22 Temmuz 2024 Pazartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-

Parası olmayana ne sanat var ne tarih -Berfin Bağdat Koca-

İstanbul’da 100’den fazla müze ve sergi alanı olduğu halde öğrenciler erişemiyor. Sergilerin ücretleri pahalı. Öğrenciler müzelere Müze Kartla indirimli girse de rehber ücreti ödeyemiyor.

Kültür ve sanat etkinlikleri açısından en çok imkanı barındıran şehir olan İstanbul’da müze, sergi alanları ve galeriler çeşitli sanatları, sanatçıları, kültürel ve tarihi eserleri, araştırmaları sunan yerler. Bunun gibi kültür-sanat mekanları turistik bölgeler olmak üzere Beyoğlu, Kadıköy, tarihi yarımada gibi birkaç alanda yoğunlaşıyor. Bu tür alanlar dışında kalan yerlerde belediyelerin kültür merkezleri dışında kültür-sanata erişime imkan sağlayabilecek mekanların kısıtlı olduğu söylenebilir. Üniversite öğrencileriyle kendi bulundukları üniversite ortamları dışında kültür sanat alanlarına erişimlerini, müze ve sergilerin ücretlerini, müze ve sergi gezme alışkanlıklarını konuştuk.

100’ÜN ÜZERİNDE MÜZE VE SERGİ ALANI VAR

2024 yılı itibariyle İstanbul’da 100’e yakın sayıda müze bulunuyor. Bu müzeler arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olanlar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilenler ve özel müzeler yer alıyor. Bunların arasında Topkapı Sarayı, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul Modern, Pera Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi ve Rahmi M. Koç Müzesi gibi birçok popüler müze bulunuyor.

2024 yılı itibariyle İstanbul’da yaklaşık 100’ün üzerinde de sergi alanı bulunuyor. Öne çıkan bazı sergi alanları arasında Pera Müzesi, Arter, Salt Beyoğlu, Contemporary İstanbul ve çeşitli üniversitelerin sanat galerileri bulunuyor.

‘KAPIDAN GİRSEN DE REHBER ÜCRETİNİ KARŞILAYAMIYORSUN’

18 yaşından önce müze ve sergi gezemediğini söyleyen lisans öğrencisi olan Can, “18 yaşına kadar Erzincan’da yaşadım. Üniversite okumak için İstanbul’a geldiğimde müze ve sergileri gezmeye başladım. Ücretli olan müzelerin fiyatları fahiş. Taksimdeki İllüzyon müzesi çok gitmek istediğim bir yer, ancak bilet fiyatları sebebiyle gidemiyorum. ‘Bir gün o parayı dert etmezsem gideceğim’ diye ertelediğim yerler var” ifadelerini kullandı.

Müze Kart kullanan Can, Müze Kart’ın giriş sağladığı yerlerin bireysel gezilerek anlaşılabileceğini düşünmediğini belirterek “Buraları rehber eşliğinde gezmek gerekiyor ancak bir öğrencinin rehber ücretini karşılayabilmesi mümkün değil. Müzekart kapıdan içeri girmeni sağlıyor fakat içerde ne olduğunu anlaman için senin ekstra bir para harcaman gerekiyor. Yoksa müzeden daha az faydalanmış oluyorsun” dedi. 

‘MÜZELER TURİSTTEN PARA KAZANILAN YERLERE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ’

Ülkemizde gezi kültürünün birkaç tarihi yapı görmekten ibaret olduğuna değinen lisans öğrencisi Can, “Kültür ve sanata merakın küçüklükten gelen bir alışkanlık olması lazım. İnsanlar, sanata ve bilime müzeleri gezerek merak duyarlar. Ben, moleküler biyoloğum ve Türkiye’de  bir tane doğa tarihi müzesi yok. Kendilerine doğa tarihi müzesi diyen yerler o kategoriye girmiyor. Maalesef ülkemizde seçenekler çok kısıtlı” şeklinde konuştu.

Birçok kurumun turizme yönelik ticari yerler haline getirilmesine dair Can, “Müzelerin ve kültür sanatla ilgili devlete bağlı birçok kurumun başında liyakatsiz insanlar oturuyor. Buralar tamamen turistlerden para kazanılan yerler haline getirildi. Müzelerin içinde mağazalar oluyor, bir şeyi beğenip almak istesen, ilgilensen bile fiyatlardan dolayı alamıyorsun. Müze kataloglarının fiyatları da inanılmaz pahalı, müzeden bir katalog bile alamadığın için tekrar gitmediğin takdirde müzeyle olan bağını kaybediyorsun” dedi.

‘İNDİRİMDEN FAYDALANAMIYORUZ, GÖSTERMELİK YAPILIYOR’

Boş zamanlarında ilk baktığı şeyin güncel sergiler ve müzeler olduğunu belirten Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Damla ise “Genellikle ücretsiz sergilere gitmeye çalışıyorum açıkçası. Ücretler uygun gelmiyor, öğrenci veya çalışan birisi olsun düzenli olarak karşılanabilecek ücretler olduğunu düşünmüyorum. Özel müzelerin ulaşılabilir olduğunu düşünmüyorum. Örneğin İstanbul Modern’de öğrenci biletleri 170 TL. Öğrencilere hafta içi bir gün gündüz saatlerinde ücretsiz ziyaret hakkı tanımışlar ama gündüz saatlerinde okuduğumuz veya çalıştığımız için pratikte işlemeyen, göstermelik bir durum olarak kalıyor” dedi.

‘EKONOMİK SIKINTININ İÇİNDE SANAT GÜNDEMİMİZ OLAMIYOR’

Damla erişilebilirlik konusu içinse, “Konum olarak ise müze ve sergilerin 2-3 ilçede konumlanmış olması buralara erişimi çokça sınırlıyor. Bütün bir öğrenci kesimini düşündüğümüzde insanların Beyoğlu veya Kadıköy’e çok nadiren gidebildiğini görüyoruz. Uzak ilçelerde yaşıyorsa ulaşım büyük bir dert. Zaten insan böyle büyük bir ekonomik sıkıntının içerisindeyken kafasını kaldırıp estetik zevklerini tatmin etmeye yeltenemiyor, hayatında böyle bir gündem olmuyor” ifadelerini kullandı.

‘SERMAYENİN SANATA DESTEK PROPAGANDASI ÜCRETLERE YANSIMIYOR’

Müze ücretlerine ilişkin Damla, “Büyük müzeleri düşündüğümüzde arkalarında Sabancı, Koç, Eczacıbaşı gibi büyük sermaye gruplarının bulunduğunu görüyoruz. Her yerden sanatı ve sanata erişebilirliği desteklediklerinin propagandasını yapsalar da müze ücretlerine asla yansımıyor” dedi.

Yüksek lisans öğrencisi olan Ertuğrul “Lisans eğitimimde tarih okudum. Tarihe ilgili olduğum için galerilerdense müzeleri gezmeyi tercih ediyorum. Pek gitmesem de sanat galerilerinin giriş ücretlerinin çok pahalı olduğunu biliyorum. Müzekart çok büyük bir rahatlık sağlıyor ancak özel müze fiyatlarının pahalı olduğunu söyleyebilirim. Konum açısından bilindik müzelerin yerlerinin ulaşılabilir olduğunu düşünüyorum” dedi. Müze, sergi ve galerilerin birçok öğrencinin gündeminde olmamasına dikkat çeken Ertuğrul, bunun sebebinin merak edilmemesi olduğunu belirtti.                                        /././

Trump’a suikast, küresel sağa gaz -Ertan Erol-

Geçtiğimiz hafta bir grup ABD temsilciler meclisi üyesinin oluşturduğu bir heyet, El Salvador’un otoriter lideri Nayib Bukele ile temaslarda bulunmak amacıyla El Salvador’a gitti. Tamamını Cumhuriyetçi Partili üyelerinin oluşturduğu heyette yer alan Matt Gaetz, Dan Bishop, Andy Biggs ve Alex Mooney, aynı zamanda partinin aşırı sağcı ve Trumpçı kanadından, göçmen karşıtı ve komplo teorici grubun önemli isimlerinden. Kendisi hakkında cinsel taciz, yasadışı uyuşturucu kullanmak, rüşvet yerine geçebilecek hediyeler kabul etmek ve meclis soruşturmalarını baltalamak gibi suçlamalardan araştırma komisyonu kurulmuş olan Matt Gaetz ise bu grubun en öne çıkan üyesi. 6 Ocak 2021’de yaşanan ve tarihe Capitol Baskını olarak geçen saldırının düzenleyicilerinden olan ‘Proud Boys’ adlı aşırı sağcı örgüt için Trump’ın kullanmış olduğu ‘geri çekilin ve bekleyin’ tabirini tekrar tekrar kullanmaktan çekinmeyen Florida Temsilcisi Gaetz, aynı zamanda parti içerisinde de yoğun eleştiriler alan bir isim. Arizona Temsilcisi Andy Biggs ise 2020 Başkanlık seçimlerinde Arizona eyaletinde 400 bin posta oyunun değiştirildiğini iddia ederek eyalet seçim sonuçlarına müdahale etmeye çalışan grubun içinde yer alması ile tanınıyor. Alex Money de kampanya parasını kendi şahsi harcamaları için kullanmak, özel şirketlerin ailesiyle birlikte tatil masraflarını karşılaması gibi konularda kongre etik komisyonun araştırmalarına mazhar olmuş bir isim. Aşırı sağcı grupları normalleştirmek, seçim sonuçlarına müdahale etmek, rüşvet ve yolsuzluk iddialarının parçası olmak gibi özellikler ise tek noktada birleşiyor ki o da koyu Trumpçılık. ABD’de aşırı sağın merkez siyaseti ele geçirmesi bu bağlamda Latin Amerika’daki sağ otoriter çevrelerin dikkatinden kaçmıyor ve kasım seçimleri öncesi iktidarı ele geçirmesi muhtemel görülen bu isimlerle ilişkiler konsolide edilmeye çalışılıyor.

El Salvador, Trump’a yapılan suikast sonrasında en hızlı tepki veren ülkelerden biri oldu. Aynı şekilde Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei de Trump’a yönelik saldırıya en güçlü reaksiyon gösteren liderlerdendi. Milei saldırıyı kınamaktan daha da ileri giderek uluslararası solun çaresizlik içinde demokrasileri istikrarsızlaştırmak için şiddete başvurmalarının şaşırtıcı olmadığını, sandıklarda kaybedeceğini gördüğü an terörizme başvurduklarını yazdı. Milei’in Trump’a olan hayranlığı daha önceki karşılaşmalarında neredeyse Trump’ın ayaklarına sarıldığı utanç verici görüntülerle zaten biliniyordu. Ancak saldırganın kimliği daha belli bile değilken bunu iç politika malzemesi yaparak bir siyasi niteliğe büründürmek her ne kadar Milei’in karakterine uygun bir davranışsa da bir devlet başkanı ciddiyetine yakışmayacak diplomatik bir skandal. Bu arada Milei ülke ‘ekonomisini kurtarırken’ Arjantin Merkez Bankasındaki altın rezervlerinin ‘atıl durumda kalmaması’ için İngiliz bankalarına taşındığının ortaya çıkması da ülkenin nasıl bir iktidar tarafından yönetildiğini göstermesi açısından önemli.

Trump’a yönelik suikast teşebbüsüne bir tepki de Brezilya’dan geldi. Eski Başkan Bolsonaro kendisine yönelik 2018’de yapılan bıçaklı saldırı girişimi ile bir paralellik kurarak sosyal medya hesaplarından nedense sadece muhafazakarların saldırıya uğradığını yazarak, Milei’e yakın bir biçimde saldırının ‘küresel sol’ diye adlandırdıkları gruplar tarafından yapıldığını ima etti. 2018’deki bıçaklı saldırı sonrasında hastanelik olan Bolsonaro kampanyasını yarıda kesmek zorunda kalsa da seçmen desteği önemli ölçüde artmış ve seçimleri kazanarak başkanlık koltuğuna oturmuştu. Başkan Lula da Silva da aynı paralelliği kurarak saldırıdan en çok Trump’ın faydalanacağı yönünde açıklamalarda bulundu. 2018’de Bolsonaro saldırıdan sonra hem sempati toplamış hem de kampanyasını yarıda kestiği için birçok konuda fikir belirtemeyerek merkezde bulunan seçmenler açısından da oy verilebilirliğini korumuştur. Bolsonaro ve Trumpçı klikler arasındaki yakın ilişkiler ise herkes tarafından bilinen bir durum.

Trump’ın başkan seçilmesi durumunda Latin Amerika’nın birçok ülkesi için sıkıntılı bir dönemin de başlayacağını tahmin etmek güç değil. Trump’ın Başkan Biden’ı yaşı ve zayıflığı konusunda eleştirirken Meksika’dan istediği her şeyi aldığını yeni dönemde Ekonomi Bakanı olacak olan eski Dışişleri Bakanı Marcelo Ebrard’ın ismini sürekli olarak anması buna örnek olarak gösterilebilir. Trump’ın muhtemel başkanlığı bu sebeple bölgede kaygı uyandırıyor. Bir yandan da birçok çevre için yeni ve daha kuvvetli bir sağ dalganın öncüsü ve destekçisi olarak görülüyor.

Trump’a yönelik suikast girişiminin ABD’deki seçim sonuçlarına büyük etkisi olacağı düşüncesi de çok güçlü.

                                                              /././

Kutlu Adalı’nın ‘Sancılı Toplum’u -Fatih Polat-

“Kıbrıs Türk Toplumunun, dinmek bilmeyen sancıları, 1878’de başlamış ve günümüze kadar gelmiştir. Çok yönlü olan bu sancıların bir türlü dinmek bilmemesi, özgürlük ve var olma savaşı yapmasında, bayrağının altında hür bir şekilde yaşamak istemesindedir.

Bu kutsal istekledir ki, her türlü iktisat ve ekonomi kurallarına toplum olarak göğüs gerilmekte, yoksunluklarla dolu yaşantıya katlanılmakta, çöküntü bekleyenlerin karşısında, her geçen yıl daha güçlü, daha inançlı, Kutsal Savaş sürdürülmektedir.

Savaşın iktisadi değil, özgürlük ve var olma savaşı olduğunu haykıran Türk toplumu; bu savaşı, Anavatan Türkiye ile birleşinceye dek sürdürecektir.”

Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı, Lefkoşa’da Beşparmak Yayınları tarafından 1970 yılında yayımlanan ‘Sancılı Toplum’ adlı kitabının ön sözüne böyle başlıyor. Kitap, Zafer ve Bozkurt gazetelerinde 1969 yılı içinde yayımlanmış olan yazılarına, iki yazı daha eklenerek oluşmuş.

Yazarın, bu kitaptaki yazılarında milliyetçi bir perspektifin hakim olduğu görülür. Hatta Kutlu Adalı, sosyalizmin o yıllarda dünya ölçeğindeki etkisinin doğal bir sonucu olarak Kıbrıs’ta da tartışıldığı ortamda, sosyalizmi savunan gençlere, bakış açılarının ‘ütopik’ olduğunu öne süren nasihat tonunda ifadelerle yanıtlar verir.

1961'den 1972 yılına kadar Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın özel sekreterliğini yapan Kutlu Adalı, Türkiye’nin Kıbrıs’a 1974’te yaptığı çıkarmanın ardından, yıllar içinde Ada’da Susurluk ve ‘derin devlet’ ilişkilerinin yaygınlık kazanması, kara para aklamanın bir sektör haline gelmesi, bu arada da eski ‘kurtuluş mücadelesi’ neferlerinin başında bulunanların küpünü doldurması karşısında yollarını ayırır. 1985'ten sonra Denktaş'a muhalefet eden ve Kıbrıslılık kavramını öne çıkaran köşe yazıları yazmaya başlar.

Tam bu noktada, Serkan Seymen’in, Evrensel’de önceki gün ‘Bir kara para çamaşırhanesi’ başlığıyla yayımlanan yazısına bir atıf yapalım: “‘90’lı yıllar KKTC’nin inanılmaz bir para girişine, son derece şaibeli ticari faaliyetlere, bankalara, döviz bürolarına, bahis ofislerine, kumarhanelere ve fuhuş sektörüne ait gece kulüplerine tanık olduğu zamanlardı. Susurluk Çetesi olarak uzun zaman gündemi meşgul edecek ilişkiler ağında ismi geçenlerden, Abdullah Çatlı’ya, Haluk Kırcı’ya, Korkut Eken’e; yeraltı dünyasının en tanınmış simalarına kadar herkes bir şekilde KKTC’ye sürekli gidip geliyor, tam olarak çözülemeyen faaliyetlerde bulunuyordu. 14 Mayıs 1996’da Kıbrıs’ın kuzeyinde dönen bu dikkat çekici ilişkiler ağını yazılarında konu edinen Gazeteci Kutlu Adalı evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.”

Eşi, Şair İlkay Adalı’nın, Kutlu Adalı’nın katledilmesinden sonra kendisiyle yaptığım görüşmede bana verdiği Kutlu Adalı kitapları arasında yer alan ‘Sancılı Toplum’da dile getirdiği ‘Anavatan’ merkezli görüşlerinden, Anavatan-KKTC hattındaki ilişkiler silsilesinin geldiği boyutu görerek uzaklaşması ve bu kirli ilişkileri sorgulaması sonrası katledilmesine giden kararın verildiği aşikar.

Kutlu Adalı’nın Kıbrıs’ın Uğur Mumcu’su olarak anılması da Serkan Seymen’in ifade ettiği gibi, bu kirli ilişkiler ağını yazılarında konu ederek eleştirmesi nedeniyledir. Dolayısıyla artık savunduğu ‘barış’ da o kirli ilişkileri temsil edenlerin karşısında duran bir içeriğe sahiptir.

Otel, kumarhane, bahis, uyuşturucu gibi bir dizi ilişkilerle gündem olan ‘iş insanı’ Halil Falyalı’nın 8 Şubat 2022’de silahlı saldırı sonucu katledilmesi de madalyonun diğer yüzünde duruyor.

Her iki suikast da bir noktada birbirine bağlanan mesajlar içeriyor. Adalı suikastı, “Eğer bir ‘barış’ savunulacaksa ’74 Barış Harekatı’ ile tesis edilen düzenin kritik ilişkilerini sorgulamadan savunulmalı” derken, Falyalı suikastı da, Ada’nın elverişli koşullarındaki hızlı yükselişin, Türkiye’den Ada’ya uzanan mimarisi içinde belli sınırları olduğunu hatırlatıyor. Falyalı’nın kaymağını yediği ballı sektörler bugün de varlığını koruyorlar ama artık o balı tutan parmaklar farklı.

Kutlu Adalı’nın ‘Sancılı Toplumu’, bağlamı daha da genişleyen sancıları yaşamaya devam ederken, Kıbrıs’ta çözümü konuşmak, Ada’ya yukarıdan boca edilen cerahatleri de derinlikli konuşmayı ve hesaplaşmayı gerektiriyor.

                                                        /././

Yandı, bitti, kül oldu!..-Özer Akdemir-

Yangının alafı 40 dereceyi aşan hava sıcaklığına karışıyordu. Üç gündür yanan fabrikaya iki km uzaklıktaki AVM’de çalışanlar ellerinde bezlerle masalara, kapı pencerelere, mağazaların önüne yağan külleri silmekten helak olmuşlardı. Günde en az 20 kez tekrarlanıyordu bu silme işlemi. Yine de bana mısın demiyordu kül! Mağazanın içine kadar giriyor, giysilerin, beyaz eşya ürünlerinin, incik boncuk tezgahının, incele incele kağıt gibi kalmış televizyonların, birbirinden pahalı el kadar cep telefonlarının, türlü ekran boyutları ve kalınlıkları ile onlara sahip olabilmek için küçük birer servet harcamak zorunda kalınan laptopların üzeri bir karış küle bulanıyordu. Bu kadar değerli cihazların gün aşırı silinmesine rağmen kül içinde kalmasına mağaza sahipleri deli oluyordu ancak artık ilk günlerdeki gibi çalışanlara bağırıp çağırmıyorlardı. Onların bir kabahatleri yoktu, görüyorlardı. Günlerdir yanan fabrikanın külleri ne edilirse edilsin bir yolunu bulup mağazadan içeri giriyor, her şeyi yavaş yavaş kaplıyordu. Ya tüm satılık eşyaları iyice paketleyip mağazayı kapatmak lazımdı, ya da gün aşırı ellerine birer bez alıp külleri silmekten başka çare yoktu.

MAĞAZALARA DOLAN KALABALIK

Yemek satan mağazalar da ise tuhaf bir durum söz konusuydu. Yangının ilk günü yağan küllere, ovanın kuzey yönündeki yanan fabrikadan buğu buğu gelen sıcaklığa bakıp ‘eyvah’ diyen işletme sahipleri bu durumun satışları etkilemediği gördüklerinde derin bir ohh çektiler. Hatta, her gün dışarıdaki 40 derecelik sıcağı mağazaların klimalı serinliğinde atlatmak için AVM’leri dolduran avare kalabalığa, yangını seyretmek için gelenler de katılmış, haliyle bir süre sonra acıkan kalabalık, geniş bir alana yayılan iki katlı mağazaların üst katındaki yiyecek içecek mağazalarını doldurmaya başlamıştı. Yangını uzaktan gören mağazalar gün aşırı müşterilerle ağzına kadar dolu oluyordu. Bir sandviç alıp saatlerce oturduğu yerden yangına, göğe yükselen alevlerin arasında bir kaybolup bir görünen itfaiyecilere, sirenleri sürekli yanıp sönen itfaiye araçlarına dalıp gidenler de vardı, ki cebinde parası olmayanlar ya da doğuştan cimri, mağaza sahiplerinin diş gıcırdattığı tiplerdi bunlar. Kimileri ise yangını distopik bir film izlermiş gibi izlerken, sanki birazdan dünya yok olacakmışçasına, kredi kartlarının limitlerini burada bitirme aşamasına gelene kadar sürekli bir şeyler yiyip içenlerdi.  Yiyecek içecek mağazalarını dolduran kalabalığın büyük çoğunluğu bırakın fabrikayı dünya yansa umurlarında olmaz gibi davranan müşterilerdi. İlk günlerde yiyeceklerdeki kül tadına biraz homurdansalar da zamanla bu duruma da alışmışlardı. Her gün yüzlercesi adete hipnotize olmuş gibi bakan boş gözlerle kasaya gidip yiyecek - içeceklerini söylüyor, eğer camdan yanan fabrika görünmüyorsa salon içinde bir masa bulup cep telefonuna gömülüyor, on dakika sonra isimlerinin çağrıldığı tezgaha gidiyor, ellerine tutuşturulan plastik bir tepsi ile sandviç, patates kızartması, kızarmış çıtır tavuk parçaları, soslu mayonezli döner gibi yiyeceklerle tekrar masaya oturup, sol elleri ile masaya koydukları telefonları kurcalarken, sağ elleri ile ağızlarına yüzlerine ketçap mayonez bulaşmasına aldırmadan yemeklerini yiyorlardı. Yiyeceklerini masaya koyduklarında burunlarına gelen kül kokusunu da artık umursamıyorlardı müşteriler. İlk ısırıktan önce yiyecekleri, içecekleri bir süre kokluyorlar, birkaç saniye düşünüyor, sonra omuz silkip önce fotoğrafını çektikleri yemekleri sosyal medyalarında paylaşırken ağır ağır yiyorlardı. 

                                                        ***

FABRİKAYA KARŞI MÜCADELE VE KÖYLÜLER

2017 yıl başına birkaç gün kala, Aralık ayının son günlerinde, Söke ovasının ortasında henüz bu AVM’ler ve kağıt fabrikası yokken, ilçeye artık bitişik konumdaki Sazlıköy’ün İzmir-Söke yolu kıyısındaki düğün salonunda bir toplantıya katılmıştım. Köylüler, yıllardır başlarına bela olan çimento fabrikasından sonra bir zamanlar pamuk, tütün, bamya, börülce ektikleri tarlaların üzerinde bir kağıt fabrikası kurulacağını öğrenmişler, panikle tanıdıkları kim varsa davet edip bu beladan nasıl kurtulacaklarının derdine düşmüşlerdi. Aydın ve İzmir’den gelen çevre örgütlerinin yanı sıra ilçedeki kamu ve işçi sendikalarının temsilcileri, çeşitli dernekler, siyasi parti üyelerinin doldurduğu salonda Sazlıköy’den gelen insan sayısı ise bir avuç ya var ya yoktu. Toplantıyı organize edenler bu duruma epey içerlemişler, onca yerden gelen konuklarından özür üstüne özür diliyorlardı. 

Çimento fabrikası köyün kimyasını bozmuştu ne zamandır. Fabrikada işe girenler her gün toz talaz içerisinde çalışsalar da yolun batı tarafındaki dağları delik deşik edip raylı sistemlerle, kamyonlarla fabrikaya taşımanın, her gün toz yağan geleceklerinin ağır vebalini omuzlarında hissetseler de kaderlerine boyun eğmişler, ses soluk çıkarmıyorlardı. Yıllar önce memleketlerinden gelip ilçenin bir zamanlar en ücra köşesi sayılan, bataklık diye kimsenin yüzüne bakmadığı, sivrisinekten, yılan çıyandan yerlilerin yakınına dahi yanaşmadığı bu köye yerleşen Kürt kökenli yurttaşlarda vardı köyde. Garibanlıklarını temiz yürekli olmaları, yardımsever ve çalışkanlıkları ile kapatıp kendileri gibi gariban olan civar köylülerle kısa sürede kaynaşmışlardı. İşte kağıt fabrikasına en çok karşı çıkanlar da bu Kürt asıllı köylülerdi. Göç gelmişlerdi doğup büyüdükleri uzak dağ köylerinden bu sarı sıcağın içerisine ve buradan bir adım öteye gidecek mecalleri kalmamıştı hiçbirinin…

Salonu dolduranlara bu tür çevre yıkımına yol açan projelere karşı mücadele edenlerin başarılı olduğu örneklerden bir seçki gösterdim ben. Video gösterisinin ardından “Ülkenin dört bir yanında sizin gibi toprakları, suları, ormanları ellerinden alınmak istenenler direndiler, kazandılar. Sizler de birlik olup direnirseniz kazanabilirsiniz” minvalinde birkaç cümle ettiğimi anımsıyorum. Aydın Tabip Odası Başkanı kağıt sanayi ve özellikle çimento sanayinin yol açtığı sağlık sorunlarını anlattı. “Hayatta karşılaşacağınız en zehirli kimyasallar kağıt fabrikasının atıkları içerisinde var” dedi. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı jeotermaller, maden ocakları, çimento fabrikası, diğer sanayi kuruluşları ve son olarak kağıt fabrikasının yöreyi bir ekolojik felaketin eşiğine getirdiğini söyleyerek, “Bu kirlilik içerisinde en büyük tehlikeyi Söke yaşayacak. Çünkü ovadaki yeraltı suları kuruyor” dedi. Söz alan Sazlıköylüler yıllardır sanayi kuruluşları tarafından topraklarının adeta işgal edildiğini kağıt fabrikasının ise bu durumun üstüne tüy diktiğinden yakındılar. 

Sazlıköy’de üç dönem belediye başkanlığı yaptığını söyleyen Abdülmuttalip Demir diye birisi panele katılanlara “Sizin tuzunuz kuru. İnsanlar burada işsiz. Kağıt fabrikasının istihdam yaratacak” diye çıkıştı. Salondaki köylülerinin yükselen sesleri sonrası kuyruğunu kıstırıp yerine oturdu. Eski belediye başkanının sözleri sonrası ayağa kalkıp konuşan Sazlıköylü Muhammet Adil çevrenin, sağlığın kirlenmesinden sonra iş bulunmasının bir anlam ifade etmeyeceğini söyleyerek, “Buralar bir şirkete peşkeş çekiliyor. Bizim suyumuz bu fabrikaya yetmez” diye konuşmuştu. 

                                                        *** 

"YANGIN ŞAİBELİ"

Geçen sene, Söke Güllübahçe’de oturan bir arkadaşımıza giderken, aracın camından ovanın ortasındaki kağıt fabrikasını gösteren Çineli arkadaşım şunları söylemişti; “İçeriden bilgi geldi. Yakında kağıt fabrikası kapanabilir, çünkü su yok! Ovada onlarca su kuyusu açtı fabrika ama yeteri kadar su bulunamamış”. 

Kağıt fabrikasında yangının başladığı gün gece yarısı mesaj attı aynı arkadaşım. “Bu yangın şaibeli, sanırım fabrikayı bu şekilde kapatacaklar, sigortadan paralarını alacaklar” diye. 

Beş gün sürdü yangın. Beş günün sonunda ovaya yağan küllerin ve siyah islerle kaplı bina kalıntılarının dışında bir iz kalmadı fabrikadan. 

Ovanın suyunu bitirdi. Yanı yöresinde ne varsa iliklerine kadar sömürdü.  Ve belki de giderken bile alevlerin arasından yükünü tutup gitti. 

Aslında kağıt fabrikası değil, bir zamanlar tütün, pamuk, bin türlü sebze ve meyvenin yetiştiği, dağlarını zeytinin, düzünü incirin gölgelediği Söke Ovası yandı, bitti, kül oldu!..

 (EVRENSEL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder