Bir mermiyle birçok kuş -Ergin Yıldızoğlu-
Trump’ı hedef alan başarısız suikast girişimi ABD’de ve hatta dünyada yoğun bir tartışma başlattı, komplo teorilerini canlandırdı. O tetikçinin tüfeğinden çıkan mermi Trump’ı teğet geçti ama birçok kuşu birden vurdu.
‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’ HIZLANDI
Trump’ın başkan yardımcısı olarak seçtiği J.D. Vance’ın “Biden kampanyasının temel önermesi, Başkan Donald Trump’ın ne pahasına olursa olsun durdurulması gereken otoriter bir faşist olduğudur. Bu söylem doğrudan Başkan Trump’a suikast girişimine yol açmıştır” sözlerine bakınca, ilk vurulan kuşun antifaşist direniş olduğunu görebiliriz. Şimdi Trump önderliğinde ilerleyen “süreç olarak faşizmin” projesine ilişkin siyasi gerçekleri açıklamaya çalışanlar “terörizmi kışkırtma” suçlamalarıyla karşılaşacaklar.
İkinci vurulan kuş, Biden’ın kutuplaşmayı, karşı tarafa taviz vererek, kapsayıcı olmaya çalışarak azaltabileceğine inanan söylemiydi. Trump’ın, korumak için üzerine kapanan, güçlü kuvvetli gizli servis ajanları arasından sıyrılarak, kanlı yüzüyle, sıkılmış yumruğu havada “kavga, kavga” (fight, fight) diye bağırması tüm birleştirici çabaların boşuna olduğunu, ABD toplumundaki kutuplaşmanın tehlikeli bir noktaya doğru koştuğunu gösteriyordu.
Bir kuş da tabii, Biden’ın Trump’la yarışabileceğine ilişkin iddiaydı. Kısa bir süre Trump’a danışmanlık yapmış, Anthony Scaramucci’nin deyimiyle, Biden “adeta canlı bir kadavra” gibiyken, Trump, yumruğu havada, bayrak önünde, kendisini zapt etmeye çalışan ajanlara rağmen ayağa kalkabilecek güce, cesarete ve tutkuya sahip olduğunu gösterdi. O anı saptayan fotoğraf da dünya gazetecilik tarihine geçti. O fotoğraf seçim gününe kadar her gün, her an Trump’ın ne kadar canlı, Biden’ın ne kadar zayıf olduğunu kanıtlamak için kullanılacak.
Nihayet vurulan kuşlardan biri de genel olarak demokratik muhalefetin, zaten zayıf olan moraliydi. Biden’ın o tartışma fiyaskosundan sonra iyice zayıflayan, “Trump’ı durdurabiliriz” inancı yerle bir oldu. Biden’ı gönderme çabaları hızlandı. Şimdi iç çatışmalar daha da keskinleşecek. Seçime Biden’la gidilse, gidene kadar kim bilir daha ne “fiyaskolar” yaşanacak ve seçmeni sandığa götürmek daha da zorlaşacak. Bu dinamik Trump’ın kazanmasını kolaylaştıracak. Kararsızların hızla Trump’a yönelmeye başladığı ileri sürülüyor.
TRUMP SONRASI DA TAMAM
Bu, Trump’ın anayasal olarak (ayrıca, kazanırsa dönemini 82 yaşında bitirecek) katılabileceği son seçimler. Peki ondan sonra? Trump döneminde devlette ve toplumda, “Project 2025” doğrultusunda yaşanacak dönüşümleri, “faşistleşme” sürecini, Amerikan faşizmi MAGA hareketinin liderliğini, kim devralacak?
Trump’ın Ohio’dan senatör J.D. Vance’ı başkan yardımcısı olarak seçmesi bu sorulara anlamlı bir cevap veriyor. J.D. Vance 39 yaşında bir “hedge fon” yöneticisi, Elon Musk, Peter Thiel gibi teknoloji-finans sektörü devlerinin desteğini alıyor. Daha önemlisi, Vance’ın büyük ilgi çeken ve Netflix tarafından uyarlanan “Hillbilly Elegy” (Türkçeye “Taşralının” ya da bir Trakya deyimiyle “Ağmaçyalının Ağıdı” -GPT de Ağmaçyalı sözcüğünün daha uygun olduğunda benimle aynı fikirde- olarak çevrilebilir) adlı biyografik romanının gösterdiği gibi Vance, faşist hareketin destekçisi beyaz/Hıristiyan işçi sınıfın, kır/küçük kasaba “alt sınıflarının” kültürüne, siyasi duyarlılıklarının ideolojisine, işsizlik, yoksulluk, tecrit edilmişlik, uyuşturucu bağımlılığı (Fentanyl) krizi gibi sorunlarının içinden gelerek yükselmiş biri. MAGA hareketi içinde çok saygı gören bir “faşist entelektüel”. J.D. Vance, Heritage Foundation tarafından Trump döneminde devlette yapılacak dönüşümleri hazırlayan “Project 2025”i destekliyor. Vance, “İşçi Partisi yönetiminde İngiltere’nin nükleer silahlara sahip ilk İslamist devlet olacak” diyebilecek kadar fanatik bir faşist.
Ve Vance, “Sezar’ın diktatörlüğünden önceki döneme atıfta bulunarak ABD’nin Roma İmparatorluğu gibi bir ‘geç cumhuriyet’ döneminde” olduğuna inanıyor”... “Buna karşı koyacaksak, oldukça çılgın ve sıradışı olmamız, şu anda birçok muhafazakârın rahatsız olacağı bir yöne gitmemiz gerekecek” diyor (Washington Post). Belli ki Vance, Trump’a bakınca Mussolini’yi görüyor. Ve böylece, “Project 2025” fiilen başlamış oluyor.
Fransa: İyi haber-kötü haber -Ergin Yıldızoğlu-
Önce iyi haber: Faşist Marine Le Pen’in Ulusal Toparlanma (UT) partisi beklediği oyu alamadı. Yeni Halk Cephesi (YHC) seçimden zaferle çıktı. Kötü haber: UT sandalye sayısını 2022’ye kıyasla yüzde 60 artırdı. Fransa hâlâ “dehşet verici bir şeyin eşiğinde”.
GÜNDEM: YÖNETİM KRİZİ
Seçim sonuçları, hiçbir ittifakın çoğunluğu elde edemediği bir meclis ortaya çıkardı. Fransa Boyun Eğmez (FBE) partisi önderliğindeki YHC, (Sosyalistler, Yeşiller ve Komünistler) 182 sandalye kazandı. Macron’un merkezci “Birlikte” ittifakı 168 sandalye ile takip ediyor ve UT’nin ise tek başına 143 sandalyesi var. Cumhuriyetçiler ise 60 sandalye kazandı.
Bu parçalanmışlık içinde istikrarlı bir hükümet kurmak olanaksız. Yakın gelecekte ya dengesiz bir koalisyon hükümeti ya da teknokratik bir yönetim olasılığı yüksek. Fransa savaş sonrası Dördüncü Cumhuriyet’in istikrarsızlık dönemine geri dönmüş gibi görünüyor.
Le Pen’in UT’si, en büyük parlamento bloku olamadı ama iskemle sayısını 89’dan 143’e yükseltti. Bu yükseliş, Fransız toplumundaki derin bölünmeyi, UT’nin çok ciddi bir tehlike olmaya devam ettiğini gösteriyor.
YHC’nin zaferi, faşizmi durdurma şansına, yalnızca bir sol birliğin sahip olduğunu gösterdi. Ancak bu henüz çok kırılgan bir birlik. FBE ile ortakları, sosyalistler, yeşiller ve komünistler arasında ciddi ideolojik farklılıklar var. Bu durum, hükmet kurma ve yönetme konusunda önemli, bir engel oluşturuyor. Ayrıca YHC’nin Macron’un emeklilik reformlarını geri alma, asgari ücreti artırma ve servet vergisini yeniden getirme gibi politika önerileri, egemen sermayeyi endişelendiriyor. Bu endişeler (ve tabii şantaj yapma çabaları) sermaye kaçışını tetikleyebilir. Bu koşullarda YHC programında ısrar ederse, daha fazla ekonomik siyasi istikrarsızlık riskiyle, özellikle ekonomik konularda taviz vermeye başlarsa da dağılma ve halk sınıflarının desteğini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalır. Uzun sürecek siyasi müzakereler ve teknokratik hükümet olasılığı büyük sermayenin hesaplarını aksatabilir ve ekonomik büyümeyi yavaşlatabilir, sadece Fransa’yı değil, daha geniş Euro Bölgesi’ni de etkileyebilir.
YA ‘ULUSAL TOPARLANMA’ ANA MUHALEFET OLURSA?
Bu istikrarsızlık ortamında, ekonomik kriz derinleşirken Le Pen’in artan parlamenter varlığı, hükümeti zorlayacak güçlü bir platform sağlar, bu da meclisin politik yaşamında potansiyel olarak istikrarsızlık yaratabilir. Ana muhalefeti UT temsil etmeye başlarsa, “yerlici”, “yabancı düşmanı”, göçmenlik tartışmaları, Ukrayna gibi jeopolitik konulardaki ayrılıklar derinleşir ve “süreç olarak faşizm” içinde kaçınılmaz olarak faşist-antifaşist çatışması, kesin bir karar anına doğru daha da sertleştir.
Bu sertleşme ortamında, UT’nin basıncı, YHC karşısında, ana akım partileri kilit konularda daha sağ, uzlaşmaz pozisyonlar almaya zorlayabilir, böylece genel siyasi dengeleri daha da sağa kaydırabilir. Bu senaryo, Fransız siyasetinde kutuplaşmayı derinleştirir, etkili yönetim için gerekli olan geniş tabanlı koalisyonların oluşmasını zorlaştırır.
BİR HALK CEPHESİ HÜKÜMETİ
Zaferine rağmen, YHC hükümet kurma konusunda zorlu bir görevle karşı karşıya. Koalisyonun içindeki bölünmeler, Mélenchon’un liderlik tarzı, potansiyel ortaklarla yapılan müzakereleri zorlaştırıyor. YHC, başbakanlığı güvence altına almayı başarsa bile, küçük bir çoğunlukla veya azınlık hükümeti ile yönetmek, sürekli müzakere, uzlaşma gerektirecek, bu da YHC’yi tatsız tavizler vermeye zorlayacak. Kültür endüstrisinin, güvenlik ve devlet bürokrasisinin YHC’nin sosyal politikalarına direnci ve bu direncin alacağı biçimler kritik öneme sahip olacak. Kapitalist devletin sınıfsal özelliklerini unutanlar, bu unutkanlığın faturasını eninde sonunda öderler.
Evet, seçim sonuçları faşizmin, bir hükümet kurarak devleri şekillendirmeye başlamasını engelledi. Ancak gündemde ekonomik etkiler yaratacak siyasi istikrarsızlıklar var. İş dünyasının tepkisi, ülkenin ekonomik geleceğini şekillendirmede önemli olacak, sermaye kaçışı ihtimali ise büyük bir tehdit oluşturuyor. Fransa bu çalkantılı zamanlarda yol alırken demokratik kurumlarının dayanıklılığı ve sol hareketin direnme gücü her zamankinden daha fazla sınanacak. Fransa hâlâ “dehşet verici bir şeyin eşiğinde”.(11/07/2024)
/././
Trump’a ‘uzun savaş’ kurşunu - Mehmet Ali Güller-
Çağımız ne yazık ki kavramların altüst edildiği, anlamlarının boşaltıldığı ve olgunun algıyla perdelenmeye çalışıldığı bir çağ. Bunun bir örneği ABD seçiminde yaşanıyor. Biden ile Trump’ın seçim yarışı, demokrasi ile faşizmin mücadelesi diye sunuluyor. Trump’ın adaylığı Amerikan demokrasisine tehdit olarak görülüyor.
Amerikan demokrasisinin ne derece demokrasi olduğu zaten ayrı konu. Ancak Biden’ı demokrat, Trump’ı faşist yapan ne?
Amerikan mali sermayesinin, askeri endüstrisinin, enerji şirketlerinin çıkarları için Ukrayna’da son Ukraynalı kalana kadar “uzun savaş” isteyen Biden demokrat ama Ukrayna’da savaşa karşı olan Trump faşist, öyle mi? Uluslararası hukuku ve kurallı düzeni ayakları altına alarak Rusya’nın 300 milyar dolarına çöken Biden demokrat ama Rusya’ya yaptırıma karşı çıkan Trump faşist, öyle mi? (İkisi de emperyalist ABD’nin başkanıdır nihayetinde!)
BRÜKSEL’DEN BUDAPEŞTE’YE YAPTIRIM
Benzer durum Macaristan Başbakanı Viktor Orban için de geçerli. Orban da ülkesinin AB dönem başkanlığını alır almaz, Avrupa için büyük bir tehdit olan Ukrayna-Rusya savaşını durdurmaya soyundu. 10 günde Ukrayna, Rusya, Çin ve ABD’de barış turu yaptı; Zelenski, Putin, Şi Cinping ve Trump’la barışı konuştu.
Ama Atlantik medyasına göre Avrupa için barış arayan Orban faşist, ABD’nin arkasına vagon gibi dizilerek kıtayı ateşe atan Avrupa liderleri ise demokrat, öyle mi?
Avrupa’nın Atlantikçi liderleri Orban’a kazan kaldırmış durumdalar:
- 63 Avrupa Parlamentosu milletvekili, Macaristan’ın AB’deki oy hakkının elinden alınmasını talep etti.
- AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Orban’ın Avrupa’nın kararlılığını baltaladığını savundu.
- AB Konseyi Başkanı Charles Michel, “AB dönem başkanlığının AB adına Rusya ile temas kurma yetkisi yoktur” dedi.
- AB Dış ilişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, “Macaristan başbakanının hiçbir şekilde AB’yi temsil etmediğini” iddia etti.
- AB Komisyonu, AB üyesi Macaristan’a yaptırım uyguladı.
- AB hükümetleri, Macaristan’daki bakanlık toplantısına bakan yerine devlet memuru gönderdi.
ORBAN’IN ÜÇ ÖNERİSİ
Oysa Ukrayna’daki savaşın bitmesi Ukrayna’nın da Avrupa’nın da çıkarına. Ama ABD mali sermayesinin, askeri endüstrisinin, enerji şirketlerinin çıkarlarına değil!
Washington, bu çıkarların gereği olarak adım adım, zorlaya zorlaya Berlin’i Paris’i, Brüksel’i kendi stratejisine eklemledi ve şimdi bu başkentler Avrupa’nın çıkarını savunan Orban’a karşı ABD’nin çıkarının tetikçiliğini yapıyorlar!
Orban’ın temaslarının ardından Avrupalı liderlere gönderdiği mektup gerçeği çırılçıplak ortaya koyuyor. Washington-Brüksel hattında olgu algıyla ne kadar eğilip bükülmeye çalışılsa da bükülemiyor. İşte barış misyonuna soyunan Orban’ın mektubundaki üç öneri:
1) “NATO adına Avrupa stratejimiz, ABD’nin savaş yanlısı politikasını kopyaladı. Bugüne kadar egemen ve bağımsız bir Avrupa stratejimiz ya da siyasi eylem planımız olmadı. Bu politikanın devamının, gelecek için mantıklı olup olmadığının tartışılmasını öneriyorum.”
2) “Kiev ile üst düzey temasları sürdürürken Moskova ile doğrudan diplomatik iletişim hatlarının yeniden açılmasını öneriyorum.”
3) “Çin ile bir sonraki barış konferansının detayları üzerine görüşmeler yapılmasını öneriyorum.”
BARIŞ ARAYIŞINA KURŞUN
Ve asıl önemlisi de şu: Trump’la görüşmesinden edindiği izlenimi bir mektupla Avrupalı liderlere aktaran Orban açık açık belirtiyor: “Trump, seçim zaferinin hemen ardından, resmen göreve başlamayı bile beklemeden Ukrayna’da barış için arabulucu olarak hareket etmeye hazır.”
İşte Trump’a 13 Temmuz 2024’te sıkılan kurşunun önemli bir nedeni de bu. O kurşun Amerikan egemen sınıfı içindeki 2008 kriziyle birlikte derinleşmeye başlayan çelişmenin, artık uzlaşmazlığa evrildiğinin işaretidir.
Trump seçildiğinde iddia ettiği gibi hızla Ukrayna’ya barış getirebilir mi getiremez mi göreceğiz. Zira uzlaşmaz çelişkiler nedeniyle, namluya yeni mermiler sürülebilir!
Ama mesele şudur: Son tahlilde Türkiye için de stratejik özerklik ve bağımsızlık arayan Avrupa için de Ukraynalılar için de dünya için de asıl önemli olan bu savaşın bir an önce bitmesidir. Üstelik Trump’ın bu bitişi “Asıl hedefimize yani Çin’e yönelelim” diye istemesine rağmen!
Erdoğan’ın NATO’da Gazze başarısızlığı -Mehmet Ali Güller-
Cumhurbaşkanı Erdoğan, beş uçak ve geniş heyetiyle Washington’a giderken şöyle diyordu: “NATO liderler zirvesinde Gazze’de Filistin halkına yönelik katliamları gündeme taşıyacağız.” (AA, 9.7.2024).
Sonuç mu? Elbette ABD’nin patronu olduğu NATO’da bu mümkün değildi. Nitekim açıklanan 38 maddelik sonuç bildirgesinde ne İsrail’in İ’si ne Filistin’in F’si ne de Gazze’nin G’si vardı.
38. maddenin sonunda 2026 zirvesinin Türkiye’de yapılacağı yazılıydı. Demek ki AK-medya için yine de bir “başarı öyküsü” haberi vardı! Bir de Erdoğan’ın açığı kapatmak için zirve sonrasında yaptığı basın toplantısında söyledikleri. Örneğin “İsrail’i Lahey Adalet Divanı’na Güney Afrika ile şikâyet ettik” diyordu, oysa şikâyet eden tek başına Güney Afrika’ydı ve AKP aylar sonra davaya müdahil olma kararı almıştı. Örneğin, “İsrail yönetiminin NATO’yla ortaklık ilişkisini sürdürmesi mümkün değildir” diyordu, oysa İsrail’in NATO ortaklığında Ankara’nın onayı vardı, İsrail’in NATO’yla işbirliği mekanizmalarına katılmasında AKP’nin oluru vardı!
ABD FERMANIYLA HAREKET EDEN ÖRGÜT
Türkiye’nin NATO içinde ne kadar “değerli” olduğunu propaganda eden renk renk düzen siyasetçileri, Türkiye’nin NATO’da ne denli etkili olduğunu “pazarlayan” bıyıksız ve badem bıyıklı diplomatlar, Türkiye’nin NATO’da ABD’yi dengelediğini “savunan” liberal ve siyasal İslamcı akademisyenler, NATO üyelerinin eşit olmadığını, ABD’nin NATO’nun patronu olduğunu, ABD’nin tek oyunun diğer tüm üye ülkelerin oylarının toplamından daha ağır olduğunu anlamışlar mıdır sizce?
Elbette gerçeği onlar da biliyor ama NATO’nun propagandasını, pazarlamasını ve savunmasını yapmak en temel işleri. O nedenle Türk milletine yalan söylemeyi sürdürecekler.
Tabii istisnalar da var. Örneğin AKP’li Mehmet Metiner o gerçeği çırılçıplak ortaya koydu: “NATO ABD’nin silahlı sopasıdır. ABD başkanları ne ferman buyurursa ona göre hareket eden askeri ittifakın adıdır. Gerisi kamuflajdır. Hatta kandırmacadır.” (Yeni Şafak, 12.7.2024). Kuşkusuz Metiner’in partisi o kamuflajı ve aldatmacayı en çok yapan partidir.
‘NATO TEHDİT AMA YİNE DE NATO’DA OLMALIYIZ’ YANLIŞI
Metiner’in yazısının asıl üzerinde durulması gereken kısmı ise şöyle: “NATO dünya barışını asıl tehdit eden bir ABD silahlı aparatıdır. Türkiye’nin başkaca şansı olmadığı için bulunmak mecburiyetinde olduğu bu askeri ittifak son kertede Türkiye’nin de ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından bir tehdit unsurudur. Rusya’ya ve Çin’e boyun eğdirebilirlerse bütün dünya ABD imparatorluğunun siyasi, ekonomik ve askeri anlamda sömürgesine dönüşecektir.”
Öncelikle şunu belirtelim: ABD’nin Rusya ve Çin’e boyun eğdirebilmesi mümkün değil. Tersine hegemonyası zayıflayan ABD, boyun eğdirebilmenin değil, mevcut düzenini “kendi bölgesinde” koruyabilmenin stratejisini izliyor.
Ve gelelim tartışılması gereken noktaya: Evet, Metiner haklı, bu gerçeğe gözler kapatılsa da, son kertede NATO Türkiye’nin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından tehdittir. Ancak Metiner “Türkiye başka şansı olmadığı için NATO’da bulunmak zorunda” görüşünde ise büyük yanlış içerisindedir. Öyle ki bu yanlış, yazısındaki tüm doğruları götürecek önemdedir.
BAŞKA ŞANS ELBETTE VAR
Tersine, Türkiye’nin başka şansı var, Türkiye NATO’da olmak zorunda değil. Hele de 38 maddeli sonuç bildirgesinden sonra NATO’da olmak Türkiye için artık daha büyük bir yüktür. Çünkü NATO’nun Washington’daki bu son zirvesinden çıkan temel sonuç şudur: ABD, NATO’daki müttefiklerini Rusya ve Çin’e karşı cepheye sürmeye çalışıyor.
“Başka şansı olmadığı için NATO’da bulunmak zorunda” olduğunu iddia ettikleri Türkiye’nin ABD tarafından Rusya ve Çin’e karşı pozisyon almaya zorlanması, Ankara’nın intiharı olur!
II. Dünya Savaşı’nın ardından “Başka şans yok” söylemiyle izlenen Atlantikçilik siyaseti dün de yanlıştı çünkü Türkiye’nin “bağlantısızlık” gibi başka bir şansı vardı. “Başka şans yok, NATO’dan çıkamayız” söylemi bugün daha da yanlıştır; çünkü yine “bağlantısızlık” var, hele de “çok kutupluluk” şartlarında geniş manevra alanları var, “NATO’daki gibi fiilen egemenliğinizi devretmek zorunda kalmadan” siyasi ve ekonomik ortaklıklar kurabileceğiniz platformlar var, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) var, BRICS var, yükselen Asya var, bölgesel birlik olanakları var.
Yeter ki “NATO göz bağı” çıkarılabilsin! (13/07/2024)
/././
Tampon bölge hayalinden tampon tedaviye geçiş -Miyase İlknur-
ABD’de NATO’nun 75’inci yıl zirvesine beş uçak filosu ile giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, burada düzenlediği basın toplantısında Suriye Devlet Başkanı Esad’a “Aramızdaki kırgınlığı aşalım” çağrısında bulundu.
Geçtiğimiz günlerde Esad’ın “Türkiye ile görüşmeye kapalı değiliz” açıklaması belli ki Erdoğan’ı iyiden iyiye umutlandırmış. Öyle ya çok değil, daha bir yıl önce “Erdoğan’la neden görüşelim meşrubat içmek için mi” diyen ve görüşmek için şartlar koşan Esad, şimdi görüşmeye kapalı olmadığı mesajını veriyordu. Esad’ın bu ani dönüşü Erdoğan’la tatil yaptığı günleri özlediği için yapmadı elbet. Önümüzdeki günlerde bölgenin daha da karışması, İsrail’in Hizbullah bahanesi ile Lübnan’a saldırmasının ardından sıranın kendi ülkesine geleceğini Esad görüyor.
Aslında “Arap Baharı” adı altında bölge ülkelerinin yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı günlerde de görüyordu. Görmeyen Erdoğan ve Suriye politikasını şekillendirdiği dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dı.
Bu üçlü bir o günlerde bir hayal dünyasında gezindiğinden başlarına gelecek tehlikeleri görecek durumda değildi. ABD dışişleri bakanı, “Suriye’ye müdahale edebiliriz” sinyali verince Türkiye, Libya’daki gibi geç kalma endişesiyle öne atıldı.
İÇ SAVAŞ ÇIKMADAN KAMPLAR KURULDU
BM ya da NATO’nun müdahalesini çabuklaştırmak için sığınmacılar sınırlarını alabildiğine açtı. Öyle ki daha Suriye’de iç savaş başlamadan Antakya’da mülteci kampları çoktan kurulmuştu. Beşşar Esad, 2010’de Utku Çakırözer’le söyleşisinde “Türkiye daha mülteciler gelmeden sınırdaki illere kamp kurdu. Merak ediyorum, nasıl oldu da bildiler mülteci geleceğini?” sözleriyle bu konuya dikkat çekiyordu.
Askeri müdahale olmayacağını anlayınca bu kez de tampon bölge hayaline kapılan Erdoğan yönetimi, ne kadar çok sığınmacı kabul ederse tampon bölgenin kurulmasını çabuklaştıracağını sandı. Sığınmacıların da canına minnet. Çatışmanın olmadığı bölgelerden bile milyonlar akın akın Türkiye’ye geldi.
Esad’ın bir an önce devrilmesi için açık sınır politikasının gelecekte başına ne işler açacağını hesaplamadı. Dünyanın dört bir yanından gelen cihatçıların ara istasyonunun Türkiye olması onları hiç kaygılandırmadı. Sınırları kapatınca bu kez öfkeye kapılan IŞİD, Türkiye’yi kana buladı.
PKK İLE DAVUTOĞLU AYNI GÖRÜŞTE
IŞİD’le ne tür bir örtülü anlaşmamız varsa bu örgütle mücadele için kurulan Uluslararası Cephe’ye katılmayı bile reddetti. Sonuç; ABD bu işi PKK’ye ihale etti. Karşılığında da güneyimizde bir kantonluk kurma imtiyazı elde etti. Zaten Davutoğlu da o günlerde “Türkiye Sykes-Picot haritalarının bekçisi değildir” dememiş miydi? PKK de bunun gereğini yaptı. Erdoğan’ın saplantılı Suriye politikası sayesinde içeride 10 milyon sığınmacı, güneyde devletleşme adımı atan ABD destekli PKK devletçiği.
Bir yandan güneyimizdeki YPG’nin kurduğu kantonluğunun özerklik çalışmaları, bir yandan sığınmacılara duyulan öfkenin AKP’ye yönelmesi nedeniyle Erdoğan zorda. O nedenle Esad’la barışmak istiyor. Bu kez de İdlib’de koruma altına aldığı cihatçılarla başı dertte. Şimdilik İdlib’de ayaklandılar. Esad’la anlaşma olursa IŞİD gibi Türkiye’yi kana bulamaları kuvvetle muhtemel.
Esad’la buluşunca sığınmacıların geri döneceğini sanmak ham bir hayal. Nereye gidecekler ev yok, iş yok, altyapı yok. Esad’a “Bunlara ev yap, iş bul” diyecek hali de yok. Onu demesi halinde Esad da “Evlerini kim yıktıysa, onları kim kışkırttıysa o yapsın” derse ne olacak?
Erdoğan’ın sadece Esad’la görüşmesi içerinin gazını almaktan öte hiçbir işe yaramayacak. Türkiye’nin Suriye politikasının özeti Anadolu’da yaygın olan şu tekerlemede saklı:
“Tamah ettim mala/ Kızı verdim lala/ Lal öldü/ Kız kaldı başıma bela.”
/././
‘Öğretmen Akademisi’ dayatması -Mustafa Gazalcı-
AKP iktidarı bir oldubittiyle 2022’de yasalaştırdığı Diyanet Akademisi’nden sonra kendine göre öğretmen yetiştirmek için “Öğretmen Akademisi” kurmayı dayatıyor. Bu amaçla öğretmen sendikaları ve kuruluşlarının karşı çıktığı, demokratik eylemlerle sesini yükselttiği “Öğretmenlik Meslek Yasası”nı TBMM’ye gönderdi.
Bilindiği gibi bundan önceki Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer döneminde yine öğretmenlere danışılmadan, 2022’de “Öğretmenler Meslek Yasası” çıkarılmıştı. Öğretmenleri kariyer basamaklarına ayıran bu düzenlemenin kimi maddelerini Anayasa Mahkemesi, 13.07.2023’te iptal etti. Şimdi yeniden öğretmenlere sözde yeni haklar tanınıyormuş gibi 39 maddelik yeni bir meslek yasa önerisi hazırlanıyor. Bu öneride de yine öğretmenleri bölen kariyer basamakları korunuyor. (Md: 20)
ÖZGÜR KUŞAKLAR
Milli Eğitim Bakanlığı, laik Cumhuriyeti, bilimsel eğitimi yok sayan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adıyla yürürlüğe soktuğu tartışmalı eğitim programından sonra sanki o programı uygulayacak öğretmen yetiştirmek için yeni bir meslek yasa önerisi hazırlıyor. O öneriyle “Öğretmen Akademisi” kuruluyor.
Akademi kurma, öğretmenlerin çağdaş sendikalaşma haklarını engellemek için Avni Akyol’dan bu yana dillendirilen, sağ iktidarların bir özlemidir.
Bundan 176 yıl önce 16 Mart 1848’de ilk öğretmen okulu açılarak öğretmenlik meslek olarak kabul edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar başta Atatürk olmak üzere özellikle Mustafa Necati döneminde öğretmen mesleğine büyük önem vermişler, onların özgür kuşaklar yetiştirmesi için toplumsal saygınlığını sağlamışlardır. Onlar da Cahit Külebi’nin dediği gibi “düşe kalka” da olsa kara gökleri aydınlatmışlar, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” yani “tepeden tırnağa özgür” kuşaklar yetiştirmeye çalışmışlardır.
Günümüzde öğretmen, üniversitelerin eğitim fakültelerinde yetiştirilmektedir. İktidar, Milli Eğitim Bakanlığı ile TBMM’ye sunduğu Öğretmenlik Meslek Yasa önerisiyle eğitim fakültelerinin verdiği öğretmenlik diplomasını, eğitimini yok saymaktadır. Yıllar sonra sanki siz öğretmen yetiştiremiyorsunuz, asıl öğretmeni ben yetiştireceğim, der gibidir.
Zaten yüz binlerce atanmayan öğretmen varken taslakla yeni elemeler ve ölçütlerle bırakın yeni haklar vermeyi tam tersine meslek yaralanmaktadır.
Sözde, mesleğe hazırlamak için kurulacak akademide kuramsal ve uygulamalı bir eğitim öngörülüyor. Öğretmenlik mesleğinin gelişimi için meslek içi eğitim verilebilir. Bunun için ayrıcalıklı akademi kurmaya gerek yoktur.
Öğretmen statüsü ilkeleri
Eğitim fakülteleri arasında eşgüdüm sağlanabilir, nitelik artırma için önlemler getirilebilir. Bu fakültelerin tümünün bağlı olduğu “Eğitim ya da Öğretmen Üniversitesi” kurulabilir. İktidarların güdümünde hele AKP gibi sicili belli bir iktidara bağlı akademi yarardan çok mesleğe zarar verir.
Tasarı öğretmenlere yeni haklar vermekten çok onlara disiplin ve cezalar öngören, bunları artıran maddelerle dolu. Tasarı, öğretmenleri potansiyel suçlu gibi görüyor, kolayca meslekten çıkarmayı amaçlıyor.
Eğer iktidar gerçekten öğretmen haklarını geliştirmek istiyorsa UNESCO ve İLO’nun ortaklaşa 5 Ekim 1967’de kabul ettiği, Türkiye’nin de altına imza attığı, kabul edildiği günün, bütün ileri, çağdaş ülkelerde Dünya Öğretmenler Günü olarak kutlandığı, “Öğretmenlik Statüsü Tavsiyesi” ilkelerini yaşama geçirmelidir.
16 Haziran 2024’te “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlandırılmıyor” diyerek öğretmenlere adeta savaş açan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in mesleğe vereceği en küçük bir iyileştirme olamaz.
/././
Çözümsüz oyalama taktiği -Öztin Akgüç-
AKP’nin genel taktiği, dikkatleri ayrıntılar üzerinde yoğunlaştırmak, uzlaşı yapılıyormuş, kamunun tepki ve istekleri göz önüne alınıyormuş izlenimi yaratarak asıl sorunu, amacı perdelemek, gizlemektir. Bu taktik, enflasyon, vergi paketi konusunda izleniyor.
Sorun çözülmek isteniyorsa, öncelikle sorunun neden/nedenlerine doğru tanı koymak, ayrıntılarla ana neden arasında ayrım yapmak, amacı belirtmek gerekir.
Sorunların ana kaynağı, 24 Ocak 1980 Kararları ile getirilen düzen, izlenen politikalar, yönetim anlayışıdır. Tartışılan, dikkatler çekilmeye çalışılan konular, ana neden yanında ayrıntı dahi değildir. Vergi alınmasında amaç, kamusal malları üretmek, kamu harcamalarını karşılayabilmek için gerekli kaynağı sağlamak, gelir bölüşümünü yeniden düzenlemek, ekonomik istikrarı, dengeyi sağlamaktır. Tartışmalar, öneriler, vergi paketi bu açılardan değerlendirilmelidir.
24 Ocak Kararları ile serbet pazar ekonomisi sloganı altında kamuyu mülksüzleştirme, özelleştirme, yabancı sermayeyi teşvik, yerli özsermayeye destek, uluslararası finansal piyasalara eklemlenme, vergi yerine borçlanma hedeflenmiştir.
Türkiye, 24 Ocak Kararları sonrası, özelleştirme, teşvik, kamu ihaleleri, yap işlet devret (YİO) daha süslü ifadeyle kamu-özel işbirliği (KÖİ), tutarsız kur ve faiz politikaları uygulamalarıyla soyuldu, soyduruldu.
24 Ocak Kararları alındığında Türkiye’nin dış borcu 15 milyar USD bütçede faiz giderlerinin gelirlere oranı yüzde 3 düzeyinde idi. Günümüzde dış borç 500 milyar ABD Doları’na ulaşmış, OVP’ye göre merkezi yönetimin faiz giderlerinin bütçe gelirlere oranı yüzde 15’e yükselmiştir. 7 trilyon TL’yi aşkın olan iç borç stokunun bütçe açığı nedeniyle yıl sonunda 9 trilyon TL’yi aşması beklenmektedir. Ortada kazanç, varlık olarak sadece övünme var. Yüksek enflasyon, işsizlik, büyüyen bütçe, dış ticaret, cari işlemler açıkları, giderek derinleşen yoksulluk, her olumlu göstergede dünya ekonomisinde gerileyiş, düzeltmenin vergi paketi ile sözde tasarruf tedbirleriyle sağlanması olanağı da yoktur. Ancak 24 Ocak Kararlarını silecek, köklü tedbirlere, değişime gereksinim vardır.
Yeni vergiler, vergi oranlarını artırmak yerine mevcut vergilerde tahsilat oranını yükseltmek, kamu gelirlerini savurganca, keyfi kullanmamak, daha etkili olur. Bu bağlamda:
* Gelir ve kurumlar vergilerinde vergi istisnaları kaldırılmalıdır. İstisnalar, vergi delikleri açmakta, delikler zamanla genişlemekte, vergi kayıpları olmakta, vergi tahsilatı azalmaktadır.
* Vergi aflar, vergi silmeleri, şeffaf hale getirilmeli azaltılmalıdır.
* Servet beyanı, bir vergi güvenlik önlemi olarak yeniden sisteme alınmalıdır. Servet beyanı, servet vergisi değil, beyanı kontrol, inceleme aracıdır. Servet beyanı da Özal döneminde kaldırılmış, bir vergi güvenlik uygulamasına son verilmiş, vergiden kaçınma, vergi kaybı artmıştır.
* Yabancı sermaye ve özel kesim teşvikine son verilmelidir. Teşvik, istihdam yaratılsın, döviz kazancı, tasarruf sağlanarak dış ticaret, cari işlemler açıkları kapansın katma değer yaratılarak büyüme hızlansın diye verilir. Elli yıllık uygulama ile amaçlar gerçekleşmez, gelir kaybı artmış, gelir dağılımı daha da bozulmuş, kaynaklar israf edilmiş, bürokraside etik olmayan uygulamalar, haksız zenginleşmeler artmıştır.
* Vakıf ve cemiyetlere bütçeden kaynak aktarılmamalıdır. Vakıf kurmakta amaç, kamuya eğitim, sağlık, sanat konularında katkıda bulunmak olmasına karşın AKP döneminde yandaş vakıflar kamu kaynakları ile beslenmiş, sömürülmüştür. Vakıf, kamuya yük olmuştur.
* İtibar harcamları sonlandırılmalıdır. Harcama ile itibar sağlanamaz. Oyalama değil, kesin, etkili önlem gerekir.
/././
Lozan, maden-petrol -Sinan Meydan-
“Maden işleri yeni bir açılma devresindedir. Maden mühendislerimizi, ihtiyaca yeter sayı ve değerde yetiştirmeye önem vermek gerekir. Kömür havzasının rasyonel işletmesi için tedbirler aramak da lazımdır. Maden işletmesi gelişme halindedir. Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkati çekmeye değerdir. MTA’nın çalışmalarına azami inkişaf vermesini ve bulunan madenlerin planlı şekilde hemen işletmeye alınması lazımdır. Elde bulunan madenler için üç yıllık bir plan yapılmalıdır.” (Mustafa Kemal Atatürk, 1935)
Türkiye’de en popüler Lozan yalanlarından biri, “Lozan Barış Antlaşması nedeniyle petrollerimizi, madenlerimizi çıkaramıyoruz! 2023’te Lozan Barış Antlaşması bitecek, biz de petrollerimizi, madenlerimizi çıkaracağız!” şeklindedir. 143 maddelik Lozan Barış Antlaşması’nda, antlaşmanın eklerinde, protokollerinde ve mektuplarında bu yönde hiçbir madde ve konferansta verilmiş hiç bir söz yoktur. Tam tersine, Lozan Barış Antlaşması’nda kapitülasyonlar kaldırıldığı için ve yabancı şirketlere yeni ayrıcalıklar verilmediği için Türkiye madenlerini istediği gibi işletme hakkına sahip olabilmiştir. Bu sayede Türkiye, 1924’ten itibaren milli maden, petrol politikası belirleyebilmiştir.
OSMANLI’NIN MADEN POLİTİKASI
1861 Maden Nizamnamesi ile ilk defa yabancılar hissedar olarak Osmanlı’da maden imtiyazı alma hakkına sahip oldular. (1861 Maden Nizamnamesi, madde 13) Osmanlı, 1867’de yabancılara toprak satın alma izni verdi. Bu süreçte yabancılara Osmanlı topraklarında maden arama izni de verildi. 1869 Maden Nizamnamesi ile de yabancılara doğrudan maden ihalelerine girme hakkı verildi. Ayrıca maden imtiyaz hakkının diğer mal ve eşyalar gibi başkalarına satılabilmesine veya miras bırakılabilmesine de olanak tanındı.
1869 ve 1887 maden nizamnamelerine göre yerli yabancı pek çok kişi tek başına veya ortaklık kurarak Osmanlı’dan maden işletme imtiyazı aldı. Vedat Eldem’in ifadesiyle Osmanlı’da “madenlerin büyük çoğunluğu yabancı sermayenin elinde idi.” Osmanlı, 1870-1899 arasında 144 maden imtiyazı, 1900-1911 arasında ise 138 maden imtiyazı verdi. Bu maden imtiyazlarının büyük bir bölümü yabancılara verildi. Örneğin Osmanlı’da Sultançay borakslarını İngiliz-Amerikan Borax Company Limited, Balya ve Karaaydın’daki simli kurşun ve linyiti Fransız Balya-Karaaydın Şirketi, Ereğli’deki maden kömürünü Fransız Ereğli Maden Şirketi, Kozlu’daki maden kömürünü İtalyan-Yunan sermayeli Közlü Kömür Maden Şirketi işletti. 19. yüzyılda, Osmanlı madenlerini işletecek şirketlere 99 yıl ile 15 yıl arasında işletme imtiyazları verildi. 1870-1899 yılları arasındaki maden imtiyazlarının yüzde 80’e yakını 99 yıllıktı.
CUMHURİYET’İN MADEN POLİTİKASI
Türkiye, Lozan’da kapitülasyonları kaldırıp yabancı şirketlere yeni ayrıcalıklar vermediği için bir milli maden, petrol politikası belirleyebildi. Bu kapsamda;
18 Mart 1924’te yürürlüğe giren 442 sayılı Köy Kanunu’nun 87’nci maddesindeki, “Türkiye Cumhuriyeti tabiyetinde bulunmayan gerek şahıslar ve gerek şahıs hükmünde olan cemiyet ve şirketlerin (eşhası hususiye ve hükmiye) köylerde arazi ve emlak almaları memnudur (yasaktır)” şeklindeki hüküm ile yabancı gerçek ve tüzel kişilerin köylerde gayrimenkul edinmeleri yasaklandı.
12 Nisan 1925’te çıkarılan 608 sayılı kanunla Türkiye’de terk edilmiş, ihaleleri feshedilmiş veya yeni keşfedilmiş kayıtlı madenleri işletmek isteyen şirketlerin sermayesinin yüzde 51’inin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ait olması şartı getirildi. 26 Mayıs 1929’da yapılan düzenleme ile madenlerde “Yüzde 51 T.C. vatandaşı” şartı yerine madenler “Türk şirketlerine ihale olur” şartı getirildi.
26 Ağustos 1924’te Türkiye İş Bankası, 19 Nisan 1925’te Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. Her iki bankanın çalışma alanları arasında madencilik de vardı. Türkiye İş Bankası, madencilik kuruluşlarının millileştirilmesini sağlayacak; Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası ise maden imtiyazları alıp maden işletecekti. Türkiye İş Bankası, 1926’da üç anonim şirket kurarak Ereğli Kömür Havzası’na girdi.
1924’de Zonguldak’ta Yüksek Maden ve Sanayi Mektebi açıldı. 17 Mart 1926’da 786 sayılı yasa ile Türk Demir Çelik Sanayi kuruldu.
1933’te hazırlanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’na göre Türkiye’de kurulacak 5 temel sanayi dalından ikincisi “maden” sanayiydi. Planda demir-çelik, kömür, bakır, kükürt, sömikok (suni antrasit) konularında çalışmalar yapılacağı belirtiliyordu. Madenciliğin toplam yatırımlar içerisindeki payı 11.850.000 TL ile yüzde 26.9 oranındaydı.
1936’da hazırlanan ve 9 bölümden oluşan İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın 1. bölümü “madencilik” başlığını taşıyordu. Bu planda, madencilik sektörüne yapılması planlanan yatırımların, toplam yatırımlar içerisindeki payı yüzde 40.2-42.1 gibi oldukça yüksek bir orana karşılık geliyordu.
1937’de, İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile uyumlu Üç Yıllık Maden Programı hazırlandı. 1938’de de Üç Yıllık Maden Programı’nı da içeren İkinci Dört Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Her ne kadar 13 Mart 1939 tarihli bir Bakanlar Kurulu kararıyla bu plan ertelenmişse de bu plandaki Guleman krom, Ergani, Murgul ve Karahisar bakır, Divriği demir madencilik işletmeleri 1950’ye kadar işletmeye açıldı.
Türkiye’nin yeraltı zenginliklerini arayıp bulmak, bunları inceleyerek işletmeye uygun olanları belirlemek amacıyla bilimsel bir araştırma kurumu olarak 14 Haziran 1935’te 2804 sayılı kanunla Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. Bulunan madenleri işletmek için de 14 Haziran 1935’te 2805 sayılı kanunla da Etibank kuruldu. Etibank Kanunu’nun 7.maddesine göre bankanın elindeki ayrıcalık ve ruhsatların devredileceği şirketlerin hissedarlarının Türk olması gerekiyordu.
İzmir Enternasyonal Fuarı Etibank Haritası KartpostalıTürkiye’deki linyit, krom, bakır, bor, manyezit, çinko ve kurşun başta olmak üzere birçok madenin aranması ve işletilmesi için projeler hazırlandı. MTA, 1935’ten itibaren Seyitöemer, Soma ve Tavşanlı bölgelerinde arama ve üretim çalışmaları için yatırım kararı aldı.
1935’te Sümerbank ve Türkiye İş Bankası ortaklığıyla Keçiborlu Kükürt İşletmesi kuruldu. 1935’te Türkiye İş Bankası iştirakiyle Zonguldak Antrasit Fabrikası kuruldu. 1936’da Kuvarshan Bakır İşletmesi kuruldu.
1937’de temeli atılan Karabük Demir-Çelik Fabrikaları 1939’da 140 bin ton kapasite ile üretime başladı. Daha sonra yüksek fırın kapasitesi 800 bin tona, çelikhane kapasitesi de 680 bin tona çıkarıldı. Hammadde ihtiyacını karşılamak için demir armalarına başlandı ve Divriği A-Kafa Demir Yatağı 1938’de işletmeye açıldı. 1939’da Divriği Demir Madenleri İşletmesi kuruldu. 1960’ta Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları kuruldu. 1970’te İskenderun Demir Çelik Fabrikaları Entegre Tesisleri kuruldu.
Özellikle MTA ve Etibank’ın çalışmaları sayesinde Türkiye’de maden üretiminde çok büyük artışlar oldu. Özellikle linyit, kömür, krom, bakır, çinko ve demir üretimindeki artışlar dikkat çekiciydi. Türkiye’nin toplam maden üretimi, 1930 yılı 100 olarak alınırsa 1935’te 157’ye 1940’ta 232’ye yükseldi.
1950’lerde borasit madeniyle de ilgilenmeye başlayan Etibank, 1958’de bor yataklarına ciddi yatırımlar yaptı. 1960’da Türkiye’nin bor üretimi 97.5 bin tona yükseldi.1 Haziran 1964’te Bandırma Boraks ve Asit Borik Fabrikalarının temeli atıldı. 1978’de 2172 Sayılı “Devletçe İşletilecek Madenler Hakkında Kanun” çıkarıldı. Bu kanunla tüm bor sahaları Etibank’a devredilerek kamulaştırıldı. Kamulaştırmadan sonra arama çalışmalarına hız verildi. Rezervler 2 milyar tona çıktı. Uzun yıllar 25-30 milyon dolar olan yıllık ihracatlar, zamanla 250 milyon doları geçti.
CUMHURİYET’İN PETROL POLİTİKASI
24 Mart 1926’da 792 sayılı “Petrol Kanunu” çıkarıldı. 22 maddelik bu kanunun 1. maddesinde “T.C. sınırları içinde petrol aranması ve işletilmesi devlete aittir” denilerek yeraltı kaynakları devletleştirildi. Bu kanun; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bütün petrol arama ve işletme haklarını Türk hükümetine vererek, yabancıların ve yurt içindeki özel şirketlerin imtiyazlarına (ayrıcalıklarına) son verdi. Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye’de petrol aramak için uzmanlar görevlendirildi. Mürefte, Simak, Cizre, Mardin, Herbol bölgelerinde araştırma ve incelemelerde bulunuldu. Bu kanunun kabulünden bir yıl sonra, 9 Mart 1927’de çıkarılan bir kararnameyle de Türkiye’deki petrol yataklarının belirlenerek bir devlet kurumu tarafından işletilmesi ve bu iş için gerekli sermayenin Türkiye İş Bankası tarafından karşılanması kararlaştırıldı.
20 Mayıs 1933’te 2189 sayılı bir kanunla Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdaresi kuruldu. Bu kanunla Türkiye’de altın, petrol ve diğer madenleri arayıp işletecek şirketlerin İktisat ve Maliye Vekâleti’ne bağlı olarak çalışacakları belirtiliyordu. Bu kanunla Türkiye’de ilk kez petrol kuyusu açmak için sondaj çalışmaları başladı. Mardin Basbirin’de Türkiye’nin ilk petrol kuyusunu açmak için sondaj çalışmaları yapıldı. 13 Ekim 1934’te ilk sondaj başladı. Ancak burada verimli petrole ulaşılamadığı için sondaj çalışması sonlandırıldı.
MTA, 1937’de Midyat’ın kuzeyinde Hermis Köyü civarında sondaja başladı. Ayrıca İskenderun, Hayrabolu, Mürefte, Van ve Adana’da da sondaj çalışmaları yapıldı. Ancak bu çalışmalar sonunda verimli petrol rezervlerine ulaşılamadı. MTA, 24 Temmuz 1939’da Batman’da sondaj çalışmalarına başladı. Bu çalışma sonunda 20 Nisan 1940’ta Türkiye’nin ilk petrol yatağı Raman’da bulundu. Bulunan petrolün arıtılması amacıyla 1942’de MTA tarafından Batman Rafinerisi kuruldu. Türkiye’de 1954 yılına kadar 37 adet arama, 7 adet tespit, 13 adet üretim ve 19 adet test kuyusu olmak üzere toplam 76 kuyu açıldı. Toplam 76 kilometreden fazla sondaj yapıldı. Raman ve Garzan gibi iki ticari petrol sahası keşfedildi. 95 bin tonun üzerinde petrol üretildi. Ayrıca bu dönemde ülkemiz için çok önemli jeoloji haritaları hazırlandı, jeofizik etütleri yapıldı, personel eğitildi. Türkiye, sondaj çalışmalarına sonraki yıllarda da devam etti, bugün de devam ediyor.
1950’lerde, DP döneminde her ne kadar yabancı sermayeye çeşitli kolaylıklar sağlanmış olsa da Türkiye’nin petrol-maden politikası uzun yıllar boyunca devletçi niteliğini korudu. Bu süreçte TPAO, PETKİM, TÜMAŞ, BOTAŞ, DİTAŞ, ADAŞ (POAŞ), İPRAŞ, TÜPRAŞ gibi petrol KİT’leri kuruldu.
Kısacası Türkiye, Lozan’dan sonra milli, devletçi bir petrol, maden politikası belirledi. Bu politika zaman içinde zayıflamış olsa da, Türkiye 100 yıldır topraklarında petrol çıkarmaya devam ediyor.
***
Çok açıkça görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Barış Antlaşması nedeniyle madenlerini, petrollerini çıkaramadığı kocaman bir yalandır. Tam tersine, Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti, petrol-maden konusunda çok sayıda yasal düzenleme yaptı, MTA, Etibank, TPAO gibi ulusal petrol-maden kurumları kurdu, sondajlar yaptı, petrol bulup çıkardı, maden üretiminde Osmanlı döneminde görülmemiş düzeyde büyük artışlar sağladı.
KAYNAKLAR
A. Afetinan, Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933, TTK Basımevi, Ankara, 1972.
Ertan Gökmen, “II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Maden İmtiyazları, (1878-1899)”, TTK Belleten, C.71, Aralık 2007, S. 262.
Kemalettin Apak, Cevdet Aydınelli, Mehmet Akın, Türkiye’de Devlet Sanayi ve Maadin İşletmeleri, Selüloz Basımevi, İzmit, 1952.
Mehmet Temel, “Atatürk Döneminde Muğla Madenlerinin İmtiyaz, Devir ve Ferağ Muameleleri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl 2015, S.37.
Mustafa Haydar Terzi, “Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Türkiye Madenciliği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 2021, C. XXXVII.S.104.
Özkan Keskin, “Osmanlı Devleti’nde Maden Hukukunun Tekâmülü (1861-1906)”, OTAM, 29/Bahar 2011.
Stanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Reform, Devrim ve Cumhuriyet: Modern Türkiye’nin Doğuşu, C.2, Çev. Mehmet Harmancı, E Yayınları, İstanbul, 1983.
Uğur Selçuk Akalın, Suat Tüfekçi, “Türkiye’nin Petrol Politikaları ve Enerji Özelleştirmelerine Bir Bakış”, İktisat Politikaları Araştırmaları Dergisi, C.1, S.1, Yıl 2014.
Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1970.
Yavuz Haykır, Özkan Demir, “6326 Sayılı Petrol Kanunu ve Demokrat Parti Dönemi Petrol Politikası”, SUTAD, Bahar 2017; (41).
“Cumhuriyet Dönemi Madenciliğimiz”, https://api.maden.org.tr/ (Son Erişim, 15 Temmuz 2024)
BCA, 030.18.01.01 / 23.15.9.
(CUMHURİYET)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder