5 Temmuz 2024 Cuma

Birgün "KÖŞEBAŞI" -5 Temmuz 2024-

 

Açık Radyo’nun sesine açığız! -Gözde Bedeloğlu-

TBMM Genel Kurulu’nda 15 Şubat 2011 tarihinde kabul edilerek yasalaşan 6112 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanmış ve 3 Mart 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. Kanun, Avrupa Birliği (AB) müktesebatına uyum çerçevesinde yeniden düzenlenmişti. Buna göre Radyo Televizyon Üst Kurumu’nun (RTÜK) başta gelen görevlerinden biri “yayın hizmetleri alanında ifade ve haber alma özgürlüğünün, düşünce çeşitliliğinin, rekabet ortamının ve çoğulculuğun güvence altına alınması için gerekli tedbirleri almak” olarak tanımlanmıştı.

KABATAŞ YALANI VE RTÜK

Kanunun yürürlüğe girmesinden iki yıl sonra Taksim Gezi Parkı direnişi yaşandı. Güvenlik birimlerinin hazırladığı rapora göre 31 Mayıs’ta İstanbul’da başlayan ve hızla Türkiye’nin 80 iline (Bayburt hariç) yayılan protesto gösterilerine 3.6 milyon insan katıldı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası’nın yapılacağını duyurmuş ve tepki çekmişti. Protestoların giderek arttığı 7 Haziran günü Erdoğan, partisinin grup toplantısında “önemli bir yakınımın gelinini, Başbakanlık ofisimin yanında, yerlerde süründürdüler, kendisini çocuğunu taciz ettiler” dedi.

13 Haziran’da, eski Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun gelini Zehra Develioğlu, o dönem Star gazetesinde çalışan Elif Çakır’a bir röportaj vermiş ve Kabataş’ta ‘deri pantolonlu, deri eldivenli, üstleri çıplak kalabalık bir grubun saldırısına uğradığını anlatmıştı. Haber, hükümete yakın televizyon ve gazetelerde döndü durdu, bazı iktidar medyası çalışanı ‘gazeteciler’ ısrarla iddianın doğru olduğunu savundu. Ancak kamera kayıtlarıyla anlatılanların gerçek olmadığı ortaya çıktı. ‘Kabataş yalanı’ olarak kayda geçen bu iftirayı günlerce ekrana taşıyan televizyon kanalları RTÜK’ten ceza almadı.      

DİVAN OTEL YALANI VE RTÜK

Gezi Parkı protestoları sırasında A Haber’de yayınlanan bir habere göre, Koç Holding’a ait Divan Otel’in ‘işgalcilerin’ toplanma merkezi olduğu, eylemcilerin bu lüks otelde kaldığı, burada molotof kokteyli hazırladıkları ve yaralı olanlarının da otelin otoparkında tedavi edildiği iddia edilmişti. Holding, A Haber’i RTÜK’e şikayet etti. Kurumun AKP’li üyelerinin oylarıyla kanala herhangi bir ceza kesilmedi. Konu yargıya taşındı. Mahkeme, A Haber’de yayınlanan haberin gerçeğe aykırı içerik taşıdığına, kişilerin şeref ve haysiyetlerini ihlal edici toplumsal onur ve saygınlığı zedeleyici nitelik taşıdığına, sözü geçen otoparkın Divan Otel’e ait olduğuna dair somut delillerin ortaya konulmadığına, bilirkişi incelemesi sonunda molotof kokteyli hazırlandığı iddia edilen ve görüntüleri yayınlanan odanın Divan Otel’e ait olmadığına hükmetti. RTÜK ancak bu noktadan sonra A Haber’e uyarı cezası kesilmesi gerektiğine karar verdi. 

RTÜK’ÜN MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLER HASSASİYETİ

RTÜK, 20 Nisan 2024’te 30’uncu yılını kutladı. Başkan Ebubekir Şahin, kurumun 30 yıl boyunca  yaptığı çalışmaları överek, bugüne kadar, milli ve manevi değerlerimizin korunması adına önemli projelerin hayata geçirildiğini anlattı. “Radyo ve televizyon yayınlarını düzenleyen, zararlı içeriklere yönelik tedbirler alan RTÜK, toplumsal ve kültürel hassasiyetleri her şeyin önünde tutuyor. RTÜK, bizi biz yapan millî ve manevi değerlerimize sahip çıkıyor” diyen Şahin, “bizlere desteklerini hiçbir zaman esirgemeyen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere tüm devlet büyüklerimize teşekkürler” sözleriyle konuşmasını tamamladı. Toplumsal ve kültürel hassasiyetleri her şeyin önünde tuttuğu söylenen RTÜK, milyonlarca insanın sokağa döküldüğü Gezi sürecinde, “başörtülü bacımıza saldırdılar, 70-100 adam bir oldu, bir kadın ve çocuğunun üzerine işedi, otel odalarında molotof kokteyli yapıldı” yalanlarını yayarak halkı kin ve nefrete sürükleyen ve korkunç sonuçlar doğurabilecek bir haberin televizyonda günlerce dolaştırılmasına uygun bir ceza bulamamıştı. 

AÇIK RADYO’YA ‘KİN VE NEFRET YAYMA’ SUÇLAMASI

‘Kainatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo’ RTÜK ile yaşıt. 30 yıldır dinleyicilerine, başta iklim krizi olmak üzere sanattan edebiyata, felsefi tartışmalardan bilimsel gelişmelere, müzikten siyasete pek çok alanda düşünme ve bilgi edinme fırsatı sunuyor. Ne var ki 24 Nisan tarihinde yayınlanan Açık Gazete programında, sırf bir konuk ‘Ermeni soykırımı’ dedi diye RTÜK tarafından kanala beş kez program durdurma ve para cezası verilmiş. Gerekçe şu; “yayın hizmetleri ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz.” Ama aynı RTÜK’e göre ne “başörtülü bacımıza saldırdılar” diyerek Gezi eylemcilerini hedef göstermenin, ne toplumu inançlılar ve inançsız vandallar olarak ikiye bölmenin, ne de protestocuların otel odasında bomba yapan teröristler olduğu yalanını ortaya atmanın toplumu kin ve düşmanlığa tahrik etmekle bir ilgisi var. RTÜK, 30 yıldır yayın politikasını temel insan hak ve özgürlükleri üzerine kuran, çok kültürlülüğü savunan ve toplumsal barışı hedefleyen Açık Radyo’nun lisansını iptal etti. Bu, şüphesiz ifade ve basın özgürlüğü karşıtı bir tutum.

GAZETECİLİK ETİĞİ

RTÜK, 22 Mayıs’ta gerçekleştirilen toplantıda, Açık Radyo’nun toplumu kin ve düşmanlığa tahrik ettiğine kanaat getirerek, oy çokluğu ile kanala para ve yayın durdurma cezası verilmesine karar vermişti. Konuya gazetecilik etiği açısından bakıldığında somut deliller olmaksızın iddialarda bulunulmaması gerektiğinin altı çizilmişti. Oysa Kabataş’ta başörtülü bir kadın ve çocuğuna saldırdığı iddia edilen üstü çıplak, deri pantolonlu adamlar günlerce tek bir somut delil ortaya konmadan konuşulmuş ve RTÜK bunun gazetecilik etiği açısından değerlendirilmesine gerek görmemişti. Mesele Açık Radyo’nun sesini kapatmak olunca delil de lazım oldu şimdi etik de. 

                                                               /././

Tatile de çıksalar mesele çözülmez -İbrahim Varlı-

Suriye meselesi Erdoğan Esad ile tatile çıksa da çözülecek durumda değil. ABD’den Rusya’ya, Türkiye’den İran’a her aktörün çözümden farklı şeyler anladığı denklemde Putin’e ayrı, Biden’a ayrı verilen mesajlar sorunu büyüttü.

Sığınmacılara yönelik saldırılarla bir kez daha gündemin merkezine oturan Suriye meselesi iç içe geçen çok katmanlı bir kriz. Erdoğan’ın günü kurtarma saikiyle yaptığı “Esad ile ailece görüşebiliriz” çıkışının ütesinde bir durum söz konusu. 2011’den bu yana geçen 13 yıllık sürede sorun kendi içinde parçalara ayrışarak Erdoğan’ın Esad ile Akdeniz kıyılarında tatile çıkarak çözülecek konumda değil. Küresel emperyal güçlerin, yayılmacı emellere sahip bölgesel aktörlerin, yerel unsurların yer aldığı Suriye sahası çok boyutlu bir kapışmaya sahne oluyor. ABD, Rusya, İngiltere, İran, Türkiye, İsrail, Irak, Hizbullah, SDG, Haşdi Şabi, ÖSO, HTŞ başta olmak üzere çok sayıda Selefi-Vahabi örgüt varlık gösteriyor. Oyun içinde oyun oynanıyor, hesap içinde hesap yapılıyor.

ÇOK AKTÖRLÜ OYUN

Yıllardır süren bu kanlı hesaplaşma nedeniyle Suriye bugün fiili olarak beş parçalı durumda. Ülkenin Batısını Suriye devleti kontrol etse de kuzeyinde ÖSO ile birlikte Türkiye, kuzey batısında İdlib’te cihatçılar, kuzey doğusunda SDG/Kürtler, güneyinde Ürdün sınırında Amerika’nın fiili kontrolü var.

Suriye Ukrayna ve daha pek çok meselede görülen güç merkezleri arasındaki küresel hesaplaşmanın da somut bir laboratuvarı aynı zamanda. Bir tarafta Rusya, İran ve Çin’in, öte tarafta ABD liderliğindeki Batı İttifakı ile bunların bölgesel figüranlarının yer aldığı, diğer yanda da iki cepheyle de iş tutmaya çalışan aktörlerin olduğu çok bileşenli bu kaotik denklemle oldukça çetrefilli. Erdoğan’ın Astana’daki ŞİÖ toplantısında Rus lider Putin’e yaptığı, “Suriye’de çözüm için işbirliğine hazırız” açıklaması tek başına bir şey ifade etmiyor. Herkesin çözümünün farklı olduğu, çözümden farklı şeyler anladığı Suriye denkleminde, tek yönlü irade beyanı samimiyetten de uzak.

NATO ZİRVESİ’NDE PAZARLIK

Rusya öncülüğünde, Türkiye ile Suriye arasındaki ‘normalleşme’ girişimleri sürerken aynı zamanda Ankara’nın ABD ile de iş tutması soruna yeni boyutlar ekliyor.

Putin’e “işbirliğine hazırız” mesajı veren Erdoğan Astana öncesinde Salı günkü Kabine toplantısı sonrası da “Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, kimsenin egemenliğinde de. Biz vatanımızı koruyoruz ve koruyacağız. Bölücü tehdit ortadan kalkarsa üzerimize yaparız” dedi. Türkiye, SDG/YPG nedeniyle Suriye’den çıkmaya yana değil. Olası bir Kürt oluşumunu “kırmızı çizgi” ilan ederek her fırsatta mevcut fiili kontrol bölgelerini daha da genişletme peşinde olduğunu tekrarlıyor. Yeni sınır ötesi harekâtlar için Washington’dan gelecek sinyaller bekleniyor. Bunun için de gözler

9-11 Temmuz’da Washington’da yapılacak NATO Zirvesi’nde. Erdoğan bizzat katılacağı zirvede bunun için zemin yoklayacak.

KÜRTLER-ŞAM GÖRÜŞMESİ

Türkiye’nin olası hamlelerine karşı Kürtler Şam yönetimi ile görüşmelerini sürdürüyor. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Yürütme Meclisi Eş Başkan Yardımcısı Hesen Koçer geçen günlerde “Şam diyalogdan yana ise biz hazırız” açıklamasını yaptı. Rojava yönetimi geçen aylarda yayımladığı deklarasyonda, Şam’dan kopmuş değiliz diyerek Suriye’nin bütünlüğünden yana olduklarını açıkladı, Ankara’nın Şam ile olası bir anlaşmayı Kuzey ve Doğu Suriye’ye operasyon yapmak için kullanmak istediğini vurguladı.

DÜĞÜM ABD’DE KİTLENİYOR

Suriye’deki denklemde düğüm önemli oranda ABD’de kitleniyor. SDG ile ittifak içinde olan Amerikan emperyalizmi yerleştiği Fırat’ın doğusundan çıkma niyetinde değil. Uzun erimli projeleri kapsamında Irak-Suriye hattında bir “de facto” yapı oluşturmak. Bunun gerek İran gerekse de İsrail ve Ortadoğu boyutu var. Bu nedenle olası bir çözüme, yumuşamaya taraftar değil. Ankara, Şam ile anlaşsa dahi bu sadece sorunun sadece bir kısmının çözülmesi demek. Diğer parçalarda sorun tüm ağırlığıyla varlığını sürdürecek.

ŞAM’IN TAVRI NET: ÇEKİLME

Şam yönetimi ise “normalleşme” koşulu olarak Türkiye’nin kendi topraklarından çıkmasını talep ediyor. Dişişleri Bakanı Faysal Mikdad, ‘‘Herhangi bir Suriye-Türkiye diyaloğunun temel şartının, Türkiye devletinin işgal ettiği topraklarımızdan çekilmeye hazır olduğunu beyan etmesi olduğunu bir kez daha vurguladı. Mikdad TSK’nin Suriye’deki varlığını da “işgal” olarak tanımlayarak Suriye’nin bu konuda Türkiye’den kesin ve bağlayıcı bir şey görmek istediğini kaydetti.

Esad da 26 Haziran’da Rusya’nın Özel Suriye Temsilcisi Alexander Lavrentiev ile yaptığı görüşmede egemenlik ve toprak bütünlüğü vurgusu yaptı. Rus elçi de şu anda arabuluculuk başarısı için koşulların her zamankinden daha uygun göründüğünü söylese de yabanca aktörlerin Suriye’den çekilmesine vurgu yaptı.

Suriye’deki görünmeyen aktörlerinden Çin ise ABD’ye Suriye’nin ulusal kaynaklarının yağmalanmasını durdurması ve Suriye halkına verilen zararın telafisi için somut önlemler alınması çağrısını yineledi. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mao Ning, ABD’yi Suriye’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne ciddi şekilde saygı duymaya, buradaki yasadışı askeri varlığına derhal son vermeye çağırdı.

ERDOĞAN’A GÜVENİLMİYOR

Suriyeli gazeteci Sarkis Kassargian, Şam’ın Astana’daki Erdoğan-Putin görüşmesini yakından takip ettiğini belirterek, bunu her Putin görüşmesi sonrasında Türkiye’nin küçük de olsa tavizler vermesine bağlıyor. Şam’ın bu sürece çok temkinli yaklaştığını ifade eden Kassargian, “Birincisi bir güven sorunu var. İkincisi bunun Erdoğan’ın Bir manevrası olabildiğini düşünüyorlar. Erdoğan’ın Batı’dan ABD’den bir şeyler istediğini, onun için baskı oluşturmak için Şam ile yakınlaşmadan bahsettiğini düşünüyorlar. Ancak Şam’ın bir taviz vermesi zor. Türkiye’nin çekilmesi için yol haritası zamanlama ve Rusya’nın garantörlüğü şartlarını ısrarla devam ettirilecektir. Şam yönetimi ekonomik kriz gün geçtikçe başına bela olan Erdoğan’a karşı kendini daha avantajlı hissediyor” diyor.

Amerika’nın Ankara’nın Şam ile normalleşme isteğine karşı tavrını da değerlendiren Kassargian’a göre Washington’ın resmi açıklamaların gerçeği yansıtmadığı görüşünde.

Kassargian, “ABD’nin Esad’la normalleşmek istemediğini ancak Türkiye’nin normalleşmesine karşı da olmadığını açıkladı. Ankara’nın Şam ile diyaloğu hem Türkiye’yi biraz daha Rusya-İran eksenine çekecek hem de Kürt yönetime karşı yeni bir baskı yaratacak. Bundan memnun olmaz. ABD, Ankara ile Şam yakınlaşmasını alternatif olarak daha çok Şam’la Özerk yönetimin yakınlaşmasını istiyor. Ekonomi üstünden Türkiye’yi sıkıştırabilir ama öbür taraftan da Ukrayna Savaşı devam ederken Türkiye ile bir gerginlik yaşamayı istemeyecektir. Bunun işaretleri NATO zirvesinden sonra görünebilir” ifadelerini kullanıyor. ABD’nin Kürtlerle Şam arasında bir görüşme olmasından yana olduğunu vurgulayan Kassargian, “Şam ile özerk yönetim arasında bir anlaşma olursa bu “özerk yönetim”e meşruiyet katarak önündeki yolu biraz daha açmış olur. Kürt yöneticilerle konuştuğumda tekrarla aynı şeyi söylüyorlar. ABD’nin Kürtlerle Şam arasında bir anlaşmanın karşı olmadığına dile getiriyorlar” diyor.

PUTİN’E AYRI, BİDEN’A AYRI

Astana’dan Washington’a, Moskova’dan Bağdat’a uzanan hatta çok aktörlü Suriye meselesi daha çok su kaldırır. Sadece bir aktörün, ülkenin ya da Erdoğan gibi liderin tek yönlü açıklaması bu denklemi çözmekten uzak. Emperyalist emellerin hallaç pamuğuna çevirdiği Suriye-Irak ve bir bütün olarak Ortadoğu coğrafyasında hemen her sorun birbirine bağlı. Bir meseleye yönelik atılacak adım diğer parçaları da harekete geçireceğinden bütünlüklü bir çözüm planı sunulmadan, emperyalistler bölgeden çekilmeden yerel aktörler yayılmacı emellerden vazgeçmedikçe sorun dallanıp budaklanmaya devam edecektir. Astana’da farklı, Ankara’da faklı konuşan, Putin’e ayrı Biden’a ayrı mesajlar veren Erdoğan’ın ayar tutmayan politikalarının ülkeye faturası da büyüyecek. Plansız, programsız politikaların neden olduğu sıkıntıları sığınmacılara yönelik saldırılarda hep birlikte gördük.

                                                                /././

Düğme komplosu -İlhan Cihaner-

Daha iyi bir ülke ve dünya inşa etmeye olan inanç, umut ve mücadele azminin gerilemesi, bir yandan duyarsızlığa/yılgınlığa yol açarken öte yandan komplocu düşüncelerin yükselmesine yol açıyor. Özellikle sol ideolojilerin gerilemesi ile alternatifsiz ve pusulasız kalan kitleler test edilemeyen, doğrulanamayan/yanlışlanamayan komplolarla olanı biteni anlamlandırmanın konforunu yaşıyor. Bizim ülkemiz her ne kadar bu yaklaşımlar için mümbit bir yer olsa da sadece bize özgü bir olgu değil bu durum. Bize özgü olan ise; bu komplocu yaklaşımların ana akımlaşması, ülkeyi yönetenlerin dilinden pratiklerine, akademiden yargı kararlarına, kahvehane sohbetlerinden tartışma programlarına sirayet etmesi, giderek bir rıza üretme ve yönetme aparatı haline gelmesi.

Komplocu yaklaşımın evrensel kavram seti (Yahudiler, Masonlar, Soros, İluminati, vs.)  az çok aynı olmakla birlikte, Türkiye’ye özgü kavramları da var: dış güçler, malum mihraklar, Moskof, provokasyon, küreselciler, etki ajanlığı, nüfuz casusluğu, düğme (!)…

Sadece arkadaş sohbetlerinde kaldığında eğlenceli bir zihin jimnastiği sayılabilecek komploculuk, iddianamelere, mahkeme kararlarına, yönetsel kararlara yansıdığında hele hele kitleleri harekete geçirmek ya da bastırmak için siyasi propagandaya dönüştüğünde tüm siyasi iklimi zehirliyor. En önemlisi de sorunların gerçek faillerini gizleyip tepkileri en zayıfa yöneltiyor.

Çok partili hayata geçildiğinden bu yana ülkeyi yöneten Türkiye sağının tıkandığı, yetersiz kaldığı, yönetme sıkıntısı çektiği, entelektüel kabızlık çektiği, meşruiyet arayışı içinde olduğu her noktada komploları yardıma çağırmaları alışıldık bir durum. Ama geldiğimiz noktada artık sağ/muhafazakar kitle siyasi müdahaleye gerek kalmadan komplolarını üretir hale geldi: Gezinin Soros’un işi olduğunu, depremi ABD’nin yaptığını, aşının vücudumuza chip zerk ettiğini, Kayseri’de “düğmeye” basıldığını hatta sığınmacıları İmamoğlu’nun getirdiğini, zamlardan CHP’nin sorumlu olduğunu, memleketteki yıkımın nedeninin (hala) Kılıçdaroğlu olduğunu “samimiyetle” söyleyebiliyorlar. AKP elitleri de bu ruh halini tepe tepe kullanıyorlar. Sanki iktidarda başkası varmış gibi zaman zaman muhalif rolüne bürünüyorlar, sanki emperyalizmin en sadık aparatı değillermiş gibi emperyalizm eleştirisi yapıyorlar. En son Erdoğan zamlardan yakındı, daha ne olsun!

Kitlelerin bu yaklaşım basitçe cahillik, yalancılık ya da sorunlu ruh haliyle açıklanamaz. Olsa olsa baş edemedikleri, mücadele edemedikleri ve anlamlandırmakta zorlandıkları sorunları “rasyonelleştirerek” sorumluluğu, geleneksel/kültürel olarak “düşman” bellediklerine yükleme kolaylığı ile açıklanabilir. Bu kısa yolun “konforu” umut besledikleri düşünce ve figürlerle hesaplaşmaktan da alıkoyar.

Bir dönem Sol Kemalizmi de etkisi altına alan komploculuk artık “devlet aklını” ele geçirmiş durumda. Adeta tüm dünyanın Erdoğan’ı devirmek için el ele verdiği, yerli işbirlikçilerin de destek verdiği, sonsuz, sınırsız, akışkan bir komplo üzerine dönüyor her şey!

Eşit, özgür, adil ve barış içinde bir ülkeye giden yolda en önemli engellerden birisi bu düşünce ile zehirlenmiş kitleler olacak sanırım. Her an harekete geçmeye hazır, devlet destekli, silahlanmış, öldürüleceklerin listesini yapan, üstelik öfkelerini mağdurlara yönelten bir kitle.

Kitlelerin komploya yatkınlığını “baş edemedikleri, mücadele edemedikleri ve anlamlandırmakta zorlandıkları sorunları “rasyonelleştirerek” sorumluluğu, geleneksel/kültürel olarak “düşman” bellediklerine yükleme kolaylığı” olarak tespit ediyorsak bu yaklaşımla mücadelenin yolu da açık: komploculuğun eline düşmüş kitlelere sağlam referanslar vermek. Karşıtlığı doğru faillere yöneltmek.

                                                                /././

Bozkurt, Rabia’yı dize mi getirdi? -Yaşar Aydın-

Bakan Fidan’dan Çelik’e kadar tüm AKP’liler, MHP ile özdeşleşen işaretin Türkiye’yi temsil ettiğini açıklama yarışına girdiler. Artık futbol sahalarında Rabia, asker selamı değil, bozkurt işareti yapılmaya başlamışsa, bu AKP için düpedüz hegemonya yitimine işaret ediyor demektir.

Cumhur İttifakı’nda yaşanan gerilim ve çatışma yeni bir durum değil. Yaşananlar, iktidarda dümene geçme ya da rejimin rengini belirleme geriliminden başka bir şey değildi. AYM’den Yargıtay’a, Van’dan Kulp’a ve en nihayetinde normalleşme tartışmalarına kadar uzanan birçok başlıkta bu gerilimin izlerini görmek mümkün. Aslında her bir başlıkta rejim ve devlet krizinden bahsettiğimizi belirtmek gerekiyor.

Bu itiş kakışın kavgaya dönüşüp derinleşmesinin, 14-28 Mayıs seçimini Cumhur İttifakı’nın kazasız atlatmasıyla hızlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tarihten sonra ittifak bileşenleri gözünü bir sonraki döneme dikti. Bu dönem, bir anlamda Bahçeli ve Erdoğan’ın sahneden çekilmek zorunda olacağı tarihe işaret ediyordu.

İşte bakanlıklardan, Saray’a kadar tüm ülkeye yayılan esas mücadele de bundan sonra başladı. Bir anlamda rejim, bundan sonraki yaşamını nasıl, kiminle ve hangi yöntemle sürdürecekti sorularının cevabı aranıyordu. Bu tartışmayı perdeleyen tek fotoğraf, Erdoğan ve Bahçeli arasında uyumdu. Ancak hemen bir adım ötesinde çok şiddetli süren çatışmalar çıplak gözle bile görünüyordu. Üstelik bu sürece benzin döken 31 Mart seçim yenilgisini de unutmamak gerekiyor.

DÜMENE ÇOK SIKI SARILDI

Erdoğan, 31 Mart seçimi sonrası etrafındakilerin de telkiniyle MHP’yi sınırlayacak, bir anlamda köşede tutacak hamlelere yeltendi. Özgür Özel, Meral Akşener, Ayşe Ateş görüşmeleri bunlardan sadece birkaçıydı. Sürekli 50+1 tartışmasının gündemde kalması, cemaat ve tarikat örgütlemelerinin bakanlıklardaki gücünü artıracak girişimler, Gezi ve Kavala davaları ile ilgili yandaş medyada çıkan haberler de AKP’nin bu hamlelerinden bağımsız düşünülemez. İttifakın AKP kanadında bunlar yaşanırken, MHP de boş durmadı. Hiçbir çetrefilli yola sapmadan, bizzat Bahçeli’nin ağzından “istiyorsanız ayrılalım” restini çekti. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. AKP cenahı, Bahçeli’nin ne kadar “büyük bir devlet adamı” olduğunu tam da bu açıklamadan sonra tekrar hatırladı. Erdoğan, hiç zaman kaybetmeden Bahçeli ile ilgili övgü dolu sözlerle yolu açtı. Sinan Ateş davası tam da MHP’nin istediği gibi gitmeye başladı ve ardından muhalefetle köprüler atıldı. İktidar içinde yaşanan bu gelişme, iktidar ikliminde de etkisini gösterdi. Her şeyi ile vasat bir sporcu olan Merih Demiral’ın Avrupa şampiyonasında sahasının ortasında MHP ile özdeşleşen işareti yapmasının bile arkasına dizildiler. Dışişleri Bakanı Fidan’dan ümmetçiliğiyle bilinen Ömer Çelik’e kadar tüm AKP’liler, neredeyse MHP ile özdeşleşen işaretin Türkiye’yi temsil ettiğini açıklama yarışına girdiler. Artık futbol sahalarında Rabia, asker selamı değil, bozkurt işareti yapılmaya başlamışsa, bu düpedüz hegemonya yitimine, dümeni kaybetme riskine işaret ediyor demektir. İktidarda kalmak için MHP’ye muhtaç bir AKP’nin manevra kabiliyeti düne göre çok daha kısıtlı. Hatta Erdoğan’ın mutlak iktidarından bile bahsetmek tartışmalı bir konu haline geldi. Ülkeyi ilgilendiren hiçbir temel meseleyi tek başına çözecek durumda değil. Ya uluslararası sermaye ya MHP ya da tarikat ve cemaatlerin rızasını almak durumunda. Ama tüm bunlara rağmen Erdoğan’ın hala koltuğunda oturduğunu ve kendisi için doğacak yeni fırsatları beklediğini de unutmamak gerekiyor. AKP kulislerinin durumu “geçici bir geri çekilme” olarak ifade etmesinin de arkasında bu motivasyon var.

EMEKÇİNİN YUMRUĞU

İktidar içinde dümene geçme kavgası şiddetlendikçe, ülke içinde yara daha çok kanıyor. Rabia ya da bozkurt, hiç fark etmez. Ne ümmetçilerin ne de ırkçıların ülkenin geleceğine dair söyleyebilecekleri tek söz, önerebilecekleri tek proje kalmamış durumda. Memleketi getirdikleri yer ortada. Kayıkçı kavgasının kaybedeni bu ülkenin geleceği oluyor. Eğer işaretler ve semboller üzerinden konuşmak gerekiyorsa, memlekete emekçilerin yumruğu gerekiyor. Bu kayıkçı kavgasını da bu ucube rejimi de hizaya başka türlü getirmek mümkün değil.

                                                                    /././

Kantarın topu iyice kaçtı -Zafer Arapkirli-

Son yıllarda, rejimin muhaliflerini rahatsız etmeye, sindirmeye, korkutmaya yönelik çabalarının bir parçası haline gelen “hakaret ettin bana, ona, şuna, buna” davalarının bazılarından mahkûm oldum.

Hele en sonuncusunda, tek bir hakaret sözcüğü bile bulunmamasına, tamamen ironik düz bir siyasi eleştiri içermesine rağmen, bir eski bakana ve bir kuvvet komutanına hakaretten haksız yere hüküm giydim.

İyi de, bu ülkenin bazı mahkemelerinde eli kanlı faşist katiller herkesin, en başta da hâkimlerin ve maktul yakınlarının gözlerinin içine baka baka “Öldürmek değildi kastım. Ama ölmüş. Ben sadece bacağına bir iki tane sıktım. Ne olmuş yani? Beraatımı istiyorum” gibilerden ifade vererek, bizim işlediğimiz “sözde suçları” biraz(!) gölgede bırakmıyorlar mı?

Yani, adliye saraylarında kantarın topu bir hayli kaçıp da gümbür gümbür o duruşma salonlarının zeminine düşmüş olmuyor mu?

Katil ve azmettiriciler, yine aynı duruşma salonlarında ve onların faşist şakşakçıları da TV stüdyolarında cinayeti kınamak bir yana, adaletin yerini bulmasını isteyen gazetecileri ve siyasetçileri parmakla gösterip hakaret edince, o kantarın topu fena halde kaçmıyor mu?

Bu ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı, açlıktan nefesi kokan, on milyonlarca yoksulun, özellikle asgari ücretlinin ve emeklilerin gözlerinin içine baka baka, “Yeter o kadar para size. Zaten dünyanın pek çok yerinde bunu da bulamayan var. Şükredin...” mealinde utanmazca alay etmiyor mu bu toplumla?

Bu ülkede Rejimin Başı, peş peşe yaşanan depremlerde on binlerce insanın yaşamını yitirmesine, yüz binlercesinin sakat kalmasına, milyonlarcasının da evlerinden barklarından ve sevdiklerinden olmasına neden olan sorumsuzca ilan edilmiş imar aflarına imza attığını unutarak, suç ortağı eski çevre bakanını, yeniden tayin etmedi mi?

“Çok başarılıydın. Seni o görevden alıp İstanbul’a aday gösterdik. Gerçi millet sana sırtını gösterdi. Ama üzülme, gel seni yine bakan yapayım da aynı başarısızlığı bir daha gösterip, ülkenin taşını toprağını yeniden peşkeş çek, maden facialarına, sel felaketlerine, yeni yeni depremlere göçüklere filan yol aç. Haydi koçum” diyerek ödüllendirmedi mi daha dün?

Aynı Rejimin Başı, sadece bu bakanlığın bile başarısızlıkları nedeniyle en başta yüzbinlerce insan canı olmak üzere memleketin bütün doğal varlıklarının heba olmasına bakmadan, kendi partisinden olmayan yerel yönetimlerin hatalarına dikkat çekmiyor mu?

∗∗∗

Gece gündüz yaptığı zamlarla, en başta devletin en kolay vergi toplama araçlarının başında gelen akaryakıt, sigara, alkollü içecek kalemlerine yaptığı acımasız zamlarla milleti inim inim inlettiği yetmiyormuş gibi, aynı Rejimin Başı “CeHaPe’li belediyeler iğneden ipliğe, ekmekten suya, otobüse dolmuşa zam yapıyor” diyerek bu milletle adeta kafa bulmuyor mu?

Değerli ekonomist Mahfi Eğilmez’in hatırlattığı üzere, yıllar önce çıkarılan bir kararla 250 bin doları bastırıp bu ülkeden ev alıp, bir de üstüne vatandaşlık elde eden yabancıların, belirli süre (3 yıl) dolduktan sonra o evleri bilmem kaç misline satarak, “üzerine para verilerek, hatta servetlerini katlamaları sağlanarak vatandaş yapılmış” olmaları, koca bir milletin aklıyla alay etmek değil mi?

∗∗∗

Yabancılardan söz açılmışken...

Kayseri’de Konya’da ve başka noktalarda, bir kişinin karıştığı adli bir olayı bahane eden yerel halkın, öfkelerini oradaki masum ve çaresiz sığınmacılardan çıkarırcasına geniş çaplı “pogromlara” imza atmaları, sınırın ötesinde de Türk askerine ve araçlarına saldırılması karşısında Rejimin Başı’nın kendisi hariç herkesi suçlamasına ne demeli?

Sanki bu durumun en baştaki sorumlusu çarpık, hatalı ve bu ülkenin çıkarlarıyla taban tabana zıt, 10 küsur yıllık kendi dış politikası değilmiş gibi davranmasını nereye koymalı? Komşu bir ülkenin topraklarına asker yollamak, orada meşru yönetime karşı “kukla bir alternatif hükümet ve o hükümete de eğiterek donatarak bir sözde ordu kurmak, hatta ve hatta o orduyu (atalarımızın kemiklerini sızlatarak) Kuvayı Milliye’ diye yüceltmek, orada iç savaşa benzin dökmek, her şeyi çözülemez bir hatalar yumağına çevirmek marifetmiş gibi, yine kendisinden başka herkese atar gider yapması, akıl erecek bir iş mi?

∗∗∗

Bir tek düğmeyi bile doğru ilikleyememiş olmalarının sorumlusu olarak sürekli muhalefeti, aydınları, medyayı ve tabii ki “demirbaş düşman” hayali dış güçleri sorumlu tutan, yoksulluğu ve çaresizliği ağzını her açtığında, her buyruk verdiğinde, çığ gibi büyüten Rejimin Başı “Ne seçimi yahu? Millet geçen sene beni yeniden seçti bir 4 yıl daha buradayım. Avucunuzu yalayın” derken, kantarın topunun tepemize “güm güm” indiğini hissetmiyor musunuz?

Anaokulu seviyesinden üniversiteye kadar tüm eğitim kurumlarını “medreseye, biat kültürünün aşılandığı, hurafelerin öğretildiği, gerici kafaların yetiştirildiği birer imalathaneye” dönüştürmeye yemin etmiş kadroların, bu “kantar topu”nu kafamıza vurmalarına daha ne kadar müsaade edeceğiz?

Yoksa meydanlara artık daha gür bir sesle çıkıp “erken seçim ve bir an önce rejim değişikliği” diye haykırmanın zamanının gelip geçmekte olduğunu halâ görmüyor muyuz?

(BİRGÜN)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder