Enerjide bağımlılık -Ali Rıza Aydın-
Enerji artık tüm hak ve gereksinimlerin motoru durumuna gelen bir güç. Herhangi bir alt başlığında çıkan sorun birçok alanı etkiliyor, can kaybına neden oluyor.
Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’in merkezinde yağmur altında, su göletleri içinde yürümek zorunda kalan yurttaşlarımızdan ikisi neye uğradıklarını anlamadan, suda debelenerek yaşamlarını yitirdiler. Neden? Yoldaki elektrik kaçağı ve çarpması yüzünden. Kurumsal açıklamalar, tartışmalar çarpışıyor.
Başımız sağ olsun demek, acıyı paylaşarak azaltmak elbette gerekli ama burada durmak, aşırı yağmura ya da kazaya sığınmak, başka teselli başlıklarına sığınmak ne ailelerine, dostlarına ne de yüreği bu toplum için çarpan duyarlı, emekçi halka yetmez.
Elektrik mi çarptı, piyasa mı?
İnsanlık mı çarptı, kimi insanların ve siyasetin doymak bilmez zenginleşme, eşitsizleştirme, sömürü hırsları mı?
O şirket şöyle, bu şirket böyle demeden bütüne bakınca cinayet bütün çıplaklığıyla ortada. Fail belli.
Aşağıdaki, “Elektrik Üretiminde Kamu ve Özel Sektör Paylarının Gelişimi (%) 1984-2024” başlıklı grafiğe geçiştirmeden, dikkatlice bakalım:
1984-2023 dönemini, son kırk yılı gösteren TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim AŞ) ve Makine Mühendisleri Odası kaynaklı bu grafik hem ANAP dönemini hem 1990’ların (DYP, SHP, CHP, RP, DSP, ANAP, MHP, DTP ve bağımsızların farklı dönem ve bileşimlerle içinde olduğu) koalisyonlar dönemini hem de yirmi bir yıllık AKP dönemini kapsıyor. Bütünüyle neoliberal politikaları, 12 Eylül askeri darbesi sonrasını kapsadığını da anımsamak gerekir. Yıl yıl, hızlı ya da yavaş, kararlı, programlı biçimde kamucu üretimden özel sektör üretimine nasıl geçildiğinin fotoğrafı. AKP dönemindeki özel sektör ağırlığı dikkat çekici. Özel sektör derken büyük sermayenin ağırlığı ve de uluslararası alanda başka devletlere imtiyaz veren, geniş ve belirsiz yetkiler içeren anlaşmaları vurgulamadan olmaz. Bağımlılıkta ulusal-uluslararası ayrımına sığınmak -tıpkı sömürü de olduğu gibi- kandırmaca.Elektrik üretiminde 1990’ların ortalarına kadar %90’larda seyreden kamu payı hızla gerilemeye başlıyor ve 2023’de %13,5’e kadar düşüyor. Bu düşüş kamusal olanın özel girişimcilere bağımlılığının her yıl artması anlamına geliyor. Bu şirketlere kamusal destek veriliyor. Arada şirket birleşmeleri ve yeni şirketlerce satın almalar da var. Piyasa işi olunca üretim, satış ve emek sömürüsünün yanına şirketler arası pazar ekleniyor, büyük kârlar ediniliyor, sermaye büyütülüyor. Yenilerde Türkiye Petrollerinin başına geldi.
Denetimi de piyasa yapacakmış. Oh ne âlâ… Tilkiyi kümese müdür yap, sonra da kamusal hizmet bekle.
TEİAŞ’ın sözleriyle “Modern dünyada elektriğin günlük yaşam içerisindeki vazgeçilmez konumu, elektriği karşılanması gereken temel insani ihtiyaçlardan biri haline getirmiştir. Bu durum, beslenmeden barınmaya, ulaşımdan ısınmaya, elektriğin ekonomik, kesintisiz, güvenilir ve çevreye duyarlı bir şekilde tüketiciye ulaştırılması hedefini doğrulamaktadır.”
“Doğru söze ne denir” diyenler olacaktır hemen. Tamam da temel gereksinme sahibi olan “insan”ın “tüketici” sayılması neyin nesi?
Temel insan gereksinmesi ve günlük yaşamın vazgeçilmezi olan elektrik neden, nasıl piyasanın, kârın, zenginleşmenin konusu olabiliyor? Elektrik güvenilir şekilde ulaştırılıyorsa insan canına nasıl kıyabiliyor?
Grafikteki başlangıç yılı önemli. TEK dışındaki özel hukuk hükümlerine tabi yerli ve yabancı şirketlerin elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti ile görevlendirilmesini düzenleyen bir kanun 1984’de çıkarılıyor. Elektrik hizmetlerinde yap-işlet-devret modeli bu kanunla düzenleniyor. 1994 yılının Şubatında da TEK’in özelleştirilmesi yasalaşıyor. 2001’in Şubatında Elektrik (sonra Enerji) Piyasası Düzenleme Kurulu ve Kurumu kuruluyor. 2013 yılında; “Elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösteren, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasası” oluşturma hedefiyle Elektrik Piyasası Kanunu devreye giriyor.
“Başımız sağ olsun” yetmiyor. Piyasaya bağlı kaldıkça da yetmeyecek.
“Şükür bu günlere, emeklilerin asgarisi 12.500’e çıkarılıyor” demek de yetmiyor. Piyasanın kâr, rant, mülkiyet, yağma ve soygunu sürdükçe yetmeyecek.
Enerji denilince petrol, doğalgaz, kömür, HES, RES, GES, elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı, satışı, bilim ve teknoloji bir arada. Ortak başlık kamu yararına politikalardan uzaklaşıp özelleştirmeler ve desteklemeler yoluyla özel girişim ve piyasa ağırlıklı uygulama. Hedefleriyse en az yatırım ve yenilemeyle, en düşük maliyetle, en ucuz işgücüyle, yüksek kâr ve sermaye birikimi; doğa, çevre, orman, tarımsal alan, su, kıyı, kültür varlığı tanımadan insan yaşamının vazgeçilmezleri üzerinden sömürü.
Konu petrol ve doğalgaz örneğinde olduğu gibi ithalat bağımlılığıyla da sınırlı tutulamaz. Zorunlu ithalat, ulaşımından rafinerisine, dağıtımından satışına kadar sermayenin elinde olan bir düzenle bütünleştirildiğinde halka süreklileştirilen zamlar ve pahalı faturalar kalıyor. Siyasal iktidarların en kolay ve yüksek oranda vergi alacağı alanın enerji olması da bonusu. “Vergilendirilmiş kazanç kutsalsa, büyük sermayenin zenginliğine zenginlik katmak da kutsal!” deniliyor.
Enerji artık tüm hak ve gereksinimlerin motoru durumuna gelen bir güç. Herhangi bir alt başlığında çıkan sorun birçok alanı etkiliyor, can kaybına neden oluyor.
Bağımlılık sorununu emperyalist ilişkilerle ele alıp ekonomik ve siyasal bağımlılığı yalnızca bu ilişkilerde arama alışkanlığı, ulusal sermayeye göz yumma alışkanlığı yanılsama ve kolaycılık. Bu alışkanlık sermaye sınıfı ve siyasal iktidarı yönünden de kolay yönetilebilirliğin vazgeçilmezi.
Enerji, “toplumsal emeğin”, “kamuculuğun”, “toplum yararına kamusal hizmetin”, “merkezi ve eşitlikçi planlamanın” ürünü olarak toplumsal mülkiyetin ve üretimin aracı olmak zorunda. Piyasa ve özelleştirmeler de insan yaşamına zarar verdiği ya da yaşamı sona erdirdiği zamanlarda değil her zaman akılda ve hedefte olmalı, her zaman toplumsal savaşım konusu olmalı.
Sermayeye, toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetine, bu düzeni savunan ve koruyan düzen içi siyasete bağımlılık soygunun, yoksullaştırmanın, katliamların, sömürünün en büyük destekçisi. Kapitalizmle barış içinde yaşayan toplum sömürücülerin en büyük istekleri. Emekçiler kapitalizmin yaşam ve tüketim kalıplarını kırıp attıkça, kendi çözüm yollarını ürettikçe, “ama”sız, “fakat”sız örgütlü eylemlerle çözümü yaşama geçirecek koşulları büyüttükçe hevesleri kursaklarında kalacak.
/././
Ankaralılar her gün Ethem Sancak'a haraç mı ödeyecek? -Ali Ufuk Arıkan-
"Bir yere yetişecekseniz, uçsuz sıralarda bekleyebilecek gibi değilseniz ya da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kiosk arızalıysa illa ki Ethem Sancak’ın şirketine komisyon kesintili ödeme yapacaksınız."
12 Kasım 2023 tarihinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, kent içi ulaşımda kullanılacak yeni ücret toplama sisteminin devreye gireceği müjdesini veriyor, ABB resmi sayfasından da bu şirketin Asis olduğu duyuruluyordu.
'Müjde' olarak duyurulan bu haberin ardından basına, ABB'nin Asis'ten sözleşmede yer almamasına rağmen 4000 adet validatör, bin de sürücü kontrol paneli aldığı iddiası yansıdı. EGO'nun adı geçen şirkete bağımlı kılındığı, cihazların fahiş fiyatlara mâl edildiği, şirketin hemen her başlıkta önceki sözleşmeden çok daha kârlı bir anlaşmaya imza attığı ifade edildi. Hatta iddialardan biri, sözleşmeye imza atmayan bürokratların görevden alındığı şeklinde oldu…
Artık ülkenin AKP'li ya da CHP'li her belediyesinde alıştığımız türden, sadece şirketleri koruyan, belediye kaynaklarını patronlara aktaran sözleşmelerden biri diye geçirebilecek bir haber mi bu?
Sonrasında Ankara'da gündeme gelen ve yine başta önemsiz gibi görünen gelişmeler olmasaydı, belki bizim için dahi bu konu gündemden düşebilirdi.
***Önce Asis'e bir bakalım, öyle ya kime aitti bu şirket?
Şirketin resmi sayfasına girdiğinizde ve yönetim şemasına baktığınızda karşınıza pek bilinmeyen iki isim çıkıyor. Bu isimleri araştırınca da üzerine gidecek başka bir ipucu bulunmuyor.
Ancak şirketin resmi sitesi üzerinden yönlendirdiği Merkezi Veritabanı Hizmeti aracılığıyla karşınıza başka bir isim daha çıkıyor, Ethem Sancak. Üstelik de yönetim kurulu başkanı olarak.
Şirketin sahibinin adının şirketin resmi sitesinde neden yer almadığı sorusu ortada. Sanıyoruz ihalelerin çekeceği olası tepkileri azaltmak gibi bir amaç taşıyor, yoksa her yere kendi adlarını büyük puntolarla işlemek patronların en sevdiği şey malum…Peki, bu kadar mı?
Konu gündemimize nasıl girdi, hemen ona gelelim.
Ankara'da bir süredir Ankarakart kullanıcıları online kart yüklemelerinden kesinti olduğunu duyurmaya başladı. Sosyal medyaya taşınan bu tepkiler, bir şikayet sitesinde onlarca mesaja da konu olmuş durumda, hemen hepsi son bir ayda atılan mesajlardan sadece birkaçı şöyle:
"EGO kart yükleme uygulamasını kullanıyorum. 500 TL yüklemek istediğimde 10 TL civarında ücret kesintisi yapıyor. Önceden böyle bir kesinti olmuyordu. Uygulama neden değişti? Her yükleme yapıldığında böyle para mı kesilecek? Her şeyden ilave para kesmek hangi sosyal belediyeciliğe sığar? Uygulamanın düzeltilmesini istiyorum"
"EGO cepte uygulaması komisyon almaya başladı. Metro istasyonlarındaki kiosk cihazlara çalışmıyor. Ankaralıları zorla komisyon ödemeye mahkum ediliyor. Sadece metro istasyonlarında kiosk cihazları var. Sadece otobüs ile ulaşım sağlayan Ankaralılar komisyon ödemek zorunda kalıyor. Çalışan kiosk bulmakta o kadar zor bir durum haline geldi.”
“Ankara EGO karta bakiye yüklemede komisyon alınmaya başlanmış. Eski sistemimizde böyle bir komisyon yok iken hayırdır ne oldu da komisyon almaya başladınız. Otobüse binen garibana bir yükte biz mi olalım dediniz? Sevgili ABB ve kurumu olan EGO bu yanlışınızdan dönün. Herkese kopyala yapıştır bir metni göndererek işlem ücretini bankanın aldığını söyleyerek işin içinden sıyrılamazsınız. Biz de o zaman yıllardır neden ödemiyorduk da şimdi ödüyoruz deriz. Savunacak bir tarafınız yok. Halk şikayetçi. Yanlışınızdan dönünüz. Bedel ödemenin bedeli mi olur?”
***
Evet, ABB'nin Ethem Sancak'ın şirketiyle yaptığı anlaşma sonrası karta her yükleme yapıldığında komisyon kesilmeye başlandı. Ve evet, bu sistemi daha iyi hale getirecek diye müjde olarak duyurulan anlaşma sonrası, nakit yükleme yapılan ve ücret kesintisi olmayan kiosklar eskiye oranla çok daha fazla arızalanıverdi. İddia o ki, yakında düzelecek…
Yani, mecbursunuz, işe gitmek istiyorsanız, bir yere yetişecekseniz, uçsuz sıralarda bekleyebilecek gibi değilseniz ya da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kiosk arızalıysa illa ki Ethem Sancak’ın şirketine komisyon kesintili ödeme yapacaksınız.
Sadece komisyon da değil, başlangıçta ödenen tüm tutar, Mansur Yavaş'ın ilgili şirketle yaptığı anlaşma gereği doğrudan Asis'in kasasına gidiyor. Online para yüklemede de komisyonun ve yatırılan paranın hangi şirkete gittiği her yükleme sonrası kısa mesaj olarak cebinize geliyor. Paranın ne kadar süre ilgili şirketin tasarrufunda kaldığını anlaşmanın içeriğini görmediğimiz için henüz bilemiyoruz.
Duruma dair bilgi almak adına belediye yetkililerini aradığınızda ise "Çok şikayet var bu konuda, kesinti şirkete gidiyor ama neden böyle bir kesinti var biz de bilmiyoruz, isterseniz şikayetinizi kayıt altına alalım" diyorlar, ötesi yok…
Ego'dan ısrarla daha doyurucu bir yanıt talep ettiğinizde ise “para bize gelmiyor, şirket değişince böyle oldu” deyip sizi başından savmaya kalkıyorlar. Şirket kendi kasasına giden para için bankaları işaret ediyor, kimse bu son anlaşmaya kadar neden bir kesinti olmadığını, Ankaralılar üzerinden şimdi kimlere kaynak aktarıldığını açıklamaya yanaşmıyor.
Halkın ücretsiz ulaşım hakkının hiçe sayması bir yana, üstüne bir de Ankaralıların her yüklemede şirketlere haraç ödemesini sağlayan Mansur Yavaş, sağcı belediyeciliğin tipik örneklerinden birini daha halkın gözüne sokmayı başardı.
Mansur Yavaş çok istiyorsa Erdoğan aşığı olduğunu her fırsatta dile getiren bu patrona kendi cebinden komisyon ödeyebilir, halkın cebine sürekli yeniden el uzatılmasına ise izin vermeyeceğiz.
Soygunun bütünüyle durdurulması, Sancak’ın şirketine ABB üzerinden kaynak aktarılmasını sağlayan bu sözleşmenin derhal iptal edilmesi için şimdi mücadele zamanı.
/././
Ebrar Sitesi'yle yerle bir olan adalet: Sorularla dolu yargılama süreci -Aslı İnanmışık-
'Buradan daire alan cennete gidecek' denilerek satılan sitede 1400 kişi yaşamını yitirdi. Yargılamaya dahil edilmeseler de blokların müteahhitlerinin yanında kamu görevlilerinin de sorumluluğu büyük.
6 Şubat 2023'te saat 04.17'de ve 13.24'te Maraş'ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki depremde 53 binin üzerinde yurttaş yaşamını yitirdi. Maraş adeta yerle bir oldu.Kent merkezinde yer alan 22 bloklu Ebrar Sitesi'nin büyük bölümü de ilk depremde birkaç saniye içerisinde yıkıldı. Çoğu 10 katlı binalardan oluşan sitede 18 blok yıkıldı, toplam 1400 kişi öldü. 4 binaysa ağır hasar aldı.
Ebrar Sitesi'yle ilgili her blok için ayrı ayrı davalar açılmaya başlandı. Bu davalarda kamu görevlilerinin yargılanmaması, hatta kamu görevlilerinin isimlerinin belirlenememesi, sanıkların pek çok davadan tutuksuz yargılanmaları çok tepki çekti. Ancak mahkemelerde yaşanan sıkıntılar bununla sınırlı değil.
Aslında yargılamaya geçmeden önce Ebrar Sitesi'nin yıkılmadan önceki durumunu ve bulunduğu alanı biraz anlamak gerekiyor.
Bilindik bir hikaye: Dere yatağına bina
Maraş'taki yıkımın sembolü olan 22 bloklu sitenin kurulduğu bölge kentin merkezi bir yerinde bulunuyor. Söz konusu bölge daha önce dere yatağı olan bataklık diyebileceğimiz bir alan ve imara açılmadan tarlalar var.
Binaların imarlaşma süreci 2000-2014 arası boyunca devam ediyor. Başta 5 blok yapılıyor. Pek çok usulsüzlüğün yanında bazı binaların zemin etüdü bile yok.
Ebrar Sitesi dahil Maraş'ta yıkılan çok sayıda binada 2011'e kadar imzası olan kişi Kahramanmaraş Belediyesi İmar İşleri Müdür Yardımcısı Hacı Mehmet Güner. Güner, şu anda İstanbul Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürü. Aslında bu isim yargılamanın nasıl yapıldığına ve kamu görevlilerinin sanık sandalyesinde neden yer almadığına ilişkin önemli bir ipucu.
'Buradan daire alan cennete gidecek'
1400 kişinin katili blokları yapanlarsa 4 müteahhit. Akraba olan bu kişilerden 3'ü yıkılan onca bloktan yalnızca 5'i ya da 6'sından tutuklu. Diğeri Mustafa Timur Manga Gülen Cemaati üyesi, firari.
Müteahhitler binaların yapımı sırasında kooperatif kurarak binalarla ilgisi olan olmayan çok sayıda kişiyi yönetim kurulu üyesi yapıyor. Sıvacı, boyacı, muhasebeci ne kadar kişi varsa ortak edip binanın sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyor. Kamu görevlilerinin göz yummasıyla, türlü dolandırıcılıkla belgeleri alıp binaları dikiyorlar.
İki müteahhidin ismiyse resmi evraklarda geçmiyor. Bunlardan biri Tevfik Tepebaşı. Tepebaşı B Blok'un ilk duruşmasında, "Nasıl oluyor da hiç inşaattan anlamayan ben bundan sorumlu olabiliyorum, anlamıyorum. Ben yöneticiyim, beraatimi talep ediyorum" demişti. Din Kültürü Öğretmeni olan Tepebaşı'nın annesinin "din alimi, hoca" olduğu söyleniyor. Ve Ebrar Sitesi'ndeki daireler "Buradan daire alan cennete gidecek" denilerek satılıyor.
Sitenin yıkılmadan önceki görüntüsü. Depremde eşini ve kızını kaybeden bina görevlisi Halil İbrahim Hasırcı duruşma sırasında, "Asansörünün tabanından su çıkardı. Zeminin sulak bir arazi olduğunu, tabanının sulak olduğunu şimdi anladık" demişti.Ebrar Sitesi'nin utanç davası: K Blok'tan tutuklu kimse yok!
Aileler sadece müteahhitlerin yargılanmasına sürecin başından bu yana karşı çıkıyor. Öte yandan mahkemede sorumlulukları kabul edilen müteahhitlerin, tutuklanmadığı davalar da var.
Bunlardan biri de K Blok'un davası.
75 kişinin öldüğü, 8 kişinin de yaralandığı Ebrar Sitesi K Blok davasında tutuklu kimse yok. Karadeniz Teknik Üniversitesi'nin (KTÜ) bilirkişi raporunda eksik de olsa işaret edilen usulsüzlüklere, ölenlerin yakınlarının ifadelerine ve tanıklara rağmen kimsenin tutuklu olmamasına aileler tepkili.
Görüştüğümüz dava avukatlarından Eren Selanik geçtiğimiz günlerde ikinci duruşması yapılan davayla ilgili önemli bazı noktalara işaret ediyor.
"Zemin etüdü, bina hangi tip temelle yapılmış kabaca bunu anlatıyor diyebiliriz. Ancak K Blok'un zemin etüdü raporu bile yok. KTÜ’nün hazırladığı bilirkişi raporunda zemin etüd raporu alınmadığı, yan parselin zemin etüd raporu baz alındığında ise K Blok’un temeli zemin emniyet geriliminin yetersiz olduğu tespit edildi. Aynı zamanda binanın kirişlerinin donatı alanı açısından yetersiz olduğu yani betondan çalındığı, projenin müteahhit bilgisi eksik şekilde belediyeden onaylandığı da belirlendi. Bu kadar açık usulsüzlüklere rağmen tutuklu kimse yok. Kamu çalışanlarının soruşturulması talebimizeyse valilik 1,5 yıldır izin vermiyor."
Sanıklara az ceza verilerek davaların üstü kapatılmak isteniyor
Selanik yargılamanın "bilinçli taksir"den yapılmasının da büyük bir sıkıntı olduğunu belirtiyor. Sorumluların bu nedenle az ceza alacağını tüm ölümlerden tek bir yargılama yapılacağını ifade eden Eren Selanik, sanıkların "olası kast"tan yargılanması gerektiğini söylüyor ve Soma Katliamı davası örneğini veriyor.
"Bunun bir organize suç olarak değerlendirilmesi gerekir. K Blok davasında yargılananlar hakkında 'olası kast' doğrultusunda ceza verilmesi için yeterli delil mevcuttur. Ebrar Sitesi'ni inşa eden müteahhitler düzmece yöntemlerle çok sayıda kooperatif oluşturmuş, bu kooperatiflerden birinin sorumluluğunda K bloğu inşa etmiştir. Sanıklar K bloğun projesini müteahhitsiz şekilde onaylatmayı başarmışlar, zemin etüt raporu almadan binayı inşa etmişler, düşük kalitede malzeme kullanmışlardır. Yani sanıklar yıkımı öngörmelerine rağmen bu sonucu göze almışlardır. Sanıkların suçları bilinçli taksirle değil olası kastla işlediklerinin kabulü gerekmektedir."
"Bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya sebep olma" suçundan ceza verilmesi halinde sanıkların, yaşamını kaybeden ve yaralananların tümü için 2 yıl 8 ay ile 22 yıl 6 ay arasında değişmek üzere tek bir ceza almaları mümkün olacak. 'Olası kast ile ölüme ve yaralanmaya sebep olma' suçundan cezalandırılmaları durumundaysa sanıklar hakkında, her bir ölen ve yaralanan yurttaş için ayrı ayrı daha yüksek bir ceza tayini yapılabilecek.'Sanık olması gerekenler tanık yapıldı'
Avukat Eren Selanik, sanık olması gerekenler hakkındaki takipsizlik kararına da dikkat çekiyor. Selanik, sanık olması gerekenlerin bir de tanık sıfatıyla dosyaya eklendiğini, birçok kişi hakkında yargılama başlatılamadığını, böylelikle sorumluların ortaya çıkarılması için gerekli maddi bilgilerin saklandığını anlatıyor.
"K Blok'un yapımı öncesi ve sırasında hukuki sorumluluğu bulunan çok sayıda kişi soruşturma aşamasında şüpheli sıfatıyla soruşturulmuş. Ancak yargılaması devam eden 8 sanık dışındaki şüpheliler hakkında kamu davasının açılmasına yer olmadığı yönünde karar verilmiş. Bu kişiler daha sonra da tanık sıfatıyla dava dosyasına eklenmiş. Bunlar arasında K Blok yapımında menfaat elde etmiş kişiler var ve bu kişilerin tanık sıfatıyla dinlenmesi hukuka aykırı."
'Katillerin itibar bile kaybetmediği dava süreçleri yaşıyoruz'
Böylesine açık usulsüzlüklerin sonucunda tutuksuz yargılama yapılmasına, sanıkların tanık koltuğuna oturtulmasına yakınlarını kaybeden aileler de tepkili.
Ebrar Sitesi K Blok'ta ağabeyi ve kardeşiyle birlikte yakınlarını kaybeden Fatma Irmak da onlardan biri. Irmak'ın annesi de enkazdan yaralı olarak kurtarılmış.
Kendisi de Maraşlı olan ancak İstanbul'da yaşayan Fatma Irmak, davadan sorumlu yargılanan olmamasına anlam veremiyor. Dere yatağının ıslah edilip üzerine apartmanların yapıldığını söyleyen Irmak, ailesinin yaşadığı bloğun 4 kat içeri gömüldüğünü söylüyor:
"Zemin etüdü raporu olmaması ve bunlar olmadan statik projesiyle mimari projenin yapılması büyük sıkıntı. Ve bunlar kamu görevlilerinden onay alınmış. AFAD'ın raporlarıyla bile bölgede zemin sıvılaşması olduğu biliniyormuş aslında. Buna rağmen hiçbir önlem alınmamış."
3-4 duruşmalara müteahhitleri belirleyemediklerini, 75 kişinin ölümüne neden olan binayı yapan kişilerin bulunamadığını "Bu çok büyük bir trajedi" diyerek anlatan Fatma Irmak, "Hakimin belli bir kararla gelmiş ki bu çok üzücü. Katillerin itibar bile kaybetmediği dava süreçleri yaşıyoruz. Birileri korunuyor" diyor.
Fatma Irmak'ın Ebrar Sitesi'nin bulunduğu alana ilişkin anlattıkları da çarpıcı.
Aynı alanda "İyileştirme yapıyoruz, 4 kata müsaade ediyoruz" denilerek inşaatlara izin veriliyormuş. "2 bina yapıldı bile, devamı da gelecek" diyor Fatma Irmak.
Fatma Irmak 4 ay boyunca enkazda ağabeyini aramış. Ağabeyinin cenazesi kimsesizler mezarlığında bulunmuş. Irmak, insanların yakınlarını bulmakta neden zorlandığını şöyle anlatıyor: "Ölenlerin bir kısmının beden bütünlüğü yoktu. Cenazeler apartman önündeydi. Binalarla birlikte cenazeler de karışıyordu.'Kendi evlerimizi yeniden satın alıyoruz'
Ailelere vefat parası 100 bin lira, ilk dönemdeyse 25 bin lira yatırıldığını belirten Irmak, kendi ailesinin Mersin'e taşındığını ifade ederken insanların yıkılan evlerini yeniden satın almak zorunda bırakıldığını dile getiriyor:
"Ailem Mersin'de. Kentten epey göç oldu. Merkezdeki çadır kentler konteyner kente dönüştürüldü. Şimdi oradan da çıkarılıyorlar. Seçime kadar bir kısmı TOKİ evlerine çıkarıldı ancak seçim sonrası durdu bu süreç durdu. 'Evleri yapıyoruz' diyorlar. Örneğin 500 bin lira, 750 bin lira veriyorlar 5 milyonluk eve. Kendi evlerimizi yeniden satın alıyoruz. Çok sayıda insan 'sıfır' hale geldi. Şehirde işsizlik var. Hâlâ akıbeti belli olmayan bölgeler, evler var.
Ebrar Sitesi için 'yerinde dönüşüm' diyorlar. İnsanlar şu anda Maraş'ta 2-3 aile bir eve geçebiliyor, kiralar çok yükseldi. Evler sıva yapılıp yeniden kiralanıyor insanlara."
Cadde üstü yıkılmayan ağır hasarlı binaların hâlâ olduğunu anlatan Fatma Irmak, ilk 3 ay sonrası bölgeden çekilme söz konusu olduğunu deprem bölgesindeki insanların yaşamlarının önemsenmediğini, depremzedelerin her gün aynı travmayı yaşadığını, bir de üstüne aylardır toz bulutu soluduğunu ifade ediyor.
'Ebrar Sitesi davaları hızlı bir şekilde bitirilmek isteniyor'
Irmak, davanın yeterince adaletli sürmediğine de işaret ediyor ve bu durumun son bulması gerektiğini vurguluyor:
"Bir duruşma yarım saat sürebilir mi? Hakimler anladığımız kadarıyla çok hızlı bir şekilde Ebrar Sitesi davalarını bitirmek istiyor. Avukatların uzun uzadıya savunma yapmalarına dahi izin verilmiyor, baskı yapılıyor. Aileler duruşma salonunda çıkarılmak isteniyor. Yanlı bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Yani aslında bir yandan da psikolojik bir savaş veriyoruz."
Fatma Irmak'ın anlattığına göre, kentte Ebrar Sitesi'nden sorumlu olan müteahhitlerin yaptığı başka binalar da var. O binalardan yargılanmıyorlar bile./././
Konu Gülen Cemaati, söyleyen Yeni Şafak yazarı: Meğer AKP’liler İslam dinini de zerre bilmiyormuş -Ege Galip-
Hüseyin Likoğlu’na göre solcular Gülencilere “dinci” diyormuş ama onların dinle alakası yokmuş… E onlarca yıl din konusunda da mı kandırıldınız?
Yine 15 Temmuz’un yıldönümü geldi, en çok suç ortaklarının sesi çıktı. Hâlâ konuşuyorlar, bir süre daha sürer.Dün (17/07/2024) Yeni Şafak’ta Hüseyin Likoğlu yazmış, gazete hemen internette manşete taşımış: “FETÖ’yü kurtaramayacaksınız”
Likoğlu diyor ki, “Fetullahçı ihanet şebekesi Türkiye toplumunda varlığını hissettirdiği günden beri, sözde Atatürkçü, Kemalist, sol ve İslam karşıtı çevreler tarafından ‘dinci’ diye lanse edilmeye çalışılıyor.”
Fethullah Gülen ne zaman “Türkiye toplumunda varlığını hissettirdi”? Kabaca 1962’de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni kurduğu günden hesaplasak, 62 yıl.
62 yıl boyunca Türkiye’de solcular Gülen’i “dinci” diye lanse ettirmeye çalışıyormuş. Halbuki, Likoğlu’na göre, Gülen’in İslam’la ilgisi yokmuş!
Şöyle diyor Likoğlu:
“Evet, Fetullahçılık ‘dinci’dir ama o dinin İslam’la bir ilgisi yoktur. Fetullahçılığı İslam ile ilgili tarikat ve cemaatlerle bir tutup, özde İslam’a düşmanlık yapıp, perde arkasında FETÖ’yü gizlemek isteyenler var. Bir kısmı bunları cahilliğinden yapıyor olabilir. Ancak bir kısmının kasıtlı ve bilerek yaptığı gerçeğini bilmemiz gerekir.”
Yani…
Velev ki solcular “cahil”.
Peki size sormazlar mı? 1962’den 2016’ya kadar geçen 54 yılda hadi siz bu cemaatin “siyasi emelleri konusunda kandırıldığınız” yalanını ortaya attınız, siyasi salaklığı kabullendiniz…
E İslam konusunda da mı bu kadar cahilsiniz de, 54 yılda bu cemaatin dininin İslam olmadığını anlayamadınız?
/././
Kanafani ve 'Güneşteki Adamlar' -Erkan Yıldız-
73 sayfalık bu kısa romana dünyayı sığdırmış Kanafani. Tıpkı öykülerinde yaptığı gibi edebiyatı politik mücadelesinin bir enstrümanı gibi kullanmış ve çok etkili bir eser yaratmış.
Gassan Kanafani, evinin önünde, İsrail tarafından tertiplenen bombalı bir suikastle katlediliğinde 36 yaşındaydı. Katliam Kanafani'nin henüz küçük bir çocuk olan kızları Leyla'nın gözü önünde yaşandı. Yaşanan patlamada bir başka çocuk, Kanafani'nin 12 yaşındaki yeğeni yaşamını yitirmiş, oğlu ve eşi ise o sırada evde oldukları için hayatta kalmışlardı. Olay 8 Temmuz 1972’de Beyrut'ta gerçekleşti.9 Nisan 1936 yılında Akka'da doğan Kanafani, 12. yaşına girdiği günlerde, İsrail'in 1948 yılında giriştiği katliamların sonucu olarak ailesi ile birlikte ülkesini terk etmek zorunda bırakıldı. Katledildiğinde 24 yıldır zorunlu sürgünde olana Kanafani, halkının geri döneceği özgür bir Filistin'inin olabilmesi için mücadele ediyordu. Önemli bir gazeteci, aydın, araştırmacı olarak bilinen Kanafani, FHKC'nin kurucuları arasında yer alıyordu ve hali hazırda örgütün sözcüsüydü.
Adeta İsrail işgalinin içine doğan Kanafani'nin, sürgünlerde geçen kısacık ömrüne sığdırdığı mücadele başlıklarından biri de edebiyat. Okurlar, kendisini Türkçe’ye çevrilmiş eserlerinden tanıyor .Çeşitli yayınevleri yazarın eserlerini Türkçe’ye kazandırdı. Ancak ne yazık ki “Güneşteki Adamlar” dışındaki eserlerinin Türkçe baskılarına an itibariyle ulaşmak mümkün değil.
“Güneşteki Adamlar”ın ilk baskısı 1963 yılında yapılmış. Kanafani’nin en önemli eseri olarak işaret edilen roman Arap edebiyatının da en önemli metinleri arasında gösteriliyor. 2023 yılında Metis Yayınları tarafından yayımlanan “Güneşteki Adamlar”ı Arapça aslından Türkçe’ye Mehmet Hakkı Suçin çevirmiş.
Hangi göçmenlik?
Son yılların en çok işlenen konularından birisi göçmenlik. Sanırım biraz da bu nedenle roman genellikle bu çerçevede değerlendirilmiş.
Sosyal bilimlerden performans sanatlarına, sinemadan edebiyata pek çok alanda kendisine bir karşılık yaratıyor bu başlık. Genellikle ve özellikle, trajik yanları öne çıkaran, “kadere” teslim olan, boyun eğmek zorunda kalan insanları anlatan işler görüyoruz, okuyoruz. Göçmenlik, ırkçıların insana düşmanlığını açık eden, liberallerin yarattıkları bu leş dünyanın üzerini “sahte, vıcık vıcık hümanizmleriyle örtmelerine olanak sağlayan, İslamcıların ise “takdir-i ilahi” diyerek vicdanlarını temize çekebildiği ikiyüzlülüğe bir imkân sunuyor aynı zamanda. Suç ortaklarının görev paylaşımına denk düşen duygu durumları bunlar.
Üç kaçak ve bir kaçakçı…
Kanafani, 1962 yılında zorunlu bir göçmen ve kaçak olarak yaşadığı Beyrut’ta yazdığı “Güneşteki Adamlar”da bize bir başka göçmenlik hikâyesi anlatıyor.
Irak'ın Basra kentinden iş olanaklarının daha bol olduğu Kuveyt'e kaçak geçmeye çalışan üç kişinin ve bir de kaçakçının hikâyesi ile başbaşayız. Tüm karakterler erkek, Filistinli, yoksul ve 1948 İsrail saldırısının hemen ardından ya da ona bağlı olarak sonraki yıllarda Filistin’i terk etmek zorunda kalmış insanlar.
Romandaki dört karakterden en yaşlı olanı Ebu Kays. Bahçesinde uzanıp, göğsünü iyice yere yasladığında yüreğinin sesini duyabildiği topraklardan on yıldır uzakta, büyük bir yoksulluk içinde küçük kızı ve karısıyla yaşamaya çalışıyor. İsrail’in 1948 saldırısında sadece toprağını değil, yüreğini de Filistin’de bırakmış ve Irak'a göçmek zorunda kalmış. Şimdi, aradan geçen on yılın ve kendisini iyice teslim almaya hazırlanan ihtiyarlığın arifesinde kendisine bir kurtuluş yolu olarak Kuveyt’i gösteren komşusunu dinliyor:
“Şu son on yılda beklemekten başka bir şey yapmadın. Ağaçlarını, evini, gençliğini ve bütün köyünü kaybettiğini anlaman için açlık içinde koskocaman on yıl geçmesi gerekiyordu. Bu sürede herkes kendine bir yol açtı. Sen ise yaşlı, sefil bir köpek gibi çömelip kaldın evde. Neyi bekliyordun ki?” s.13
İkinci kaçağımız Mervan. Mervan henüz 16 yaşında, iki ay önce doktor olmanın hayallerini kurarak okula giderken, ağabeyinin Kuveyt'ten gönderdiği para kesilip, babası da evi terk edince “Artık sıranın kendisine geldiğini, dişe dokunur bir şey öğretmeyen o sefil okulu bırakıp herkes gibi tavada pişmesi gerektiğini” s.35 düşünerek Kuveyt'e doğru yola çıkıyor.
Son kaçağımız genç eylemci Esad.
“Adın bütün sınır kapılarında kayıtlı. Şimdi seni yanımda görseler. Pasaport yok, vize yok. Devlet aleyhine çalışan bir terörist.” s.19
İlk kaçakçısı yaptıkları pazarlıkta elini güçlendirmek için böyle sesleniyor Esad'a.
Kuveyt'e geçmeyi ikinci kez deniyor genç eylemci. İlk seferinde kaçakçılar tarafından dolandırılmış. Şimdi eşeğini sağlam kazığa bağlamak istiyor.
Ve son karakterimiz Ebu’l Hayzuran.
"1948'den önce Filistin'deki İngiliz ordusunda beş yıl çalışmıştı. Ordudan ayrılıp mücahit gerilla gruplarına katıldığında da çevrenin en iyi büyük araç şoförü olarak tanınıyordu.” s.39
Mücahitlik yaptığı sırada bacaklarının arasında patlayan bir bomba ile hadım olan Ebu’l Hayzuran, şoförü olduğu su tankeri ile başka Filistinlileri topraklarından daha uzağa kaçırmaya çalışırken kendi kendine sayıklıyor:
“Peki, vatanseverlik ne işine yaradı? Hayatını maceralarla geçirdin. Şimdi ise bir kadının yanında uyumaktan âcizsin. Şu anda tek isteğim daha fazla para kazanmak. Daha fazla para.” s.61
Gidenlerin ardından…
“Koca tanker yol boyunca sadece onları değil, hayallerini, ailelerini, hırslarını, umutlarını, mutsuzluklarını, umutsuzluklarını, güçlerini ve güçsüzlüklerini, geçmişlerini ve geleceklerini de götürüyordu” s.60
Güçlü bir yol hikâyesi var elimizde. Bir su tankerinin içinde, güneş en tepedeyken çölü geride bırakmaya çalışan üç adamın yolculuğu, Kanafani’nin hikâyesi ve trajediyi değil gerçeği arayan, göç etmenin nedenlerini sorgulayan diliyle birlikte her sayfada bir yay gibi biraz daha gerilmenize neden oluyor.
Kanafani tıpkı “Filistin'in Çocukları” isimli kitapta yer alan öykülerinde olduğu gibi yoksulluk ve sürgün olma haline hikâyesinin merkezinde yer veriyor. Hikâye boyunca görüyoruz ki karakterlerin yurtsuz kalmalarıyla yoksullukları arasında kaçınılmaz, birbirine sıkı sıkıya bağlı bir ilişki var. Yazar, bu dört karakter nezdinde yoksulluk ve yurtsuzluk içindeki tüm Filistinlileri, onların yalnızlığını, aynı dili konuştukları tüm komşu ülkelerin dayanışmalarının sahteliğini de ince ince işliyor romanında. Öyle olmasa neden Kuveyt'e kaçak girmeye çalışsınlar ya da yaşadıkları diğer Arap devletlerinde ekmek bulamasınlar.
Roman, arka planda karakterlerin geçmişlerinde ya da bugünlerinde iz bırakan 1948 İsrail işgalinin sonuçlarını gösteriyor. Bunun dışında bir başka şey daha yapıyor Kanafani. 1948 yılında dağılan ve kitabın yazıldığı 1962 yılında henüz bir direniş cephesi oluşturamayan Filistin toplumuna da sesleniyor. Romanın sonunda Ebu'l Hayzuran'ın sessizce arka arkaya sorduğu “neden?” sorusunu, yurdundan umudunu kesmiş, vazgeçmiş Filistin halkına yazarın sorduğu bir soru olarak düşünebiliriz. Neden bu haldeyiz? Neden direnmiyoruz? Neden bu kadar çaresiz hissediyoruz?
Bizim epeyce bir zamandır gidenlere soramadığımız bir sorudur bu. Bu güzel ülkenin iliğini kurutan, “giderlerse gitsinler” diyen bir iktidara ve bu berbat düzene itiraz etmek, ülkeden vazgeçmemek için bundan daha meşru bir soru olabilir mi?
73 sayfalık bu kısa romana dünyayı sığdırmış Kanafani. Tıpkı öykülerinde yaptığı gibi edebiyatı politik mücadelesinin bir enstrümanı gibi kullanmış ve çok etkili bir eser yaratmış. Denilebilir ki 62 yıl önce yazılan bir roman bu ve ele alınan konunun koşulları, dünyanın o zamanki şartlarıyla şimdiki koşullar aynı değil. O köprünün altından çok sular aktı. Bu yanlış değil ama bir de yazarın durduğu yer var. Emin olun Kanafani'nin durduğu yerden bakarsanız her şey onun 1962’de gördüğü şekilde ve netlikte görünür. Üstelik sadece Filistin'de değil dünyanın her yanında.
Kitabı okumaya niyetlenenler için son bir notum var.
Evet, kısa bir roman Güneşteki Adamlar. Kısa ama nefesinizi kesecek bir derinliğe sahip. O yüzden okumaya başlamadan önce derin bir nefes almanızı öneririm.
/././
15 Temmuz'dan bugüne: 'Paralel devlet'ten 'paralel devletçik'lere -Fatih Yaşlı-
"15 Temmuz’dan herhangi bir ders çıkarıldığını söylememiz mümkün mü? Bu soruya en açık yanıtı 15 Temmuz günü Özel Harekât Başkanlığı’nı ziyaret eden Bahçeli’nin elini öpen özel harekâtçılar veriyor."
Fethullahçı çetenin 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişiminin ardından eski iktidar ortağı tarafından başlatılan soruşturmada çeteye Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) adı verilmiş ve soruşturma da bunun üzerine inşa edilmişti.
“Paralel devlet” kavramı Türkiye’de ilk kez 7 Şubat 2012’de Fethullahçıların Hakan Fidan’ı gözaltına almaya kalkışmaları sürecinde kullanılmaya başlanmıştı ve örgütün stratejisine işaret ettiği için doğru bir kavramdı. Bu kavramın tarihsel kökenlerine baktığımızda ise karşımıza Naziler çıkıyordu; Naziler iktidara geldikten sonra, devleti bir “paralel devlet” kurarak ele geçirmişlerdi.
Kavramı sosyal bilimler literatürüne sokan kişi faşizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Robert Paxton’dı Paxton’ın esinlendiği çalışma ise Ernest Fraenkel’in 1941 gibi erken bir tarihte yayınlanan “İkili Devlet Diktatörlük Kuramına Bir Katkı” adlı kitabıydı.
Paxton, Fraenkel’in kitabından yola çıkarak İtalya’da Mussolini’nin, Almanya’da ise Hitler’in genel kanaat ve imajın aksine hiçbir zaman devleti mutlak anlamda kontrol edemediklerini, ancak 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru buna çok yaklaşabildiklerini söylüyordu. Bu da hem İtalya’da hem Almanya’da Fraenkel’in “ikili devlet” diye adlandırdığı bir manzarayı ortaya çıkarmıştı.
Bir tarafta yasaların halen işlemeye devam ettiği, burjuva hukukunun az çok da olsa yürürlükte olduğu, mahkemelerin zaman zaman yurttaşlar lehine kararlar verebildiği bir “norm devleti”, diğer tarafta ise faşistlerin kendi “paralel” kurumlarını kurdukları ve devletin değil faşist partinin hiyerarşisine tabi olan “imtiyaz devleti” vardı.
Örneğin dışişleri bakanlığı, polis ya da ordunun bütünüyle ele geçirilmesinden önce, tam da bunları ele geçirmek için ayrı bir hukuka ve hiyerarşiye sahip paralel kurumlar/örgütler oluşturulmuştu ve imtiyaz devleti normatif devleti bütünüyle ortadan kaldıramasa da yutmaya başlamıştı. Paxton’a göre İtalya’da söz konusu süreç çok daha ağır işlemiş, Almanya’da ise Naziler devletin tamamını ele geçirmeye çok yaklaştıkları sırada yenilmişlerdi.
***
Paxton çalışma alanı olmaması nedeniyle ilgilenmese de paralel devlet stratejisi Nazilerle sınırlı kalmadı; yakın tarihte Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Lübnan’da Hizbullah, mevcut devlet hiyerarşisinin dışında kalan ve toplumla bir egemenlik aygıtıymış gibi ilişki kuran kurumlardan müteşekkil paralel devletler oluşturmayı başardılar.
Mısır’da ve Lübnan’da her iki örgütün de kendi sağlık kurumları, okulları, dershaneleri, yurtları, sosyal politika mekanizmaları vardı ve devleti dışarıda bırakacak bir şekilde toplumla bunlar üzerinden ilişki kuruyorlardı. Sisi darbesinden sonra Mısır’da Müslüman Kardeşler çok zayıflamış olsa da bugün halen Lübnan’da Hizbullah bir paralel devlet modeliyle yoluna devam ediyor. Üstelik Mısır’dan farklı olarak Hizbullah’ın Lübnan’da resmi ordunun dışında kendisine ait bir ordusu da var.
Fethullahçı çetenin örgütlenme modeli ve iktidar stratejisi de “paralel devlet” olarak adlandırılabilecek bir nitelik taşıyordu. Örgütün ana dergisinin adının “Sızıntı” konulması boşuna değildi. Fethullahçı çete, 1970’lerin ortalarından itibaren elbette ki devletin de istisnai durumlar hariç göz yumduğu bir şekilde, yetiştirdiği kadroları devlete yerleştirmişti ve o kadrolar devlet hiyerarşisine değil örgüt hiyerarşisine uygun bir şekilde hareket ediyorlardı. Örneğin sıradan bir memur Fethullahçı Çete’nin içerisinde bir daire başkanından daha üst konumdaysa, daire başkanı o memurun sözünü dinlemek zorundaydı.
Fethullahçı çete 40 yılı aşkın bir zaman dilimine uzanacak ve “paralel devlet” stratejisine uygun bir şekilde bürokraside ama özellikle yargı, emniyet ve orduda örgütlenirken ve kurumların kontrolünü ele geçirirken başka bir şey daha yaptı. Kendi hastanelerini, okullarını, yurtlarını, dershanelerini kurdu, bunlar için esnafın merkezinde olduğu bir finans sistemi inşa etti ve nihayetinde bankalaştı, sahip olduğu şirketler holdinglere dönüştü, kendi medya yapılanmasını kurup gazeteler, dergiler çıkardı, radyo ve televizyon yayıncılığına girişti.
Tüm bu devasa aygıt, emperyalizmle ilişkileri ve antikomünist geçmişi asla unutulmaması gereken Gülen ve etrafındaki bir konseyin aldığı kararlar doğrultusunda yönetiliyordu ve özellikle AKP iktidarında gayri resmi koalisyon ortağı olunmasıyla birlikte giderek “norm devleti”ni yutan bir “imtiyaz devleti”ne dönüşecekti. Özellikle çetenin emniyet-yargı kadroları aracılığıyla gerçekleştirilen Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla norm devletinin ele geçirilmesinin önünde engel olacağı düşünülen kişiler ve grupların tasfiyesi başarılmıştı.
Bu süreçte sahadaki kadrolar Cemaat kadrolarıydı ama AKP de arkada yasal ve bürokratik düzenlemelerle sürece destek veriyordu; çünkü devlet içerisindeki rakip kadrolar tasfiye edildikçe AKP’ye hayalindeki rejim inşası için daha fazla alan açılıyordu. Ancak bir noktada -özellikle Hakan Fidan’a yönelik gözaltı girişiminde- AKP, Fethullahçı çetenin paralel devletinin norm devletiyle birlikte kendisini de yutmaya hazırlandığını fark etti ve karşı hamlelerini yapmaya başladı. Şimdi sıra bu iki İslamcı gücün kendi iç savaşına gelmişti.
***
AKP’yi kuran kadrolar Nakşiliğin İskenderpaşa Cemaati’nin damgasını vurduğu bir İslamcılık anlayışının içerisinden yetişmişlerdi. İskenderpaşa, Erbakan’ın cemaatiydi, Erbakan önce Abdülaziz Bekkine’ye, onun ölümünden sonra da Mehmet Zahit Kotku’ya intisap etmişti. Kotku, 1970 yılında Milli Görüş hareketinin ilk partisi Milli Nizam Partisi’nin kuruluşunda ciddi bir rol oynamış, 12 Mart sonrası da onun yerine kurulan Milli Selamet Partisi’ne destek vermişti.
Fethullahçılığın kökenleri için ise Said Nursi’ye ve Nurculuğa bakmak gerekiyordu. Türkiye İslamcılığının en önemli figürlerinden biri olan Said Nursi kendi adıyla anılacak bir ekolü kurmayı başarmış, peşinden gidenler ise farklı kollara ayrılmış ve onlardan biri de Gülenciler olmuştu. Bu cemaat de bir süre sonra Nurcu olarak değil, Gülen’in adına atıfla Gülenciler olarak anılacaktı. Kendileri ise cemaatlerinden “Hizmet Hareketi” olarak söz ediyorlardı. Gülen Cemaati 2000’lerin ilk on yılı bittiğinde Türkiye tarihinin en büyük, en çok üyesi ve en çok parası olan cemaatine dönüşmüştü.
İşte 15 Temmuz, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru gidilirken, Türkiye İslamcılığının iki farklı fraksiyonunun devletin sahipliğine dair verdiği bir kavga ve dolayısıyla İslamcılar arası bir iç savaştı. Burada trajik olan ise daha önce çok kere yazıp çizdiğim üzere, bu savaşın kendisini “laikliğin bekçisi” olarak sunan ordu içerisinde yaşanmasıydı. Sol düşmanlığı ve antikomünizm adına kendilerine açılan kapılardan girenler bugünlere gelindiğinde öylesine güçlenmişlerdi ki bu iç savaş ordu içerisinde yaşanıyor ama tarafları siyasal İslamcılarla siyasal İslam karşıtı güçler oluşturmuyor, İslamcılar kendi iç savaşlarını veriyorlardı.
Bir “Pirus Zaferi” midir bilinmez ama bu iç savaştan AKP galibiyetle çıktı, Fethullahçı çete kadrolarının istediği unsurlarını tasfiye etti, Fethullahçı işadamlarının şirketlerine ganimet misali el koydu, muazzam bir servet transferi gerçekleştirdi ve hepsinden önemlisi MHP’yi de yanına alarak parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi başardı; yani rejim değişikliği kısmen de olsa anayasal bir statüye kavuşturuldu.
(Bu sürece Yenikapı mitingine iştirakten OHAL koşullarında referanduma gitmeye ses etmemeye ve o referandumun mühürsüz oylarla kazanılmasına razı olmaktan halk muhalefetini sönümlendirmeye uzanan bir genişlikte CHP’nin katkısını da not etmek lazım elbette geçerken.)
***
15 Temmuz’un üzerinden 8 yıl geçmişken AKP yanına MHP’yi de almış bir şekilde iktidarını devam ettiriyor, rejim inşası süreci de hız kesmeden yoluna devam ediyor. Peki devlet mimarisine bakıldığında 15 Temmuz’dan herhangi bir ders çıkarıldığını söylememiz mümkün mü?
Bu soruya en açık yanıtı 15 Temmuz günü Özel Harekât Başkanlığı’nı ziyaret eden Devlet Bahçeli’nin elini öpen özel harekâtçılar veriyor. Bir kamu görevlisi, kameraların önünde bir siyasi parti liderinin elini öperek ona biat seremonisi sergiliyor, özel harekâtçı polislerin MHP’yle 90’lardan beri devam eden gönül ilişkisi ilk kez böyle aleni bir şekilde “dosta düşmana” gösteriliyor.
Burada “düşman”ın tarihsel olarak kim olduğu belli, “dost”un ise AKP olduğu açık. Yani o fotoğraf aslında Cemaat sonrası ortaya çıkan boşluğu dolduran MHP’nin AKP’yle giderek kırılganlaşan, gerilim yüklenen ve Sinan Ateş cinayetinde somutlaşan ittifak ilişkisinde müttefikine verdiği bir mesaj. MHP resmi koalisyon ortağı olduğu zamanlar da dâhil olmak üzere devlet aygıtında ilk kez bu kadar güce kavuşmuş durumda ve bundan öyle kolay kolay vazgeçmeyeceğini de tıpkı o fotoğrafta olduğu gibi çeşitli şekillerde ortaya koyuyor. Tıpkı bir zamanlar Gülencilerin yaptığı gibi…
Ancak mesele Gülen’in elini öpme sırasının yerini Bahçeli’nin elini öpme sırasının alması değil tek başına. Bugün devlet mimarisi içerisinde tek bir paralel devlet yapılanması yok, “paralel devletçikler” var. İskenderpaşacılar, İsmailağacılar, Menzilciler, Cihannümacılar… Hepsi devlet aygıtı içerisinde kendi rant adacıklarını oluşturmuş durumda ve hepsi de birilerinin elini öpüyor.
Bugün devlet aygıtı Türk sağının farklı fraksiyonları, hizipleri ve klikleri arasındaki siyasi ve iktisadi rant mücadelesinden kaynaklı olarak giderek çözülüyor ve adeta feodal bir karakter taşımaya başlıyor. Devlet fetişisti Türk sağının, kurumsal sadakatin yerine şahsi sadakati koyması ve “norm devleti”nin yerine kendi imtiyazlarını ikame etmesi ise son derece ironik bir şekilde devletin altını oyuyor. Yani devleti en çok kutsayanların bizzat kendileri devleti çözündürüyor, çürütüyor.
***
Bugün Türkiye’de siyaset sağ fraksiyonlar arası bir güç mücadelesi şeklinde tezahür ediyor. Bunun nedeni ise Türkiye’nin sermaye düzeninin emekçi halka tarihin en büyük tepeden sınıf saldırısını gerçekleştirdiği bir konjonktürde, aşağıdan buna herhangi bir yanıt gelmemesi. Yani emekçilerin bu gidişata güçlü bir yanıt verememeleri ve bir siyasal özne olarak müdahale edememeleri siyaseti egemen güçler arası bir mücadeleye dönüştürüyor, bunun faturası da eninde sonunda yine emekçi halka kesiliyor.
Demek ki aynı şeyi bir kez daha tekrarlamak durumundayız: Emekçilerin, yoksulların, işçi sınıfının, solun, sosyalistlerin olmadığı bir siyasette manzaranın bundan farklı olması mümkün değil; dolayısıyla da ya halk bir aktör olarak sahneye çıkıp gidişata müdahale edecek ya da bataklığın derinliği artarken kokusu daha da kesifleşecek. Başka bir seçenek mevcut değil. /././
‘Evrensel temel gelir’ tartışması üzerine -Nevzat Evrim Önal-
Emeğin kurtuluşundan, eşitlik ve özgürlükten yana olanlar öncelikle ETG’nin “tekelci sermaye tarafından ve kendi çıkarları için” öne sürülen bir proje olduğunun altını çizmelidir.
Sermaye düzenini övmeyi ve onun tüm suçlarını aklamayı meslek edinmiş entelektüellerin sık tekrarladığı iddialardan biri şudur: Kapitalizm eşitsizliği artırıyor olabilir ama yarattığı büyük üretkenlik artışı sayesinde, bugün olmasa bile makul bir gelecekte en yoksul insana dahi insani açıdan kabul edilebilir bir yaşam standardı sağlayacaktır.
Bu iddia, kapitalist gelişmenin insanlık tarihinin gördüğü en eşitsiz gelir ve servet dağılımını yaratıyor olması çelişkisini hafifletme amacıyla tekrarlanır. Zira halklar yoksulluğu sineye çekebilir; ama bir yandan egemenler sefahat içinde yaşıyor ve bunu sergiliyorsa öfke birikir.
Burjuva iktisat biliminin sol ve sağ kanadında bu çelişkiye yönelik farklı teorik açılımlar ve politika önerileri bulunur. Liberal ekol özünde serbest piyasanın herkes için mümkün olan en iyi sonucu vereceğini savunur ve bu uydurmanın üzerine döneme uygun bir ideolojik kılıf geçirir. Örneğin 1980’lerin başında neoliberalizm sosyal devleti kökten reddederken, ABD’de Reagan yönetimi “aşağı sızma ekonomisi” diye bir kavram uydurmuştu. Buna göre, vergileri düşürerek zenginleri daha zengin yaptığınızda, zenginlerin harcamalarında yaşanacak artıştan yoksullar da nasiplenecek ve genel bir refah artışı olacaktı.
Piyasanın sorunu kendiliğinden çözmeyeceği ve mümkün olan en iyi sonucu vermeyeceğini savunan ekoller ise esasen gelir eşitsizliğini düzeltmeye yönelik devlet müdahaleleri önerirler. Yazımızın konusu olan Evrensel Temel Gelir (ETG), bu yöndeki son önerilerden birisi. Çeşitli varyantları olmakla beraber bu öneri, devletin tüm vatandaşlara, asgari bir insani yaşam standardını sağlayacak düzeyde parayı her ay düzenli olarak aktarmasını öngörüyor.
İlk bakışta zannedileceğinin aksine, bu öneri birtakım “emekten yana” iktisatçıların iyi niyetli bir temennisinden ibaret değil. Sermaye sınıfının bir bölümü bu öneriyi aktif biçimde savunuyor. Örneğin her yıl Davos Zirvesi’ni düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu ETG’yi en güçlü biçimde propaganda eden sermaye örgütü olarak öne çıkıyor. Dahası, sermaye sınıfının yalnızca çıkarları geleneksel olarak düzen solu tarafından temsil edilen kesimleri değil, Elon Musk gibi liberal-muhafazakâr sağcı kimi patronlar da bu öneriyi destekliyor.
Ortada salt bir sosyal devlet tartışması var gibi görünse de, tartışmanın taraflarının politik beklentileri hiç basit değil. Dolayısıyla konuyu ciddiye almamız ve detaylı biçimde incelememiz gerekiyor.
***
Birinci ara saptamamız şu: (1)ETG esasen ABD ve Batı Avrupa’da, yani emperyalist sistemin sermaye yoğun merkezinde tartışılıyor.
Sosyal devlet uygulamaları iki durumda düzenin gündemine gelir. Ya devrimci siyaset işçi sınıfı saflarında çok yaygınlaşmıştır ve düzen refahı artırarak karşı saldırı için zaman kazanmaya çalışıyordur; ya da eşitsizlik ve/veya yoksulluk çok derinleşmiştir ve düzen sosyal patlamalardan ya da kitlesel göç ve benzeri çöküntülerden kaçınmak istiyordur.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana geçen otuz küsur yılda emperyalist ülkelerde devrimci örgütlenmenin çok irtifa kaybettiğini dikkate aldığımızda, ikinci ara saptamamız şu: (2)ETG tartışmasının temel motivasyonunu devrim tehdidi değil sosyal patlama ihtimali oluşturuyor. Nitekim ABD’de Black Lives Matter ya da Fransa’da Sarı Yelekliler eylemlerinde gördüğümüz, yaşananların öncesinde de sonrasında da devrimci örgütlenmenin büyük bir sıçrama yapmadığı ama eylemlerin düzenin işleyişini sekteye uğratacak derecede şiddetli olduğuydu.
Öte yandan, sosyal patlamalar ya da çöküntüler devrimci olanaklar yaratabilir ama kendiliğinden devrimci değildir. Dahası, sermaye sınıfı giderek kitle hareketlerini yönlendirme konusunda maharet kazanmaktadır. Dolayısıyla ETG tartışmasının, bütünlüklü bir tehdit algısından ziyade sermaye sınıfı içerisindeki pozisyon farklılıklarından kaynaklandığını düşünmek daha mantıklıdır.
Bu ayrıma yakından baktığımızda şunu saptayabiliyoruz: (3)ETG’nin sermayedar destekçileri ağırlıklı olarak Bill Gates, Elon Musk, Robert Walton (Walmart), Jeff Bezos (Amazon), Mark Zuckerberg (Facebook-Meta) gibi emperyalist tekelleşmenin soğuk savaş sonrası döneminde öne çıkan figürlerden oluşuyor. Bu kesimin ortak özelliği, sermayelerini esasen ucuz işgücü değil, artan mal ve hizmet tüketimi sayesinde biriktiriyor olmaları. Hatta bazıları hiçbir şey üretmiyor. ETG önerisinin karşısında ise en net biçimde düzenin geleneksel liberal-muhafazakâr sağın çoğunluğu, çok basit ve temel bir argümanla duruyor: “İnsanlara havadan para verirsen çalışmak zorunda kalmazlar.” Bu argüman, diğer tarafın temel motivasyonunun ucuz işgücüne dayalı üretim yoluyla kârlılık olduğunu da gösteriyor.
Bir not daha düşelim. ETG’nin burjuva destekçilerinin sıkça altını çizdiği bir olgu da, “ayda bir insanların hesabına para yatırmanın 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sosyal devlet uygulamalarına göre çok daha az bürokratik olduğu, devleti büyütmeyeceği.”1 Zaten liberal-muhafazakâr sağın bir bölümü bu argümana ikna oluyor. Yani (4)ETG, aynı zamanda geleneksel sosyal devlet mekanizmalarına, örneğin kamusal eğitim ve sağlığa alternatif olarak (ve kuşkusuz yerleşiklik kazandıkça onları tasfiye edecek biçimde) savunuluyor.
Emperyalist batı ülkelerindeki aşırı sermaye birikimi bir süredir talep sorunu yaşıyor ve şu ana kadar bu sorun hane halkı borçlandırılarak ertelendi. 2008 krizi bu ertelemenin sistemin nasıl patlayıcı biçimde çelişki biriktirmesine yol açtığını gösterdi, ama buna rağmen halen ellerinde başka bir çözüm yok. Halihazırda bu ülkelerin tamamında hane halkı borç birikimi milli gelirin yüzde ellisinin, bazılarında yüzde yüzünün üzerinde seyrediyor2 ve bu, içinden geçtiğimiz gibi faizlerin görece yüksek seyrettiği dönemlerde tüketim üzerinde ekstra bir basınç yaratıyor. (5)ETG, bu borca dayalı tüketim çıkmazına da bir çözüm olarak öneriliyor.
Son olarak, şunu da kolaylıkla söyleyebiliyoruz: (6)ETG, “evrensel” falan değil ulusal olarak, sadece vatandaşları kapsayacak biçimde öneriliyor.
Buraya kadarki ara saptamalarımızdan yola çıkarak, temel argümanımızı şu şekilde öne sürebiliriz: Evrensel temel gelir; emperyalist sermayenin en zenginleri tarafından öne sürülen, emperyalist merkezlerde yüksek tüketimin devasa borç yığınları yaratmadan ve devletin sosyal karakterini güçlendirmeden (bilhassa da onu mal ve hizmet üretimi alanına sokmadan) sürdürülebilmesini, böylece bir kez daha 1960-70’lerdeki gibi bir “orta sınıf toplumu” yaratılmasını hedefleyen bir politika önerisidir.
***
Peki, tüm bu çerçevede Türkiye’de mücadele eden sosyalistlerin tavrı ne olmalı? Zira henüz uygulaması olmasa da gürültüsü çok yüksek, yaygın biçimde tartışılan ve Türkiye’de de görece kentli ve eğitimli kesimde büyük heyecan uyandıran, kayıtsız kalınamayacak ve “bizi ilgilendirmiyor” denip geçilemeyecek bir mesele ile karşı karşıyayız.
Türkiye’de sermaye cephesinde açıkça ETG savunan pek yok, olsa da bu öngörülebilir gelecekte en fazla Ali Koç’un 2015’deki G-20 zirvesindeki konuşmaya benzer bir biçimde, salt ideolojik çerçevede olması beklenmeli. Türkiye sermayesi, birikimini sürdürmek için yurt içinde ucuz emeğe yaslanmak durumunda. Ayrıca 22 yıllık AKP iktidarı boyunca sosyal devletin sadaka devletine dönüştürülmesi ve bu fonksiyonun bir ölçüde tarikatlara devredilmesine dayalı modeli işlerliğini koruyor. Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfının konuya yaklaşımı, esasen sevgili Anıl Çınar’ın geçtiğimiz pazartesi günü yayınlanan yazısında, onun en önemli temsilcilerinden birinden alıntıladığı gibi ve batıdaki klasik liberal-muhafazakâr pozisyonla aynı:
"(...)insan için kendi gayreti ile kazandığı kutsaldır. Herhalde güvence adı altında körfez ülkelerindeki bazı şehir devletlerinde olduğu gibi herkesin maaş/mansıp adı altında devletten koşulsuz bir para alması kastedilmemektedir. 'Güvence' muhtaç olunduğundaki belli bir süre için olmalıdır. Yoksa batıdaki gibi işsizler ve sığınmacıların istismarına açıktır."3
Kendisini sosyalist sayan ama sosyal demokrasinin gölgesinde yaşayan solcular, burjuvazinin bu pozisyonundan da yola çıkarak konuya “yetmez ama evet” kolaycılığıyla yaklaşıyor. Düzenin halihazırda güncel politika yelpazesine dahi almadığı bir şeyi düzenle bağları kesmeden savunmanın zorunlu olarak etkisizlikle sonuçlanacak bir çelişki olması bir yana; düzenin sol eğilimlerinin daha da sola çekilerek işçi sınıfına mal edilebileceği düşüncesine bir çeşit politik fırsatçılık4 olduğunu, bunun geçen hafta bu köşede ele aldığımız iktidarsızlık sorununun önemli kaynaklarından birini teşkil ettiğini vurgulayıp, geçiyorum.
Emeğin kurtuluşundan, eşitlik ve özgürlükten yana olanlar öncelikle ETG’nin “tekelci sermaye tarafından ve kendi çıkarları için” öne sürülen bir proje olduğunun altını çizmelidir. Kimse bu politikayı Bangladeş, Endonezya veya yeni Çin olmaya çalışan Hindistan gibi ucuz emek havzaları için önermiyor. Zira yüz milyonlarca işçinin boğaz tokluğuna çalıştığı bu coğrafyalarda herkese gündelik temel ihtiyaçlarını çalışmasa da karşılayabileceği bir gelir sağlarsanız, mevcut kölelikten beter çalışma koşulları sürdürülemez. Bundan da en büyük zararı o koşullardan doğrudan ya da dolaylı olarak çıkar sağlayan emperyalist sermaye zarar görür.
İkinci ve daha önemlisi; bu politika önerisi sosyal devletin güçlenmesi değil tasfiye edilmesini öngörmektedir. ETG bir havuç, bağlı olduğu sopada ise kıdem tazminatı, kamusal sağlık ve eğitim, hatta uç noktada asgari ücret gibi kazanımların tasfiyesi duruyor. Bu yüzden “hele bir yapsınlar da görelim” kolaycılığına asla düşülmemeli. Bugün burjuvazinin uzattığı havucu reddetmeyen ve kapitalizmi aklamaya yönelik bu PR çalışmasına karşı çıkmayanlar, yarın sopa indiğinde işçi sınıfı tarafından dinlenmeyecektir.
***
Bu yazıyı Keynesçi ve post-keynesçi iktisatçılara yönelik bir çağrıyla bitirmek istiyorum. Kuşkusuz bu meseleyi konuşmaya devam etmeliyiz, ama 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada Keynesçi politikalarının uygulandığı otuz yıl, ancak kapitalist düzenin kendisinden daha eşitlikçi bir düzen tarafından tehdit edilmesi durumunda tekrarlanabilecek bir dönemdir. Ortada böyle bir tehdit yokken bu tehdidi yaratmaya çalışmaktansa o döneme bir asrı saadet muamelesi yapıp benzer uygulamalar önermek, ağaç yokken meyveyi istemek oluyor. Daha önemlisi ise şu: Bu politikaların düzen açısından gerçekten ödün niteliğindeki kısmı, bölüşüm değil üretim alanında olanlardı: Artan oranlı gelir vergilerinden, finansın baskılanmasından, yüksek asgari ücretten sermaye sınıfının tamamı rahatsız değildi. Onun açısından olabildiğince çabuk rafa kalkması gereken asıl ödün, devletçi sanayileşme yoluyla daha yüksek bir üretim düzeyine çıkılması ve işsizliğin sıfır civarına indirilmesiydi. Çünkü bu, hem sermaye kârlılığından vazgeçildiği durumda sanayi üretiminin çok daha toplum yararına işlemeye başladığını gösteriyor, hem de işçi sınıfına normalde asla sahip olamayacağı bir pazarlık gücü kazandırıyordu.
Bugün talep edilmesi gereken, devletin bölüşümü biraz iyileştirmesi, örneğin servet vergisi yoluyla zenginden alıp fakire vermesi değil. Bunun sadaka ekonomisinden, zekât övgüsünden farkı pek az ve zaten düzen solu üç aşağı beş yukarı böyle politikalar savunuyor. Talep edilmesi gereken, insanlığın mevcut gelişkinlik düzeyine göre belirlenecek temel ihtiyaçların bedelsiz karşılanmasının bir yurttaşlık hakkı olarak tanınması ve bunların karşılanmasının devletin temel sorumluluğu haline getirilmesidir.
Komünistler düzenin deliklerini yamayacak bölüşüm politikası önerilerini eleştirecek, bunların sınıf karakterini deşifre edip işçileri uyaracak, gerçek anlamda devletçi bir refah ve kalkınma politikasına ise destek vereceklerdir.
- 1.https://washingtonpost.com/made-by-history/2023/06/14/universal-basic-i….
- 2.https://www.imf.org/external/datamapper/HH_LS@GDD/SWE.
- 3.https://muratulker.com/y/evden-calisma-salginla-geldi-4-gun-calisma-nas….
- 4.“Devrimci fırsatları değerlendirmek” değil, “kapitalist düzende boncuk aramak”, yani “oportünizm” anlamında kullanıyorum.
- /././
Örtbas edilen suikast: Kennedy Cinayeti
Gündeme getirmek istediğimiz siyasi cinayet ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy (JFK) cinayeti. Başkanlığının üçüncü yılındaki Kennedy, zengin ve köklü bir siyasetçi aileden gelen, başkan olabilecek kadar hırslı bir kapitalist. Kimi sermaye çevreleri tarafından hedef tahtası haline getirilse de yine suikaste uğrayan kardeşi Robert gibi işçi düşmanı, Küba karşıtı ve sosyalizmin kanına susamış bir devlet adamı. Suikaste dair yazılan çok sayıda eser olmasına rağmen bunlar arasında en dikkat çekici olanı Kübalı istihbarat şefi Fabian Escalante tarafından kaleme alınan “Kennedy Cinayeti” adlı eser olsa gerek. Diğer komplo teorisyenlerinin aksine meslekten istihbaratçı olan Escalante bizzat emperyalizme karşı mücadele ettiği dönemde işlenen cinayetin arka planını araştırıyor, en ufak bilgi kırıntılarını bile göz ardı etmeden inceliyor. Bu yazıda Kasım 2017’de Celil Denktaş tarafından dilimize çevrilen Escalante’nin kitabındaki bulgulara ve ortaya çıkardığı yapının sürekliliğine dikkat çekeceğiz.
Kennedy döneminde vaziyet
Escalante suikastin yapıldığı dönemde emperyalist ülkenin durumunun ve iç siyasi gerilimlerinin analizini yaparak başlıyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Soğuk Savaş dönemini içeren zaman aralığında ABD, çok çeşitli gündemlerle ilgilenmektedir. Avrupa kıtasında Sovyet etkisine karşı mücadele edilirken, NATO eliyle Avrupa’daki sol hareketler düzen içine kapsanıyor. Doğu Bloku ülkelerinde casusluk faaliyetlerine muazzam kaynaklar ayrılarak burada siyasi huzursuzluk peşinde koşuluyor. Bunun dışında Latin Amerika’da istenmeyen adımlar atan rejimlere yönelik darbeler düzenleniyor, Kore’de Vietnam’da sıcak savaşa girişiliyor. Savaş sırasında ve sonrasında muazzam kârlara imza atan dev silah şirketleri artık devlet kurumlarıyla bütünleşmiş şekilde dış politikaya yön veriyor. Bu iç siyasi ortam ABD topraklarında sosyalizmin savaş yıllarındaki olumlu etkisinin kalıcı olarak silinmesi için senatör McCarthy eliyle bir komünist cadı avı başlatıyor ve özellikle kültür-sanat alanında solcular Amerikan Komünist Partisi üyesi ve vatan haini olmakla itham edilerek toplumsal hayatın dışına atılıyor, hapsediliyor. Bu gelişmelere ek olarak Amerikan İç Savaşı’nın ardından çözülmeyip adeta buzdolabına kaldırılan siyahi Amerikalılar hakları sorunu kanayan bir yara olarak toplumsal hayatın orta yerinde duruyor. Bu denklem 1959 yılında Küba Devrimi’nin başarıya ulaşmasıyla bambaşka bir aşamaya geliyor.
Emperyalizmin arka bahçesindeki ayrık otu: Küba
Bütün dünyada sermayenin çıkarları adına savaşlar çıkartan, 2. Dünya Savaşı sırasında Japon asıllı yurttaşlarına köle muamelesi yapıp toplama kamplarında tutan, sivillerin tepesine atom bombası atmaktan geri durmayan emperyalist merkez, burnunun dibindeki bu işçi sınıfı iktidarını asla kabul etmiyor. Devrim’e kadar Amerikan burjuvazisinin kuralların olmadığı kumarhanesi, uyuşturucu cenneti ve genelevi olan Küba, bir anda ellerinden kayıp gidiyor. Küba’daki rejim değişikliği sadece siyasi olarak değil ekonomik olarak da ABD tarafından kabul edilemez oluyor. Her türlü kanunsuzluğu gerçekleştiren mafyanın ötesinde adada önemli sermaye birikimi olan ABD’li firmalar derhal yanlışın düzeltilmesini talep ediyor.
Küba’daki Devrimin zaferinin ardından devrik ABD yanlısı Batista rejiminin artıkları soluğu ABD’de alıyor. Başta Miami ve New Orleans olmak üzere Meksika Körfezindeki çeşitli kentlerde Küba karşıtı faaliyetlere başlıyorlar.
*
Okuyucuyu burada ayrıntıya boğmadan sadede geleyim. Fabian Escalante yaptığı ayrıntılı araştırmayla katilin iddia edildiği gibi Lee Harvey Oswald olmadığını belirliyor. Zaten cinayeti araştırmak zorunda kalan Warren Komisyonu (1963-1964) ve Church Komitesi (1975) üyeleri yapılan çalışmalar sırasında ortaya saçılan pisliğe kendileri de şaşırıyor. Talimatla oluşturulan düzene sadık komiteler Oswald’ın cinayeti tek başına işlediğine hüküm veriyorlar vermesine ancak inandırıcılıkları olmuyor. Bu komiteler ABD Hükümeti ve güvenlik kurumlarının yasadışı şekilde siyasi partilerin içine sızdığını ve yurttaşlar üzerinde izinsiz tıbbi deneyler yapıldığını (COINTELPRO ve MKULTRA), yine ABD Hükümetinin kendi çıkarlarına uygun hareket etmeyen yabancı ülke liderlerinde yönelik suikastler düzenlediğini öğrendikten sonra bu bilgileri gizleyemiyorlar.
Devrimin ardından ABD’de Küba karşıtı yıkıcı faaliyetlere başlayanların belki de ilk eylemi 1960 yılı Şubat ayında adaya ziyarete gelen Sovyet Dışişleri Bakanı Anastas Mikoyan’ı protesto etmek oldu. Bu ekip daha o aşamadan beri ABD ile eşgüdümlü şekilde faaliyet göstermekteydi.Küba karşıtı merkez
Konumuzu ilgilendiren ve emperyalist merkezlerin nasıl işlediğine dair veri biriktiren şey ise Mongoose Harekâtı. Buna göre doğrudan Beyaz Saray onayıyla girişilen oluşumun temel amacı Fidel Castro’nun öldürülmesi ve Küba’da rejim değişikliğinin sağlanması. Bunun için mafya artıkları, paralı askerler, Küba’daki eski rejimde egemen durumda olanlar bir araya getiriliyor. Doğrudan adanın iç siyasi atmosferinde huzursuzluk çıkarılmaya çalışılıyor. Küba havayollarına sabotajlar düzenleniyor, Küba kıyılarına saldırılar gerçekleştiriliyor. Meydana getirilen ordunun ekonomik olarak ayakta kalması için yasadışı yollardan para akışı sağlanıp devasa bir ekonomi kuruluyor. Kennedy’lerin başta onay verdiği ancak Domuzlar Körfezi fiyaskosunda başarısızlığa uğrayan işgal planlarının ardından Küba Füze Krizinin atlatılmasıyla beraber Küba karşıtı oluşumda Kennedy yönetimine karşı huzursuzluk had safhasına varıyor. Müstakbel ABD Başkanı Lyndon Johnson, silah tekelleri, Küba’da muazzam yatırımları heba olan devlet güdümlü mafya ve artık CIA - FBI ile hemhal hale gelmiş karşı-devrimci Kübalı paralı askerler olaya müdahale ediyor. Amaçları Kennedy’yi öldürerek daha saldırgan bir dış siyaset güdülmesini sağlamak ve bu süreçte Küba’yı hedef tahtasına koyarak Küba’nın işgalini sağlamak. Büyük bir komplo sonucu ABD Başkanını öldürmeyi başaran bu örgütlenme, Küba’yı suikastten doğrudan sorumlu tutma ve işgale girişme kısmını beceremiyor.
Küba’ya karşı saldırılar takip eden dönem şiddetini artırarak devam ediyor. Silah tekelleri ise hedefledikleri yüksek kâra Vietnam Savaşına tam boy dahil olunmasıyla beraber ulaşıyor. O dönemden bugüne kadar olan döneme bakıldığında emperyalist merkezin hala ayakta olduğunu görüyoruz. JFK Suikastinde ortaya çıkan devlet kurumlarının yasadışı unsurlarla ilişkisi, silah tekellerinin siyaseti belirleme düzeyi, kurumlararası ölümcül rekabet ise artarak devam ediyor. /././
'Eşitlik ilkesine aykırı'
Feribot seferlerinde 1200 TL'ye satılan çevrimiçi bilet alan yolculara öncelik tanındı. Bu durum, özellikle 12.00-13.00 saatleri arasında feribot kuyruğuna giren yolculu yaklaşık 150 taşıtın, gece yarısına kadar bekletilmesiyle sonuçlandı. Gişeden bilet almak isteyenler 8-9 saat boyunca kuyrukta mahsur kalınca, çevrimiçi bilet uygulaması yolcuların tepkisine neden oldu. Ayrımcılık yapıldığını ifade eden yolcular, "Fazla para verene iltimas geçiliyor, bu eşitlik ilkesine aykırı. Burada mahsur kaldık resmen" dedi.
Yurttaşlar tepkili: 'Firmadan muhatap bulamıyoruz'
Saatlerce kuyrukta bekleyen bir yurttaş, yaşananlar şöyle özetledi:
"Ben 6 saat boyunca sıra bekledim, sıraya girdiğimde 12 saattir bekleyen vatandaşlar vardı. Üstelik buna ek olarak iptal edilen seferlerin tüm sıkıntılarını yaşadık. Çevrimiçi biletler yüzünden çocuklarla birlikte sırada beklemek zorunda kaldık. Firmadan muhatap kimseyi bulamıyoruz. Telefonlarımıza çıkan yok. Tepkimizi dile getirince de jandarma ile muhatap olduk. Yaşadığımız soruna kimse çözüm sunmadı. Organizasyon eksikliği var, bu kadar insan mağdur edilmemeliydi. Fazla para ödeyene öncelik tanınması ve normal bilet alanların bekletilmesi kabul edilebilir bir şey değil."
Gestaş'tan piyasacı adım
Gestaş, yüzde 99 hissesi Çanakkale İl Özel İdaresi'ne ait bir kamu şirketi olmasına rağmen, piyasacı bir yaklaşımla hareket ettiği yönünde eleştiriler alıyor. Gestaş, bu yaşanan sorunlara dair mevcut uygulamayı "insanların kolay program yapabilmesi" olarak savunuyor. Ancak bu durum, normal bilet alan yurttaşların mağduriyetine sebep olurken fazla para ödeyenlere öncelik tanınan bir sonuca yol açıyor. Yolcular feribot seferlerinde "birinci sınıf", "ikinci sınıf" diye ayrıldıkları için yönetimi eleştiriyor.
Yaşanan bu mağduriyet, Gestaş'ın eşitlik ilkesinden uzak olduğunu da gözler önüne seriyor.
/././
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın olur kararıyla Hatay'ın Antakya ve Defne ilçesine bağlı mahalleler rezerv yapı alanı olarak ilan edilmiş, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı tarafından imzalanan belgede ise "6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun" kapsamında, Antakya ve Defne ilçesine bağlı 207,35 hektar büyüklüğe sahip alan "Rezerv Yapı Alanı" olarak belirlenmişti.
Binaların hasarsız dahi olsa yıkılarak alanda imar planı bütünlüğü oluşturulacağı belirtilirken, ödeme gücü olmayan yurttaşların tapularına el konulacağı ve mülksüzleştirilecekleri uygulamaya tepkiler her geçen gün artarak devam ediyor.
Hatay Defne Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) dün gerçekleştirdiği eylemle kamuoyuna depremzedelerin sesini duyurmaya çalıştı.
Konuya dair soL'a konuşan yurttaşlar ilgili kararın geri çekilerek yaşanan mağduriyetin bir an önce giderilmesi gerektiğini ifade ediyor.
'Her ay gelip konuya dair masallar anlatıp gidiyorlar, kimse çözüme dair bir şey söylemiyor'
Defne'nin Çekmece Mahallesi de rezerv alan ilan edilen bölgelerden biri. Çekmece halkı bir sürü belirsizlik içinde geleceğini ararken rezerv alanlara dair belirsizliklerin giderilmemesine tepkisini dile getiriyor.
Konuya dair soL'a konuşan TKP Defne ilçe yöneticisi İsmail Nergüz depremde zarar gören bölgelerde sağlam olsun olmasın tüm binaların rezerv alanı ilan edilmesine dair yaşanan mağduriyeti şu sözlerle anlattı:
"Her ay birileri gelip rezerv alan bilgilendirmesi diye halkı toplayıp, masal anlatıp gidiyor. Milletvekilleri, belediye başkanları sürekli gelip bir şeyler anlatıp gidiyor. Ancak çözüme dair kimse bir şey söylemiyor. Depremin üzerinden bir buçuk yıl geçti ama insanlar hâlâ diken üstünde. Evlerimiz ne olacak, yıkılan evlerin yerine yenisi verilecek mi, orta hasarlı evler yıkılacak mı yoksa güçlendirmeye izin mi verilecek, arsa sahibi olanlar yerinde dönüşüm yapabilecek mi, hükümet destek olacak mı diye onlarca sorunla baş başa kalmış durumdayız. Büyük bir karmaşa var ama çözüm için kimsede bir hareket yok. Çekmece mahallesinde yaşayan halk kendi içinde örgütlenip, bu meselenin çözülmesi için bugün yürüyüş yaptı. Bundan sonra eylemlikler artarak devam edecek."
'Rezerv yapı alanı uygulaması deprem bölgesinde yaşam hakkının ihlali niteliğindedir'
Rezerv alanı olan yerlere dair hukuki destek veren Hatay Barosu'ndan Avukat Ecevit Alkan yaşanan sorunların depremzedeler açısından bir yaşam hakkı ihlali olduğunu ifade ederken kararın bilimsel hiçbir dayanağı olmadığına dikkat çekiyor.
Avukat Ecevit Alkan şunları kaydetti:
"Kimi örneklerde depremzedeler birleşerek toplu dava açtı ve rezerv yapı alanı belirleme kararına karşı ortak bir itiraz sesi yükselttiler. Ben de onlara hukuki danışmanlık yapıyorum. Geldiğimiz bu aşama, kararların ve insanların kaderinin bir kişinin iki dudağı arasında olduğunu göstermiştir. Davalara konu ettiğimiz temel iddiamız deprem bölgesinde rezerv yapı alanı kararlarının bilimsel gerekçesi olmadığının net olarak anlaşıldığıdır. Dava sonucunda bu kararların iptal edilmesini bekliyorduk. Ama idare bu kararlardan kendiliğinden vazgeçerse vatandaşlar açısından çok daha iyi olur. Böylece belirsizlik ortadan kalkar ve vatandaşlar maddi açıdan külfetli hak arama mücadelesinden kurtulmuş olur. Rezerv yapı alanı uygulaması deprem bölgesinde yaşam hakkının ihlali niteliğindedir. Afet sonrası iyileşme sürecinde afetzedelerin lehine hukuki uygulamalar yapılmasını istiyoruz."
'Seçimlerden önce söz verenler şimdi ortalıkta yok'
Konuya dair bir basın açıklaması ve eylem düzenleyen Defne Halk Temsilcileri Meclisi, depremzede yurttaşlarla bir araya gelerek soruna dikkat çekti.
Defne THTM sözcüsü Hizam Hasırcı yaptığı konuşmada "Dişimizle, tırnağımızla, emeğimizle yaptığımız yaşam alanlarımızı korumak için buradayız. Bugün 17 ay geçmesine rağmen yaşananlar kaygılarımızı artırmıştır. Evlerimize, arazilerimize hükümet el koymak istiyor. Bugün yaklaşık bir yıldır rezerv alan söylentilerine ve 'halkı doğru düzgün aydınlatın' dememize rağmen bu konuda hiçbir adım atılmamıştır. Rezerv alanların kaç liradan alınacağı, yerine yapılan binaların kaç liradan satılacağı bilinmiyor. Buna dair hiçbir şey açıklamadılar. Evlerimize sahip çıkmak için buradayız. Kimse unutmasın ki Defne bizim için vatandır. Buranın ne demografik yapısının bozulmasına izin veririz ne de evlerimize el konuşmasına müsaade ederiz. Seçimlerden önce bu konularda sözler veren siyasilerin ve belediye başkanlarının sözünde durmasını ve bugün yanımızda olmasını isterdik. Ama buradan bir kez daha ilan ediyoruz ki bu mücadeleden vazgeçmeyeceğiz. Evlerimize, geleceğimize, Defne'ye sahip çıkacağız" ifadelerine yer verdi.
Rezerv alanlara dair sorunlarını dile getiren depremzedeler belirsizliklerin giderilmesini ve yaşanan mağduriyetin bir an önce durdurulmasını talep ediyor.
İzmir cinayeti iş bilmemezlikten mi? -Savaş Sarı-
Başımıza ne geliyorsa iş bilmemekten çok işini bilen sermayedarların, büyük sermaye kuruluşlarının altyapı hizmetlerini kârlı birer iş olarak görmesi ve hayata geçirmesinden kaynaklanıyor.
Geçtiğimiz Cuma akşamı İzmir’de herkesi üzen acı bir olay yaşandı. İki yurttaşımızı sokağın ortasında elektrik çarpması sonucu kaybettik.
Sonrasında bir tartışma başladı. Hala devam ediyor. Kentin elektrik dağıtımını sağlamakla yükümlü Gediz Elektrik denilen bir özel şirket ile su şebekesi ive kanalizasyon işlerinden sorumlu İzmir Büyük Şehir belediyesi bünyesindeki İZSU arasında ölümlere kimin sebep olduğuna dair bir tartışma. İktidar partisi AKP ile CHP’li İzmir yerel yönetimi de bu tartışmaya dahil olmuş durumdalar. Bu olayda tarafların hepsinin sorumlu olduğu ise açık. Çok öncesinden sokaktaki esnafın ve yurttaşların kaçak olduğuna dair şikayetlerine rağmen gerekli müdahalelerin yapılmadığı geliyorum denen bir cinayete dair yürüyor bu tartışma.
Sokakta yer altından geçirilen elektrik hattının olması gereken derinlikten değil yüzeye daha yakın bir mesafeden geçirilmiş olduğu tespit edildi. Yine aynı sokakta yağmur sularının tahliyesi için İZSU tarafından konulan mazgalların bu çekilen elektrik hattının üzerine yerleştirildiği, bu işlem sırasında elektrik hattının izolasyonunda hasar oluştuğu ve mazgalların yerleştiği bölgede elektrik hattı derinliğinin neredeyse yüzey seviyesine çıktığı tespit edildi. Aynı zamanda İZSU’nun mazgalların yerleştirilmesi işlemi sonrası elektrik hattında olası hasara dair Gediz Elektrik şirketine hasar konusunda haber verdiği bilgisi de ortaya çıktı. Elektrik hattında oluşan kaçağın nedeni, bundan haberi olan ve müdahale etmesi gerekenlerin kimler olduğu tartışması muhtemelen bir süre daha devam edecektir. Ama bu yaşanan olay ve sonrasında yürüyen tartışmada ortaya saçılanlar gerçekten şaşkınlık verici. En son Çarşamba günü bir haber sitesinde yer alan Kamu Müteahhitleri ve İş İnsanları Derneği’nden bir yöneticinin demeci de öyleydi. Yetkili yağmur suyu ızgaralarının olduğu her sokakta bu tehlikenin söz konusu olduğundan söz ediyor ve bunun neden böyle olduğunu anlatıyordu. Dikkat edilmesi gerekliliği, denetim ve benzeri gibi ifadeler de kullanmakla birlikte bahsi geçen patron derneği yöneticisinin söyledikleri, her an sokak ortasında ölebilirsiniz anlamına geliyordu.
Salı günü gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı kabine toplantısı sonrasında basına açıklamalarda bulunan Erdoğan da bu konuya değindi ve “İnsan hayatına mâl olan iş bilmezliklere bir dur verilmesi gerekiyor” dedi. CHP’li belediyeleri iş bilmezlikle eleştiren bu demeçte İstanbul, Antalya ve en son İzmir’de yaşanan ölümlü olayları özellikle işaret etti.
İzmir’de iki yurttaş ölmüştü ve sebep iş bilmezlikti.
Erdoğan’ın iş bilmezlik eleştirisi uzun süredir AKP’ye dönük dillendirilen liyakat eleştirisini hatırlattı bana. Öyle ya Türkiye’de halkın başına ne geliyorsa ya işi bilmeyen liyakatsiz yöneticiler nedeniyle ya da ihmal nedeniyle geliyordu. Tabi bir de kader vardı işin içinde. 2023 yılında çalışırken iş cinayeti soncu aramızdan ayrılan 1929 işçi için de, 6 Şubat depreminde kaybettiğimiz onbinlerce yurttaşımız için de aynı şeyleri söylediler hep: İş bilmezlik, ihmal, kader...
Peki işi bilmek, ne demekse bu, yetecek miydi tüm bu felaketlerin önlenmesi için?
Gerçekten o elektrik hattını olması gerekenden daha yüzeye yakın geçiren Gediz denilen şirket ve o işlemi yapanlar işi bilmedikleri için mi öyle yaptılar? Ya da örneğin Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde 2018 yılında meydana gelen ve 7’si çocuk 25 kişinin hayatını kaybettiği, 328 kişinin yaralandığı tren faciasının nedeni TCDD’de tren yolu altyapısının bakım onarım yenileme işini bilen kimsenin olmamasından mı kaynaklanmıştı?
Başımıza gelen tüm bu felaketlerde tek neden iş bilmezlik mi gerçekten?
Özelleştirmelerin başladığı dönemi, o dönem yürüyen tartışmaları hatırlayanlarınız vardır. O dönem devlet kurumlarından, devlet kurumlarının iş bilmez yandaş çalışanlarca işgal edilmiş olmasından ve bu kurumların köhneliği eleştirileri sürekli yapılırdı. Ah bir özelleştirilsin bu kurumlar ve hizmetler, işte o zaman ülke nasıl kalkınacak, kaliteli, düzgün hizmet nasıl olurmuş görecektik hep beraber.
Evet o dönem başladı, işi bilmenin, işi bilenlerin yapmasının hangi koşullarda mümkün olacağının anlatılması. Piyasa her şeyi halledecekti. Asıl işin ehli liyakatli şirketler ve kişiler işlerin başına geçecekti. Yeter ki alt yapı yatırımları, eğitim, sağlık ve başka temel bir dizi hizmeti yerine getirecek, devlet işletmelerini alacak holdingler için bu alanlar kârlı ve para kazandıran alanlar haline getirilsin.
Bir kentin alt yapısının planlanması, bunun imarı o alt yapı hizmetlerinin iç içeliğinin zorunlu kıldığı uyum ve koordinasyon bir yere kadar önemliydi. Öncelik kârlı alanlar halinde bu alt yapı hizmetlerinin parçalanmasıydı. Zaten piyasanın kuralları girince işin içine liyakatmış, işin ehli olmakmış hepsi çözülecek en kalitelisinden hizmeti alacaktık. Bir de üstüne bu hizmetler holdingler elinde bir maliyet-kâr cetveli üzerinden planlanır ve hayata geçirilir olunca ülke ciddi bir israftan da kurtulmuş olacaktı.
Uzatmayayım, altyapı hizmetlerinde özelleştirme süreci adım adım ilerledi. Elektrik, su, telefon gibi temel hizmetler zorunlu ama artık pahalı hizmetler haline geldi. Teknolojik gelişmelerin de sonucu olarak hizmetlerin sunum koşulları ve olanaklar iyileşti ama plansızlık ve bu hizmetlere erişimdeki zorluklar azalmadı arttı. Ve en önemlisi İzmir’de iki yurttaşımızın ölümüne yol açan son olayda da ortaya çıktığı gibi kentlerimizin altyapısı neredeyse tamamen plansız ve koordinasyonu da neredeyse imkansız hale geldi.
Tüm bunlar başımıza niye mi geliyor?
Yaşadığımız onca deneyim bize şunu gösteriyor; başımıza ne geliyorsa iş bilmemekten çok işini bilen sermayedarların, büyük sermaye kuruluşlarının altyapı hizmetlerini kârlı birer iş olarak görmesi ve hayata geçirmesinden kaynaklanıyor. Onlar için yurttaşların hayatı en fazla bir maliyet kalemi olarak taşıyorsa bir değer taşıyor.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder