22 Temmuz 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-


TÜİK şeffaf ve denetlenebilir olmalı: Enflasyon mikro verisi açıklansın! -Aziz Çelik-

"TÜİK tartışması büyüyor, TÜİK krizi derinleşiyor. TÜİK’in güvenilirliği için yapısı demokratikleşmeli, şeffaf ve denetlenebilir olmalı. Bunun ilk yolu ise enflasyon mikro verisinin açıklanmasıdır."

Temmuz ayı boyunca Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tartışmaların odağında yer aldı. TÜİK en tartışmalı kamu kurumları arasında yer alıyor. TÜİK’in en çok tartışılan yönü ise enflasyon verisi, Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE). TÜİK, TÜFE yoluyla adeta en büyük işveren durumunda. Ülkedeki emek gelirlerinin (ücretler, maaşlar, aylıklar) neredeyse tamamı ya TÜFE oranında veya TÜFE kerteriz alınarak belirleniyor. O yüzden milyonların gözü TÜİK’in üzerinde. TÜİK verileri güven vermiyor ve TÜİK’e dönük kuşkular artıyor.

Ancak TÜİK ise bu sorumluğa uygun davranmıyor. Özellikle enflasyon verileri konusunda kuşku ve şaibeyi ortadan kaldırmak için çaba harcamıyor. Şeffaflaşma taleplerine veri karartarak yanıt veriyor. Kesinleşmiş yargı kararlarını uygulamak yerine hukuku çiğnemeyi tercih ediyor. TÜİK yönetimi şeffaflığı ve denetimi artıracak yerde daha sansürcü bir yapıya bürünüyor. Geçen haftaki BirGün yazımda TÜİK’in giderek sansürcü bir kurum haline geldiğini yazmıştım. Ülkede bir enflasyon verisi krizi, bir TÜİK krizi yaşanıyor. Kimse TÜİK’e güvenmiyor ama TÜİK on milyonların kaderini belirliyor.

KAMUSAL GÖREVİNİ YAPMALI

TÜİK ülkenin en büyük veri derleme kurumu. Devasa kaynakları, kadrosu ve birikimi var. TÜİK’in işlevlerini herhangi bir başka girişimin yerine getirmesi olanaklı değil. Özellikle enflasyon ölçümü gibi kapsamlı bir konunun alternatif yöntemlerle çözümü mümkün değil, doğru da değil. Nitekim enflasyonu ölçmeye dönük alternatif girişimlerin bütün iddialarına ve popülaritelerine rağmen tatmin edici ve ikna edici olmadığı görülüyor. Dahası bu girişimlerden bazılar veri ve detay taleplerine nahoş karşılıklar veriyor.

Bu nedenle TÜİK’i kamusal işlevini yapmaya zorlamanın, şeffaf ve denetlenebilir ve özerk bir yapı haline gelmesi için mücadelenin hayati bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda TÜİK’in neler yapması gerektiği konusunda somut ve uygulanabilir önerilerde bulunacağım. Bu önerilerin “TÜİK krizinin” aşılmasında yararlı olacağını düşünüyorum.

MİKRO VERİ YAYIMLANSIN

TÜİK idari kayıtlara ve anketlere dayalı olarak pek çok alanda veri derliyor ve bu verilerin özet sonuçlarını kamuoyuna açıklıyor. Ancak kamuoyuna açıklanan bu özet verilerin arkasında devasa bir veri seti var. Örneğin ankete dayalı verilerde her bir veri kaynağının ankete verdiği yanıtlar önem taşıyor. Detaylı veri setleri mikro veri olarak biliniyor. TÜİK derlediği pek çok verinin mikro veri setini talep halinde -belirli kısıtlara dayalı olarak- kullanıma sunuyor. Örneğin Hanehalkı İşgücü Araştırması (HHİA), Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, Nüfus Araştırması ve daha pek çok alanda mikro veriye ulaşmak mümkün.

Mikro veri yanıtlayıcı ve veri kaynağı özelinde detayları ortaya koyduğu için büyük önem arz ediyor. Mikro veriler hacmi büyük ve kapsamlı veriler niteliğinde. Örneğin HHİA araştırması 600 bin satır ve 100 sütunu kapsıyor. Diğer bir ifadeyle bir mikro veri tablosu 60 milyona yakın veri içerebilir. Bu detaylı verileri süzüp çeşitli sonuçlara ulaşmak mümkün.

TÜİK, TÜFE’nin mikro verisini açıklamıyor. Dahası TÜİK TÜFE endeksinin dayandığı 406 maddelik mal ve hizmet sepetinin ortalama fiyatlarını açıklamayı bile durdurdu. DİSK tarafından açılan davayla madde fiyat listesinin açıklanması gerektiği yargı kararıyla kesinleşmesine rağmen TÜİK veri karatmaya devam ediyor. TÜİK yönetimi nafile işler peşinde.

Hodri meydan! İşte size köklü bir çözüm önerisi. TÜFE mikro verisini açıklayın! TÜFE için 81 il merkezinin tamamını da içeren toplam 227 ilçeden fiyat derleniyor. TÜFE kapsamında ayda 28 bin 852 işyerinden 608 bin 594 fiyat derlenmekte ve 5 bin 246 kiracı endeks kapsamında takip edilmektedir. Fantastik değil gerçekçi bir öneri sunuyorum. Teknik olarak gayet mümkün. TÜİK bu veriyi her ay bir hesap işlem tablosu (Excel) olarak yayımlayabileceği gibi ayrıca bir enflasyon veri tabanı da kurabilir. Böylece mikro düzeyde hangi verinin nereden ve hangi fiyata derlendiği ortaya çıkar. Böyle bir tablonun yayımlanması ve bir enflasyon veri tabanı hazırlanması için TÜİK’in yeterli uzman insan gücüne sahip olduğu sır değil. Enflasyon mikro verisinin yayımlanması şeffaflık yönünde önemli bir adım olacaktır. Hodri meydan. Kendinize güveniyorsanız TÜFE mikro verisini her ay yayımlayın!

GELİRE GÖRE ENDEKS

TÜİK bütün ülke çapında tüm nüfus için ortalama ve tek bir tüketici fiyat endeksi açıklıyor. Enflasyonun ölçümünde bir sorun olmasa dahi TÜİK’in verileri tamamiyle güvenilir olsa dahi tek tip TÜFE yeterli değil. Enflasyonun bölgesel ve gelire grupları düzeyinde ciddi biçimde farklılaştığı biliniyor. Gelir durumuna göre harcama kalıplarının değiştiği ve bunun da farklı gelirlere sahip tüketiciler için farklı enflasyonlar anlamına geldiği biliniyor.

Örneğin 2023 yılındaki dağılıma göre en düşük gelir grubu olan birinci yüzde 20’lik grupta yer alan hanehalkları, gıda ve alkolsüz içecek harcamalarına yüzde 36,6, konut ve kira harcamalarına yüzde 29,2 harcarken, en yüksek gelirli yüzde 20’lik grup gıda harcamasına yüzde 14,5 pay ayırmaktadır. Bu durum farklı gelir gruplarının enflasyonunu da farklılaştırmaktadır. Bu nedenle gelire göre tüketici fiyat endeksleri özellikle düşük gelir gruplarının gelirlerinin korunması için çok yararlı olacaktır.

TÜİK görev alanı gereği özerk ve siyasi müdahaleden uzak bir kurum olmalıdır. Ancak son yıllarda tersine TÜİK üzerindeki siyası tasallut artmış ve TÜİK idarenin bir aparatı haline gelmiştir. TÜİK’in faaliyetleri ve yapısı eskiden olduğu gibi kanunla düzenlenmeli ve siyasi müdahaleye son verilmelidir.

Öte yandan TÜİK’in şeffaflaşması ve etkin denetimi için adımlar atılmalıdır. TÜİK’i sadece sadece başkan ve yardımcıları değil bir yönetim kurulu yönetmelidir. Tıpkı SGK ve İŞKUR da olduğu gibi yönetim kurulunda sendikal konfederasyonlar ve meslek örgütleri tarafından seçilen temsilciler yer almalıdır. Milyonlarca çalışanın kaderini etkileyen bir kurumun yönetiminde çalışanları temsil eden örgütlerin yer alması gerekir.

Halen TÜİK bünyesinde var olan İstatistik Konseyi işlevsiz ve göstermeliktir Dahası bu Konsey antidemokratiktir. Konsey ağılıkla kamu kurumu temsilcilerinden oluşurken Konseye işverenleri temsilen Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) katılmaktadır. TÜİK Konseyine TOBB katılırken sendikalar ve meslek odaları yoktur. Bu ne perhiz ne lahana turşusu! Konseyin bu antidemokratik yapısı değiştirilmeli ve daha sık toplanması sağlanmalıdır. TÜİK çeşitli alanlara uzman ve kurum temsilcilerinin yer aldığı dönük danışma kurulları oluşturmalıdır. TÜİK bu kurular yoluyla daha şeffaf ve denetlenebilir hale getirilmelidir.

NAFİLE DAVALAR

TÜİK enflasyon verilerine olan güvensizliğin arşa çıkması ve artan veri karatma girişimleri karşısında son günlerde bazı avukatlar tarafından “TÜİK’e dava açalım, TÜFE’nin hatalı olduğu tespit ettirelim, kayıplarımız geri alalım” şeklinde iddialar ortaya atılmaya başlandı. Yaşanan ekonomik kayıplar nedeniyle bu iddia pek çok kişiye cazip görünmeye başlandı.

TÜİK’e çeşitli konularda dava açmak elbette mümkün ve gerekli. Örneğin madde fiyat listesinin yayından kaldırılması üzerine DİSK dava açtı ve davayı kazandı ve dava kesinleşti. Bu davada söz konusu olan hukuksuz bir idari işlemdi. DİSK, TÜİK’in madde fiyat listesinin yayından kaldırmasına karşı dava açtı ve bu bilginin açıklanmasını talep etti. İdari yargı da madde fiyat listesinin açıklanmasının TÜİK’in görevi olduğuna karar verdi. Sendikalar, meslek örgütleri, partiler böyle somut konularda ve hukuksuz işlemlere karşı elbette dava açmalı.

Ancak son günlerce gündeme getirilen “TÜİK’e dava açalım. Kayıpları geri alalım” şeklinde özetlenebilecek davaların gerçekçi ve mümkün olmadığını, yurttaşları boş hayallerin peşine takmak anlamına geldiği düşünüyorum. TÜFE’nin hatalı olduğunun tespiti ve idari yargı yoluyla yeni endeks ihdası gibi bir idari yargı usulü yok. İdari yargı, idarenin hukuka aykırı eylem ve işlemlerini denetlemekle yükümlüdür. İdarenin işlem ve eylemlerine karşı iptal (yürütmeyi durdurma talepli) dava açmak elbette mümkün. Ayrıca tartışmalar olsa da idareye karşı munzam zarar davası yolu da denenebilir. Ancak söz konusu dava iddiasının bunlarla ilgisi olmadığını düşünüyorum.

DAVA SÜREÇLERİ ZORLU

TÜİK işlemleri (TÜFE) idari işlemler olduğu için idari yargı yolu dışında bir yargı yolu yok. Ancak idari yargıda TÜFE endeksinin hatalı olduğuna ilişkin dava açmanın sonuç vereceğini sanmıyorum. İdari yargının endeksin hatalı olduğunu tespit etmesi (tespit davası) ve yerine yeni endeks hesaplamasının idari usul hukukuna göre mümkün değil. Dava açacak ilgili TÜFE endeksinin hatalı olduğunu gerekçeleriyle ortaya koymalı ve bundan zarar gördüğü belirtmelidir. Bu yolla TÜFE endeksinin iptali istenebilir. Öte yandan her ay açıklanan ve yaklaşık 600 bin veriye dayanan bir endeksin hatalarını ortaya koymak kolay iş değildir.

İdari bir işleme dava açmak istisnalar hariç 60 gün içinde mümkün. Geriye dönük endekslere idari yargılama usulü açısından nasıl dava açılacağı da meçhul. Dahası her ay derlenen bu 600 bin veri yayımlanmıyor, aleni değil. Yayımlanmayan verinin hatalı olduğunu ileri sürmek de pek mümkün değil.

Öte yandan idari yargı TÜFE’yi hatalı bulsa bile yerindelik denetimi yapıp endeksi idare yerine yeniden hesaplayamaz. Yani idari yargının endeksin hatalı olduğunu tespit ettirmesi ve bu endeks yerine yeni bir endeks hesaplatması (yerindelik denetimi) pek olası değil. İdari yargının idarenin yerine geçerek idari işlem yaratmaması ve bu içerikte karar verememesi idare hukukunun en temel ilkelerindendir. Bu ilke kuvvetler ayrılığı ilkesinin mantıksal ve hukuki sonucudur. Dolayısıyla bir an için açılan davada TÜFE için iptal kararı verilse dahi mahkeme tarafından yeni enflasyon oranı belirlenemez.

BİLGİ EDİNME EYLEMİ

O yüzden “TÜİK’e da açalım, haklarımız alalım” iddiasını sonuç alıcı ve anlamlı bulmuyorum. Bu davalar olsa olsa dava açacaklar için boşuna masraf ve kamu avukatları için kazanç kapısı olabilir. Dava harcı ve davanın kaybı halinde TÜİK avukatına ödenecek vekâlet ücreti toplamı ciddi meblağlara ulaşabilir (yaklaşık 20-25 bin TL). Bu yol neredeyse çıkmaz yoldur. Bunlarla uğraşmaya değmez.

Böyle fantastik bir dava yolu yerine ben bütün vatandaşların CİMER yoluyla TÜİK’ten DİSK’in dava açtığı ve kazandığı madde fiyat listesini ve enflasyon mikro verisini talep etmesini öneriyorum. Vatandaş hiç masrafsız bir şekilde bu verileri CİMER üzerinden isteyebilir. E-devletten CİMER’e girin ve madde fiyat listesi ile enflasyon mikro verisini talep edin. Bilgi edinme mevzuatına göre 15 gün içinde yazılı cevap vermek zorundalar. Varsın TÜİK on binlerce bilgi talebini reddetmekle uğraşsın! TÜİK reddederse Bilgi Edinme Kuruluna başvurun. Binlerce onbinlerce bilgi edinme başvurusu nafile davalardan çok daha etkilidir. Bilgi edinme hakkı bir yurttaş hakkıdır. Etkin biçimde kullanılabilir.

Mesele teknik-hukuki bir mesele değil toplumsal ve siyasal bir meseledir. TÜİK verilerini şeffaflaştırmalı, TÜİK demokratikleştirilmeli ve denetlenebilir olmalıdır. Bu yönde toplumsal ve siyasal baskıyı artırmak lazım. Ancak “nafile” davalarla zaman ve para ve hatta ümit kaybetmeye gerek yok bence.

                                                      /././

Toplumu gerecek yeni fay hattı bulundu -Gözde Bedeloğlu-

Türkiye 2003 yılında, “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi”ne taraf olmuş ve 24 Haziran 2004’te Hayvanları Koruma Kanunu çıkarmıştı. Yasanın amacı, havanların rahat yaşamalarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamaktı. Buna göre; sahipli sahipsiz, bütün hayvanlar eşit doğar ve bu kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir. Yerel yönetimler, gönüllü kuruluşlarla iş birliği içerisinde, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakım evleri kurarak onların tedavilerini sağlar. Kontrolsüz üremeyi önlemek amacıyla, toplu yaşanan yerlerde beslenen ve barındırılan kedi ve köpeklerin sahiplerince kısırlaştırılması esastır. Hayvanlara kasıtlı olarak kötü davranmak, acımasızca ve zalimce işlem yapmak, dövmek, aş susuz bırakmak, aşırı soğuğa ve sıcağa maruz bırakmak, tecavüz etmek, bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek ve öldürmek yasaktır.

∗∗∗

Sahipsiz sokak hayvanlarının korunmasına yönelik bu yasal düzenlemeye kadar, Türkiye’de toplu itlaf uygulamalarının yapıldığını biliyoruz. On binlercesi insansız bir araziye terk edilerek ya da zehirlenerek öldürüldü. Ancak bugün yine aynı sorunun gündemde olması, itlafın hiçbir zaman kalıcı bir çözüm sağlamadığının kanıtı. Bu anlamda, 2004’te çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu ile kontrolsüz çoğalmanın önüne geçebilmek için kısırlaştırma yönteminin tercih edilmesi ve barınakların yapılması olumlu bir gelişmeydi. Ama nasıl ki sokak köpeklerinin topluca öldürülmesi yeniden çoğalmalarını engellemediyse, yaşam hakkını savunan bir yasa çıkarmak da, doğru ve etkin bir şekilde uygulanmadığı sürece çözüm olmuyor. Hayvanların topluca öldürülmesi, hem işe yaramamış bir yöntem hem de her canlının eşit yaşam hakkı ilkesine karşı olması sebebiyle, kamuoyunda güçlü bir destek bulamıyor. Bunu, tasarıda öldürmek-itlaf etmek yerine ‘ötanazi’ sözcüğünün seçilmiş olmasından anlayabiliyoruz. Ötanazi, belli şart ve koşullar altında kişinin bilinçli bir şekilde kendi hayatına son verdiği bir uygulama. Dolayısıyla bilinçten yoksun, insanlarla yaşamaya bizzat insanlar tarafından alıştırmış sokak köpekleri için kullanılamaz.

∗∗∗

2005 yılında, Hayvanları Koruma Kanunu ile ilgili İçişleri Bakanlığı’ndan valiliklere bir genelde gönderilmişti. Bakan Abdülkadir Aksu, dünyanın artık toplumsal, ahlaki ve vicdani açıdan tüm hayvanların yaşamlarının güvence altına alınması yolunda önemli mesafeler kat ettiğini ve AKP hükümeti olarak kendilerinin de bu yönde çabaları olduğunu belirtmişti. Aksu, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeye atıfla, “bütün hayvanların eşit doğduğu ve eşit hakka sahip olduğu” temel ilkesi gözetilerek, sahipsiz hayvanların kontrolsüz üremesini önlemek amacıyla kısırlaştırılma yönteminin esas alınacağını söylemişti. Üzerinden 20 yıl geçti. O zaman AKP, kendini muhafazalar demokrat olarak tanımlayan, evrensel haklar bakımından yüzünün Avrupa’ya dönük olduğunu savunan bir partiydi. Bugün ise kanunda toplu itlafın önünü açacak bir değişiklik teklifiyle gündemde. Yasa gereği bu alandaki sorumluluk yerel yönetimlere aitti. Yıllarca AKP tarafında yönetilen belediyelerin gerek ilgisizlik gerek AKP hükümetinin bütçe tercihleri doğrultusunda başarısız olduğu ortada. Eğer konuya ciddiyetle eğilinseydi, Türkiye de, pek çok Avrupa ülkesinin yaptığı gibi kısırlaştırma yöntemi ve sokağa hayvan bırakanlara kesilen caydırıcı cezalarla, soruna kalıcı çözüm getirebilirdi.

∗∗∗

Hal böyleyken, sorun sanki kendi kendine ortaya çıkmış, yürürlükteki yasaya 20 yıl boyunca uyulmamasının sorumluluğu iktidarda değilmiş gibi bir hava estiriliyor. Dahası, evrensel bir hak meselesi günlük siyasetin aracı haline getiriliyor. Bunun sinyallerini iktidar medyası çalışanlarının yorumlarından okumak mümkün. Her canlının eşit yaşam hakkı var, “ama” diye şerh düşülerek, insan hayatı diğerlerinden değerlidir deniyor. Yasaya karşı çıkanlar toplumun ‘elitleri’ olarak etiketleniyor. Akılcı, vicdani, ahlaki yöntemlerle sorunun çözümünden yana olanların ‘batıcı’, ‘modern’ ve ‘emperyalizm hayranı’ olduğu iddia edilerek, aslında toplu itlafa karşı çıkarak bir yaşam tarzının, yani sekülerlik savunusunun peşinde oldukları söyleniyor. Ülkeyi 20 yıldır yöneten iktidarın beceriksizliğini gözden kaçıracağım diye, yaşam hakkı için Türkiye’de başlayabilecek yeni bir direnişten, sokakların terörize edilme riskinden bahsediliyor. Toplumu gerecek yeni fay hattı bulunmuşa benziyor.

                                                             /././

15 Temmuz -İlhan Cihaner-

783 Bin metrekare büyüklüğündeki ülkemizi, devasa sorunları altına süpürdüğümüz devasa bir halıya benzetebiliriz sanırım. Hesaplaşılmayan ve bastırılan her travma, her suç iktidarların ihtiyacına göre çıkarılıp “kullanılmak” üzere halı altında bekletiliyor. Hiçbir zaman gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşma yaşanmadığı için de benzer altüst oluşları, hukuksuzlukları sürekli yaşıyoruz.

Ülkemizin yaşadığı en önemli kırılmalardan olan, “15 Temmuz” diye adlandırılan darbe girişimi sonrası da aynı şeyleri yaşıyoruz. Aradan geçen sekiz yıla rağmen ne etkin/adil bir hesaplaşma ve yüzleşme söz konusu ne de tekrarının yaşanmaması ve travmaların sağaltılması için bütünlüklü bir yaklaşım söz konusu.

HALKA MAL EDİLMİŞ BİR ÖZELEŞTİRİ YOK

Kuşkusuz bu sonuçta ana belirleyen Fetullahçı yapılanmaya alan açan  iktidarın değişmemiş olması. Fetullahçı yapılanma ile kadro ve dünya görüşü olarak etle tırnak kadar iç içe geçmiş AKP iktidarının bu hesaplaşmanın “tek belirleyeni” olması. Sonradan AKP’ye eklemlenen MHP’nin de sorumsuz iktidar ortaklığının konforunu yitirmemek için bu konuda AKP çizgisine angaje olması da belirleyici tabii ki. Bu haliyle iktidarın ve genel olarak sağ/milliyetçi iktidarların birkaç kuşağı etkileyecek, gelecekteki siyasi iklimin de ana dinamiklerinden birisi olacak bu “sorunu” çözmeleri, hesaplaşmaları ve yüzleşmeleri olası değil. Çünkü iktidarın derdi Fetullahçı yapılanmanın toplumla, devletle, emperyalizmle kurduğu “ilişki” değil o yapının kendisi ile olan “karşıtlığı”. O nedenledir ki yargılayanlarla yargılananların aynı eylemleri yaptıklarını, bakanlarla müebbet alanların, ihraç edilenlerin hangisinin daha Fetullahçı olduğunu karıştırabiliyoruz. O nedenledir ki iktidar, model olarak aynı olan yapılara (Menzil, Süleymancılar, İskenderpaşa, İsmailağa, vs.) alan açmaya devam ediyor. Fetullahçı yapılanmanın hamisi olarak gördüğü ABD ile bu eksende derdi yok. Halka mal edilmiş bir özeleştiri bile söz konusu değil. En fazla “Kandırıldık, Allah affetsin”!

AKP/MHP iktidarının 15 Temmuz’u her anlamda kullanması “anlaşılabilir". Etkin bir mücadele ve yüzleşme sermayesiyle, medyasıyla kadrolarıyla iktidarı bitirir. Kurmak istedikleri yeni rejimin ihtiyacı olan “kurucu bir mit” olarak da işlevsel 15 Temmuz. Ancak AKP/MHP, ülkeyi 15 Temmuz’a götüren süreçteki rolünü tartıştırmak istemiyor. TBMM’de kurulan araştırma komisyonunun başına getirdikleri isim ve komisyonun çalışma yöntemi bile gerçek bir hesaplaşmadan ziyade “halı altına süpürme” girişimiydi. Maalesef muhalefet Yenikapı’ya verdiği destekten sonra bu tuzağa da düştü. Böylece asıl sorumluyla mücadele ve hesaplaşma önderliği terkedildi, sorumlulara meşruiyet verildi. Ülkeyi 15 Temmuz’a getiren sürecin aktörleri ya arazi oldular ya yargıç koltuğuna oturdular ya da Fetullahçıların varlıklarına ganimet olarak el koydular. Hatta yeni dönemde daha pervasızlaştılar. Üstelik kişisel çıkarlarını bile “Fetö”  söylemi ile büyüttüler. “Fetö” borsası bile kuruldu, daha ne olsun! Fetullahçılarla el ele kumpas davalarını yürütenler, geçmişte Fetullahçılarla iç içe olan yargı, bürokrasi ve sermayenin “acaba beni de sanık koltuğuna oturturlar mı?” korkusunu alabildiğine kullandı, kullanıyor. Bu arada neredeyse sürecin faturası CHP’ye kesildi!

Dediğim gibi AKP ve sermayenin bu tutumu “anlaşılabilir”. Ancak anlaşılamaz ve bence yanlış olan solun/sosyalistlerin tutumu. Şöyle ki; liberallerin aksine, baştan beri özel olarak Fetullahçı yapılanma, genel olarak cemaat ve tarikatlarla her aşamada (referandum, laiklik, vs.) doğru tutum alan, bunun için bedel ödeyen sol, 15 Temmuz’la birlikte özellikle entelektüel anlamda “ilgisini” azalttı. Bu da AKP’ye siyasi olarak alan açtı. Oysa devlete (bürokrasi, sermaye, medya, vs.) hakim olan bir yapının karşısına bir gecede yabana atılmayacak (üstelik saatler önce o yapı adına sokağa çıkabilecek) bir kitlenin karşı çıkışındaki dinamikler iyi analiz edilmeliydi. Özellikle CHP’nin AKP/MHP ittifakının yalnızca ceza hukukunu araç olarak kullanma yaklaşımının karşısına yalnızca bu süreçlerdeki hukuksuzluklara vurgu yapan refleksif yaklaşımı yerine, daha bütünlüklü, etkin ve adil bir hesaplaşma/yüzleşme programı ortaya konulmalıydı, halen de konulabilir.

Vurguladığım gibi mevcut iktidar ve sağ/milliyetçi iktidarlar, 15 Temmuz ve ülkeyi 15 Temmuz’a götüren süreçle hesaplaşamazlar. Yenilerini de engelleyemezler. Diğer temel meselelerde olduğu gibi bu sorunu da ancak “biz” çözebiliriz. 

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder