Eski hikâye, yeni gösteri: Neden şimdi? -Berkant Gültekin-
15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 8 yıl geçti. Ordu içindeki varlığını, AKP iktidarının onay ve desteğiyle büyüten Fetullahçı çete, geleneksel statükonun yıkılmasının ardından AKP ile “devleti paylaşma” savaşına tutuşmuş, bu savaşın zirvesine bir darbe girişimiyle ulaşılmıştı. Darbe girişimi başarısız olunca siyasal İslamcılığın Fetullahçı kanadı devletten tasfiye edilmiş, devlet mekanizması rejimin ve ‘tek adam’ın ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden organize edilmişti. Devlet bürokrasisi ve kadroları, Erdoğan’ın siyasi ittifaklarına sadık kalınarak biçimlendirilmiş, Fetullahçıların tasfiyesinden sonra ortaklar değişse de düzenin DNA’sı aynı kalmıştı.
FETÖ ile yol ayrılığının ardından Erdoğan’ın ortağı olan ve anti-demokratik başkanlık rejiminin kurumsallaşmasında kritik bir rol oynayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, önceki gün, 15 Temmuz’un 8. yıldönümü nedeniyle Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Özel Harekat Başkanlığı’nı Ankara Gölbaşı’ndaki adresinde ziyaret etti. Özel Harekat Başkanı Süleyman Karadeniz’in karşılama sırasında Bahçeli’nin elini öpmesi büyük bir tartışma yarattı. Bahçeli’nin arkasında bulunan Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız’ın da bu anı tebessümle izlediği kameralara yansıdı. Bu arada MHP liderinin elini öpen tek özel harekatçı Karadeniz değildi. Bahçeli yerleşkeden ayrılırken Karadeniz’in emrindeki diğer özel harekatçı polisler de kendisinin elini öpmek için sıraya girdi. Görüntülere kamuoyu ve muhalefet tepki gösterirken, AKP sessiz kaldı.
Güvenlik teşkilatının kritik bir parçasının, bir parti liderine gösterdiği ileri düzey hürmetin ne anlama geldiğini kestirmek zor değil. Özel harekatçıların Bahçeli’nin elini öpmesi, açık bir “lidere sadakat” gösterisi, net bir güç ilanı. Bilinen ama bugüne kadar gölgede tutulan bağların, kazanılan özgüvenle dosta-düşmana sergilenmesi. Hikâyeyi daha iyi anlamak için biraz eskiye gidelim.
40 YILLIK MEVZU
1983’te Özel Harekat Şube Müdürlüğü ile tohumları atılan Özel Harekat Başkanlığı, özellikle 90’lı yıllardan bu yana MHP’nin yoğun şekilde kadrolaştığı bir yapı. 28 Şubat ile birlikte askerin müdahalesiyle pasifize edilen ve taşıdığı ağır silahları TSK’ye devreden Özel Harekat, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, 2010-2011 dolaylarında, “iç güvenlikte polisin daha etkin kullanma projesi” kapsamında yeniden aktif rol kazanmaya başladı. Hatta liberaller bu konuda da iktidarı alkışlamayı ihmal etmedi. Oral Çalışlar, Temmuz 2011’de Radikal’de yayınlanan köşe yazısında, “Yeni proje, asker sayısının azaltılmasını, Genelkurmay’ın yetkilerinin kısılmasını ve askerin sivil yönetimin emrine girmesi gibi konularda eskiden hayal bile edilemeyen bir tablo sağlayabilir” ifadeleriyle AKP’nin “terörle mücadele” vasıtasıyla ülke demokrasisine yaptığı katkıyı(!) öve öve bitiremiyordu.
Bu dönemde elbette Fetullahçılar da emniyetteki güçlerine paralel şekilde özel harekat içinde daha sıkı şekilde örgütlenmeye çalıştı. Ancak MHP’lilerin Özel Harekat’taki gücü yadsınamazdı. Sivas’ta 2011 yılındaki polis gününde yapılan yürüyüşte ortaya çıkan manzara bunun göstergesiydi. Yürüyüş yapan polisler arasında yer alan Özel Harekat ekipleri, ülkücülerin önemli ismi Ozan Arif’in bestelediği “Ölmez bu hareket” marşını koro halinde söyleyerek ilerlemiş ve “Kim bunlar; bozkurtlar” sloganını atmıştı. Kamuoyunda tartışma yaratan bu yürüyüş, Emniyet Özel Harekat Daire Başkanı Cemil Yurtsever’i koltuğundan etmişti.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında Fetullahçıların hedeflerinden biri Özel Harekat Daire Başkanlığı’ydı. Gölbaşı’na atılan bombalar sonucu özel harekatçılar 50’ye yakın kayıp verdi. Darbe girişimi, neden olduğu hasarın yanı sıra siyasal kırılmanın da miladıydı. “Yenikapı Ruhu”, AKP-MHP ittifakıyla taçlandı. 2017’deki bıçak sırtı referandumda rejim değişti. 2018’de Erdoğan ilk kez yeni rejimin cumhurbaşkanı seçildi. Devlet yönetimine güvenlikçi/militarist bir anlayış ve “anti-terör” konseptiyle belirlenen politikalar hâkim oldu. Erdoğan’ın arkasında artık liberaller değil milliyetçiler vardı. Fetullahçılardan boşalan kadrolara da MHP ile diğer cemaat ve tarikatlar doluştu.
YENİ REJİMLE STATÜSÜ YÜKSELDİ
Yeni rejimde yeniden kurgulanan kurumlardan biri de MHP’nin etkin olduğu Özel Harekat Dairesi’ydi. Ocak 2018’de Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Harekat Dairesi ilgili Bakanlar Kurulu’nun aldığı karara ilişkin açıklama yaparak, Özel Harekat Dairesi Başkanlığı’nın statüsünün yükseltildiğini ve Özel Harekat Başkanlığı’nın kurulduğunu duyurdu. Yükseltilen statü, MHP ile kurulan ittifakın bir sonucuydu. Tıpkı Fetullahçılarla yol yürünen dönemde olduğu gibi devlete şekil veren iktidarın ittifak stratejisinin ihtiyaçlarıydı. Bir “kaynak” olarak görülen devlet kadroları, ittifaktaki güç dağılımı ve talepler gözetilerek pay ediliyordu. Bahçeli’nin elini öpen Süleyman Karadeniz ise İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından geçen yılın ağustos ayında Özel Harekat Başkanlığı görevine getirildi.
Bu arada Özel Harekat Başkanlığı, Aralık 2022’de eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi olayında da gündeme geldi. Çünkü tetikçi Eray Özyağcı’yı Ankara’ya getirenler, Aşkın Mert Gelenbey ve Murat Can Çolak adlı iki özel harekat polisiydi. Bu iki isim cinayete ilişkin görülen dava kapsamında halen tutuklu bulunuyor.
Belki 12 sene önce yapılan “bozkurt” gösterisi Özel Harekat’ın başına iş açabiliyordu ama bugün durum değişti. Onlar da bunun farkında. Temsilcisi oldukları zihniyet artık devletin içinde herhangi bir unsur değil, en tepede söz sahibi. Mesele de zaten Özel Harekat-MHP ilişkisi değil, bu vakiydi, mesele ilişkinin resmi bir karşılama törenine şekil verecek düzeye gelmesi. Vaziyet aynı zamanda, Cumhur İttifakı’nın sıradan bir ittifak olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. İttifakın sonu gelirse, bu sıradan bir ayrılık olmayacak. El öpme gösterisi muhalefete olduğu kadar ortağa da bir mesaj. Bir bakıma Bahçeli, Erdoğan’a, elindeki enstrümanları gösteriyor.
/././
Müthiş fırsat: Bu ülke kaçmaz! -Kaan Sezyum-
Ülkede değişen bir şey yok. Çıtır hasarlı, cemaati, şeyhi, tuhaf vakıflarının bakımı yapılmıştır. Darbeye dayanıklı tasarımı sayesinde çarpmalara, dibe vurmalara, çökmelere karşı dirençlidir. Değişeni yoktur. 20-30 yıldır ne oluyorsa aynen devam etmektedir. Kurumları rüşvete uyumludur. Yabancı para birimleri ya da altın da kullanılabilir. Başınıza bir iş gelirse, sıkıntı çekmezsiniz. Hakimi, savcısı, borsası mevcuttur. Yeterli derecede şirinlere yakınsanız, gerekirse arabayla insan ezin, bir yolu bulunur, işiniz hallolur. Mafyatik yapılar için son derece uygundur. Eğer mafyanız yurt dışında sıkıntı çekiyorsa, bize gelebilir, vatandaşlık, oturma izni alabilir, mafyafik faaliyetlerinizi dünyalar güzeli coğrafyamızda, size özel sağladığımız güvencelerle devam ettirebilirsiniz. Silah kaçakçılığı, uyuşturucu trafiği gibi alanlarda deneyimli kadrolarımız sizlere her an bir telefon kadar yakındır.
Cemaatler için dönem dönem açılan ve dönem dönem kapanan kampanyalarımız vardır. Güncel desteklenen cemaatler listesini web sitemizden günü gününe takip edebilirsiniz. Sizlere özel animasyon ve PR faaliyetlerimiz arasında “Türkçe Olimpiyatları” gibi dev organizasyonlardan, adınıza para bastırmak gibi tatlış promosyonlar arasındaki geniş yelpazemizden dilediğinizi seçebilirsiniz. Çok uluslu bir şirket misiniz? Gelin size Türkiye şartlarında, bu güzel doğayı mahfetme fırsatı sunalım? Madencilikten, enerji sektörüne geniş bir hizmet yelpazemizle, ücreti ve komisyonu karşılığında ülkemizin yeraltı ve yerüstünü birbirine getirebilir, ormanlarını kesebilir, toprağını siyanürle zehirleyebilir, derelerini, nhirlerini kurutabilir, dilerseniz az maaşlı köle gibi çalıştırdığınız işçilerinizin hayatlarıyla, sokakta gördüğü bir böcekle oynayan bir kedi yavrusu gibi oynayabilirsiniz. Tabii ki bunların hepsi güvence altındadır.
∗∗∗
Hukuk konusunda sıkıntılarınız olursa, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını (altında imzası olmasına rağmen) tanımayan deneyimli kadrolarımız sayesinde hiçbir işiniz ters gitmeyecektir. Siz yeter ki kendinize uygun bir suç bulun, gerisi bize kalmış.
Saçlarınız mı döküldü, kelleştiniz mi? Çözüm size, gelin sizlere Turkish Hair Lines kalitesiyle güzel bir kampanya sunalım. Kelliğinize çare, kel başınıza merhem olalım. Ülkemizden at yelesi gibi saçlarınızla ayrılırken, bir sonraki yolsuzluğunuz da bizden promosyon.
Patron musunuz? Oligark mısınız? İşte tam sizlik bir ülke. Gelin burada sizlerle birlikte, el ele verip işçi haklarını tek tek yok edelim. Tek imzayla tüm grevleri yasaklayabilen, tüm gösteri ve yürüyüşleri iptal edebilen, demir yumruklu irademiz sayesinde “Çalıştırdığım işçi başıma iş açar mı?” derdi olmadan paranıza para katın. Siz zenginleşirken onlar fakirleşsin.
Çok mu para kazanıyorsunuz? Neden daha çok kazanmayasınız? Aç gözlülüğün ve paraya tapmanın dünya üzerindeki cennetlerinden biri olan ülkemizde, tek imzayla vergi borçlarınızın tamamını silelim. Maksat siz kazanın, siz kazandıkça bizi de görürsünüz zaten. Görmezseniz de bir sizi görürüz, buluruz, o ayrı. Siz muhteşem vergi ayrıcalıklarından ve teşviklerden yararlanırken, biz sizin yerinize halkımıza nefes alma vergisi bile getirebiliriz. Zaten yaşayanı bir şekilde hayatta kalıyor, öbür türlü de sokakta yürürken bile elektrik akımına kapılıp gidiyor. Maksat işiniz görülsün.
∗∗∗
Büyük ihale tutkunlarına özel kampanyalarımızı mutlaka deneyin. Geçiş garantisi ve yolcu garantisi gibi önceden aramızda belirleyeceğimiz anlamsız sayılarla, siz yolunuzu yapın, biz de size yol yapalım. Ülkenin kasasından sizlere düzenli olarak, kullanılmayan tesisleriniz için ödeme yapalım. Ayrıca ödemelerimizin garantisi de yurt dışı mahkemelerdir. Ödemelerinizi düzenli olarak döviz üzerinden alacağınızı da unutmayın.
Haydi şimdi siz de Türkiye’ye gelin. Böyle bir ülkede yaşanmaz da ne yapılır?
/././
İktidar emekliyi yoksullukta eşitledi: AKP sermayeye yine kıyamadı -Nurcan Bilge Gökdemir-
İktidarın emekliyi açlık sınırının altında emekli aylığına mahkum etme anlayışı tüm emeklileri yoksullukta eşitleyerek sürüyor. TBMM'ye sunulan Torba Yasa Teklifi içinde yer alan ve emeklinin sorununu çözmeyen düzenleme “Yükün tüm kesimlere yayıldığı” yalanıyla anlatıldı.
4 milyona yakın emeklinin 19 bin liraya çıkan açlık sınırının çok altında bir ücretle yaşamaya mahkum edildiğinin itirafını da teklifi kamuoyuna duyuran AKP TBMM Grup Başkanvekili Abdullah Güler’in ağzından duyduk.
İktidarın kamu kaynaklarının paylaşımında sermaye çevrelerini kollama tercihinin vücut bulmuş hali olan Kamu Özel İşbirliği projelerinin işletmecilerinin kurumlar vergisi oranının yüzde 25’ten yüzde 30’a çıkarılması da bu teklifin makyajı oldu. Bu 5 puanlık artışın rakamsal karşılığını da Gelir İdaresi Başkanlığı’nın AKP Grubu’na yaptığı sunumdan biliyoruz: 557 milyon TL.
Başkanlığın sunumunda düzenleme şu ifadelerle yer aldı:
“Hali hazırda bu kapsamda 44 mükellef bulunduğu tespit edilmiş olup, 2023 yılında bu mükelleflerden 7’si 12,6 milyar TL matrah beyan etmiş ve bu tutar üzerinden 2,8 milyar TL kurumlar vergisi tahakkuk etmiştir. 37 mükellef matrah beyan etmemiştir.
Bu kapsamda, bu mükellefler için kurumlar vergisinin %30 olarak uygulanması 557 milyon TL kurumlar vergisi etkisi oluşacaktır.”
TEK KURUŞ ÖDEMİYOR
Bir başka ifadeyle bu sunumdan anlaşılan bu 44 şirketten 37’sinin zararda olduğu, sadece 7’sinin kar elde ettiği…
Biz bu şirketlerin uzun yıllar boyunca devam edecek sözleşmelerle kamu kaynaklarını hortumladıklarını biliyorduk. Bu zarar nereden çıktı? Bunu da Prof. Dr. Uğur Emek anlatıyor. KÖİ sözleşmeleri konusundaki uzmanlığıyla bilinen Emek, uzmanların anlayabileceği bir muhasebe sisteminin buna yol açtığını anlatıyor. Çok fazla teknik ayrıntıya girmeden Emek’in satırlarıyla devam edelim:
“Şirketler uzun vadeli proje finansmanını döviz üzerinden temin etmektedirler. Ancak Vergi Usul Kanunu’na göre bu borçları mali tablolarında Türk Lirası olarak muhasebeleştirmektedir. Kur değer kaybettikçe bu şirketlerin TL borçları artmaktadır. Şirketler bu borç artışını kur farkı zararı olarak yazmaktadırlar. Bu nedenle bu şirketler borçlarını sıfırlayana kadar hep zarar edecekler ve devlete bir kuruş vergi vermeyecekler.”
Emek, bunlardan da vergi alınmasının ancak işletmecilerin KÖİ sözleşmelerinden kaynaklanan hak ve yükümlülüklerinin tahakkuk esaslı muhasebe sistemine göre kayıt edilmesi durumunda mümkün olabileceğinin altını çiziyor.
Dün TBMM’ye sunuldu vergi yasalarında düzenleme yapan Torba Kanun Teklifi. Bu yapıldı mı elbette hayır. Yapılmadı ancak vergi mükellefi milyonlara, asgari ücret düzeyinde bile maaş alamayan emeklilere şu anlatıldı: “Fedakarlığı hep birlikte yapıyoruz, KÖİ işletmecileri de daha fazla vergi verecek.”
MİLYARLAR AKTARILIYOR
44 işletmeciden 37’si zaten tek kuruş vergi ödemiyor, ödeyenlerin cebimden çıkacak olan da 557 milyon TL. Devletten aldıkları garanti ödemelerinin yanında devede kulak bile değil.
YİD ve KÖİ projeleri için 2023 yılında sadece bütçeden 103,1 milyar lira ödendi. 2024 yılındaki ödeme en az 162,4 milyar liraya çıkacak. Bu şirketlerin sadece 557 milyon lira fedakarlık etmesini sağlamak, asgari ücretin açlık sınırına bile çıkarılmasını, emekliye en az asgari ücret kadar maaş ödenmemesini ve bunlar yapılmazken yandaş şirketler yoluyla devletin soyulmasını gizlemeye yetmez…
/././
Sınır şehrinde diller kimlikler ve hafıza -Şükrü Aslan-Artvin, tarihsel ve toplumsal tecrübelerin gösterdiği gibi her zaman çok dilli, çok dinli, çok etnili bir şehirdi. Ermeni, Laz, Gürcü, Müslüman, Katolik gibi birçok kimlik ve dil bir arada yaşadı. Milliyetçiliğin kurduğu “dilsel hiyerarşi” insanlığa ölüm, sürgün, katliam mirası ve derin bir “kültürel fakirleşme” bıraktı. Ancak silinmeye çalışılan hafıza şehrin mahallelerinde hâlâ yankılanıyor.
Rahşan İnal tarafından derlenen ve yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan çıkan “Dağlardan Denize Artvin” kitabı, şehrin toplumsal-politik hafızası ve bu bağlamda dilsel-inançsal kimlikleri ile gelecek için nasıl bir kıymetli saha olduğunu düşünmek için iyi bir vesile oldu. Kitap, tıpkı Artvin’in doğası gibi zengin ve etkileyici temaları içeriyor. 1970’li yılların simge örneklerinden biri olarak toplumsal hareketlerden, mekânsal-kültürel-dilsel geleneklere kadar pek çok konuya odaklanıyor ve silinip gitmesi beklenen geçmişi açıklıkla bugünlere taşıyor. Rahşan İnal başta olmak üzere, tüm yazarlara ve katkıda bulunan herkesin emeklerine sağlık olsun.
Artvin, öncelikle bir sınır şehridir ve bunun etkilerini açık/örtük çeşitli biçimlerde yaşamış ve yansıtmıştır. “Ulusal” sınırlarda olmak, kimlik manzarası açısından çok daha ilgi çekicidir. Bilhassa ‘tek dile’ yemin etmiş bir ülkenin şehri olmak, Artvin’i daha da özgün kılmaktadır. Görünüşe bakılırsa Artvin tek dilli bir şehirdir fakat tarihsel toplumsal tecrübelerin gösterdiği gibi her zaman çok dilli, çok dinli, çok etnili bir şehirdi. Üzerindeki politik örtüye rağmen bugün de bir ölçüde böyledir. Lazca, Hemşince, Gürcüce gündelik iletişimde kolaylıkla duyulabilir. Şehrin hafızası bu açıdan ilgi çekici deneyimlerle yüklüdür.
OSMANLI ARTVİN’İNDE KİMLİK MANZARALARI
Artvin, imparatorluğun diğer kadim şehirleri gibi, Osmanlı’daki genel etnik manzaradan köklü izler taşıyordu. Mesela 1835 yılı verilerine göre Kiskim Sancağı köylerinde toplam erkek nüfusun % 64,28’i Müslüman, %29,75’i Katolik ve % 5,95’i Ermeniydi. Yine 1835’de merkezi Satlil olan Şavşat Nüfus Defteri’ne göre 613 hanede toplam 2 bin 611 Müslüman, 15 hanede 27 Kıpti erkek kaydedilmiş; buna karşın 198 hanede 565 erkek ‘Katolik milleti’ ve ‘Ermeni milleti’ olarak kayıtlara geçmişti. 20’nci yüzyılın başlarında Ardanuç’ta da nüfusun çoğu Katolik Ermenilerden oluşuyordu. Kayıtlara göre kasabada kadın erkek toplam bin 329 Katolik Ermeni yaşıyordu. Buna karşın köylerin çoğu Müslümandı.
Etnolog Maçavaria’nın gezi notlarına göre Artvin vilayetinde genellikle Gürcüler, Türkler ve Ermeniler yaşıyordu. Ama en fazla iz bırakanlar Gürcülerdi. 1877 Trabzon Vilayet Salnamesi verilerine göre, Artvin merkezde Rebat Hayteb Mahallesinde 314 hane (bin 240 kişi) Katolik Gürcü nüfus vardı. Şehirdeki Ermeni nüfusunun çoğu da 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra boşalan yerlere civar bölgelerden gelen Ermenilerin iskânı ile oluşmuştu.
19’uncu yüzyıldan 20’nci yüzyıla giderken, bilhassa Osmanlı Rus savaşlarının ardından Osmanlı’dan Kafkasya’ya Ermenilerin, Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına da Gürcü Müslümanların göçü yoğunlaşmıştı. Mesela 1828-1829 Osmanlı Rus savaşı sonrasında 84 bin Ermeni Osmanlı topraklarından Erivan, Gence, Tiflis ve Karabağ’a yerleştirilmişlerdi. Aynı süreçte Samse-Cavaheti’deki 35 bin Müslüman da Osmanlı topraklarına gelip yerleşmişlerdi.
Artvin’de görece güçlü kimliklerden birisi de Lazlardı. Lazların Doğu Karadeniz’de yaşadığı üç önemli merkez; Arhavi, Hopa ve Borçka idi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, yerlisi oldukları bölgelerin ve Batumi’nin Rusların eline geçmesiyle, Müslüman Lazların bir kısmı Osmanlı topraklarına göç etmişlerdi. Sovyet devriminden sonra Gürcü hükümet denetiminde kalan Lazlar, 16 Mart 1921’de Artvin Türkiye’ye dahil olduğunda Lazlar ağırlıklı olarak Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi ve Hopa’da yerleşiklerdi ve Artvin’in dil ve kimlik grupları Gürcü, Türk ve Ermenilerin yanında Lazlar da yerlerini almışlardı.
Artvin’in dilsel kimlik manzarasına bir de Kafkasya göçmenleri olan Poşa’ları ekleyebiliriz. Poşalar, görece küçük gruplar halinde, Artvin gibi bölgedeki şehirlerin tümüne yayılmışlardı. Bugün de hemen her şehirde bu kimliğin izlerini görmek mümkün. Nüfus miktarı konusunda somut bir veri olmasa da, Poşalar dilleri ve kültürleriyle Artvin’in kimliklerinden birisiydi.
CUMHURİYET ARTVİN’İNDE KİMLİK MUHAREBELERİ
Cumhuriyet’in dilsel kimlikleri yönünden Artvin’in manzarasını biraz daha somut verilerle 1935 yılında yapılan ikinci nüfus sayımı verilerinde görebiliyoruz. Bu sayımın sonuçlarında diğer şehirlerde olduğu gibi Artvin’in de ‘anadillerine’ dair veriler yer almıştı. Buna göre Türkiye’de anadilinin Lazca olduğunu söyleyenlerin toplamı 63 bin 253 kişiydi ve bunların 53 bin 646’sı Artvin’de yaşıyordu.
Benzer bir durum Gürcüce için de geçerliydi. 1924 yılında Artvin Eğitim İdaresi’ne müfettiş olarak tayin edilen Muvahhid Zeki’nin yazdığına göre; 1920’li yıllarda Artvin’de “mühim bir kısım halk” Gürcüce konuşmaktaydı. O yıllarda Borçka, Maradit, Murgul’un bir kısmı, Maçahel ve İmerhev Nahiyeleri tamamen Gürcüce konuşmaktaydılar. 1935 nüfus verilerine göre ülkede anadilinin Gürcüce olduğunu belirtenler 57 bin 327 kişiydi ve bunların 15 bin 25’i Artvin’deydi.
Cumhuriyet dönemi Artvin’in kimliklerinden hem görünen hem de görünmeyeni Ermenilerdi. Ermenilerin bu coğrafyanın eski topluluklarından biri olduğunu değişik kayıtlardan ve Cumhuriyet rejiminin ilk yıllarındaki bazı metinlerden okumak mümkündü. Mesela Muvahhid Zeki’nin notlarında yer aldığına göre 1926’da Merkez Artvin kasabasında Ermeniler de dâhil 479 hanede bin 77 erkek, bin 962 kadın olmak üzere toplam 2 bin 139 nüfusu vardı. Bu nüfustan Çarşı Mahallesinde 61 hanede 177 erkek, 127 kadın toplam 304 nüfus yabancıydı. 84 hanede 136 erkek ve 175 kadın olmak üzere 311 nüfus Ermeniydi. Dere Mahallesinde 2 hanede 4 erkek, 6 kadın Ermeniydi. Korzul Mahallesinde 4 hanede 7 erkek, 8 kadın olarak 15 nüfus Ermeni olarak kayıtlara geçmişti. Haypet Mahallesinde 36 hanedeki nüfus kâmilen (tümüyle) Ermeniydi. Sirya Nahiye merkezinde Müslüman ve Ermeni Mahallesi ismiyle iki mahalle vardı. Ancak Ermeniler, bütün o gerilim sürecinde kitleler halinde Batum’a geçmişlerdi. O kadar ki vilayette Ermenilerden kalma kiliseler harap haldeydi.
1967 yılında yayınlanan Artvin İl Yıllığı’nda Artvin’de ilk nüfus yazımının yapıldığı 1925’te 478 Ermeni nüfus olduğu ama sonradan bunların tamamının Rusya’ya göç ettiği yazılmıştı. Aynı bilgi Cumhuriyet’in 50’nci Yılında Artvin İl Yıllığı’nda da yer almıştı.
Özetle Cumhuriyet döneminde Artvin’de Gürcüce ve Lazca ağırlıklı olarak konuşulan dillerdi. Türkçe ağırlıklı dil olarak elbette varlığını (daha da gelişerek) koruyordu. Bir dönem Artvin’in en çok konuşulan dillerinden olan Ermenice ise neredeyse tasfiye olmuştu. Bununla birlikte ilgili akademik literatürde Ermenice ile doğrudan ilişkilendirilen “Hemşince” bu coğrafyanın yerli dillerinden biri olarak kuşaklar boyu sürmüştü.
MİLLİLEŞTİRİLEN ÖTEKİ MEKÂNLAR
Cumhuriyet’in “millileştirme” politikaları pek çok farklı bağlamda öteki kimliklerin yeni milli kimliğe dönüştürülmesini amaçlıyordu. Bu politik tercih dönemin politik aktörlerinin dillerine yansıdığı gibi, yasal düzenlemelere de konu olmuştu. Bunun için dilsel yasaklar getirilmiş ve ulusal dil olarak Türkçenin ikamesi için pek çok tedbir alınmıştı. Bu tedbirlerden birisi de mekânı millileştirmek olarak tercüme edilebilecek olan yer isimlerinin değiştirilmesiydi. Zira Artvin çapında köy, bucak, mahalle isimleri genellikle geleneksel Artvin dillerinin (Gürcüce, Lazca, Ermenice vb.) izlerini taşıyordu.
Cumhuriyet’le kurulan yeni rejim, diğer şehirlerin büyük bölümü için ancak 1950’li yıllarda gündemine aldığı yer isimleri değişikliğine, ilginç biçimde ilk önce Artvin’de başlamıştı. Yeni rejim daha ikame bile olamamışken, adeta telaşla Artvin’deki yer isimleri çok büyük ölçüde değiştirilmişti. Muvahhid Zeki, Artvin’de ilköğretim müfettişi olarak görev yaptığı yıllarda yazdığı ve 1927’de basılan “Artvin Vilâyeti Hakkında Ma’lumat-ı Umumiye” adlı kitabında, Artvin’de yerleşim yeri adlarının değiştirilmesine dair şunları yazmıştı: “Mahalleler ve köylerin isimleri İl Genel Meclisi’nin 1925 yılı toplantısında tümüyle değiştirilmiş, yeni isimler verilmiştir.” M. Zeki’nin bu eserinde, merkez ilçe, Ardanuç, Borçka, Murgul ve Şavşat’a bağlı köylerin eski ve yeni adlarını, nüfuslarını da ekleyerek listeler halinde yayınlamıştı.
Cumhuriyet’in erken zamanlarında başlattığı isim değiştirme uygulamalarından etkilenmemiş olan ‘bucak’ statüsündeki yerlerin isimleri ise 1964 yılında değiştirilmişti. 10 Temmuz 1964 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan, “yabancı kökten gelen ve iltibasa yer veren bucak adlarının Türkçeleştirilmesi ile ilgili kararname” ile artık görünüşe göre her yerin bir Türkçe adı vardı.
ÇOK ETNİLİ HAFIZAYI GÖRÜNMEZ KILMAK
Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Artvin’in dilsel/dinsel kimliklerine dair manzarayı esasta değiştirerek, zaman içinde yeni ve tek dilli bir şehir yaratma girişimleri hemen hemen kesintisiz olarak devam etmişti. Hatta tek partili dönem bit-tikten sonra da bu idealin gerçekleşmesi için yoğun bir çaba gösterilmişti. Bu çabalar o kadar etkiliydi ki neredeyse şehrin sesi sayılabilecek tüm kurumlar ve basın, Artvin’in çoğul kimlikli halinden söz etmemekte mutabakat sağlamıştı.
1965’te yayımlanan Artvin: Toplum Kalkınması Bülteni’nde köylülere/köylere dair neredeyse her şeyden bahsedilirken gelenekleri ve dillerine dair tek cümle bile yer almamıştı. Aynı şekilde “Kazalarımızı Tanıyalım” başlıklı bir yazı dizisinde Artvin ilçelerinin dilleri-kültürleri dışında her şeyden bahsedilmişti. İlk sayısı 16 Nisan 1962’de çıkan “Serhad Artvin” adlı günlük siyasi müstakil gazetenin yıllarca çıkan sayılarında Artvin’in dillerine dair tek bir yazı bile yer almamıştı. Artvin Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti’nin “Yeşil Artvin: Yöresel Fikir Sanat ve Folklor Dergisi”nde “Serhat Şehrimiz Artvin” başlıklı yazıda Artvin’in kısa da olsa neredeyse tüm özellikleri yer alırken, dillerinden tek cümle bile bahsedilmemişti. Sanki bütün Artvin’de anadil ezelden Türkçeymiş gibi. Aynı şekilde Artvin’in kurtuluşunun 50’nci yılında bir sınır bucağı olan Camili’nin (Maçahel) sorunları yazısında bu mahalde dünyaya gelmiş İsrafil Akdemir, kasabanın her tür özelliğine yer vermiş ama dilsel-dinsel niteliklerden hiç bahsetmemişti. Azmi Tozkoparan, yine aynı dergide Cevat Bozkurt’un 1970 yılında yayımlanmış “Artvin Tarihi Üzerine bir İnceleme” başlıklı yazısının, ‘Ermenice olan Artvin adının’ diye başlamasına bile öfkelenmişti. Bu durum daha sonraki yıllarda da devam etmişti. Mesela “İlimiz Artvin” gazetesinin Mart 1982 tarihli sayısında 1877-78 Osmanlı Rus savaşından başlayarak bilhassa Ermeni ve Gürcüler işgalci olarak işlenmiş ve onların gidişi ile Artvin’in bir daha kopmamak üzere anavatana bağlandığı, katı ulusalcı bir dil içinde aktarılmıştı. Özetle Artvin’in dilsel ve mekânsal hafızası, türlü biçimlerde gözlerden uzak tutulmuş, yok sayılmıştı.
SONUÇ
Bütün tarihsel tecrübenin özeti şudur: Modern milliyetçilik kurduğu “dilsel hiyerarşi” insanlığa ölüm, sürgün, katliam gibi olumsuz bir tarihsel miras ve derin bir “kültürel fakirleşme” bıraktı. Öyle bir fakirleşme ki çoğu “anadil” için geriye dönülmesi artık olanaksızlaştı. Ötekini görünmez kılmak ve bunu mümkün hale getirecek bir araç olarak ondan söz etmemek gibi bir başka politik tutumla birlikte bugün Artvin’de hangi dillerin, ne kadar nüfusun anadili olduğuna dair resmi bir veri-bilgi bile yok. Ayrıca Artvin’de kimlikleri yansıtan fiziksel mekânlar da artık neredeyse yoklar. Bilhassa başka kimliklerin inanç mekânları ya yıkıldı ya da yıkılmaya yüz tutarak mekânsal olarak silindiler.
Bugün Artvin’de geleneksel kimliklerden referans alan yer isimleri resmen silinmiş durumda ama yine de halk dilinde kısmen yaşamaya devam ediyor. Halk gündelik hayatta bildiği, işittiği gibi yer adlarını kullanmaya devam ediyor. Müziğinde ve halk danslarında da yine geleneksel aidiyetleri gözlemlemek mümkün. Keza yaygın olmasa da gündelik hayatta Gürcüce, Hemşince ya da Lazca konuşmalar duymak da olağan. Artvin’de belleksizliğe karşı “kayıt altına alma” yönünde bilinçli bir duruş da var, Rahşan İnal’ın kitabı da aynı zamanda bu eğilimin aracı, sesi ve dili gibi. Artvin geleceğini, geçmişindeki geleneksel birikiminin üzerine kurmaya çalışıyor, hafızasını silmeye çalışanlara inat…
/././
Cumhur sonrası sağda yeni diziliş -Yaşar Aydın-
Post kelimesi artık Türkçe’ye de girdi. Herkes biliyor ki bir kelimenin başına “post” gelince o tanım için “sonrası” kastediliyor. Her konuda kullanmayı çok sevdik, en çok da siyasette. Türkiye’nin geleceğini konuştuğumuz her toplantıda mutlaka kullandığımız “Post Erdoğan ve post Bahçeli” kavramı, bu yazının da konusu oldu.
Erdoğan ve Bahçeli, Türkiye siyasetinin son 30 yılına damga vuran isimlerden en önemlileri. Bu iki isim aynı anda hem rakiplerine hem doğanın seyrine karşı güçten düşmüş durumda. Bu durum, ülkenin yaklaşık yüzde 50’sine yakın bir kesimi etkileme gücüne ulaşmış iki partinin, geleceği konusunda çok daha hararetli tartışmalara neden oluyor. Orada yaşanan her hamle ilgiyle izleniyor.
ARAYIŞ SÜREKLİ KRİZ ÜRETİYOR
Rejim, içine sürüklendiği “Erdoğan’dan sonra ne olacak” krizini 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinde bir an olsun ötelemeyi başardı. Ama soru o kadar can yakıcı ki ötelemenin süresi de kısa oldu. Seçimden sadece 2 ay sonra rejim birçok önemli başlıkta derin sarsıntı yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Erdoğan ve Bahçeli olmadığında ne olacak sorusuna yanıt bulunmadığı ölçüde de bu krizler devam edip gidecek.
Aslına bakıldığında muhafazakâr-milliyetçi sağın krizi gibi duran bu konu, iktidarda olan Cumhur İttifakı dolayısıyla tüm ülkenin meselesi haline gelebilir. Partilerdeki birkaç yıl sonrasına dair her arayış, sinir uçları açıkta kalan bir insan gövdesine dönüşen Cumhur İttifakı’nın acıyla zıplamasına yol açıyor. AYM’den Danıştay’a, Van’dan Kulp’a, Ali Yerlikaya’dan Soylu’ya kadar tartışılan ne kadar konu varsa gelip dayandığı yer “rejimin geleceği ne olacak” sorusu oldu.
Bu sorunun arkasında “Erdoğan ve Bahçeli olmadığında rejim işler mi” kaygısı var. Süreci kendi yönüne çekmeye çalışan güçler, klikler, hizipler tüm gücüyle bu meselenin üzerine abanıyor. Fidan ve Kalın ikilisi uzun süre Erdoğan’ın içeride ve dışarıda politikasını belirledi. Aynı zamanda MHP ile kurulan ilişkide kullandıkları dil ve yöntemle de çok önemli işlev yürüttüler. Parti ve Erdoğan üzerindeki etkileri devam ediyor. Ama artık daha farklı güçler de var. Damat Bayraktar ve damat Albayrak, hatta oğlu Bilal iddialarından bütünüyle vazgeçmiş değiller. Çeşitli ekiplerle elleri sürekli partinin üzerinde. Davutoğlu devre dışı kalsa da AKP’nin eskileriyle Abdullah Gül ve Babacan trafiği sır değil. Yine bu isimlerin irili ufaklı tarikat ve cemaat yapılarıyla da çok fazla mesai harcadığı biliniyor. Tüm çaba AKP tabanını “kimsesiz” bırakmama üzerine kurulu. Süleyman Soylu, eli son derece zayıf olsa da kadrajda kalmayı bugüne kadar başardı. Şimdiye kadar kişisel güvenlik kaygılarıyla yapılan hamlelerin artık geleceğe dair başka arayışların parçası olduğunu hissettirmekten çekinmiyor.
MHP’DEKİ İŞLER ÇOK DAHA KARIŞIK
Sinan Ateş davasının MHP içinde birçok taşı yerinden oynattığını söylemek mümkün. Bahçeli her ne kadar “gedik açtırmam” demiş olsa da ciddi bir türbülansa girmiş bir partiden söz ediyoruz. Dört beş yıl öncesinde bile MHP’nin yeni lideri olacak isim diye birden fazla kişi işaret edilirken, şimdi kafalar iyice karışık durumda. Önümüzdeki dönem MHP’de, kimin liderliğinde, hangi ittifakla ve hangi siyasetle yol yürüneceğine dair soruların yanıtı verilmiş değil.
Çokça konuşulan Soylu isminin MHP’nin tabanında kimi kesimler tarafından bir karşılığı olsa da yönetim düzeyinde ihtimal dışı olduğunu belirtmekte fayda var. MHP’de diğer bir sorun Mehmet Uçum gibi dolayımda yer alan isimlerin post Bahçeli döneminde nerede konumlanacağı.
SAĞDA LİDER VE SİYASET SIKINTISI
Bugün siyaset sahnesinde etkili gözüken hiçbir figürün Erdoğan ya da Bahçeli efektinin yanına dahi yaklaşamıyor olması sağ siyasetin bir açmazı olarak gözüküyor. Bununla birlikte sağdaki isimler, ülke konjonktürünün kendilerine yardım edeceğinden çok eminler. Ülkede yükselen iki dalganın milliyetçilik ve İslamcılığın kendilerine alan açacağını düşünüyorlar. Bu iki alanın sahipleri Ümit Özdağ ve Fatih Erbakan olarak öne çıkıyor. Ama iki ismin de esen rüzgârın çok altında bir enerji ile yol aldıkları söylenebilir. İki ismin taşıdığı bagaj dışında ülkede yaşandığı iddia edilen yeni sağcılığa karşılık verecek bir siyasetleri yok.
Bozkurt işareti ve hilafet bayrağı üzerinden başlayan yeni moda akımlara rağmen sağ zihniyetin kriz içinde olduğunu söylemek mümkün. 30 yıllık alışkanlıklar üzerinden kurulan siyaset dili ve ittifaklar bugün yetmiyor. Yeni her arayış ise kriz nedeni. Post Erdoğan, post Bahçeli sözünün bile sağda yarattığı yıkım ortada. Bir de gerçekleşmeye başladığı durumu hayal edin. Parçalı, saldırgan bir sağ blok göreceğimiz zamanlar çok uzak değil.
İş, ülkeyi ve halkı bunlardan uzak tutmak.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder