11 Temmuz 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" -11 Temmuz 2024-

Malzeme de “devrime tabi”, emek de…-Ali Rıza Aydın-

Kapitalist düzen içinde yaşamayı meşrulaştırırken devrimci tohum nerede, nasıl filizlenecek? Halk “istemek yetmez”, “miting yetmez”, “ışık söndürüp yakmak yetmez” diyor. 

“Bellerine kadar gelen suda, köprünün hâlâ sağlam duran ayaklarının yükseldiği taş payandalara ulaştılar. Demir kenetlerin üzerinden payandaya, elli dört metreye tırmandılar. 

Parhomenko yaralı koluyla çok zorlanıyordu. Tırmandılar. Gövde kirişlerinin arasından aşağıda Don’un ne kadar derinde aktığını görmek korkunçtu. 

‘Ne kadar sürer dersin?’ diye sordu Voroşilov.

‘Devrimden önce sormuş olsaydın, o zaman doğrusu altı hafta,’ diye cevap verdi Bahvalov, ‘ama şimdi bu ölçü kabul edilemez. Dört haftada yapmamız mümkün olabilir.’

‘Yüksekten atmıyorsun değil mi?’

‘Yok’.

‘O zaman Bolşevikçe, iki hafta diyelim mi?’”

                                                           ***

CHP genel başkanı Özgür Özel tarafından Salı akşamı 21.00’de başlatma önerisi gelen, asgari ücrete ve emekli aylıklarına zam için ışık açma kapatma eyleminde bulunduğum yerde açık olan haber kanalında, hangisi olduğunu duyamadığım büyükşehirlerin birinde kameralar binaları gösteriyordu. Tek tük açma kapatma eylemi dışında birçok dairenin ışığı yanmıyordu. O sırada devamını izleyemediğim bir dış ses duyuldu televizyonda: “Elektrik bu kadar pahalıyken insanlar karanlıkta oturuyor zaten”. 

Benzer bir olayı geçmiş yıllarda bir emekli mitinginde yaşadığımı anımsadım. Emeklilerin her durumuyla çöküntüsüne karşın yapılan eyleme katılımın düşük olduğunu konuşuyorduk arkadaşlarla. Yanımızdan bir emeklinin sesi geldi: “Koca Ankara’da emeklilerin buraya kadar gelecek paraları var mı ki gelsinler”.

Dün eve teknik bir onarım işi için gelen emekçilere “nasılsınız” diye sorduğumda, “böylesine ağır bir ortamda, her gün her şeye zam geldiği ortamda nasıl olunur abi” diyerek onlar bana sordu: “Ne zaman, nasıl kurtulacağız abi bu zulümden?” “Işık yakıp söndürmeyle olur mu?”.

Aklıma 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren Bursa’da konuşurken Varlık Ağabey’in (Özmenek) banttan dilettiği bir konuşma geldi. Sırtında teybiyle miting alanında dolaşırken kasketiyle, giyimiyle yöre insanı ve tarım emekçisi olduğunu kestirdiği bir yurttaşa “ne düşünüyorsun başkanın konuşması hakkında” diye sorar. Yanıt kısa ve nettir: “Ooofff, of beyim, başım ağrıyor”

Belediye yönetimleri değişiyor ama rant girişimleri bitmiyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi AKP’den alındı, ikinci dönem de kazanıldı diye sevinilirken Beşevler’deki cami-diyanet akademisi projesinin devamı, kamu alanların satışı, özelleştirmeler, Hacettepe-Beytepe Mevkiinde yüz otuz futbol sahası büyüklüğündeki alanın imara açılması “Mansur” adına ya da önceki dönem BŞ belediye meclisindeki AKP çoğunluğuna sığınılarak unutturuluyor.   

Bakanlar değişiyor ama sömürü politikaları değişmiyor, sağlık çürüdü, eğitim çürüdü, özel hastane ve okul sahipleri köşe dönmede, özelleştirmeler yoluyla halkın olanın sermayeye peşkeşi bitmiyor, kıyılarımız ve ormanlarımız işgal ve kıyım altında, deprem yıkımı inşaat sektörünü zenginleştirmeye dönüştü, dincilere-tarikat ve cemaatlere ayni ve nakdi kaynak aktarımı sürüyor, işçi ve kadın cinayetleri sürüyor, zengin daha zengin olurken yoksulluk derinleşiyor, sömürü batağı büyüdükçe büyüyor.

Anti-laik, sermaye düzenine uyumlu eğitime uyumlaştırılmaya çalışılan öğretmenler polis saldırısı altında eylem yapmaya çalışırken kimi sendikaların sermayenin boyunduruğu altında yaşayarak dar hak arayışı savı patronla emekçi arasında arabuluculuk rolüne dönüşüyor.  Sömürü düzeninin çıkarını savunmuyor gözüküyor ama emekçilerin devrimci savaşımına da güç katmıyor DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ buluşması. 

Tasarruf önlemlerine ilişkin bazı kanun ve KHK’lerde değişiklik yapılmasına dair kanun teklifiyle “kalıcı refah” sağlanacakmış; paranın ve dinin saltanatının refahı…

Kapitalist düzen içinde yaşamayı meşrulaştırırken devrimci tohum nerede, nasıl filizlenecek?

Halk “istemek yetmez”, “miting yetmez”, “ışık söndürüp yakmak yetmez” diyor. 

Devrimin hareketi gerekiyor. 

                                                          ***

Girişteki bölüm Aleksey N. Tolstoy’un “Ekmek” (Yazılama Yayınevi, 2024) romanından. Romanda Ekim Devrimi sonrası Çariçin (iç savaşın ardından Stalingrad) Savunması anlatılıyor. Hem dışardan Almanya önderliğinde itilaf devletlerinin hem de içerden (beyaz ordu, ajanlar, itilaf devletleri tarafından desteklenen iyi eğitimli ve işçi sınıfı nefretiyle dolu gönüllü subaylar, Rus ağa ve zenginleri, Kazakların gücünün kullanan karşı devrimciler, küçük burjuvalar, Menşeviklerden oluşan) karşı devrimcilerin devrimi engelleme, yok etme işbirliğine karşın, sayısal ve silahsal güç eşitsizliğine karşın sosyalist anavatana tehdidi durdurup devrimi yaşatma inancı ve savaşımı. 

Tren katarları vazgeçilmezdir, tren yolu yaşamsaldır. En kritik yerdeki köprü karşı devrimciler tarafından uçurulunca, gerekli malzemeler olmaksızın ahşap dayanaklar, kerpiçler ve taşlarla köprü onarılmak zorundadır. 54 metre yüksekliğe ulaşılacak şekilde ahşaptan yapılmış örgü kuleler üzerine raylar döşenecektir. Çevredeki kayaları kırıp taşımak için araç bile yoktur. Köprüyü yapmak yetmez, üzerinden tonlarca yüklü katarın geçmesine dayanacak onarım gerekir. Ve devrimi yıkmak isteyenlere karşı savaşımda zaman önemlidir. Olanaklarla altı haftalık sürenin “Bolşevikçe iki hafta”ya düşürülmesi tüm olumsuzlukların ve olanaksızlıkların süresidir, devrimin zamanıdır.  

“Başarı için en büyük ümitleri, köprünün inşaasının eski kayıtlardaki ‘işgücü’ ile değil de bunu başarmanın tüm varlıklarıyla katarları ve insan hayatını, Çariçin’i, proleter devrimini kurtarmak demek olacağını anlamış olan militan proletarya emeği ile yapılacak olmasıydı.” 

Romandaki kahramanlar “burjuva sınıfıyla yan yana yaşayan proletaryaya” onun enfeksiyonunun bulaşacağını tartışır. Lenin de diyor ki der kahramanlardan biri: “Sadece devrim sürecinde, sadece! Proletarya eski kusurlarını üzerinden atabilir, ahlaken gelişebilir ve yeni bir toplum yaratma yeteneğine sahip olabilir.” Lenin ve Stalin de romanın içindedir. 

Köprü onarılır, lokomotif ve katarlar çatırtılar arasında geçer. Malzeme ve emek “devrime tabi” olmuş, başarılmıştır. Çariçin savunmasının büyük engeli ortadan kaldırılır, son noktayı işçilerden henüz oluşturulmuş olan bir “alay” koyar.

                                                            /././

Cami duvarı -Alpaslan Savaş-

Bu kadarı bile patronların yükselttiği enflasyonun, yine patronların çıkarları doğrultusunda manipüle edilerek açıklandığının TÜİK tarafından itirafıdır.

Biz şu hayat pahalılığından halkımız mağdur diye düşünüp duruyoruz ya, yine yanılmışız.

Mağdur TÜİK’miş.

Mağduriyetin boyutunu, kurumun başkanının önceki gün yaptığı basın toplantısında öğrenmiş olduk. TÜİK başkanı diyor ki, açıkladıkları rakamlar çarpıtılıyor ve kamuoyunda öyle tartışılıyormuş. Herkesin aklında hep en son yapılan en yüksek artış kalıyormuş. Oysa ürün fiyatları ortalama fiyatları içeriyormuş. Artış da bu nedenle en yüksek artıştan düşük oluyormuş. Sonra TÜİK düşük rakam açıklıyor diye yaygara kopuyormuş.

Gördünüz mü?

Sürekli başkan değiştiriliyor diye eleştirilen, artış hesabını üstünden yaptığı -ya da bizim öyle düşündüğümüz- madde fiyat listesini son iki yıldır yayınlamaktan vazgeçen, yayınlanmış listeleri silen, bu konuda mahkeme kararlarını tanımayıp kafasına göre takılmayı sürdüren kurum, aslında algı yaratılarak mağdur ediliyormuş.  

TÜİK başkanı kendisine sorulan soruların hepsine yanıt verdi ama kameralar onları çekmediği için göremedik, basın mensuplarının bu yanıtları şaşkınlık içinde ağızları açık dinlediklerini tahmin edebiliriz. Tavuk yumurtasını anlattı mesela, hep merak ediyorduk. TÜİK’in liste fiyatı 2,5 liraymış. Sen 5 liralık gezen tavuk yumurtasını referans alırsan algı yönetmiş oluyormuşsun. Binlerce maddenin fiyatını ayın başında hesaplamak zeten zormuş, üstelik madde fiyat listesini kimse açıklamıyormuş. Sonra IMF’ye şikâyet etmişler kurumu. Gelmiş heyet, hesaplamalara bakmış, incelemiş “aferin” demiş gitmiş.

Uzun sözün kısası, TÜİK başkanının basın toplantısında anlattıklarından şu anda kilosu 89 liradan limon, yazın ortasında kilosu 40 liradan domates, artık Türk kahvesi gibi gramla tartılmış kıyma almak zorunda kalan vatandaşımızın değil, kurumun mağdur olduğunu anladık.

Halkımıza sıra gelmiyor, önceki haftanın mağduru ise patronlardı. Onlar da tıpkı TÜİK başkanı gibi geçip basın mensuplarının karşısına dert yanmıştı. Toplantıda konuşan İstanbul Sanayi Odası başkanı her yıl açıklanan en büyük 500 firmanın 2023 yılı sonuçlarını paylaşırken “enflasyona ezildik” demişti. Önceki yıla göre daha az da olsa, yine satış rekorları kırmış, tamamına yakını kâr açıklamış ve dudak uçuklatacak paralar kazanmışlardı ama yine de mağdur olmuşlardı.

Dün bu iki “mağdur” birbirine girdi.

TÜİK başkanı, paçayı kurtarmak için midir bilinmez, patronları sattı ve bizim aylardır sözünü ettiğimiz “yüksek enflasyonun nedeni şirket kârlarıdır” deyiverdi. Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir deyiminin geçerliliğini yitirdiği kurumdur TÜİK, yıllar ve yıllar sonra, bir TÜİK yetkilisinden doğruluğu teyit edilmiş bir açıklama duymuş olduk.  Halkımız sıkça kullanır, “cami duvarına işemek” diye bir başka deyim daha vardır. Başkanın durumunu güzel anlatıyor.

Yanıt anında geldi. İSO başkanı, TÜİK başkanının bu sözleriyle görev alanının dışına çıktığını ileri sürdü ve patronları suçlamak yerine enflasyon hesaplama yöntemiyle ilgili sorulara ikna edici bir açıklama getirmesi gerektiğini söyledi.

Bu zavallı başkanın başında bulunduğu kurumun enflasyon hesaplama yöntemini sır gibi saklamasının nedeni, patronların kendisiydi oysa. Yoksa işyerindeki işçilere düşük açıklanmış enflasyon oranlarında zam nasıl yapılırdı? Bir de bu manipüle edilmiş haliyle bile yüksek enflasyonun durmaksızın kazandıkları kârlarla bağlantısı pek çok araştırmanın konusu olmuş, dünya bankası ve IMF raportörlerinin raporlarına girmişken, meseleyi saklamanın tek yolu öyle bir şey yokmuş gibi davranmak iken…

Ama TÜİK başkanı konuştu ve enflasyon için bize değil patronlara bakın dedi. Bu kadarı bile patronların yükselttiği enflasyonun, yine patronların çıkarları doğrultusunda manipüle edilerek açıklandığının TÜİK tarafından itirafıdır.

Halkın başta hayat pahalılığı olmak üzere çektiği büyük sıkıntının sorumluları bu şirketler ve onların sahibi ailelerdir. Ortalığa saçılıyorlar. 

                                                                 /././

Niye milyarderler ‘solcu’lardan daha keskin siyasi analizler yapabiliyor? -Evren Çubuk-

İngiltere’de İşçi Partisi’nin “zaferi”, kimi “solcular” tarafından coşkuyla karşılandı. Ama İngiltere’nin milyarderleri daha coşkulu.

Haftasonu İngiltere’de yapılan seçimleri İşçi Partisi ve yeni lideri Keir Starmer “kazandı”. Tırnak içinde kazandı, çünkü parti aslında hem 2017 hem 2019’da Jeremy Corbyn liderliğinde aldığı oydan daha düşük bir oy aldı. Bir diğer deyişle, partinin oyları düştü.

Ancak seçimlere katılım oranı ve İşçi Partisi’nin rakiplerinin oyları da düştü ve böylece parti sandıktan birinci çıktı.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kimi “solcular” bu sonuçlardan büyük sevinç duydular. Hemen analizler yapılmaya başlandı, solun nasıl başarılı olabileceğine dair dersler ortaya atıldı.

Bu tablodan güç alan Ertuğrul Özkök, bu “sol dalga”yı Türkiye’de 31 Mart’ta CHP’nin başlattığını bile yazdı.

Peki, nasıl oluyor da Forbes’un dünyanın en zenginleri listesinde yer alan, telefon satış zinciriyle milyarder olan İngiliz patron John Caudwell de Starmer ve İşçi Partisi’nin zaferine bu kadar sevindi?

Caudwell, BBC’ye şunları söyledi: “Keir’in başardığı, İşçi Partisi’nden solu kovmak oldu. İngiltere’yi büyütmek için harika bir değerler, ilkeler ve yöntemler seti ortaya koydu, ki bunlar, bir ticari kapitalist olarak benim görüşlerimle tam bir uyum içinde.”

Starmer'ın dünya görüşünün "kendisininkiyle mutlak uyumlu" olduğunu söyleyen John Caudwell, Forbes 2022 listesinde dünyanın en zengin 984'üncü insanıydı.

İşçi Partisi’nin önceki lideri Jeremy Corbyn’in tasfiyesine giden süreçte en fazla kullanılan argümanlardan biri Corbyn’in ve ortaya koyduğu siyasetin “antisemitist”, yani Yahudi karşıtı olduğuydu. Corbyn buna gereğince yanıt veremedi ve partiden dışarı ittirildi.

Sonuçta yerine gelen ve “partiden solu kovmak”la taltif edilen Starmer, Corbyn’den daha düşük oy aldı ve dünyanın çeşitli yerlerinde “solcu”lar bu sonuçtan kıvanç duydular.

İşçi Partisi'nden "Yahudi düşmanı" olma suçlamasıyla tasfiye edilen Jeremy Corbyn, 1983'ten beri temsil ettiği Kuzey Islington'da vekillik koltuğunu yine kazanmayı başardı.

Bunda, Türkiye’deki herkese çok tanıdık gelecek olan “yükselen aşırı sağ” söyleminin yarattığı “ehven-i şerden yana tavır alma” hissinin bir payı var elbette.

Özkök gibi sol adına konuşan bazılarının solla hiçbir ilgisi olmamasının da payı var.

Ancak görünen o ki, en önemli sebeplerden biri, “solcu”ların bilgi sahibi olmaması, gerçekten kim kimdir, ne oluyor diye bakmaması. Okumaması ve araştırmaması.

Milyarderler kolay kolay hata yapmıyor, çünkü “kaybedecekleri şey” çok büyük. Servetlerinin geleceği söz konusu. Yakından takip etmek zorundalar.

Sonuçta milyarderler seviniyor, onlarla birlikte kimi “solcular” da seviniyor. Sorun milyarderlerde değil.

                                                                /././

İktidarsız sol, ‘antikapitalist’ sağ -Nevzat Evrim Önal-

Sol liberal sahtekârlık tarafından zerk edilen ve iktidarsızlıkla sonuçlanan kimlikçi, sivil toplumcu, demokratik reformcu zehir, bünyeden atılmalı, bunun için açılmış damar yolları kapatılmalı.

Komünizm mücadelesi, tarihsel olarak kapitalist düzenin “solu” ile iki yönlü bir bağlantıya sahiptir. 

Başlangıçta, kapitalizm olgunlaşır ve komünizme karşı bir bağışıklık sistemi oluşturmaya çalışırken kendi solunu buradan devşirdi. En bilineni Alman sosyal demokrasisidir, ama ülkemizde de Kadro hareketi başta olmak üzere örnekleri az değildir.

2. Dünya Savaşı sonrasında ise ilişki ters yönde kuruldu. Sovyetler Birliği ideolojik olarak geri çekilir ve emperyalizmle “barış içinde yan yana yaşama” stratejisini benimserken, kapitalist ülkelerdeki komünist ve diğer devrimci hareketleri sosyal demokrat partilere doğru itti. Öte yandan, hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde aynı dönemde düzenin solu olgunlaşıyor, artık esasen komünizmden devşirilmiş döneklere değil, Olof Palme, Bülent Ecevit gibi kendi yetiştirdiği kadrolara yaslanmaya başlıyordu.

Bu dönemin sonunda Sovyetler Birliği, yukarıda bahsettiğimiz kökten yanlış stratejinin nihai sonucu olarak yıkıldı. Türkiye’nin kendisini “devrimci” olarak tanımlayan siyasi hareketlerinde ise tedavisi çok güç ve kronik bir CHP’cilik marazı kaldı.

                                                         ***

Kapitalist düzenin değişmez özü, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki sömürü ilişkisi ve mücadeledir. Düzen siyaseti, mutlaka bu mücadelenin, mevcut güç dengeleri çerçevesinde sermaye sınıfına minimum siyasi zararla maksimum ekonomik kazanç sağlayacak biçimde sürmesini sağlamak için kurgulanır. 

Sovyetler Birliği’nin faşizm karşısında 2. Dünya Savaşı’nda kazandığı zaferi takip eden yıllarda, tüm dünya çapında işçi sınıfının politik gücü doruğa ulaşmıştı. Bu dönemde kapitalist ülkelerde de düzen solu, işçi sınıfına ekonomik ödünler vererek onu teskin edecek, devrimcileşmesine engel olacak biçimde kurgulanmıştı. Sovyetler Birliği ideolojik olarak geri çekilmeye başladığında iki şey oldu. Birincisi, sermaye sınıfı adına çok daha şiddetli ve kuralsız ekonomik sömürüyü savunan neoliberal siyaset giderek güçlendi ve 1970’lerin başından itibaren dünyanın çeşitli yerlerinde iktidara gelmeye başladı. İkincisi, 68 hareketinin yarattığı dalganın geriye çekilişinin ardında bıraktığı ideolojik tortu kullanılarak, işçi sınıfıyla bağları çok zayıf, merkezinde soyut hümanist düşünceler ve örgütsüzlük fikri bulunan, ne kadar radikal olursa olsun siyasi iktidarı hedeflemeyen yeni bir sol inşa edildi.

Bu sağ ve sol liberalizm, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle büyük bir zafer kazandı ve egemen ideolojinin anaakımı olarak kalıcılaştı.

Öte yandan bu, düzen açısından sorun teşkil etmese de tuhaf bir durum yarattı: Düzenin yeni solu, dünyanın her yerinde yoksul kitleleri kapsamak için hem argümanları açısından fazla sofistikeydi, hem de düzenin onlara dayattığı hayatın acımasızlığına hiç uymayacak kadar “yumuşak” ve o hayatın maddi sorunlarından uzaktı.  

Zamanla bu boşluğu Erdoğan ve Trump gibi karizmatik kabadayıların temsil ettiği siyasi hareketlerle düzen sağı doldurmaya başladı. Düzenin solu ise işçi sınıfından kaçan, kültürel alanla sınırlı çerçevesine sıkı sıkıya bağlı kalıp iktidarsızlaştı.

                                                         ***

Bu yeni duruma dair dikkat edilmesi gereken temel nokta şu: Düzenin yeni sağı ve solu arasındaki siyasi ayrım, sermaye sınıfının içindeki ekonomik ayrımlara (bire bir olmasa da) denk düşüyor. Yeni sağ siyaset esasen Güneydoğu Asya’ya taşınıp buradaki ucuz işgücünden yararlanamayacak gıda, inşaat, enerji gibi sektörler ile Çin rekabetinden muzdarip demir-çelik, otomotiv gibi sektörlerdeki, metropollerden ziyade taşradaki sanayi kentlerinde yerleşik, çok sayıda düşük ücretli işçi çalıştıran sermayenin çıkarlarını savunuyor. Yeni solun sermaye tabanını ise esasen finans, medya, eğlence, yazılım gibi metropollerde ve plazalarda yerleşik, görece az sayıda yüksek eğitimli işçi çalıştıran sektörler oluşturuyor.

Yoksul emekçi kitleler kendileri için eyleme geçemedikçe, doğal olarak bu rekabet siyasetine malzeme oluyor. Yeni sağ, yoksulları, ezilmişliklerine kanca atan ajitatif söylemlerle, mağdur edebiyatıyla ve muhafazakâr içerikli kültürel bir diskurla manipüle ediyor ve siyasi rakibi olan düzen soluna karşı kullanıyor. Düzenin solunda yalnız koyu dindarları değil sade ve huzurlu bir hayat yaşamak isteyen her sıradan insanı irkiltecek cinsel marjinallik dışavurumları köpürtülürken; sağında kürtajı yasaklamaktan eşcinselleri çatılardan atmaya kadar uzanan insan düşmanlığı pratikleri hayata geçiriliyor. Solda göç sorunu, göçün sebepleriyle hiçbir bağ kurmayan, dolayısıyla gerçekçiliği olmayan kaba hümanist bir “kardeşlik” söylemiyle ele alınırken; sağda “mancınıkla geldiği yere geri fırlatma” söylemleri ve denizin ortasında boğulmaya terk etme, kıta uzunluğunda duvar örüp geçenleri vuracak paramiliter infaz ekipleri kurma, Afrika ülkelerinde toplama kampları kurup buralara doluşturma gibi “çözüm” pratikleri yaygınlaşıyor.

Özetle, plazalara Woke, fabrikalara MAGA pompalanıyor. 

Bu olurken, yoksul emekçilerle daha fazla ilişkilenen yeni sağ, kendi söyleminde demagojik bir “antikapitalizme” de yer açıyor. Bu söylemde “kapitalizm” karşı tarafta yer alan, başta tekelleşmiş finans olmak üzere sıradan emekçinin kuşkuyla yaklaştığı sektörlere daraltılırken; yeni sağ kendisini hem üretken, dolayısıyla faydalı hem de ayıp ve günah işlere bulaşmayan, dolayısıyla ahlaken üstün olarak sunuyor ve bunun üzerinden kendi tarafında (olanak olduğu dönemlerde popülist devlet harcamalarıyla da desteklenen) bir işçi-patron uzlaşması kuruyor. Örneğin Erdoğan, birkaç hafta önce katıldığı İslami Finans Zirvesi'nde, “Kapitalist sistemin serbest piyasayı teşvik ediyor gibi görünse de tekelleşmeyi, paradan para kazanmayı ödüllendirdiğini görüyoruz. Fakiri daha da fakirleştiren bu sistemin dertlerimize derman olamayacağını hepimiz kabul etmek zorundayız” gibi şeyler söylüyordu.

Öte yandan sadece yeni sol değil yeni sağ da politik mücadeleyi büyük bir hassasiyetle kültürel alanla sınırlı tutuyor. Diskur düzeyinde bir zengin düşmanlığı yapılıyor, ama bu düşmanlık asla genel anlamda maddi zenginliğe değil, mutlaka ya “paradan para kazanma” gibi spesifik hedeflere, ya kimi zenginlerin “halkın değerlerine aykırı” dejenere yaşam tarzlarına, ya da “Yahudi lobisi”, “Ermeni dölü” gibi dinsel veya etnik hasımlara yöneltiliyor.

                                                         ***

Düzen, soluyla sağıyla, mücadelenin kültürel alanda kalması konusunda çok hassas. Örneğin İngiltere’de, ülkenin iki yüz yıldan fazla süredir yayınlanan ve en köklü gazetelerinden biri olan The Times’da bir köşe yazısının başlığında; seçime iki gün kala kazanacağı artık kesinleşmiş İşçi Partisi’ne “Kültür savaşının yerine sınıf savaşı koymama” çağrısı yapılıyor; seçmenlerinin “birçoğu daha eşit bir toplumda yaşamayı umduğunu söylese de, Jeremy Corbyn'in gelirin yeniden dağıtımına ve kıskançlığa dayalı siyasetini değil liyakatin ödüllendirilmesini ve yükselme arzusunu savunduğu” iddia ediliyordu.

İngiliz sermayesinin hassasiyetlerini göstermesi açısından çarpıcı olsa da bu yazı açık kapıyı zorluyor. Zira İşçi Partisi’nin sabık genel başkanı Corbyn, çoktan her türlü İsrail eleştirisini antisemitizm ilan edenler tarafından tasfiye edilmiş ve yerine “Sör”ün teki gelmişti.

Üstelik bağımsız adaylığını koyan ve parlamentoya girmeyi başaran Corbyn de öyle işçi sınıfı iktidarından, sosyalist eşitlikten yana falan değil. Söylediklerine şöyle bir bakın, 1970’lerde Türkiye’ye getirseniz Ecevit’in sağında kalacağını görürsünüz. Ne var ki, işçi sınıfının düzene böylesine entegre edilip kendi çıkarlarını savunma açısından pasifleştirildiği bir dönemde, sermaye sınıfı Corbyn’inki kadar sosyal demokrasiye bile ihtiyaç duymuyor, dolayısıyla marjinalleştiriyor.

Yine de, bekleneceği üzere, devrimden umudu kesmiş ama niyeyse hala sosyalist geçinen bir sürü solcu İngiltere seçimlerinden heyecanlandı, Fransa seçimlerinin sonuçları karşısında ise sevinçten dört köşe oldu. Şimdi, Fransa’da seçimden birinci çıkmış olsa da hükümet kurması imkânsız görünen Yeni Halk Cephesi’ne, nasıl emekten yana bir program uygulanması gerektiği konusunda akıl veriyorlar. 

Aynı kapıkulları, Türkiye’de de ne zaman seçim olsa emekten yana politikalardan bahsedip, sonra bir milletvekilliği ya da belediye başkanlığı için CHP’ye ricacı oluyor. 

Bir özellikleri daha var. Her koşulda en hümanist, en çevreci, herkesin iyiliğine olan en makul şeyleri öneren onlar. Ahlaki üstünlüğü kimseye bırakmıyorlar. 

Ama insanlığın, içinde yaşadığı karanlık, savaş ve kıyımlarla dolu sömürü düzeninden kurtuluşu, ulvi temennilerle, küçük iyileşmelerle, kimse zarar görmeden falan değil; ancak bu düzenin egemenlerinin ve onlardan yana saf tutanların mahvolacağı bir devrimle gerçekleşebilir. Konforu bozulmasın isteyen orta sınıflar bu yüzden devrimden kaçıyor ve kum havuzunda oynayan düzen soluna kapılanıyor. İnsanca bir yaşam için devrime muhtaç yoksul yığınlar ise Trump, Putin, Erdoğan gibi kaba, tehditkâr ama kanatları altına aldıklarını esirgeyen bir imaj çizen gerici demagogların eline kalıyor.

Yoksul kitlelerin hayatlarını belirleyen dertler bireysel kimlik özgürlükleri değil, karınlarının doyması, kirayı, doğalgaz faturasını, kredi borcunu ödeyebilmek gibi toplumsal ve “banal” şeyler. Bu konuda düzen solu “saat dokuzda ışıkları açıp kapatın” gibi saçmalıklardan başka pek az şey söylüyor; sağ ise yoksulluğu kimlikleştiriyor, orta sınıfın konforlu (ve dışavurumcu) yaşam tarzına karşı kışkırtıyor ve bazı durumlarda korkunç kanlı sonuçlar doğuran biçimlerde provoke ediyor. 

Komünizm mücadelesi, başarıya ulaşmak için, aynı anda hem kendisini kültürel ve sembolik itiş kakışların belirlediği bu düzen içi ikilikten, hem yoksulları sağcı demagogların elinden kurtarmanın bir yolunu bulmak zorunda. İlk atılması gereken adımlardan biri de siyasi haritada düzen solunun “daha solundaki” marjinal alandan çıkıp, boş meydanda kendini antikapitalist bile ilan eden sağ ile yumruk mesafesine girmek. Bunun için de, sol liberal sahtekârlık tarafından onlarca yıldır zerk edilen ve iktidarsızlıkla sonuçlanan kimlikçi, sivil toplumcu, demokratik reformcu zehrin hem bünyeden atılması hem de bunun için açılmış damar yollarının kapatılması gerekiyor.

                                                              /././

Porland’dan işçilere mobbing ve sendika baskısı: ‘İçerideki durum insan onuruna yakışmıyor’ -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Bilecik’te bulunan Porland fabrikası, baskı ve mobbing iddialarıyla gündemde. Fabrika işçileriyle Porland’daki durumu konuştuk.

Bilecik Organize Sanayi Bölgesi’nde 300 bin metrekare alanda porselen üretimi yapan Porland fabrikası, sendika baskıları ve mobbingle gündemde. İşçiler, Porland’da yaşananların insan onuruna yakışmadığını söylüyor.

Fabrikada DİSK’e bağlı Türkiye Porselen, Çimento, Cam, Tuğla ve Toprak Sanayi İşçileri Sendikası’na (Cam Keramik-İş) başvuran işçilere, sendikaya üye olmamaları için “motivasyon uzmanları” aracılığıyla psikolojik baskı da uygulanıyor.

Bu iddialarla gündeme gelen Porland’ın Bilecik’teki 300 bin metrekarelik üretim tesisinin yanı sıra Gebze’de 10 bin metrekarelik bir başka üretim tesisi de bulunuyor. Yılda yaklaşık 70 milyon adet üretim yapan Porland, bunların yüzde 65’ini ihraç ediyor.

Yönetim iş kazası raporu yazdırılmasına engel oluyor, işçilerin promosyon hakkına çöküyor

Konuyla ilgili soL’a konuşan Porland işçileri, şirketin “hak gaspı yapan şirket olarak” Bilecik’te nam saldığını söylüyor. İş güvenliği kurallarının fabrika tarafından hiçe sayıldığını anlatan işçiler “İçerideki durum insan onuruna yakışmayacak derecede aşağılayıcı. Fabrika yönetimi iş güvenliği kurallarına uymuyor. Bu bir yana, tüm iş kazalarında hastaneye işveren vekili de gönderilip, iş kazası raporu yazdırılmasın diye tutanak tutulmasına engel oluyorlar” diyor.

İşçiler, promosyonlarının da gasp edildiğini de ifade ediyor:

Promosyonumuz da verilmiyor. Yıllarca burada çalıştık, mobbingle mücadele ettik. Promosyon hakkımıza el konulmasını kabul etmiyoruz. Bu, gaspçı bir anlayışın ürünü.”

İşçiler son günlerde idarenin işçi ile işverenin aralarında anlaşarak iş ilişkisine son vermek amacıyla imzaladıkları sözleşme olan "ikale sözleşmesini" imzalatıp, gerekli yasal düzenlemelere uymadan tazminat ödemesi yaptığını, bunu kabul etmeyen birkaç kişinin de “Sendikayı temizledik” sözüne uygun ortam yaratılması için işten çıkarıldığını kaydediyor:

İşveren sendika kırıcılığı yapmak için son günlerde arkadaşlarımıza baskı yapıp, ikale sözleşmeleri imzalatıp, ihbar önellerine uymaksızın ve kıdem tazminat ödemelerini uzun süreli vadelere bölerek ödeme yolunu seçti. Bu ikale sözleşmesini tazminatını alıp kurtulmak isteyen işçi arkadaşlar imzaladı ama imza atmayanlar her hafta birer ikişer işten çıkarılıyor. ‘Sendika bitti, temizledik’ sözü için ortam yaratıyorlar.”

Seramik tozu içinde çalışan işçiler, toz maskelerinin ortada olduğunu, yeteri kadar maske sağlanmadığını ve maskelerin steril olmadığını söylüyor. Kendilerine gözlük dağıtılmadığını söyleyen işçiler, idarenin “Maske maliyeti döviz bazında olduğu için böyle” dediğini aktarıyor.

İşçiler, işten çıkarmaların yanı sıra “motivasyon uzmanı” adı altında bazı kişilerin sendikayla ilişki kurmamaları için kendilerine psikolojik baskı kurduğunu da belirtiyor.

İşçilere süre baskısı: Tuvalete az gitmek için su içmiyorlar, yönetim suyu ücretli hale getiriyor

İşçiler yaşadıkları bir diğer problemin de süre baskısı olduğunu söylüyor:  

“Süre baskısıyla karşı karşıyayız. Sorun öyle bir boyutta ki bazı arkadaşlarımız tuvalete az gitmek ya da gitmemek için su içmemeye başladı. İdare de içme sularını ücretli yaptı. Özellikle kadın arkadaşlarımız çok sıkıntı yaşıyor bu konuda.”

‘Tüm bu baskılara rağmen işçiler mücadelesinden vazgeçmiyor’

Porland’daki durumu yakından takip eden DİSK Cam Keramik-İş Bilecik Temsilciliği’nden de konuyla ilgili görüş aldık. Sendika da imzalanan işten çıkış evraklarına dikkat çekiyor:

“Ucuz emek gücü üzerinden kârına kâr katan Porland işverenliği, işten çıkış mülakatında, kapalı kapılar ardında iletişim ve haberleşme hakkını gasp ederek işçileri işten çıkış evraklarını imza atmaya zorlamakta ve yüz kızartıcı suç işlemiş gibi, vardiya arkadaşlarıyla vedalaşmadan güvenlik eşliğinde kapı önüne koymakta.

Tüm bu baskılara rağmen, işçiler mücadelesinden vazgeçmiyor. Kırsaldan gelmeleri nedeniyle sömürebileceklerini sandıkları temiz, saf Bilecik emekçisini, asla bu sömürü düzenine kurban etmeyeceğiz.”

(soL)

                                                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder