yılından beri ülkenin başbakanlığını yapan Abiy Ahmed Ali, ülke sınırlarını "coğrafi hapishane" olarak tanımlamaya başlarken, ana gündemlerinden birisi de Kızıldeniz'e erişim hakkı oldu. Ülkesinin inşa ettiği Hedasi Barajı'ndan Mısır ve Somali'nin müzakereler yoluyla faydalandığını belirten Ali, ülkesinin de Kızıldeniz limanlarının kullanılması konusunda müzakere hakkı olması gerektiğini ifade ediyor.
Nil sularının yaklaşık yüzde 80'i topraklarında doğmasına rağmen suyun sadece yüzde 3'ünden yararlanabilen Etiyopya, 2011 yılında Hedasi Barajı'nın inşaatına başladı. Barajın, Nil Nehri sularının geçtiği bölge ülkelerinden Mısır ve Sudan'ı 25 milyar metreküp su kaybına uğratması bekleniyor. Bu nedenle Etiyopya, Mısır ve Sudan arasında uzun süredir gerilim yaşanıyor.Öte yandan Ali'nin komşu ülkelere bir diğer teklifi de Kızıldeniz'e erişim karşılığında Hedasi Barajı ve Etiyopya Hava Yolları'ndan hisse vermek oldu. Söz konusu çabalar ve teklifler yıllarca karşılıksız kalırken, Etiyopya'nın isteği 1 Ocak 2024'e karşılık buldu.
İşte tam da bu noktada karşımıza Somaliland çıkıyor...
Aden Körfezi'yle çevrili Somaliland tanınmak istiyor
16. yüzyıldan, İngiltere ve İtalya'nın işgal ettiği 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin yönetiminde olan Somali, 1960 yılında bağımsızlığını ilan etti. 1969 yılında Siad Barre'nin yönetimi ele geçirmesinin ardından 1990'lı yıllara doğru Somali İç Savaşı başladı. Siad Barre yönetiminin devrilmesine ve kabileler arası çatışmaların çıkmasına neden olan savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. 1980'li yıllardan beri Somaliland eyaletinde devam eden ayrılıkçı mücadele, iç savaşın yarattığı kriz ortamında başarıya ulaştı ve Somaliland 1991 yılında tek taraflı bağımsızlığını ilan etti.
Bağımsızlığının ilanından sonra devletleşme sürecine giren Somaliland, anayasa hazırladı, devlet kurumlarını faaliyete geçirdi ve para birimini belirledi. Ancak günümüze kadarki süreçte büyük çaba göstermesine karşın hiçbir ülke tarafından tanınmayan Somaliland için Etiyopya'nın denize erişim talebi umut kapısı oldu. Çünkü Somaliland topraklarının kuzeyi, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'nu birbirine bağlayan Aden Körfezi'yle çevrili durumda.
2018 yılında Birleşik Arap Emirlikleri sermayesine ait DP World, Etiyopya ve Somaliland hükümetleri arasında Somaliland’deki Berbera Limanı'na dair anlaşma imzalanmıştı. Anlaşma kapsamında limanın yüzde 19 payı Etiyopya'nın olacaktı. Ancak Somali ve bölgedeki diğer ülkelerin tepkilerinin yanı sıra Etiyopya'nın anlaşma gerekliliklerine uygun mali ödemeleri yapamaması, ülkenin anlaşmadan çekilmesine neden oldu.Etiyopya ve Somaliland mutabakat zaptı imzaladı
1 Ocak 2024'te başkent Addis Ababa'da bir araya gelen Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed Ali ve Somaliland lideri Muse Bihi Abdi, ülkeler arası ikili işbirliği protokolü imzaladı.
Protokol kapsamında, Etiyopya ticari deniz operasyonları için Somaliland'de bulunan Berbera Limanı'na erişimi olan bir askeri deniz üssünü 50 yıl boyunca kiralayacak ve Etiyopya donanması da 20 kilometrelik deniz erişimi sağlayacak. Buna karşılık Etiyopya ise Somaliland'in resmi olarak tanınma arayışının "ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmesini" sağlayacak ve devlete ait Etiyopya Havayolları'ndan Somaliland'e hisse verilecek.
Somaliland Dışişleri Bakanlığı anlaşmanın ülke için önemli bir diplomatik dönemeç olduğunu belirtti. Ayrıca Somaliland'in lideri Bihi, "20 kilometrelik karasuyumuza erişime karşılık onların bizi tanıyacağı yazılan anlaşmamızı açıklamaktan memnuniyet duyuyor, bunun için başbakana ve Etiyopya'ya minnettarlığımızı dile getirmek istiyoruz" dedi.
Ancak Etiyopya Başbakanlık Ofisi tarafından yapılan açıklamada, Somaliland'in tanınmasına dair bir ifade yer almadı. Açıklamada, anlaşmanın denize erişim sağlama ve limanları çeşitlendirmenin önünü açacağı aktarılırken, anlaşmanın "işbirliğinde yeni aşamaya geçme" ve "Afrika Boynuzu'ndaki bölgesel entegrasyonu sağlama" işlevi göreceği kaydedildi.
Öte yandan anlaşma detaylarının Şubat ayı içinde yapılacak görüşmeler sonucunda belirleneceğini aktarıldı.
Somaliland'in Savunma Bakanı Abdiqani Mohamud Ateye, Somaliland ile Etiyopya arasında yapılan protokolü "hukuksuz anlaşma" olarak değerlendirdi ve görevinden istifa etti. Etiyopya'nın, Somaliland topraklarında gözü olduğunu savunan Ateye, Somaliland Başkanı Abdi'yi de anlaşmayı bakanlara danışmaması nedeniyle suçladı. (Fotoğraf: Etiyopya Başbakanı Ali ve Somaliland lideri Abdi’nin imzaladığı protokol töreni)Somali bağımsızlık ve egemenlik ihlali olarak nitelendirdi
Söz konusu anlaşmadan bir hafta önce Somali ile Somaliland arasında Cibuti'de görüşmeler gerçekleşmiş ve görüşmelerde ilerleme sağlandığı bildirilmişti. İki taraf arasında 2020'den sonra ilk kez gerçekleşen görüşmeler kapsamında, müzakerelerin yeniden başlatılmasına karar verilmişti. Ta ki imzalanmasıyla ortaya çıkan mutabakat zaptına kadar...
Somali hükümeti, bağımsızlığının ve egemenliğinin bariz ihlali olarak değerlendirdiği anlaşmaya karşı çıkmak için tüm yasal yolları kullanacağını açıkladı. Somali Başbakanı Hamza Abdi Barre ise kabinesiyle acil toplantı yaparak anlaşmanın “geçersiz” olduğunu ilan etti.
6 Ocak tarihinde Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, mutabakat zaptını geçersiz kılan yasayı imzaladığını açıkladı. Mahmud, imzaladığı yasağa ilişkin “Milletvekillerimizin ve halkımızın desteğiyle hazırlanan bu yasa, uluslararası hukuk uyarınca birliğimizi, egemenliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü korumaya yönelik kararlılığımızın bir örneğidir” ifadelerini kullandı.
Öte yandan Etiyopya’nın Somali Büyükelçisi ülkeden deport edilirken, Somaliland ve Puntland bölgelerinde bulunan Etiyopya konsoloslukları da kapatıldı. Somali’nin Addis Ababa Büyükelçisi ise ülkeye geri çağrıldı. Mutabakat zaptından çekilmediği sürece Etiyopya’yla müzakere edilmeyeceği duyuruldu.
Somali Başbakanı Barre, anlaşmanın hükümsüz olduğunu ve Etiyopya'nın, Somali topraklarına müdahale etmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçlara da katlanması gerektiğini söyledi:
"Etiyopya, Somali'nin topraklarına müdahalede bulunamaz. Eğer böyle bir girişimde bulunurlarsa, ölülerini taşıyarak geri çekilecekler. Somali toprakları şarkılarla veya tehditlerle elde edilemez."
17-18 Şubat'ta Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'da yapılan 37. Afrika Birliği Zirvesi'nde konuşan Somali Cumhurbaşkanı Mahmud, “Ülkemizin bir parçasının ilhak edilmesiyle tehdit ediliyoruz. Bu sadece egemenliğimize karşı atılmış bir adım değil, aynı zamanda Afrika Birliği prensiplerine de aykırı" açıklamasında bulundu. Öte yandan, Somali Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Etiyopya'nın Somali heyetinin zirveye katılmasını engellemeye çalıştığı belirtildi. (Fotoğraf: 37. Afrika Birliği Zirvesi'nde Somali Cumhurbaşkanı Mahmud en ön sırada sağdan birinci, Etiyopya Başbakanı Ali ise aynı sırada sağdan yedinci kişi)Etiyopya'dan 'dostluk' mesajı
Somali’nin tepkilerinin ardından Somaliland Başkanı Abdi, Etiyopya'yla imzalanan kıyı mutabakat anlaşmasını her hâlükârda uygulayacaklarını açıkladı.
Somali Cumhurbaşkanı Mahmud'u da eleştiren Abdi, "Kendini kandıran birisi. Somaliland kıyılarını sen yönetiyorsun öyle mi? Bu anlaşma uygulanacak" dedi. Abdi ayrıca, Etiyopya'nın Somaliland'in bağımsızlığına destek vermesinin kendileri için önemli olduğunu kaydederek, "Onlar istedikleri denizi, biz de bağımsızlığımızı alacağız" ifadelerini kullandı.
Etiyopya ise tepkilerin ardından Somaliland’in aksine Somali ile barış mesajı verdi. Etiyopya Başbakanı Ali, yaptığı yazılı açıklamada, ülkesinin Somali ile dost olduğunu ve Somali'ye zarar verme niyetlerinin bulunmadığını belirtti.
Ali, Somali'deki barışın Etiyopya'daki barış anlamına da geldiğini kaydederek, iki ülke arasındaki dostluğun çok derin olduğunu ve Etiyopya'nın bir dost olarak Somali'yi incitmek istemediğini ifade etti. Bazı güçlerin iki ülke arasında çatışmayı körüklediğini iddia eden Ali, taleplerinin karşılıklı çıkar temelinde denize ulaşmak olduğunu ve bunun sadece Etiyopya'nın değil, bölgenin menfaatine olacağını söyledi.
Dünyadan Etiyopya'ya tepkiler
Anlaşmanın ardından özellikle Somali, diplomasi trafiğine hız verdi. Somali Cumhurbaşkanı Mahmud, Ocak ayında Eritre, Mısır ve Katar’a ziyaretler gerçekleştirdi, uluslararası kamuoyuna çağrılarda bulundu.
Nil Nehri üzerine inşa ettiği Hedasi Barajı'ndan dolayı Etiyopya’yla uzun süredir gerilim yaşayan Mısır, ülkeyi "bölgedeki istikrarsızlığın kaynağı" olmakla suçladı. Mahmud’un ülkesine yaptığı ziyaretin ardından konuşan Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi ise "Mısır, kimseye Somali'yi tehdit etmesine ve güvenliğini etkilemesine izin vermeyecek. Mısır'ı ve müdahale etmesini isteyen kardeşlerini tehdit etmeye kalkmayın. Etiyopya'ya mesajım şu ki, bir toprak parçasını kontrol etmek üzere ele geçirmek kimsenin kabul etmeyeceği bir şey" diye konuştu.
Çin’de mutabakat zaptına karşı Somali’ye desteğini açıklayan ülkeler arasında yer aldı. Somali'deki Çin Büyükelçiliği bir mesaj yayımlayarak, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning'in “Somaliland, Somali'nin bir parçasıdır. Çin, ulusal birlik, egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunması konusunda Somali Federal Hükümeti’ni desteklemektedir” ifadelerini paylaştı.
ABD anlaşmanın bölgedeki yansımalarına işaret ederek taraflara "sorunu çözmek için diplomatik diyaloğa girmeleri" çağrısında bulundu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller da “Afrika Boynuzu'ndaki gerilimin tırmanmasıyla ilgili derin endişemizi ifade etmede diğer ortaklara biz de katılıyoruz” dedi.
Avrupa Birliği ise Etiyopya ile Somaliland arasında varılan anlaşmayı kınadı. Brüksel’den yapılan açıklamada, "Avrupa Birliği, Somali Federal Cumhuriyeti'nin anayasası, Afrika Birliği şartları ve Birleşmiş Milletler uyarınca birliğine, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesinin önemini hatırlatmak ister" ifadesine yer verildi. Açıklamada, "Bu, Afrika Boynuzu bölgesinin tamamının barış ve istikrarı için anahtardır" denildi.
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) da Mogadişu'ya verdiği desteği ve onun toprak bütünlüğüne saygı duyulması gerektiğini açıkladı. İİT Genel Sekreterliği, "Somali'nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal eden her türlü eylemi" reddettiği yönünde bir bildiri yayımladı.
Arap Birliği Sözcüsü Cemal Ruşdi ise yaptığı yazılı açıklamada, Somali'nin egemenliğini ihlal eden ve ülkenin iç durumunun kırılganlığından veya Somali müzakerelerinin sekteye uğramasından yararlanma girişiminde bulunan her türlü mutabakat zaptının reddedildiğini ve kınandığını belirtti.
Türkiye'den Somali'ye destek
Mutabakat zaptına karşı Somali’ye desteği açıklayan ülkelerden birisi de Türkiye oldu.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli, “Etiyopya ve Somaliland arasında, Somali Hükümeti’nin bilgisi ve rızası dışında, 1 Ocak 2024’te Addis Ababa'da imzalanan Ortaklık ve İşbirliği Mutabakat Muhtırası’nı endişeyle karşılıyoruz. Somali Federal Cumhuriyeti’nin birliğine, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne bağlılığımızı tekrar teyit ediyoruz” dedi ve ekledi:
“Bu durumun, uluslararası hukukun bir gereği olduğunu vurguluyoruz. Geçmişte olduğu gibi bugün de Somali ile Somaliland arasındaki anlaşmazlıkların doğrudan müzakereler yoluyla ve Somalililer arasında çözümlenmesini arzu ediyor ve bu yöndeki girişimlere yönelik desteğimizi yineliyoruz.”
Somali Hükümet Sözcüsü Farhan Jimale ise Türkiye’nin açıklamasına "Uluslararası hukuk doğrultusunda, Somali Federal Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğü, egemenliği ve birliğine bağlılığınızı ve desteğinizi takdirle karşılıyoruz" yanıtını verdi. Somali Dışişleri Bakanı Ahmed Moalim Fiqi de “ülkelerinin egemenliği ve toprak bütünlüğünün Etiyopya tarafından ihlal edildiği bir dönemde Türkiye'den gelen kardeşçe desteği memnuniyetle karşıladıklarını” söyledi.
Türkiye ile Somali arasında dikkat çeken anlaşmalar
Türkiye’nin mutabakat zaptına dair tutumu sonrasında Somali ile Türkiye arasında dikkat çeken anlaşmalar imzalandı.
Halihazırda Somali’de gelişkin şekilde askeri faaliyetler yürüten Türkiye, 8 Şubat’ta Somali ile Savunma ve Ekonomik İşbirliği Çerçeve Anlaşması’na imza attı. Somali Cumhurbaşkanı Mahmud, Türkiye ile yapılan anlaşmanın Somali’de terörizm, dış tehditler, korsancılık ve yasa dışı balıkçılıkla mücadele ile kıyıların korunmasını ve deniz kaynaklarının geliştirilmesi gibi konularda iş birliğini kapsadığını belirtti. İki ülke arasında ortak bir deniz kuvvetleri oluşturulacağını açıklayan Mahmud, bu kuvvetlerin, Somali sularını 10 yıl boyunca koruyacağını ve deniz kaynaklarının gelişmesine katkı sağlayacağını söyledi. Öte yandan Mahmud, anlaşmanın, Etiyopya veya başka bir ülkeye yönelik düşmanca bir amacı olmadığını da sözleri arasına ekledi.
Somali hükümetiyle çatışma içinde olan ve ülkenin güney kısmını kontrol eden Eş-Şebab, Ankara-Mogadişu arasında imzalanan anlaşmaya dair "Türkiye’nin bölgedeki hegemonik hırslarının yeni bir yansıması” şeklinde açıklamada bulundu. (Fotoğraf: Somali Savunma Bakanı Abdulkadir Mohamed Nur ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, anlaşmayı imzaladıktan sonra.)7 Mart tarihine gelindiğinde ise Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ile Somali Petrol ve Maden Kaynakları Bakanı Abdirizak Omar Mohamed arasında petrol ve doğal gaz alanında iş birliği anlaşması imzalandı.
Yapılan anlaşma, Somali’nin kara veya deniz bloklarında petrol arama, değerlendirme, geliştirme ve üretimini içeriyor. Bunun yanı sıra bu projelerle ilgili taşıma, dağıtım, rafineri, petrol ve ürünlerinin satışı ile hizmet operasyonları da anlaşma kapsamında yer alıyor. Anlaşma ayrıca, petrol projeleri alanında ikili bilimsel, teknik, teknolojik, hukuki, idari ve ticari iş birliğinin geliştirilmesini teşvik etmeyi de amaçlıyor.
Öte yandan petrol ve doğalgaz kaynakları bakımından Afrika'nın en büyük rezervlerinden birine sahip olan Somali'nin, çıkardığı yeraltı kaynaklarından elde edeceği gelirin yüzde 30'unu Türkiye'ye aktaracağı da gündeme geldi.
Hem Etiyopya’da hem de Somali’de çeşitli faaliyetler yürüten Türkiye, iki ülke arasında arabuluculuk rolünü üstlendi.
Etiyopya Dışişleri Bakanı Atske Selassie ve Somali Dışişleri Bakanı Ahmed Moalim Fiqi, 1 Temmuz’da Ankara’ya geldi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın eşlik ettiği görüşmelerin ardından ortak basın açıklaması yapıldı.
Fidan, Türkiye'nin Etiyopya ve Somali'yle köklü ilişkileri ve geniş kapsamlı işbirliği nedeniyle bu konuya dair kolaylaştırıcı rol üstlendiğini ifade etti ve ekledi:
"Biz bugün kendimizi çok imtiyazlı bir pozisyonda buluyoruz. Her iki tarafın, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gösterdiği en üst seviyedeki güven ve vermiş oldukları yetki, bizim doğru yolda olduğumuz inancımızı güçlendiriyor."
Fidan, bütün tarafların çok daha iyi bir anlayışa ulaştığını dile getirerek, "Tabii ki çok komplike bir husustan bahsediyoruz, bunlar göz önünde bulundurulduğunda bu hususla ilgili başka değerlendirmelerin yapılması gerekeceği aşikardır. Bugün duyduklarımız ışığında gelecekle ilgili umudumuz pekişmiştir. Bakanlar ikinci tur bir görüşme için 2 Eylül 2024'te Ankara'da tekrar buluşmaya karar vermişlerdir" ifadelerini kullandı.
AKP'ye yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak, görüşmeyi şöyle değerlendirdi: "Etiyopya’da en fazla yatırıma sahip ikinci yabancı ülke konumunda olan Türkiye’nin Somali, Etiyopya ve Mısır gibi tarihsel, siyasi ve ekonomik ilişkilerin realize ve optimize edildiği bir vasatta mevcut krizin aşılması için Somali özelinde varolan ağırlığı, Etiyopya ile son 4 yılda derinleşen ilişkisi ve Mısır ile tazelenen diplomatik diyalog bağlamında arabuluculuk misyonu üstlenmesi, Türkiye’nin bölgedeki varlığını güvence altına alırken bölgesel saygınlığını da yükseltecektir."Etiyopya ile Somali arasındaki krizin nereye evrileceği 2 Eylül'de tekrarlanacak buluşma ve buluşmaya kadarki süreçte şekillenecek.
Öte yandan yayılmacı bir çizgi izleyen Türkiye kapitalizminin Afrika'ya yönelik adımlarını hızlandıracağı ve bölgedeki etkisini artıracağı da aşikar.
Etiyopya ve Somali'ye patronlarını, derneklerini, kurumlarını ve askerlerini sokan Türkiye'nin, kısa denilebilecek bir sürede kazandığı mevziler dikkat çekici. Bu bağlamda Yeni Şafak'ın da belirttiği gibi Türkiye'nin üstlendiği arabuluculuk misyonu önem arz ediyor ve bölgedeki varlığını devam ettireceğine işaret ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder