22 Temmuz 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -22 Temmuz 2024-

Asteriks’in ‘kişisel gelişimci’ye naniği! -Asaf Güven Aksel-

Sezar daha “E, git şu delilerin köyünde dene yöntemini, ya şanın yürür ya aslanlarla oynarsın” mealinde konuşur konuşmaz, bu ruhanî liberale acırsınız…

Asteriks çizgiromanının yeni çıkan sayısındaki macerada, direnişçi köylülerimizi bu kez “kişisel gelişimci” alıklaştırmayla mücadele ederken görüyoruz.

‘Beyaz Süsen’de herkesin özel alanı olarak günümüz dinleri, inanç sistemleri ti’ye alınıyor.

Şöyle yapalım mı… Sokak hayvanlarının itlafının bile “ötenazi hakkı” diye tanımlanabildiği, nereye dokunsanız irin fışkıran bir çürümüşlükle mücadelenin göbeğinde, ne de olsa pazar yazısıdır deyip, biraz soluklanma kaçamağı için, MÖ 50 yılına atalım mı kendimizi? Hatta daha ötelere gidelim, kadim efsaneler zamanına… Maksat girizgâh olsun ya, gitmişken de yakamıza bir çiçek iliştirelim.

Bu çiçekten öyle bir renk cümbüşü yayılsın ki, gören yakamıza gökkuşağı doğdu zannetsin. 

Çok başarılı olmadı sözü çiçeğe bağlamak, kabul. Bari adını da verelim. İris diyelim, gökkuşağı tanrıçasına reveransla. Soyadı, Süsen olsun.

Tanrıça İris, gökkuşağından çıkıp çıkıp gelerek, yeryüzüne gökyüzünün haberlerini taşısın. “Zeus ve Hera, müjdeliyor ki…” filan diye gönüllere cennet bahçesinden ferahlıklar salsın. Sonra, yeryüzünü terk edecek kadınların ruhlarını tutsun ellerinden, geldiği yere götürsün.

Çiçek, adını aldığı tanrıçayı öyle sembolize etsin ki. İlk bakışta, göz alıcı gökkuşağı renkleriyle cıvıldasa, ilettiği mesajlar en çok pembe rengin tonlarını taşısa bile, bir görevinin de, ruhların yer altı dünyasına geçişine rehberlik etmek olması nedeniyle, hüznün grisi de düşse üzerine. Ayrılıkların, vedaların grisi de düşse. Bir “mezar çiçeği” olmanın, ölümle vedalaşılanın toprağında kendiliğinden bitmenin acı karası da düşse…   

Hoppalaa… Tatlı tatlı giderken, gökkuşağından siyaha, cennet mesajından yerin dibine, müjdelerden hüzünlere, kavuşmalardan vedalara, ne oldu da, langadank düştük böyle? Nasıl soluklanma kaçamağı bu, diyeceksiniz? Ben de anlamadım ki. Ne acayip çiçekmiş değil mi? Efsanesini de batırdı. 

Belki de çok ileri, yani geri gittik. Biz yine MÖ 50’de kalalım. Roma İmparatoru Jül Sezar’ın bütün Galya’yı fetheden muazzam ordusunun kuşatıp da bir türlü içine adım atamadığı  bir köyde konaklayalım. Evet evet, orada…

1961’den bu yana,  başlangıçta René Goscinny’nin senaryoları, Albert Uderzo’nun çizimleriyle dünyanın her köşesindeki her yaştan okurların büyük ilgisini çekmiş olan, 1977’de Goscinny’nin ölümüyle, Uderzo’nun tek başına sürdürdüğü, 2003’te yazarlığı Jean-Yves Ferri’nin, çizerliği Didier Conrad’ın üstlendiği çizgiroman Asteriks’in maceralarının 40’ıncısı yayınlandı.

Adını yukarıda kısaca anlattığımız çiçekten alan “Beyaz Süsen” (“L'Iris Blanc”) macerasında Conrad’ın çizgilerine bu kez Fabrice Caro’nun (“Fabcaro”) senaryosu eşlik ediyor.

Maceraya geçmeden, değinmemiz gereken bir şey var. 63 yılda 40 kitap, bir çizgiroman için, düşük bir sayı gibi gelebilir. Asteriks’in, yansıttığı felsefesi, dünya görüşü, politik mesajı kadar ayırt edici yönlerinden biri de budur ama. Sanki, okurların “gülüp eğlenmesi” kadar, hatta daha çok, günceli izleyip, sosyal olgular, akımlar, gelişmelerle ilgili “durup düşünülmesi” gerektiğine karar verince, çıkıp sözünü söylemeyi gözetir gibidir. Yerimiz bunları örneklemeye elvermez, kesip konuya geçelim.

İris, Türkçeleştirelim, Süsen çiçeğinin beyaz renkli olanının anlamı, “saflık” olarak tanımlanıyor. Beyaz ve saflık deyince, akla gelen olumlu birleştirmeler malum tabii. Ama macerayı okuyunca, bu “saflık” anlam değiştiriyor.

Konu şu: Koskoca Roma ordusu, işgalciye inatla direnen küçücük, yoksul bir Galya köyü yüzünden hayattan bezmiştir. Kepazelik düzeyindeki bozguna uğramaların sürekliliğiyle bölgede yaşanan moral çöküntü,  her yere yayılmış, istila savaşlarından yorgun düşmüş askerler ve komutanlar düzeyinde, askerden kaçmalar, görevden toplu istifalar başlamıştır.  Sezar, “akıldane”lerine bu durumdan yakınıp çare sorduğunda, “orduların hekimbaşı” Dilibalsıçanyus, ilhamını Yunan felsefeci Spekülos’tan alan “Beyaz Süsen” yöntemini uygulama izni ister. Orduyu yeniden savaşa yönlendirecektir.

Nedir o yöntem? “Kişisel gelişim” modasının doğuşudur! Pozitif düşünce, sağlıklı beslenme, empati, güzel enerji, olumlu ifade, olumsuzluğu, öfkeyi, hırçınlığı törpüleme, karşılıklı diyalog, kendiyle barışık olma… “Meseleyi mesele etmezsen, ortada mesele kalmaz!” 

Dilibalsıçanyus’un yöntemi şimdi tabii yabancı gelmez, MS 2024’teyiz!

Neyse, Sezar daha “E, git şu delilerin köyünde dene yöntemini, ya şanın yürür ya aslanlarla oynarsın” mealinde konuşur konuşmaz, bu ruhanî liberale acırsınız…

Bir yandan Romalılar “yapıcı bir işgale” ikna edilirken, bir yandan da, “bal dilli” söylemlerle sızılan Galya köyünde, “bireyliğin farkına varış ve kendi önemine vurgu”yla egolar okşanmaktadır.

“Dalgayla mücadele etmemeliyiz, dalganın akışına kendimizi bırakmalıyız!” Salak lejyonerler!

Şimdi, ister bir şeyhin göbeğe divitle müdahalesi, ister bir yoginin “hum”laması, ister Merkür’ün yalpaları, ister kucak terapisi, ister evrene enerji dalgaları, gizem tütsüleri, cinsel arınma ayinleri… Herkesin kendi özel alanı olarak günümüz dinleri, inanç sistemleri çeşit çeşit. Ama sadece para tuzağından, inanç ticaretinden ibaret değil bunlar. Nitekim, Asteriks’in köyünde para geçmez. Dilibalsıçanyus da, beş kuruş talep etmez. Asteriks maceraları, daha derine bakar. Ticari sömürünün ötesine. Sosyal ve kültürel inşa amacına.

Beyaz Süsen çiçeği, “saflık”tı. “Alıklık” anlamındaymış desek, çiçeğe ayıp. Nereden alıyordu adını? Olimpos tanrılarının mesajını yeryüzüne iletenden. Tanrıça, tanrıları övmüyor, ölümlülere müjdeler veriyordu, “önemli olan sizsiniz”… “Çok güzel bir enerjin var Oburiks. Arkaik hödüklüğünün arkasında başkaları için çarpan yumuşacık...” “Dediğimdediks, itkilerini yapıcı bir güce…” Tanrıçanın ölümcül yüzü, ölümlüleri yerin dibine taşıyan zarif refakatinde mi görülüyordu? Dilibal…’ın, Kakofoniks’in ezgilerini bile övmesiyle yarışır bir düzen…

Her macerada olduğu gibi, kötüler, işgalci işbirlikçileri tam kazanacaklarına ikna olurken, çarşı karışacaktır.  “Tam da Galyalılar gevşemeye bizim askerler yiğitlenmeye başlarken…” Dahası köyün şefinin karısını bile ikna etmişken…

— Bu çakma bilge yumuşak yumuşak bizi uyuşturuyor gibi gelmeye başladı bana. Romalıların muhtemel saldırılarına karşı da gardımızı düşürüyor. Bizimkiler eleştirel düşünce ve direniş konseptini komple kaybetti…

Bu arada köyde rabarba: “Her nabza ayrı şerbet… her şeyin bir şeyi… İfade özgürlüğü her şeyden ön… Azınlıklara alan açmak… Şerefli mağlu…”

Ve çok tanıdık bir yumruk sesiyle perde: Donk!

Finalde bütün cakası sönmüş foyası açıkta “kişisel geliştirici”nin köyü terk edişi… Sezar’ın küplere binişi…

Her maceranın son karesi olan köyün şölen masası…

Asteriks, sadece ticarete bakmaz… Altındaki tehlikeye karşı uyarır, gereğini gösterir. Hem de çoktanrılı bir köyde.

— Tanrıların sevgili kulu Galyalıların köyüne nasıl giderim?
— Tanrıların nesi, nesi? Bir daha söyle de gör gününü!

Bir çizgiroman bunu yapmayı görev bilirken, ülkemizin aydın birikiminin de, bu sözde mistik, irrasyonel yatıştırıcılara, bu öfke dindiricilere, kendi içine yani bomboşluğa astral yolculara, bu enerji israfçılarına, özetle sistemin uyuşturucu şırıngası düzenbazlara bir yanıtı olacaktır elbet: Donk!

Tatlı dilli felsefenin pembesini kazıyınca, ölümün siyahı görülecektir.

                                                                   /././

Neşe ile Hüzün -Ayşe Şule Süzük-

"Etkileşim bizler için yaşamsal. Kapitalist toplumda modernliğin ve teknolojik gelişmelerin girdabında kuru bir yaprak gibi savrulurken biz, ahir zaman efendileri ellerini ovuşturuyor."

Yazmak yalnız yapılan bir etkinlik… Yazarken yalnız oluruz, okurken de öyle. Şimdilerde ise film platformlarında film ya da dizi izlerken de yalnız olmayı tercih ediyoruz. Bu durum tuhaf değil, sonuncuyu dışarıda bırakırsak bu eylemlerin doğasında var ve insanın derin okuma yapması, yazması için kendi kendine kalması, yalnızlığına bürünmesi bir gereklilik. Ancak okuduklarımız, izlediklerimiz ve yazdıklarımızdan sonra izlenimlerimizi, hissettiklerimizi, çağrışımlarımızı kısaca değerlendirmelerimizi birileriyle paylaşmamak ise tüm bu etkinlikleri sakatlayan ve bizi körelten bir nitelik barındırıyor. 

Yapmadığımızda güzelim süreçler sekteye uğruyor, onlarla ilgili derin düşünmemizi kısıtlayan; yoğurmamızı, içkinleştirmemizi, bağlamlar oluşturmamızı, geçişlerin ve çağrışımların izinde “başkaları” ile farklı yollarda, patikalarda buluşmayı, gezinmeyi ve yeni yollar bulmayı, farklı lezzetler almayı engelliyor. Birlikte düşünme, birlikte söyleşme, birlikte eyleme pratikleri ortadan kalktıkça o sevmediğimiz sosyal medya cengâverliğine doğru ittiriliyoruz. 

Daha öfkeli, daha neşesiz, daha kavgacı, daha keskin ve daha sirke… Ama nihayetinde aslında daha hareketsiz, daha yalnız ve daha kendimizden uzaklaşmış ve yabancılaşmış. Hep söylediğim gibi eylemeyen, söylemeyen ama söylenen insanlar oluyoruz. 

Bir araya gelmenin canlandırıcılığı var. Öyle değerli ki… Bir araya gelmekten kastettiğim büyük teoriler, büyük hikâyeler, büyük “işler” için yan yana gelmekler değil. Şüphesiz kendine güvenen, niyeti ve becerisi olanı kimse tutmaz ama ben ön yargısız, angajmansız yalnızca paylaşmak, söyleşmek, bir arada olmaktan ve gerçek anlamda derin konuşmaktan söz ediyorum. Bir araya gelerek birlikte üstesinden geleceğimiz minik ve neşeli “işler” etrafında kendimizi çoğaltmaktan, paylaşmaktan yabaniliği, egoları, bencilliği bir yana bırakarak aslında kendimizi inşadan bahsediyorum. 

Size soru: Birileri ile gerçek anlamda konuşmayalı ne kadar zaman oldu? Örneğin okuduğunuz bir metinde sizi büyüleyen bir sözü, bir yargıyı, bir çağrışımı heyecanla birilerine aktarmanızın üzerinden ne kadar süre geçti? 

“… günümüzde de varlıklarını sürdüren ancak seküler toplumun başarılı bir yolla karşılamayı beceremediği iki temel gereksinim nedeniyle dinleri yarattığımızı anlıyoruz. Bu gereksinimlerin ilki çok derinlerde kök salmış bencil ve vahşi dürtülerimize rağmen hep birlikte, topluluklar hâlinde, uyum içinde yaşama gereksinimi. İkincisi mesleki başarısızlıklar, sorunlu ilişkiler, sevdiklerimizin ölümü, sağlığımızın bozulması ve kendi ölümümüz karşısında kırılganlıklardan kaynaklanan ürkütücü yoğunluktaki acıyla baş etme gereksinimi.”1

Tam da Botton’nun da dediği gibi topluluk ruhunu hissetmemiz gerekiyor. Sosyal varlıklarız. Etkileşim bizler için yaşamsal. Kapitalist toplumda modernliğin ve teknolojik gelişmelerin girdabında kuru bir yaprak gibi savrulurken biz, ahir zaman efendileri ellerini ovuşturuyor. Motto şu: Ayrılın, yan yana gelmeyin, birbirinizden uzaklaşın!

Tam tersini yapmayı öneriyorum. Kulüpler kuralım, okuma grupları planlayalım, dikiş atölyesi düşünelim, tiyatro yapalım, Tematik konuşma odalarında buluşalım, evrenin devasalığı karşısında birlikte şaşalım. Ama bunları yabancılaşmadan, derinleşerek, kendimi katarak yapalım…

Kendimi bir bakıma şanslı hissediyorum. En azından okuduklarımı, hissettiklerimi yazabiliyor ve bunları sizlere taşıyabiliyorum. Hayali bir okur ile konuşuyor, onun orada heyecanla yazdıklarımı okuduğunu, bazen dudak bükerek bazen eleştirerek, bazen kaşlarını çatarak bazen de mutlulukla beni kendi yaşamına buyur ettiğini hayal ediyorum. Ama yine de diyorum ki etkileşim çok önemli. Göz göze, yüz yüze, kimi zaman karşıtlaşarak kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman anlayarak, kimi zaman dayanışarak inşa ettiğimiz alan ya da mekânlarda yan yana gelişler çok değerli. 

Yeri gelmişken kısacık söz edeyim. Anna Seghers’in “Balıkçıların İsyanı”nı okudum. Seghers’in erken döneminde yazdığı bir roman bu. Anlatının sadeliği, yalınlığı şaşırttı beni. Bu iyi bir şey mi? Kimi metinler için evet ancak bir isyan romanında, duygudan, heyecandan, alt metinlerden uzak bir kurgu açıkçası yavan ve tatsız geldi bana.  Şöyle başlıyor roman: “St Barbaralı balıkçıların isyanı, ayaklananların denize açılmalarıyla sona erdi. Sefer biraz gecikmişti ama koşullar yine eskisi gibiydi. Aslında isyan Hull, Port-Sebastian’a gönderilmeden Andreas da kayalıklardan kaçarken düşüp parçalanmadan sonuçlanmıştı.”2

Yazar bilinçli bir şekilde olacakları en başından anlatıyor. Okuyucu ise bu ipucundan (spoiler) sonra öyle bir akış bekliyor ki sonun baş olmasında bir sakınca olmasın. Yalnız olamıyor. Aynı tekdüze anlatım, aynı kanıksanmış, rutin, coşkusuz akış Seghers neden böyle yazdı ki acaba sorusunu sorduruyor. 

“Ne zamandır bu kadar insanın önünde konuşmamıştı. Önce söyledikleri yetersiz geldi kendine, koca bir kayaya, küçücük bir çekiçle vurulan darbeler gibiydi kelimeleri, silikti ama güçlendiler, salonda çınlamaya başladılar. Balıkçıların yüzlerinde öfke belirtileri göze batıyordu. Hull’ün ağzının içine bakıyorlardı. Tıpkı duydukları gibiydi Hull, bütün istediklerini, içlerinden geçirdiklerini dile getiriyordu.”

Peki, isyan neye dairdi, balıkçılar ne istiyordu, Hull ne konuştu ve kimin adına, ne için? Tüm bunların yanıtları romanda yok. Yalnızca korkunç bir yoksulluk ve haksızlık olduğunu betimlemelerden görüyor ve hissediyorsunuz. Lukacs’la mektuplaşmalarında Lukacs’ın anlattığı Seghers’in gelecekten kuşkulu olması, Marksist bir çizgiye sadık kalmakla beraber “kalıplaşmış bir gerçekçilik” yerine onun da, Brecht gibi araştırmayı önermesi. Alın size çorabın ucu, isteyen takip etsin. 

Ancak balıkçıların isyanı konusu olunca edebiyatımızda ilk basımı 2021 olan Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı”nı anımsamamak olmaz. Nasıl dolu dolu, olgun yemişler gibi lezzetli, heyecanlı, derinlikli ve sarsıcı bir roman Büke’ninki. Pek bir gururlandım açıkçası iki romanı karşılaştırıp bizimkinin misliyle iyiliğini,  güzelliğini, derinliğini, usta işi olmasını görünce bir kez daha ne güzel yazmış Ahmet Büke dedim. Konuyla ilgili geçmiş iki yazımı şuraya koyuyorum.3 İşte bunları konuşmalıyız örneğin.

Bazen yazarken yoruluyorum ve çok uzun oldu diyorum oysa ilmeklenecek, örülecek ne çok başlık ve ne çok bağlam var daha. O zaman henüz okuduğum ve iştahla sizinle de paylaşmayı istediğim bir romanın sonu ile bitireyim yazıyı. Sevgili Özkan Öztaş ve Yusuf Şaylan’ın “Sahaflar Çarşısı”ndan okuyup hadi bakalım diyerek Alexandra Kollontai’ın “İşçi Arıların Aşkı”4nı okumamla gelen güzellik bu. 

Yaşamak ve çalışmak!
Yaşamak ve savaşmak.
Yaşamak ve hayatı sevmek.
Leylak dalındaki anlar gibi!
Bahçe ağaçlarındaki kuşlar gibi!
Çayırdaki cırcırböcekleri gibi!...

                                                                                  /././

Gambiyalı kadınların uzun soluklu mücadelesi: Sünnet yasağını kaldırma tasarısına ret -Can Kuyumcuoğlu-

Gambiyalı kadınlar, ülkede köktendincilerin kadın sünnetinin yasağının kaldırılması girişimlerine karşı uzun süredir mücadele ediyor. Yasak karşıtı tasarı bu hafta başında parlamentoda reddedildi.

Batı Afrika ülkesi Gambiya'da parlamento, bu hafta kadın sünneti yasağının kaldırılmasını öngören yasa tasarısını oy çokluğuyla reddetti.

Milletvekilleri, tasarıya ilişkin 24 Temmuz'da yapılması planlanan üçüncü ve son oturum öncesinde yasa tasarısının her bir maddesi için oy kullandı. Milletvekillerinin çoğunluğu tüm maddelere aleyhte oy kullandı. Bu durum, Ulusal Meclis Sözcüsü Fabakary Tombong Jatta'yı yasa tasarısının son oturuma geçmesini durdurmaya yöneltti. Jatta oylama sonrasında "Ulusal Meclis, yasa tasarısının üçüncü okumaya geçmesine izin verecek kadar boş bir çabaya giremez. Yasa tasarısı reddedildi ve yasama süreci sonlandı" dedi.

İkinci oturumda onaylanmıştı

Gambiya'da kadın sünnetine yönelik 2015'te getirilen yasak, uygulamayı üç yıla kadar hapisle cezalandırılabilir hale getirmişti.

Kadın sünneti uygulamasını suç olmaktan çıkarmayı amaçlayan "Kadın Yasasında Değişiklik Tasarısı", Mart ayında 53 milletvekilinden yalnızca beşinin aleyhte oy kullanmasıyla ikinci oturumda onay almıştı. Bu durum, insan hakları örgütleri arasında Gambiya'nın kadın sünnetini yasağını geri çeken ilk ülke olacağı endişesini doğurmuştu.

Mart ayındaki parlamento oturumu sırasında, Gambiyalı kadınlar parlamento binası önlerine gelerek protestolar düzenlemişti.

Gambiyalı kadınlar, tasarıya dair Mart ayında yapılan 2. oturum sırasında Parlamento önünde. (Reuters)

Sürgündeki eski dinci devlet başkanı Yahya Jammeh'in bir destekçisi olan milletvekili Almameh Gibba tarafından sunulan yasa tasarısının metni, kadın sünnetinin "köklü bir kültürel ve dini uygulama" olduğunu öne sürüyordu. Kadın sünneti karşıtı kampanya yürütücüleri ve uluslararası hak gruplarıysa bunun kadınlara ve kız çocuklarına karşı zararlı bir ihlal olduğunu ısrarla vurguluyordu.

Ölümcül sağlık sorunlarına yol açıyor

Dünya Sağlık Örgütü, kadın sünnetinin sağlık açısından hiçbir faydası olmadığını ve aşırı kanamaya, şoka, psikolojik sorunlara ve hatta ölüme yol açabileceğini vurguluyor. Kadın sünneti, enfeksiyonlar, kanama, kısırlık ve doğum sırasında komplikasyonlar gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabiliyor.

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu'nun (UNICEF) 2024 rakamlarına göre Gambiya'da, 15 ila 49 yaş arasındaki kadınların ve kız çocuklarının yüzde 73'ü bu prosedüre tabi tutuluyor. Gambiya, bu kapsamda, en yüksek kadın sünneti uygulaması oranlarına sahip 10 ülke arasında yer alıyor.

Bununla birlikte, ülkede sünnet edilen 14 yaş altı kız çocuklarının oranı 2010'da yüzde 42,4'ken, 2018'de bu oran yüzde 50,6 oldu.

İslamcı lider sürpriz şekilde yasaklamıştı

Gambiya'nın kadın sünnetini suç sayması Batı Afrika'da bir ilk olmasa da bir sürpriz olarak karşılanmıştı. O dönemin devlet başkanı Yahya Jammeh, ülkede yaygın olarak uygulanan bu geleneğin "zararlı, dini olmayan bir uygulama" olduğunu ilan etmişti.

1994'ten 2016'ya kadar devlet başkanlığı yapan Jammeh, kadın haklarıyla ilgili yasaların çıkarılmasını da yönetti. 2013 Aile İçi Şiddet Yasası, aile içi şiddetle her türlüsüyle mücadele ve özellikle kadınlar ve çocuklar için koruma sağlamak için bir çerçeve sağladı. Cinsel Suçlar Yasası 2013'le de tecavüzün tanımı genişletildi, bireylerin suçlanabileceği koşulların kapsamı artırıldı ve kovuşturmalarda ispat yükü azaltıldı.

Jammeh ayrıca 2016 yılında çocuk evliliklerini yasakladı. Bu, 15-19 yaş aralığındaki her beş gençten birinin evli olduğu bir ülkede kritik bir değişiklik oldu.

Öte yandan, Jammeh, iktidarı döneminde birtakım katı dini kurallar da getirmişti. Müslüman çoğunluklu ülkesini 2016 yılında İslam devleti olduğunu ilan eden Jammeh, kadın hükümet çalışanlarının peçe veya başörtüsü takmasını zorunlu kılmıştı.

Eski asker olan Yahya Jammeh, 1994'te bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Jammeh, iktidarı döneminde yargısız infazlar, işkence ve keyfi gözaltı da dahil olmak üzere insan hakları ihlallerinden suçlanıyordu.

Jammeh'in halefi olan Adama Barrow'sa, dini hoşgörüyü vurgulayarak dini sembolizmi kullanmaktan kaçındı. Jammeh rejimi altındaki devlet destekli homofobinin aksine, Barrow, LGBT düşmanlığını körüklemek isteyen bazı kesimleri de püskürtme yöntemlerine başvurmuştu.

Jammeh'in kadın hakları girişimleri: 'Uluslararası topluma gösteriş' mi?

Gambiya, uluslararası sivil toplum kuruluşlarından gelen bağışlara oldukça bağımlı bir ülke. Bu nedenle, özellikle Jammeh'in döneminde kadın haklarına dönük yeni düzenlemeler, iktidarın özgürlükçü tavır takınmasından ziyade "uluslararası arenaya bir gösteriş" olarak değerlendiriliyor. Diğer yandan, Afrika ülkelerindeki yönetimlerin, genel olarak iç siyaset dinamiğini sürdürmek için küresel cinsiyet normlarına uyum sağladıkları görülüyor.

Jammeh, lüks hayatını finanse etmek için ülkenin kasasından milyonlarca dolar çalmakla suçlanıyor. Görevden ayrıldıktan sonra birçok ülke tarafından mal varlığı donduruldu ve Ekvador Ginesi'ne sürüldü.

Yasağa rağmen kadın sünnetini destekleyen köktendinciler

Gambiya anayasal olarak laik olmasına rağmen, din toplumun hemen hemen her yönünü etkiliyor. Ülkedeki İslamcı köktendinciler, Ahmediye Müslüman topluluğuna ve Hristiyan topluluğuna karşı nefret söylemi de dahil olmak üzere dini azınlıklara yönelik saldırılarıyla tanınıyorlar.

                    Gambiya'nın Serekunda kentindeki Ahmediye Müslümanlarına ait Beytu Selam Camisi

Önde gelen köktendinci aktörler, sürgündeki eski devlet başkanı Jammeh'den ilham alıyor ve hala onu destekliyorlar. Kadın sünneti karşıtı yasaya karşı son zamanlardaki tepkinin ön saflarında yer alan bu kesim, yasağın 1997 anayasasında garanti altına alınan "dini ve kültürel özgürlüklerini" ihlal ettiğini öne sürüyorlar.

Yasağa rağmen bazı bölgelerde uygulanıyor

Gambiya'da geçtiğimiz Ağustos ayında, üç kadın sekiz kız çocuğuna kadın sünneti uyguladıkları için para cezasına çarptırılmıştı. Bu kadınlar, uygulama karşıtı yasa kapsamında hüküm giyen ilk kişiler olmuşlardı.

Gambiya'nın köktendinci liderlerinden İmam Abdoulie Fatty, üç hüküm giymiş kadınların para cezasını ödeyerek manşetlere çıkmıştı.

                                                               İmam Fatty

Sünnetçi Mba-Yasin Fatty de dahil olmak üzere kadınlar, yasağa rağmen ülkenin Orta Nehir Bölgesi'ndeki uygulamanın yaygın olduğu Niani Bakadagi köyünde sünnet olmuşlardı.

İmam Fatty'nin kadın sünnetine olan desteği  kadın hakları savunucuları ve kadın sünneti karşıtı kampanya yürütücüler arasında öfkeye neden olmuştu.

İmam Fatty, tüm bu tepkilere rağmen duruşundaki ısrarı sürdürerek, bunun "İslami geleneğin ayrılmaz bir parçası" olduğunu ileri sürüyordu.

Kadınların baskı gördüğü diğer Afrika ülkeleri

Geleneksel cinsiyet rollerini yeniden öne sürme çabası yalnızca Gambiya ile sınırlı değil. Kenya'da da kadınlara ve kız çocuklarına yönelik yasal korumaları ortadan kaldırma girişimleri görülmüştü. Sudan'daysa devlet onaylı şiddet ve toplumsal baskıyla kadınların kamusal katılımının kısıtlanması amaçlanıyor. Benzer şekilde, Tanzanya daha önce genç annelerin kamu okullarına gitmesini yasaklayan bir politika yürürlüğe koymuş, ancak bu politikadan daha sonra vazgeçilmişti.

                                                               /././

Elma, armut, ceviz -Engin Solakoğlu-

Kıbrıs sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin, iki ülke arasındaki sorunlar paketinin içinde mi, dışında mı? Biraz daha farklı ifade edersek iki sorun arasındaki ilintinin mahiyeti ne?

Yazılı olmayan kuraldır: Sonu 5’le ya da 0’la biten yıldönümleri genellikle diğerlerine göre gündemde daha çok öne çıkar. Hele 25, 50, 75, 100 filan söz konusu olduğunda kutlamanın veya anmanın çapı büyür. Türkiye’nin Kıbrıs çıkartmasının 50. yıldönümü de buna uygun olarak geçmiş yıllardaki törenlere kıyasla daha fazla yer buldu Türkiye medyasında. 

Yelpazenin en sağından en soluna herkes bir şekilde kalem oynattı, yorum yaptı. Nadir durumlar dışında Kıbrıs’ta olup bitenlere pek de aldırmayan görsel medyada Kıbrıs sorununa, atını itini nallayıp adaya taşınan Türkiye siyasi erkânı üzerinden şöyle bir dokunuldu ama sonra yeniden hamasete, fütuhat güzellemelerine, kahramanlık öykülerine geri dönüldü.

O arada sanırım ben de ilk kez ana akım sayılabilecek bir kanalın haberlerine bağlanıp Kıbrıs konusundaki görüşlerimi açıklama fırsatı buldum. İtiraf edeyim ki çok sevindim. Bu vesileyle iyi bildiğimi düşündüğüm, sürekli kafa yorduğum, daha fazla öğrenme iradesini hiç yitirmediğim bir konunun hâlâ yeterince üzerinde durmadığım bir yönü bulunduğunu da fark ettim. 

1994’ten beri mesleki olarak takip ettiğim, yine aynı tarihten beri kişisel olarak da hiç kopamadığım Kıbrıs sorununun elbette birçok farklı boyutu, uzantısı yönü var. Belki de bu nedenle görmeyenlerin odada bulunan file dokunarak hayvanı tanımlamaya çalışmaları gibi bir durum yaşanmasını olağan karşılamak gerek.

Dün o kanalda konuşurken gelen sorular, sonrasında da yakınlarımdan aldığım geri dönüşler sebebiyle genel bir kafa karışıklığı yaşandığı konusunda ikna olduğum bir sorunsal daha ortaya çıktı Kıbrıs’a dair: Kıbrıs sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin, iki ülke arasındaki sorunlar paketinin içinde mi, dışında mı? Biraz daha farklı ifade edersek iki sorun arasındaki ilintinin mahiyeti ne?

Bizim Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları içinde telakki ettiğimiz ana paketin içerisinde neler bulunduğunu bir anımsayalım. Aslında birçok komşu ülke arasında yaşanan sorunlarla benzeşen sınır meseleleri. İşin içine bir deniz, hele ki binlerce ada ve adacığın bezelye taneleri gibi dağılmış olduğu, yarı-kapalı Ege gibi atipik bir deniz girince sınır sorunları daha da karmaşık hale geliyor doğal olarak. 

Karasularının belirlenmesi bunların başında geliyor. Zira karasuları diğer deniz parçalarından farklı olarak ülke topraklarınızın tartışmasız bir parçası sayılıyor uluslararası hukuka ve teamüle göre. Vatan kavramını boya kutusuna daldırarak Çin tezlerinden apartılmış terimlerle lüzumsuz hamaset yapanların iddia ettiğinin aksine bir ülkenin topraklarına yani “Vatan”a dahil olan tek deniz parçası bu. Bu yüzden de sınırlarının belirlenmesinin önemi büyük.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların en önemlisi karasularının belirlenmesi. Halen uygulama 6 mil. Yunanistan BM Uluslararası Deniz Alanları sözleşmesine dayanarak 12 mil istiyor, Türkiye 12 millik sınır belirlenmesinin Ege’yi hem kendisine hem de uluslararası seyrüsefere kapalı bir Yunan denizi haline getireceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. 

Bununla bağlantılı olduğu kuşku götürmeyen bir diğeri de hava sahası sorunu. Yunanistan 10 mil diyor, Türkiye bunun fiilen uygulanamaz olduğunu söylüyor. Çok teknik konulara girmek istemiyorum ama bir de az telaffuz edilen F.I.R (Uçuş Bilgi Bölgesi) hattı meselesi var.

Denizden devam edersek, Türkiye’ye yakın adaların statüsü bir diğer konu başlığı. Lozan Antlaşması’yla getirilmiş olan silahsızlandırılmış statünün Montrö sonrasında değişip değişmediği konusunda iki ülke arasında yorum farkı mevcut. Aidiyeti belirlenmemiş ada ve adacıklar meselesini de bunun altına ekleyebiliriz.

Sonra yıllardır devam eden Kıta Sahanlığı’nın tespiti ile nispeten daha yeni sayılabilecek bir konsept olan Münhasır Ekonomik Bölge’nin (EEZ) belirlenmesi başlıkları geliyor. Son yıllarda daha fazla konuştuğumuz Ege ve Doğu Akdeniz’in “doğal kaynaklarının” sermaye tarafından yağmalanmasına dair kavga da işte bununla ilintili. Hâlâ denizdeyiz ama karaya da çıkacağız şimdi.

Azınlıklar sorunu. Ömrünü tamamlayıp tarihe karışmış bir imparatorluğun bıraktığı miras. Yunanistan’da Türk azınlığın, Türkiye’de ise Patrikhane’nin hakkı, hukuku, statüsü ve geleceği. Denklemin Türk tarafına Rum azınlık yerine “Patrikhane”yi koymamın bir sebebi var. Teorik olarak yanlış ama İstanbul’daki Rum azınlık artık soluk gölgeye dönüştüğü, daha doğrusu dönüştürüldüğü için fiilî olarak gerçekle uyumlu olduğu kanısındayım.

Hem karada hem denizde devam eden bir diğer mesele ise göç. Göçün engellenmesi, engellenmemesi ve bu arada kullanılan insanlık dışı yöntemler.

Daha fazla ayrıntıya girmek niyetinde olmadığım için bu ikili sorunlara daha uzun değindiğim iki yazının linklerini şuraya ve şuraya bırakıyorum.

Peki Kıbrıs sorununun yukarıda özetlemeye çalıştığım paketle ilişkisi ne boyutta? Belki de en doğrusu soruyu şu şekilde formüle etmek: Kıbrıs sorunu çözülürse Türk-Yunan sorunları da ortadan kalkar, uzlaşma yolu açılır mı?

Bu sorunun yanıtı çok kolay. Kesinlikle hayır. Bırakın sorunu çözmeyi Kıbrıs adasını toptan ortadan da kaldırsanız bunun ikili pakete etkisi marjinal düzeyde olacaktır. Öncelikle Türk-Yunan sorunları teknik olarak da politik olarak da Kıbrıs sorunundan bağımsızdır.

Bu kısım yeterince açık olduğuna göre bir de tersinden soralım. Türk-Yunan sorunları çözülürse Kıbrıs meselesi de otomatik olarak hallolur mu? Bu soruya getirilecek yanıtın öncekine kıyasla biraz daha nüanslı olması gerekiyor. Her şeyden önce Kıbrıs sorununun tarafları Türkiye ve Yunanistan’dan ibaret değil. Nedense akla pek gelmeyen, yazıp çizenlerce nadiren anımsanan bir Birleşik Krallık faktörü orada duruyor. Üstelik Birleşik Krallık da sadece Birleşik Krallık değil. İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü sömürgecilik ve  soykırım siyasetinin son aşaması olan Gazze saldırıları sırasında da açık şekilde gördüğümüz gibi Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’taki üsleri, ABD tarafından da Ortadoğu’ya yapılan her türlü emperyalist müdahale için etkin bir şekilde kullanılıyor. Bunlar sıradan askeri üsler değil, Kıbrıs literatüründe yaygın kullanılan isimle “egemen üs bölgeleri”. Örnek olsun, Birleşik Krallık AB üyesiyken bile bu bölgelerde AB mevzuatının bir bölümü uygulanmıyordu. Yani o kadar “egemen”! Demek ki, Kıbrıs’ta herhangi bir çözümün bu ülkenin ve ABD’nin desteği olmadan hayata geçmesi mümkün değil.

Kıbrıs sorununun yine çok sık unutulan iki tarafı daha var. Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halkları. Türkiye’de bu konuda ahkam kesenler belki de bilinçli olarak bu iki halka Türkiye ve Yunanistan’ın özgül iradeden yoksun basit uzantıları olarak bakıyorlar. Türk ve Yunan milliyetçiliğinin her iki tarafta güçlü ve tarihsel kökleri olduğu ne kadar doğru ise, iki halkın da “anavatanlar”a göre farklı kültürel, tarihsel ve siyasal kimliklere sahip oldukları da o kadar doğru. Bu yüzden, sorunu Türk-Yunan milliyetçiliklerinin çarpışmasına indirgeyici bir bakışın sorunun çözümüne bir katkı yapma ihtimali sıfırın altında. İki halkın istemediği bir formülü 7 düvel de dayatsa o gemi yürümez.

Toptancılık ticarette bir yöntem olabilir, genelleme bazı şeyleri kolay anlamamızı sağlayabilir ama bu yaklaşımların diplomaside, karmaşık uluslararası sorunlarda uygulanması genellikle felâketle sonuçlanır.

Muhtemelen Kıbrıs Harekatı’nın 60. veya 75. yıldönümüne kadar pek sık tartışmayacağız ama aklımızın bir köşesinde bulunsun: Kıbrıs sorunu Türk-Yunan uyuşmazlıkları paketinin organik, doğal bir parçası değildir. Türk-Yunan sorunlarının çözümünün Kıbrıs’ta göreli bir rahatlama yaratacağı kesin de olsa, bunun başlı başına bir çözüm dinamiği oluşturacağı düşüncesi de bu yüzden temelsizdir.

Ceviz de ağaçta yetişir ama elma veya armut gibi ısırarak yemeğe kalkışırsanız dişinizi kırarsınız.

                                                              /././

İşçi eğitimi: Yalnız yeryüzünü değil gökyüzünü de istiyoruz! -Gamze Yücesan Özdemir-

Sıradan yaşayışların deneyime, parçalı itirazların kolektif harekete dönüşmesinde etkindir eğitim. Kalkıp da yürüme zamanı geldiğinde eğitimlerin taşıdığı deneyim kocaman marşlara dönüşecektir.

İşçilerle eğitim için buluştuğunuzda daha yakından tanırsınız onları. Yorgunu da vardır, içi içine sığmayanı da. Meraklısı, hiç umursamayanı, sınıf öfkesini kuşanmış olanı, bıkkın hissedeni… Türkiye’nin farklı coğrafyalarından gelen işçilerle birlikte, onların serüvenlerini, içinde yaşadıkları dünyayı ve ülkeyi nasıl gördüklerini, gündelik hayatlarının nasıl olduğunu, yaptıklarını kendilerine ve çevrelerine nasıl anlattıklarını ve siyasetle nasıl ilişkilendiklerini deneyimlersiniz. Onlara söyleyeceğiniz bir şeyler vardır. Siz söylerken dinlerler, tepki verirler, cevap verirsiniz, anlatmak istediklerinizle duyduklarınız birleşir, her eğitim başka kelimelere dokunur, biçimlenir. İşçi eğitimi de tam böyle olmalıdır zaten.

Eğitim deyince, işçi sınıfı pedagojisini düşünmekle başlamalı. Bu pedagojiyle sınıfın kendisini kuşatan ekonomik, politik ve ideolojik yapıları anlaması ve değiştirmesi için eleştirel düşünmesi amaçlanır. Eğitimin niteliğinin düştüğü ve kamusal karakterinin aşındığı bir dönemde sınıfın içinde bulunduğu koşulları anlamlandırabilmesi hem çok daha zor hem çok daha hayatidir. Eleştirel düşünme işçilerin anlam dünyaları ve referans çerçevelerinin çözülüp yeniden oluşturulmasıdır. Diğer bir deyişle, eğitime katılanların sahip oldukları varsayımlara eleştirel yaklaşarak hayata bakışlarının değişmesi ve hayatlarını yeni geliştirdikleri bakış açılarına göre devam ettirmeleridir. İşçi sınıfı pedagojisi, işçilerin kendi referans çerçeveleri üzerinden bilgi üretme, dünyayı okuyabilme ve yazabilme (dönüştürme) becerisini hedefler. Sessizliği kırma ve politik irade kazanma yolunda ilerlemesini amaçlar. 

İşçi eğitiminde “nasıl anlatmalı”?.. Sendika dergilerinde, akademik çalışmalarda eğitimlerde yer alan konulara, derslere dair bilgiler bulmak mümkün. Fakat “nasıl anlatmalı”ya dair çalışma yok denecek kadar az. Sınıfla birlik sağlayabilen, onunla iletişim kuran bir anlatımdır üzerinde düşünülmesi gereken. İşçi sınıfından olan ve sınıfını akademiye taşıyan Raymond Williams şöyle diyor: “İşin aslı hiç kimse bir şeyler anlatılmasına itiraz etmiyor. Mesele anlatılma biçimi ve insanın kendisine bir şeylerin nasıl anlatılmasını istediği: Hayatın bir parçası olarak anlatma, deneyimin bir parçası olarak öğrenme.”

Eğitimlerde işçilerin öğrenme ihtiyacına uygun, onların deneyimleriyle doğrudan ilgili basit ve yaratıcı anlatımlar iz bırakıyor. Günlük bir dille konuşma ve hayatın içinden örnekler verme, eğitimi çarpıcı kılıyor. İşçiler, soyut ve genel düşünceler karşısında daha kişisel ve somut düşüncelere açıklar. İşçi sınıfında şöyle bir eğilimi saptamak mümkün: Kendi yaşamlarının mantığına tercüme edilebilecek ya da bu yaşamlara eklemlenebilecek olanları almak, geri kalanı ise pek bir yere oturtamamak. Sınıf mücadelesinin karmaşıklığını, derinliğini, çelişkilerini hiç kaçırmadan bunu günlük dille anlatabilmek işin en zoru belki de. Sınıf karşıtını çok fazla somutlaştırırsanız gerçek düşmanın bir sistem olduğu gerçeğini ortaya koyamazsınız. Sınıf karşıtını çok fazla soyutlaştırırsanız hak meselelerinde işçilerin karşısına bir muhatap çıkartamazsınız. Zor iştir işçi eğitimi.

“Nasıl anlatmalı”da öne çıkan eğitimci kuşkusuz. Eğitimci kişiliği nasıl oluşuyor? El yordamıyla mı yapılanıyor? Kişiliği böyle olduğu için mi işçi eğitimcisi oluyor? İşçi eğitimcisi olmak mı insanı şekillendiriyor? Eğitimler hem eğitimciyi hem işçiyi dönüştürme potansiyeline sahiptir. Eğitimci, kendisinde bu “değişim/dönüşüm”ü yaşayabilir, yeter ki işçilerin deneyimleriyle bu değişimi mümkün kılacak bir ortaklıkta buluşsun.

Eğitim konuları, kapitalizmin ve toplumsal mücadelenin seyrine göre farklılaşıyor. 60’lı-70’li yıllarda eğitimlerde sınıf, sınıf bilinci, emperyalizm gibi kavramlar öne çıkarken ve işçilere temel bir bakış açısı sunulurken son yıllarda konularda mevzuat daha ağırlıklı yer tutuyor. Sınıf olarak hareket etme becerisi yitirildiğinde bireysel hakların öğrenilmesi öne çıkıyor. Bugün eğitim konularının, işçi sınıfının bilimi rehberliğinde hazırlanması yarına dair önemli bir sorumluluk olarak duruyor. 

Peki eğitim materyalleri? Önce anlatmak zorunda olduğunuz bir şey olacak. Bunu sevdiğiniz insanların gözlerinin içine bakarak iletmek isteyeceksiniz. Eğitim araç ve materyalleri ancak bu adımdan sonra geliyor. Kitapların, broşürlerin, dergilerin yanı sıra dijital görsel ve işitsel ürünler sahip oldukları içerik, katılım, zaman ve erişimle son dönemin önemli bir imkanı. 

Eğitimin dönüştürücülüğünde, eğitim ve eylemin çift yönlü doğası ufuk açıcıdır. İşçiler grevlerde, direnişlerde eylemliliği doğrudan deneyimlerken bu anlardaki eğitimlerde çok daha yaratıcı, çok daha katılımcı oluyorlar. İşçilerin pratiği eğitimcilerin eğitimine dönüşüyor. “İşçilerin pratiğinin işçi eğitimi karşısındaki mantıksal önceliği” de budur aslında.

Sınıfın tüm üyelerine ulaşmak da eğitimin temel hedeflerinden olmalı. Sadece işçiler değil, onların aileleri ve çocukları da sürece katılırsa, mücadele çok daha geniş halkalara yayılabilir. Ailelere ve çocuklara yönelik eğitimlerle sınıfı daha kapsamlı sarmak mümkün. Halk arasında sıklıkla kullanılan bir söz vardır: “İşveren grevi evden kırar.” Grevler sırasında bazı işverenler evlere mektup yollar. Aile de ev de mahalle de güçlü olmalı öyleyse.

Ve en önemli devrimci adımsa eğitimde akıl ve yüreğin bir aradalığıdır. İşçiler politik bir tavrı ancak gerçek yaşama değen, dokunan bir süreçte kurarlar. Eğitimdeki temel hat siyasal mücadele duyarlılığını yükseltmek, derinleştirmek ve yaşamın bütün alanlarının mücadeleyle dolu olduğunu açıklamak ve hissettirmek olmalıdır. Ancak öfkelerinin, neşelerinin, inatlarının parçası olabildiğiniz insanların arasında söz söylediğinizde duyulur sözünüz. 

İşçi eğitimi, onu anmadan olmaz. Asla olmaz. İşçi sınıfının Süleyman Hocası’nı. Onun paltosundan çıkmıştır birçok işçi eğitimcisi. Süleyman Üstün eğitmenliğe Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu olarak 1947’de başlar. Köy Enstitüsü’nden mezun olup eğitimciliğini ülkenin pek çok ilindeki fabrikalarda işçiler arasında sürdürmeyi görev edinen ilk ve belki de tek öğretmendir. İşçi eğitimciliğinin ilk döneminde 1980 yılına kadar DİSK/Maden-İş sendikasında çalışır. Her sendika eğitiminde, grev eğitiminde, miting kürsüsünde o vardır, gözler de onu arar zaten. Süleyman Hoca 12 Eylül’ün ardından yurtdışında siyasi göçmendir. 11 yıl Berlin’de yaşar. 1991’de ülkeye döndüğünde ise Birleşik Metal-İş, Harb-İş ve Petrol-İş sendikalarında eğitimcilik yapar. Ne umudunu ne de de işçi sınıfını unutmuştur. 2007 yılında 77 yaşında hayatını kaybedene kadar işçi eğitimcisi olarak kalır. 

Süleyman Hoca’nın anlattığı öyküler, verdiği örnekler hayatın içindendir. Bu memleketin şiirine, edebiyatına ve halk kültürüne hakimdir. En karmaşık konuları, herkesin anlayabileceği ve akılda yer edecek şekilde anlatır. Onun yanında eğitim verme şansına sahip olduğum günlerde sımsıcak bakışıyla bana şöyle demişti: “Bak, ‘ben 20 yılda bunları öğrendim, size de 15 dakikada anlatacağım’ yapma sakın. Az ve öz söyle ama söylediğin kalsın akıllarında. Yalnızca akıllarında değil yüreklerinde de kalsın!”

Sıradan yaşayışların deneyime, parçalı itirazların kolektif harekete dönüşmesinde etkindir eğitim. Kalkıp da yürüme zamanı geldiğinde eğitimlerin taşıdığı deneyim kocaman marşlara dönüşecektir. Birleşeceğiz, emekçi cumhuriyeti için… Ve işçi eğitimlerinde şu sözü yükselteceğiz: Bugünü değil yarını da, yeryüzünü değil gökyüzünü de istiyoruz!

                                                                     /././

150 kişinin öldüğü Palmiye Sitesi’nin müteahhidinin arsa oyunu: İkinci kez el değiştirdi -Utku Beycan-

Palmiye Sitesi'nin müteahhidi Ali Babaoğlu’nun yakalama kararına rağmen malvarlığını sattığı ortaya çıkmıştı. Sitenin bulunduğu arsa ikinci kez el değiştirmiş.

Kahramanmaraş'taki Palmiye Sitesi'nin 3 bloğu 6 Şubat depremleri sırasında yıkılmıştı. Enkazın altında kalan yaklaşık 150 kişi yaşamını yitirmişti. Müteahhit Ali Babaoğlu'nun, 5 Nisan 2024 tarihinde arandığı sırada arsasını oğlunun sevgilisine sattığı ortaya çıkmıştı. Aynı arsanın, Babaoğlu'nun oğlunun ortağına devredildiği iddia edildi.

6 Şubat depremleri sırasında Kahramanmaraş'ın Onikişubat ilçesindeki Palmiye Sitesi'nde bulunan altı bloktan üçü yıkılmıştı. Enkazın altında kalan yaklaşık 150 kişi hayatını kaybetmişti. Siteyi inşa eden müteahhit Ali Babaoğlu için depremden 6 gün sonra yakalama ve yurtdışına çıkış yasağı kararı alınmıştı. 

Aranırken arsa satmıştı 

Vatandaşlar, Babaoğlu'nun mallarına ve banka hesaplarına tedbir konması için Kahramanmaraş Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe vermiş, fakat sonuç alınamamıştı. Babaoğlu, yıkılan Palmiye Sitesi'nin bulunduğu araziyi 5 Nisan Cuma günü, arandığı sırada oğlunun sevgilisine sattı. Babaoğlu’nun taşınmazlarını tapuda vekaletname aracılığıyla devretmeye çalıştığı, vatandaşlar tarafından savcılığa verilen dilekçede de yer alıyordu.

Paylaşılan tapularda, arazinin 5 Nisan 2024 günü satıldığı görüldü.

Müteahhidin oğlunun ortağına satıldı

Yeni iddiaya göre Babaoğlu'nun oğlunun sevgilisi, yıkılan sitenin olduğu araziyi Babaoğlu'nun oğlunun ortağına devretti. Tapu kayıtlarında devir işleminin 9 Mayıs 2024'te yapıldığı görüldü.

10 Kasım 2023 tarihinde Ticaret Sicili Gazetesi'nde yer alan bilgilere göre, araziyi alan kişinin, Babaoğlu'nun oğlundan pay alarak İstanbul merkezli bir şirkete ortak olduğu anlaşıldı. İstanbul Ticaret Odası'ndaki verilere göre iki ortağın, şirkette 125 biner liralık sermayesi bulunuyor.

150 kişinin hayatını kaybetmesine ilişkin 3 sanık hakkında 22 yıl altışar aya kadar hapis istemiyle açılan Palmiye Sitesi davasının duruşması Eylül ayında görülecek.

Palmiye Sitesi'nde zemin etüdünün göz kararıyla yapıldığı ortaya çıkmıştı. Bilirkişi raporunda zemin etüdüne göre yapının 9 katlı olması gerektiği ancak yıkılan binanın 12 katlı olduğu da belirtilmişti.

                                                                               /././

Diyarbakır’da sağlıkçılardan yemekhane boykotu: Zehirlenmeye neden olan şirket tanıdık -YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-

Dicle Üniversitesi Hastanesi’nde 100’e yakın kişi hastane yemeğinden zehirlendi, sağlıkçılar yemekhane boykotuna başladı. DTO Başkanı ve SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı soL'a konuştu.

Diyarbakır’da bulunan Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde personel, hasta yakını ve refakatçilerden oluşan 100’e yakın kişi 17 Temmuz günü yedikleri öğle yemeğinden sonra ani mide bulantısı, kusma, ateş, ishal ve baş dönmesi gibi şikâyetlerle hastanenin çeşitli birimlerine başvurdu. 

Zehirlenen yurttaşların ilk tetkik ve muayenelerde hastanede yedikleri yemek nedeniyle rahatsızlandıkları belirlendi. Tedavi altına alınan hastaların durumlarının stabil olduğu, tedbir amaçlı müşahede ve gözetim altında tutuldukları bildirildi. 

Zehirlenme olayları Diyarbakır’daki devlet hastanelerinde sıkça yaşanıyor. Sağlık Bakanlığı ve hastane yönetimlerinin duruma sessiz kalması, zehirlenmelerin sürmesine neden olan faktörlerin başında geliyor. Çeşitli şirketlerin ihale usulüyle üstlendiği yemek sağlama işi, şimdiye kadar yüzlerce yurttaşı mağdur etti. 

Zehirlenmeye neden olan şirket tanıdık: Manisa’da yüzlerce asker zehirlenmişti

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Diyarbakır Şubesi’nin soL’a aktardığı bilgilere göre hastanenin yemek ihalesini alan firma, 2017 yılında Manisa’da bir ayda yüzlerce askerin zehirlenmesi ve bir askerin yaşamını yitirmesine neden olan Rota Yemekçilik

Çiğdem Toker, Manisa’daki zehirlenme vakalarının ardından Cumhuriyet gazetesinde Rota Yemekçilik’le ilgili önemli bilgiler aktarmıştı. 2013 yılında Diyarbakır’da Veysi Avşar tarafından 100 bin TL sermaye ile kurulan şirketin, sahipleri aynı kişilerden oluşan Tatal, Avşaroğulları, Çamlıca, Ova, Mendika isimli şirketlerin devamı olduğunu aktarmıştı. Toker, 2015 yılında HDP Milletvekili Levent Tüzel’in Dicle Üniversitesi’nde şirketin faaliyetleriyle bir soru önergesi verdiğini ancak önergenin cevaplanmadığını ve önergeyle ilgili haberlerin linklerinin ortadan kalktığını söylemişti.

Toker’in yazısında şirketin büyümesiyle ilgili olan kısım şöyle: 

“Rota Yemekçilik’e kuruluşundan sonra Osman Avşar da ortak olmuş. Bir yıl içinde sermayesini 2 milyon TL’ye çıkarmış. 2014’te şirket merkezini Ankara’ya taşımış. Şirket sermayesi iki ay önce 7 milyon TL’ye yükselmiş. Şirket yönetimi, Veysi Avşar, Osman Avşar, Ahmet Türkmen isimleri arasında gidip geliyor. Şu anda Veyşi Avşar ile Osman Avşar eşit ortak. Şirket web sitelerinde Türkiye’nin büyük metropollerinde devlet daireleri, askeri birimler, hastaneler, okullar, üniversiteler, fabrikalar, şantiyeler, havayolu ikram hizmetleri verdiklerini gururla anlatıyorlar. (İki yıl önce de Maliye Bakanlığı’ndan 11 milyon TL’lik iş almışlar.) Rota Yemekçilik’in AKP iktidarı ve bakanlıklar açısından önemli ve etkili bir ikili olduğu anlaşılıyor.”

DTO ve SES’ten ortak yemekhane boykotu

Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yaşanan skandalın ardından SES ve Diyarbakır Tabip Odası (DTO) yemekhane boykotu ve basın açıklaması yaptı. “Sağlıklı, hijyenik ve doyurucu yemek haktır!” başlığıyla düzenlenen basın açıklamasından önce simit-ayran dağıtıldı.

AKP’li yıllardaki özelleştirmelerin yarattığı tahribata değinilen basın açıklamasında 2022 yılında yemekhanede çıkan kötü yemekleri protesto eden SES’lilerin taşeron şirketten birinin silahlı saldırısına uğraması hatırlatıldı.

“Bizler yemek yerken hasta düşmek değil sağlıklı, hijyenik ve doyurucu yemek istiyoruz. Hasta düşüren sistemi kabul etmiyoruz” denilen açıklamada sorumlulara gereken cezaların verilmesi gerektiği kaydedildi. 

Taleplerinin karşılanmaması durumunda il ve Türkiye genelinde yemek boykotu ve iş bırakma dahil olmak üzere eylemlerden geri durulmayacağı belirtilen açıklama, kaliteli yemeğe ulaşım için mücadelenin devam edeceği sözleriyle noktalandı.

Üç günlük yemek numunelerinin tutulması gerekiyor: ‘Kuralın uygulanıp uygulanmadığını bilmiyoruz’

Yaşanan zehirlenme vakalarını Diyarbakır Tabip Odası Başkanı Veysi Ülgen ve SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı Mehmet Nur Ulus ile konuştuk. 

Diyarbakır Tabip Odası Başkanı Ülgen, üç günlük yemeklerin numunelerinin tutulması gerektiğini ancak bunun yapılıp yapılmadığına ilişkin sorularına cevap alamadıklarını söyledi: 

“Zehirlenme olayından sonra yetkililerle görüştük. Bu tarz olaylara karşı tutulması gereken üç günlük yemek numunelerinin tutulup tutulmadığını sorduk. Şimdilik bir geri dönüş sağlanmadığı, yuvarlak cevaplar verildiği için bu kuralın uygulanıp uygulanmadığını bilmiyoruz. 100’e yakın zehirlenme vakası var. Basit şikâyeti olanlar yatış yapmadığı için sayı 50 civarı olarak geçiyor. Biz böyle olaylarda herkesin müşahede altında tutulması gerektiğini, numunelerin sonuçları çıkana kadar da müşahedenin devam etmesi gerektiğini düşünüyoruz.” 

Zehirlenme vakasının aynı zamanda bir iş sağlığı ve güvenliği sorunu olduğunu söyleyen Ülgen, 2022 yılında yemekhaneden çıkan kötü yemekleri protesto eden SES’lilerin taşeron şirketten birinin silahlı saldırısına uğradığı olayı hatırlattı: 

“Burada bir iş sağlığı ve güvenliği sorunu da var. Toplu bir zehirlenmeden söz ediyoruz. Bir-iki kişiye mahsus bir durum yok. Bir şeyleri düzeltmek için insanların hastaneye mi yatması lazım? Bu sorunun çözülmesi gerekiyor. 

Diyarbakır’daki bir kamu hastanesinde ilk kez yaşanmıyor toplu zehirlenme vakası. Hatta geçtiğimiz senelerde SES’in Kadın ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi’nde yaptığı yemekhane eylemine taşeron şirketten bir kişi silahla saldırmıştı.” 

‘Hastane yemeklerinin şirketler aracılığıyla verilmesine karşıyız’

Ülgen, sözlerini sağlıktaki özelleştirme politikalarına değinerek noktaladı: 

“Yıllardır TTB olarak taşeronlaşmanın, bunu yanı sıra sağlıkta özelleştirmenin karşısında durduk. Doğal olarak hastane yemeklerinin şirketler aracılığıyla verilmesine de karşıyız. Yıllardır bunu söylüyoruz. Bu ihaleyi alanlar daha çok para kazanma güdüsüyle hareket ettikleri için gıda güvenliği riske giriyor, böyle olaylar yaşanıyor.”

‘Bu yaşananların nedeni özelleştirme mantığı’

SES Diyarbakır Şube Eş Başkanı Ulus, hastaneye yemek sağlayan firmanın Manisa’daki askerlerin zehirlenmesine neden olan Rota Yemekçilik olduğunu söyledi. Ulus, yaşananların nedeninin özelleştirme mantığı olduğunu kaydetti: 

“Hastane personeli dışında hasta yakınları da bu yemekten faydalandı. İsimleri değişiyor ama 2017’de Manisa’daki asker zehirlenmelerine neden olan firma üstleniyor Dicle Üniversitesi Hastanesi’ndeki yemek dağıtım işini. 

17 Temmuz günü yemek yiyen arkadaşlarımız mide bulantısı, kusma gibi şikayetlerle hastaneye gittiler. Arkadaşlarımız başta hastane yemeğinden zehirlendiklerini düşünmemiş ama hastanede diğer arkadaşları görünce hastane yemeği olduğunu anlamışlar. Sonrasında yapılan incelemelerde zehirlenmenin hastane yemeği nedeniyle olduğu açığa çıktı. Bu yaşananların nedeni özelleştirme mantığı. Ekonomik kriz nedeniyle yemek firmaları aldığı ücretin üstünde maliyet çıkınca kalitesiz, sağlıksız yemekler çıkıyor. Bu da başlı başına sağlık sisteminin problemlerinden bir tanesi.” 

‘Yemek şirketleri mafyalaşmış durumda’

Yemek şirketlerinin mafyalaştığını söyleyen Ulus da 2022’de yaşanan silahlı saldırıyı hatırlattı. Ulus, saldırıdan sonra bakanlık ve valiliğin geçmiş olsun demek için bile kendilerini aramadığını, dönemin başhekiminin SES’i suçladığını söyledi:

“Maalesef şöyle bir problem de var, yemek şirketleri mafyalaşmış durumda. Biz ‘Bu yemeği niye dağıttınız?’ diye hakkımızı aradığımızda karşımıza dikiliyorlar. Hatta 2022’de yemekhane eylemi sırasında bize silah sıkıldı. O dönemin Sağlık Bakanlığı, Valiliği bir geçmiş olsun demek için bile bizi aramadı. Hatta dönemin başhekimi ‘SES’liler firmayı kışkırtıyor, hastanedeki yemekler çok güzel ama SES yemekleri beğenmiyor. Sorunlar SES nedeniyle yaşanıyor’ dedi. Ancak geçen zaman maalesef bizim haklı olduğumuzu gösterdi.”

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder