AKP'li rektörden tepki çeken kararlar: Kreş kapatıldı, yurt zamlandı -Aslı İnanmışık-
Ege Üniversitesi personelinin çocuklarının yararlandığı üstelik ücretli olan kreş "zarar ediyor" denilerek kapatıldı. Okulun "Öğrenci Köyü" isimli yurdundaysa fahiş zam kararı alındı.
İzmir'de Ege Üniversitesi personelinin çocuklarına hizmet veren anaokulu/kreş "zarar ettiği" gerekçesiyle "tasarruf tedbirleri" kapsamında üniversite rektörlüğü yönetim kurulu kararı ile kapatıldı. Anaokulunun "sayıştay denetlemelerinde gelir-gider dengesi sağlanamadığı" söylendi.
Yaklaşık 120 çocuğun yararlandığı okuldaki öğretmenlerle birlikte aşçı ve temizlik personelinin de aralarında olduğu çalışanlarsa işsiz kaldı.
40 yılı aşkın süredir hizmet veren anaokulu için çalışanlardan 7 bin 500 lira ücret alınmasına, yılda 2 kez de zam yapılmasına rağmen kapatılma kararının alındığı öğrenildi.
Sendikalardan ortak açıklama
Kapatma kararı sonrası bugün 7 sendika okul önünde ortak açıklama yaptı. Basın açıklamasında kreşin bir hak olduğu ve buradan tasarruf edilemeyeceği belirtilirken, kadınların çalışma yaşamından koparılmak istendiği hatırlatıldı.
HEP-Sen, SES, Birlik Sağlık-Sen, Eğitim-İş, Eğitim-Sen ve Türkiye Sağlık ve Sosyal Hizmet İşçileri Sendikası'nın ortak açıklamasında emekçiler, "Kurumdan hizmet alan 120’nin üzerinde evladımızı hangi özel işletmelere kurban edeceksiniz? Anaokulumuzda fedakarca hizmet eden, emek üreten, açlık sınırı olan 19 bin 926 liraya adeta köle gibi çalıştırdığınız öğretmenlerimiz, sınıf annelerimiz, temizlikçilerimiz, aşçılarımız ve emekçilerimiz ne olacak?" diye sordu.
"Ege Üniversitesi tarafından zarar ettiği için alınan kreş kapatma kararı akıllara durgunluk vermektedir. Kamu kurumlarında kar zarar amacı gütmeden ücretsiz verilmesi gereken hizmet, zarar ettiği için kapatılması, hem 657 sayılı devlet memurları kanunu 191. Maddeye, hem de Yüksek Öğretim Kurumları, Mediko-Sosyal Sağlık, Kültür ve Spor İşleri Dairesi Uygulama Yönetmeliğinin 15. Maddesine göre; 'Üniversitede çalışanların okul öncesi çağdaki ve okul çağındaki çocuklarının çalışma saatleri içinde bakımları ve eğitimlerine yardımcı olmak üzere, kreş, yuva ve benzeri birimler kurmak ve bu konuda ilgili kuruluşlarla işbirliği yaparak hizmetin en iyi şekilde görülmesini sağlamak' hükmüne aykırıdır, ayrıca kreş kadınların iş hayatında ve sosyal hayatta daha etkin olması açısından elzemdir, bu karar kadınları iş hayatından koparıp evlere kapatılmasının da önünü açacaktır."
Sendikalar karara tepki gösterdi: "Ege Üniversitesi'nin bu hizmetten "kâr" etmediği gerekçesiyle vazgeçiyor olması kabul edilebilir değildir."'TİS gereği kreş açılması zorunlu'
soL'a konuşan Eğitim İş 4 No'lu Şube Başkanı Elbey Kale de, Ege Üniversitesi'nin emekçilerle yaptığı Toplu İş Sözleşmesi (TİS) gereği bu kreşin açılmasının zorunlu olduğunu, rektörlüğün kararın altında imzası bulunduğunu söyledi.
Mevcut kreşlerin ücretlerine de dikkat çeken Kale, "15-20 bin liralardan bahsediliyor. Burası ticarethane değil. Bu 'ben yaptım, oldu' anlayışına artık dur denilmeli" dedi.
Kale, Ege'de aynı şey yemekhaneler için de yapıldığını sonra yemekhanelerin özelleştirildiğini hatırlattı.
Kreş, sabah 7 buçuktan 17.30'a kadar hizmet veriyordu.Milliyetçilik dansı ve Türkiye’nin son çıkışı -Kemal Okuyan-
“Türkiye’ye yapılırsa kötü, Türkiye yaparsa iyi” anlayışı bu ülkedeki anti-emperyalist birikimi ciddi ciddi kemiriyor.
TKP tarihinin en yaratıcı afişlerinden biriydi, şu soru yer alıyordu: “Ankara’da Irak askeri görmek ister miydiniz?” ABD Irak’ı işgale hazırlanıyor, AKP iktidarı da bu kanlı operasyona katılmak için pazarlık yapıyordu. Olmadı, toplumsal tepkiler AKP içinde çatlakları derinleştirdi ve 1 Mart’ta TBMM’de yapılan oylama Türkiye’nin işgale ortak olmasını engelledi.
Öncesinde Amerikancılar ile savaş ve emperyalizm karşıtları arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmıştı. “Irak’a biz de girelim” çırpınışındakiler, Türkiye’ye para yağacağını, Musul ve Kerkük’ün arada cebe indirilebileceğini ileri sürüyor, ABD’yi kızdırmanınsa hiç de iyi sonuç vermeyeceğini ima ederek aba altından sopa gösteriyordu.
İşte TKP’nin “Ankara’da Irak askeri görmek ister misiniz” afişi o sırada hazırlandı, aynı başlıkla bildiriler dağıtıldı. Yurttaşlarımız şaşkınlık içindeydi, “ne münasebet” diyorlardı. Bazıları ise panikleyerek “gerçekten böyle bir olasılık mı var” diye soruyordu.
Doğal karşılayan yoktu. İyi ki…
Başka ülkelerde, hele hele o ülkenin rızası olmadan, asker bulundurmanın doğallaşması hiç iyi değil.
Peki nasıl oldu da Türkiye için bu doğallaştı?
Bugün bozkurt işareti nasıl doğallaştırılmaktaysa öyle…
“Türkiye’ye yapılırsa kötü, Türkiye yaparsa iyi” anlayışı bu ülkedeki anti-emperyalist birikimi ciddi ciddi kemiriyor.
Şu sıralar Yeni Osmanlıcı zihniyetin emperyal vizyonu tam da bu türden bir adalet yoksunluğunu topluma dayatmakta. Patron sınıfımızın kabaran iştahının bu süreçteki rolünü hatırlatmaya gerek yok. Ancak MHP ve benzeri partiler “Türkiye bir yana dünya bir yana” felsefesinde yalnız kalsaydı, bu akıl tutulmasına toplumda bu ölçekte bir onay alınamazdı.
Mesele şu ki, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin on yıllar boyu süren ekonomik, siyasi ve kültürel saldırısının ve insanımızı hor gören kibirinin, “mazlum” bir ulusa sonsuz bir kredi açtığı düşüncesi yalnızca toplumda değil aydınlar arasında da kabul görmüş durumda. Dahası, birçok aydın için, ne kadar gelişirse gelişsin, ne kadar yayılırsa yayılsın, Türkiye kapitalizminin bağımlı, azgelişmiş, zayıf ve çarpık karakteri değişmiyor.
Bir de bunun üzerine Kürt milliyetçiliğinin bir kısım solcuyu da içine çekerek uluslararası alana taşıdığı ve “Lozan anlaşması feshedilsin” noktasına varan “Türkiye düşmanlığı”nı eklediğimizde, kendisini milliyetçi olarak tanımlamayan birçok kişi “hepimiz milliyetçi değil miyiz” noktasına geliveriyor.
Ülkemizi severiz, vatanseveriz, yurtseveriz. Ama milliyetçi değiliz. Aradaki farkı sürekli vurguluyoruz ve aldığımız yanıtın standart bir biçimde “bizimkisi ırkçı olmayan milliyetçilik” ya da “Atatürk milliyetçisiyiz” olması artık usandırıcı hale geldi.
Mustafa Kemal’in işgale ve saraya karşı kurtuluşu örgütlerken “milliyetçi” bir çizgide olduğu açık; adı üzerinde Milli Mücadele. Ancak dönem ulusal kurtuluş savaşları dönemi, milliyetçiliğin ilerici bir karakter kazanması için koşullar uygun.
Bugüne dönelim.
Hemen her kritik başlıkta, milliyetçiliğe alan açıp onu meşrulaştıran CHP’ye değinmeden geçemeyiz. Bir düzen partisi olarak CHP’nin barındırdığı ideolojik unsurların çeşitli olması son derece doğal. Ancak CHP’nin kendisini başka ideolojik kimliklerle tanımlayan destekçilerini yeri geldiğinde milliyetçiliğe çekmesi üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bozkurt işareti tartışmasında aynısını yaşadık. “Özgür Özel bile sahip çıktı…” Böyle dedi birçok kişi. Ama CHP ve Özel bu zaten…
Kuşkusuz bozkurt işaretine ceza verilmesi abes.
Kurdun dünyadaki başka örnekler gibi Türkiye’de uzun süredir bir simge olarak kullanılmasının sorgulanması da saçma.
Ancak, nereden çıktı bozkurt işaretinin bütün Türkiye’ye ait olduğu!
Türkeş şu tarihte kullanmaya başlamış filan… Geçiniz.
Düpedüz MHP ve türevlerine ait, onunla özdeşlemiş bir jestten söz ediyoruz.
Zafer işareti ya da sıkılı yumruk gibi uluslararası bilinirliği olan sembollerle kıyaslanması ayrı bir tuhaflık. Medyamızın biraları yuvarlamış Hollandalı taraftarların bozkurt işareti yapmaya çalışmasından onlarca haber çıkarmasına bakılacak olursa, pek de evrensel ve yaygın bir işaretten söz etmiyoruz!
Köşesinde “bozkurt bizim kutsalımızdır” yazıyordu gazetecinin biri. Kutsallaştırmayı seviyoruz çünkü en dayanaksız iddiaları bile dokunulmaz kılıveriyor.
Kurtlar, özellikle bazı türleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya, onlara dokunmayalım ama kutsal ilan etmek nedir gerçekten?
Bütün bunlar kâr hırsıyla kontrolden çıkan Türkiye kapitalizminin ve Yeni Osmanlıcı ideolojinin tehlikeli açılımlarına meşruiyet sağlama girişimleri…
Hollanda maçında tribünlerde on binlerce kişi “Burası Türkiye buradan çıkış yok” diye bağırdı, spiker kendinden geçti. Maç Berlin’deydi. “Türkler dışarı” sloganıyla sokakta yabancılara saldıran, ev yakan Alman faşistlerine hak veren Almanların sayısında büyük artış olduğundan emin olun. Zaten ırkçılık her yerde olduğu gibi Almanya’da da yükselişte.
“Ama biz Türküz, ırkçı değiliz!”
Kötü haber, Almanya’nın başkentinde “Burası Türkiye buradan çıkış yok” diye bağrılmasından rahatsız olmayan herkesin yüreğine o kötü tohumdan serpildi bir kere…
Düşünsenize, İstanbul’da oynanan bir kupa finalinde, Bayern Munich taraftarlarının “Her ist Deutschland, hier gibt es keinen Ausgang” diye haykırdığını…
Ertesi gün Sabah gazetesinde “Büyük Küstahlık”, Hürriyet’te “Hitlerin Torunları” başlıklarının atılacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
İçeride eşitsizlik, adaletsizlik, zorbalık ve sömürü üreten bir toplumsal sistemin uluslararası alanda adalet, eşitlik ve barış rüzgarları estireceğine dair saçma sapan efsane bugün Türkiye’nin bütün kaynaklarını iç eden büyük sermayenin yeni pazarlar, yeni yatırım alanları, yeni ucuz işgücü arayışlarını cesaretlendiriyor.
Bütün bunlar, kimilerinin sandığı gibi Türkiye’yi ABD emperyalizmi karşısında daha dirençli ve korunaklı hale getirmiyor. Çünkü Türkiye’ye emperyal bir vizyon dayatanlar bir yandan da ABD ve NATO ile işbirliğini derinleştiriyor, pazarlık ve gerilim ile işbirliği iç içe geçiyor. Ve Türkiye kapitalizmi burnunu rekabet ve çatışmanın yoğun alanlarına soktukça çok sayıda fay hattının kırılgan hale getirdiği ülkemizin, o çok sevilen sözcüğü kullanacak olursak, “beka sorunu” katmerleşiyor.
Biliyoruz, milliyetçi retoriğin son sığınağı “e ne yapalım, bu dünyada ya kurt ya kuzu olacaksın” düsturu. Mesele tam da bu: İçeride önüne gelen her şeyi parçalayıp yutan bir avuç sömürücü ve emeği ve bedenleriyle yoksulluğa yatan, hırpalanan, yaşam ve ölüm arasındaki farkı unutmaya başlayan, geleceksiz milyonlar…
Dışarıda da aynısı…
Bağımsız, egemen, güçlü bir Türkiye isteyenler… Son çıkışa yaklaşıyoruz.
Bu ülke ya eşitlikçi bir düzen temelinde ayağa kalkacak ve uluslararası alanda adaleti, barışı, kardeşliği, anti-emperyalizmi onuruyla temsil edecek ya da bugünkü düzen Türkiye’yi emperyalist dünyada kanlı ve uğursuz yeni paylaşım savaşlarının içine sürükleyecek.
/././
Hande Fırat Akkuyu'da: Pekiyi neden şimdi? -Ogün Eratalay-
Hande Fırat Mersin Akkuyu’daki nükleer santral inşaatına gitmiş. Fırat, bu özel haberiyle yıldızının parladığı 15 Temmuz’un yıldönümüne yaklaştığımız günlerde, yine bir “yaranma” haberiyle gündemde.
Hürriyet yazarı Hande Fırat Mersin Akkuyu’daki nükleer santral inşaatına gitmiş. Fırat, kendisi için özel olarak düzenlenen gezide gördüklerini okurlarıyla paylaşmış. Planlamasından yapımına skandallarla anılan proje, işçilerin çalışma koşullarının kötülüğüyle nam salmış, santral mülkiyetinin kime ait olduğunun kamuoyundan gizlenmesiyle biliniyordu. Fırat, bu özel haberiyle yıldızının parladığı 15 Temmuz’un yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde, yine bir “yaranma” haberiyle gündemde.Pekiyi neden şimdi?
Yazıyı Hande Fırat yazısı bağlamında kaleme alıyoruz, yazı genel olarak kamuoyunda bizim gösterdiğimiz ilgiyi görmese de sahibinin sesi Demirören Medya manşetten görmüş, şaşırtmamıştır.
Hürriyet’in iddialı manşetiTürkiye ve Rusya’nın 2010 yılında nükleer güç santral inşaatı için ilk imzaları attığını hatırlatan Fırat, dört üniteden oluşan santralin ilk ünitesinde son aşamaya gelindiğinin müjdesini veriyor. 2025 yılında devreye girmesi planlanan santralin kapıları özel olarak Hürriyet’e açılmış. Reaktörün enerji kaynağı olan radyoaktif çubukların yerleştirileceği bölümdeki işlemlerin son aşamasına gelinmiş durumda. Reaktörün çalışma sistematiğine dair kendisini gezdiren yetkililerden bilgi alan Fırat okuyucularına kabaca nükleer reaktörün çalışma mantığını da anlatmış.
Hande Fırat reaktördeFırat, sonrasında Türkiye’nin projeden kazancının Rus ekiple beraber çalışarak Rus teknolojisinin uygulanmasında çok değerli bir pratik kazanacağını söylüyor. Öte yandan inşaat sürecinde yüzlerce Türk şirketinin inşaat alanında destek verdiğini, inşaat hammaddesinin de Türkiye’den sağlandığını söylüyor. Ayrıca Rusya’ya nükleer enerji mühendisliği için gönderilmiş olan ve 6,5 yıl sonra mezun olarak dönen eğitimli personelden bahsediyor.
Haberinin devamında nükleer santralin son nesil teknolojiye sahip olduğunu ve 9 büyüklüğünde bir depreme dayanıklı olacak şekilde tasarlandığını söylüyor. Yazısında brifing aldığı uzmanların sözlerine de yer veren yazar, nükleer santralin herhangi bir çevre kirliliğine yol açmadığını söylüyor. Bir de radyasyona maruz kalınmasına dair bir örnek veriyor, yorumsuz aynen alıntılıyoruz:
Radyasyon doğal bir olaydır. Örneğin Brezilya’nın Copacabana plajında bir ay tatil yapan insanın vücudu, bir nükleer santralın yakınındaki bir şehirde 10 yıl boyunca yaşamaktan daha yüksek dozda radyasyon almaktadır.
Fırat, nükleer reaktörün kimi aksamının Ukrayna Savaşı nedeniyle alınması gereken Almanya’dan tedarik edilemediğini, bunun yerine Çin’e yeni sipariş geçildiğini bildiriyor. Daha sonra santralin 4 reaktörünün de devreye alındığı bir senaryoya dair somut veriler aktarıyor. Buna göre Akkuyu yılda yaklaşık 35 milyar kW/h üretim yapacak. Bu da tüm Türkiye’nin elektrik ihtiyacının onda birine denk geliyor.
Yazısını dört ünitenin de aynı anda inşa edildiğini ve şantiyede yüzde 80’i Türk olmak üzere 34 binden çok işçinin çalıştığını söyleyerek tamamlıyor.
***
Hürriyet sıradan bir gazete değil, Hande Fırat sıradan bir yazar değil, Akkuyu sıradan bir proje değil. O zaman bayram değil, seyran değil Hande Fırat bizi neden öptü diye sormak hakkımız sanırım.
- 2010 yılında başlanan proje neden hala bitmedi?
- İlk ünitenin 2025 yılında tamamlanacağı söyleniyor. 4 ünite ne zaman tamamlanacak?
- Haberden uranyum yakıtlarının reaktöre konulacağı yerin henüz tam olarak hazır olmadığı anlaşılıyor. Eğer öyleyse radyoaktif yakıtlar neden seçimlerden önce (Nisan 2023’de) büyük bir tantanayla getirildi? Bu radyoaktif yakıtlar nerede depolanıyor?
- Akkuyu Nükleer Anonim Şirketi, 13 Aralık 2010 tarihinde Rusya tarafından kuruldu. Şirket tamamen Rus Rosatom kurumuna ait. Şirketin internet sitesinde projenin Build-Own-Operate yani Yap-Sahip Ol-İşlet modeline göre yapılan ilk nükleer santral olduğu yazılıyor.1 Yani Rusya yapıyor, tesisin sahibi Rusya ve işleten de Rusya. Burada Türkiye’nin ne gibi bir çıkarı var?
Bu sorulara Hande Fırat’ın yazısında verilen cevap yok. Aslında düzen içi “uysal” muhalif Fatih Altaylı’nın çekingen sorularının bile cevabı yok.2 Altaylı süreç içerisinde projenin neden geciktiğini sorgulayıp, alım garantili anlaşılan elektrik üretiminin pahalı olduğunu belirtmiş, ayrıca Sinop’ta yapılması planlanan yeni nükleer reaktörün de Rusya tarafından yapılmasını eleştirerek tek ülkeye aşırı bağımlı olmanın yaratacağı sorunlara işaret etmişti.
Türkiye’nin enerji politikalarına dair yorumda bulunmak bu yazının amaçlarını çok aşıyor. Ancak elektrik enerjisi üretim amacıyla kullanılacak olan nükleer santralin kâr amaçlı kapitalist işletme mantığıyla kullanılmasında ortaya çıkacak sayısız sorunu görmek için alim olmaya gerek yok. Yıllarca işçi sınıf iktidarını ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne kara çalmak için Çernobil Kazasını kullananların bugün Japonya’nın okyanusa tonlarca radyoaktif su döktüğünü görmezden geliyor. Bırakın Avrupa’daki sayısız nükleer kazayı, doğrudan ABD topraklarında kaybolan nükleer bombalar olduğunu biliyor muyuz?3
Yine anlayabilecekleri şekilde madde madde soralım:
- Reaktörde kullanılacak olan nükleer yakıtların üretilmesi, taşınması, depolanması nasıl olacak? Türkiye mevzuatında nükleer reaktörlerde iş güvenliğine dair hangi adımlar atıldı?
- Daha kaba inşaatında işçilerin ücretini vermeyen, insanca barınma koşulları sağlayamayan kapitalist mantık, radyoaktif bir tesisi nasıl bir yaklaşımla yönetecek?
- Nükleer reaktörün çevre dostu olduğu söyleniyor. Hiçbir nükleer kaza olmadığını varsayalım, nükleer reaktörün soğutma suyunun Akkuyu açıklarına deşarj edileceği ve deniz suyu sıcaklığında artışa neden olarak ekolojik dengeyi bozacağını bilmiyor muyuz?
- Kullanım ömrünü doldurmuş olan nükleer yakıtların uluslararası standartlara uygun şekilde gömülmesi gerekiyor. Bu standart uygulama Avrupa’da bile uygulanamaz, rüşvet karşılığı yoksul ülkelere nükleer atık olarak satılırken, Türkiye’de uygulanması nasıl sağlanacak?
Bütün bunları bir kenara bıraktık, ülkede teknik altyapısı ve teknolojik bilgi envanteri mevcut olmayan bir sanayii kolunun tamamen dış kaynaklı olarak getirildikten sonra işletilmesinde sadece operatör olarak bulunmak başlı başına bir egemenlik sorunu. Teknoloji transferinin gündemde olmaması, bilimsel araştırma ve üretim süreçlerinde yer alınmaması, tersine santral inşaatında yerli betonun kullanılmasıyla övünülmesi AKP’nin tüccar kafasının sonuçları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder