8 Temmuz 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -8 Temmuz 2024-

Meşruiyet sarkacı -Anıl Çınar-

O sarkaç kitleleri işaret etmeye devam ediyor. Ve bu sefer devrimci bir olanakla. Bu sefer, kartele meydan okuyan bir çalışmanın gerçek anlamda bir rakibi yok.

Tuğamiral Pisarevski bağırarak emir verdi: “Kimse kışladan çıkmayacak! Karşı gelen herkesi vurun!” Petrov isminde bir denizci herkesin gözü önünde tüfeğini doldurup önce bir yüzbaşıyı sonra da emri veren Pisarevski’yi vurdu. Başka bir subay Petrov'a soracaktı, “kazayla vurdun, değil mi? Arkadaşların senin bırakılmanı istiyor”.

1905 Rus devriminin öfkeli askerleri 1917 devrimi için öğreticiydi. Halk arasındaki devrimci kaynaşmanın silahlı kuvvetlere yayılmaması düşünülemezdi. Dahası ortada bir ders vardı. Bütün devrimler devlet aygıtında bir yarılmayla kendini gösteriyordu.

Ve fakat, aynı devletin aygıtı 1905’te bir papazı görevlendirmişti kitlelerin gazını almak için. Papaz bir yana, bütün bir Çarlık polisiydi söz konusu olan. 

Ama işe yaramadı. Yaramamasının bir sebebi vardı.

Bolivya’da “kendine darbe düzenleten lider” olarak anılan Luis Arce’nin meşruiyet oyunlarının işe yaramaması da aynı sebepten kaynaklanıyordu.

Bir örnekte kurgu tutmuyor, başka bir örnekte onurlu bir hakim devrimciler lehine karar verebiliyor, veya bir gazeteci devlete çalışan bir medya organını allak bullak edebiliyor, başka bir örnekteyse devrimci ahlak askeri hiyerarşiyi yerinden oynatabiliyordu.

Başka bir açıdan 15 Temmuz’da olup bitenler de aynı dersi işaret ediyordu. 16 Temmuz’dan bakan biri Erdoğan’ın bütün bu hengameden daha meşru bir lider olarak çıktığını asla iddia edemezdi. Asıl düğümü atan “Yenikapı ruhu” olmuştu.

Devlet aygıtında bir yarılma vardı kuşkusuz. Ancak bu ne doğrudan halk tarafından tetiklenmiş ne de bunun halka izdüşümü olmuştu. Yine de ortada bir problem vardı. Öyle ya da böyle, meşruiyet denilen şey kitlelerin kalpleri ve zihinleriyle ilgili bir meseleydi, oraya girilmeliydi.

Bu yalnızca devrimcilerin çıkardığı bir ders değildi. Her başarısız devrim girişimi egemenlere de ders veriyordu: Devlet aygıtının tepesinde oyun oynanmaz. Devlet aygıtı ile kitleler arasındaki ilişkiyi çözmeden hiçbir sınıf egemenliğini tesis edemez.

Peki ikisi arasındaki bağı kuran, düğümü atan, yani Yenikapı ruhunun tutmasını sağlayan ne olmuştu?

O zamanlar, yani darbe günlerinde CHP Grup Başkanvekili olan Özgür Özel, üzerinde tişörtle parlamento Divanına oturmak için hareketlendiği sırada, AKP'li Ahmet Gündoğdu'nun verdiği ceketi giymişti. Özel, ceketi giyerken, "Milli görüş ceketini bana da giydirdiniz sonunda." diye “latife” yapacaktı.

Özel’in ceketi parlamentonun bir devlet aygıtı olarak nasıl işlevlendiğini gösteriyordu. Çünkü söz konusu “Milli Görüş ceketi” bütün Türkiye’ye giydirilmek üzereydi.

Yani 20. yüzyılın başında olup bitenlerden farklı bir şey meydana geliyordu. Lenin 1905’teki devrim sürecini “toplumsal içeriğinde demokratik, mücadele yöntemlerinde proleter” diye tarif edecekti. 1793’teki Fransız devriminin hemen hemen tümüyle gerçekleştirdiği şeylerdi söz konusu olan. Ama sonrasında egemen sınıf adına epey bir deneyim birikti. Parlamento ise devrim girişimleriyle kendine gelen bir toplumsal düzen için "üzerine çalışılacak bir başlık" olmuştu.

Sıklıkla polis ve jandarma örgütlenmesinin nasıl modern dönemin ürünü olduğunu söyleriz. Veya Paris’in sokaklarının devrimler ve barikatlardan sonra Haussmann’ın elinde nasıl değiştirildiğini hatırlar dururuz. Silahlı kuvvetlerin profesyonelleştirildiğini veya sendikaların nasıl ele geçirildiğini, pasifize edildiğini…

Bütün bunlar egemen sınıfın acı tecrübelerinin ürünüydü. Her devrim devlet aygıtında bu sefer başka bir şekilde ortaya çıkan bir yarılmayla kendini gösterirken, egemen sınıfın bunun üzerine hiçbir şey koymaması beklenemezdi. Onlar da devleti yetkinleştirdiler, adapte etmeye uğraştılar.

Ancak sorun şuydu. Dediğimiz gibi, meşruiyet kitlelerin kalplerinde ve zihinlerinde olup bitenlerle ilgiliydi. Eninde sonunda, bu ikisini örtüştürmek gerekiyordu.

Parlamento bu derslerin ürünü olarak yetkinleştirildi. Nisbi oy ortadan kaldırıldı. Kitlelerin enerjisini arkasına alan hareketlerin parlamento ruhunu bozmasının önüne geçildi. Yani genel oy hakkının içini boşaltmanın yolları bulundu.

Öte yandan, bütün bunlar parlamentoyu gözden düşürmemeliydi de.

Bir parlamento karteli ortaya çıktı. Bu kartel seçimle, parayla, medyayla canlı tutulurken geriye kitle bağının nasıl kurulacağı kalıyordu. Bir tür “sol” ortaya çıktı. Bu solun artık devrim düşüncesi yoktu. Devrim düşüncesi olmayınca strateji de olmayacaktı. Devlet aygıtına dair sahip olduğumuz bütün dersler çöpe atıldı. 

Neydi o dersler?

Bütün devrimler bir meşruiyet kriziyle ortaya çıkar. Devlet aygıtı aslen bu krizin, meşruiyet kaybının bir ürünü olarak gevşer. Ve her devrim devlet aygıtında bir yarılmayla ilerler. Dolayısıyla, devlet aygıtında olup bitenlere gözünü dikmeyen, iktidarı hedeflemeyen her hareket de en iyi ihtimalle “israf edilmiş kahramanlık” olarak tarihteki yerini alır.

Ama bugünkü sorun çok daha beteridir. Solun olası bir meşruiyet krizinin dinamiklerini araştırmak, oraya odaklanmak, oradan enerji devşirmek ve oraya enerji aktarmakla en ufak ilgisi kalmamıştır. Sol, bunu yapmadığı gibi, nereden enerji devşireceğini de şaşırmıştır. 

Parlamentonun kapısının ayak oyunları ve pazarlıklarla değil, ancak açık bir örgütlülüğün, bir kitle dinamizminin sonucunda zorlanabileceğini, tarih boyunca buna aykırı tek bir örnek dahi olmadığını unutarak parlamento kartelinin bir parçası haline gelmiş, parlamentonun en etkili devlet aygıtlarından biri olarak işlevlenmesini sağlamıştır.

Solun meşruiyet sarkacı kaybolmuştur. Veya sarkacı kaybolan devrimci hareket “sol”a dönüşmüştür.

1970’lerde marksizm adına yürütülen tartışmalar düşünüldüğünde bir açıdan komik bir durumdur bu. Neydi o tartışmalar? Avrupa demokrasisi, Avrupa’daki dinamikler farklıydı. Avrupa’da devlet aygıtını adım adım çözmek mümkündü. Kitle dinamizmini ve oy desteğini arkasına alan bir parti, devlet aygıtının içerisine yerleşebilir ve orayı sosyalist bir dönüşüm için kullanabilirdi. 

En az yüz yıllık hikaye… Ve yine en az yüz yıldır, Avrupa’dan Latin Amerika’ya dek, başarısızlıkla sonuçlanan bir hikaye.

Komik, çünkü bugün o dahi yok. Çünkü bütün bu hikaye döndü dolaştı, kitlelerin dinamizmi ve devrimcilerin emeğiyle ortaya çıkan bir platformu, parlamentoyu yetkinleştirdi ve bir devlet aygıtına dönüştürdü.

Bugün o da yok, çünkü kitle de unutuldu. O zamanlar en azından sokak, kitlelerin enerjisi, bir partinin en önemli kozuydu.

Halbuki sorun orta yerde duruyor. Meşruiyet sarkacı, tıpkı Foucault’nun sarkacı gibi, gerçekliğin neresinde olduğumuzu bize hatırlatan temel enstrüman olmayı sürdürüyor.

O sarkaç kitleleri işaret etmeye devam ediyor. Ve bu sefer devrimci bir olanakla. Bu sefer, kartele meydan okuyan bir çalışmanın gerçek anlamda bir rakibi yok. Bu sefer, düzen siyaseti kitlelerle kurduğu ilişkide yaşamak zorunda kaldığı tembelleşmenin sonuçlarını ödemek tehlikesiyle karşı karşıya.

“Kitle kitle diyorsun, ne öyle bir kitle var, ne de bir emare.”

Eğer her şeyin kurgularla, mühendislikle, parayla, medyayla kontrol edilebileceğini, kitle denilen şeyin bir hükmünün kalmadığını düşünüyorsanız siyasetin de yok olduğunu kabul etmelisiniz. Siyaset kontrol edilemeyenden filizlenir.

Ayrıca hatırlamakta fayda var.

1905 Kanlı Pazar’ının sadece iki gün öncesinde Rus siyasetçi Pyotr Struve Rusya’da henüz devrimci bir halk olmadığından bahsediyordu. Struve, demokrasi mücadelesinin büyüsüne kapılan bir siyasetçiydi ama aynı zamanda bir illüzyonu yaşıyordu. Struve’nin düşüncesine göre okuma yazması dahi olmayan bir halktan, bir köylü ülkesinden devrimci bir hareketlenme beklemek anlamsızdı. “Başka yerlere” odaklanmak gerekirdi…

Bir benzerini 2013’te bizim de yaşamadığımızı kim söyleyebilir?

90’ların işçi eylemlerinden sonra derin bir uykuya yatmış gibidir Türkiye. 30 yıl sonra görkemli bir uyanış olmuştur Haziran 2013.

Demek ki devrim düşüncesi yoksa körleşme kaçınılmazdır. Tarihin neresinde olduğunuzu görebilmek için öncelikle doğru yere bakmalısınız.

                                                          /././

Özgür Özel'in dış politikası: Batıda para çok, zengine yanaşalım -Emre Alım-

Avrupa Birliği ile Şanghay İşbirliği Örgütü'nü kıyaslayan Özgür Özel, tercihini "Doğu'da halk fakir, Batı'da 10 kat zengin var" diyerek yaptı.

Avrupa Birliği emperyalist bir birlik. Soldan yana olduğu iddiasındaki birinin bu nedenle Avrupa Birliği'ne karşı argüman geliştirmesi beklenir. Ama beklendiği gibi olmadı.

Avrupa Birliği savunusuna sol sosu döküldü. Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istemenin neresi kötüydü? Hukukun üstünlüğü sağlanacak, hak ve özgürlükler gelişecek, işçi hakları ilerleyecek, sendikal özgürlükler genişleyecekti. Bu hülyayı "Emeğin Avrupası" diye pazarlayanlar bile vardı.

Birliğin faydaları bunlarla sınırlı değildi. Sosyal demokrasi 2000'lerin başındaki rüzgarı "kamuda şeffaflık öncelenecek, gümrük birliği modernize edilecek, enerji güvenliği sağlanacak" diyerek estiriyordu.

AB macerası bir sonuca ulaşmadı. Çabalar sürüyor. Ama artık bilindik argümanlarla değil.

AB'ciliğin geldiği nokta: Kim zenginse ona gidelim

Sosyal demokrasiden merkez sağa kadar giden bir yelpazedeki partilere ev sahipliği yapan Sosyalist Enternasyonal Avrupa Komitesi haftasonu Romanya'da toplandı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in de bulunduğu toplantıda Bükreş Deklarasyonu oy birliğiyle kabul edildi. Deklarasyonda, CHP'nin Türkiye'nin AB üyeliği sürecindeki çabalarına destek verildi.

Yurda dönen Özgür Özel, ilk konuşmasında bu çabalara yer verdi. AKP iktidarının artık Türkiye'nin AB'ye üyeliğini hedeflemediğini öne süren Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hedefinde Çin ve Rusya'nın da dahil olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü'nün bulunduğunu söyledi. AB ve ŞİÖ'yü kıyaslayan Özel'in kriteriyse milli geliri oldu.   

"O gösterilen hedefte ortalama milli gelir 4 bin 500 dolar. Oysa Avrupa Birliği hedefinde ortalama milli gelir yeni üyelerin düşürmesine rağmen 45 bin dolar. Avrupa Birliği’nin gerçek ortalama milli geliri 55 bin dolar. Birbirinin arasında 10-12 kat milli gelir farkı olan iki yapıdan bahsediyoruz."

Türkiye'de kişi başına düşen milli gelir 12 bin dolar seviyesinde. Özgür Özel'e göre CHP iktidarı ve Avrupa Birliği üyeliği bu seviyeyi 5 katına çıkaracak. Yani Türkiye AB'ye girerse 10 yılda İsveç, İngiltere veya Almanya'nın bugünkü milli gelir seviyesine ulaşacak. CHP liderine göre, bu AB'ye üye olmak için tek başına bile yeterli bir vaat.

"‘Yöneticiler zengin olsun, saraylarda otursun, en pahalı limuzinlere binsin, uçan saraylarla uçsun’ diyenler Şangay İşbirliği Örgütü’ne doğru gidebilirler. Ama orada halk fakir. ‘Yöneticiler mütevazı ama halk zengin olsun’ diyenler Avrupa Birliği hedefinin peşinde yürüyebilirler. Orada tam 10 kat zengin halklar var."

Özgür Özel'in Avrupa Birliği'ne yaklaşımı 2000'lerin başındaki "Batı demokrasisi" rüzgarının yerinde tüccar Batıcılığın estiğini gösteriyor.

AKP'nin CHP'den beklentisi de AB'cilik

CHP, 45 bin dolarlık hedefinde sandığının aksine yalnız değil. AKP Genel Başkanvekili Mustafa Elitaş, aynı gün Ekonomi Gazetesi'ne verdiği demeçte Özgür Özel'e şöyle seslendi.

"CHP’den, Sayın Özel’den beklentimiz şu. Kendisi Sosyalist Enternasyonal’in başkan yardımcısı olmuş. Orada Gümrük Birliğini gündeme getirmeli."

Erdoğan ve Özel'in görüşmelerine eşlik eden isimlerden biri olan Elitaş, ayrılıkları bir kenarı bırakıyor "Gümrük Birliği tek ses olmamız gereken bir nokta" diyor.

Bir hayalin sonu

On binlerce dolar ve ortak pazarın vaat edildiği Avrupa Birliği'nin yıldızlarıysa çoktan dökülmüş durumda. Birliğin bir ucundaki Hollanda'nın satın alma gücü diğer ucundaki Bulgaristan'ın iki katı.

AB kapısında kuyruk olan ülkelerde genel kanı, üyelik halinde hızlı bir kalkınma yaşanacağı yönünde. AB'nin son üyelerinden Hırvatistan, birliğin sorunlar için "mucize tedavi" olmadığının kanıtı. 2013 yılında bloğa katılan ülkenin dört milyonluk nüfusu bugüne kadar yüzde 10 eridi.

Avrupa Birliği'nin savaşlar karşısındaki tutumuysa "Doğu despot, Batı demokrat" tezini boşa düşüyor. AB, İsrail'in on binlerce sivili katlettiği Filistin'e yardımları askıya aldı. Birlik, dondurduğu Rus varlıklarının kârını Ukrayna’ya silah olarak aktarmakta da ısrarcı.

Sol, Batı'ya bakınca ne görüyor?

Hal böyleyken Özgür Özel'in dolara endeksli Avrupa Birliği vaadi, solun tarifini yeniden hatırlamayı zorunlu kılıyor. 

Mehmet Ali Güller, bugün Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşe yazısında sol ile Batıcılığın bir tutulmasındaki tezatlara işaret ediyor; solun Batı ile ilişkisini şöyle tarif ediyor:

"... solcular Batı’nın Aydınlanma kültürüne işaret ediyorlardır; örneğin Fransız Devrimi’nin eşitlik, özgürlük, kardeşlik şiarını savunuyorlardır, örneğin Marksizmi devrimci bir eylem kılavuzu görüyorlardır, örneğin Batı’nın Aydınlanmacı filozoflarının ve Batı’nın bilimsel katkılarının öneminin altını çiziyorlardır."

Görünüşe göre Mehmet Ali Güller'in soldan anladığıyla CHP yönetiminin anladığı bambaşka. Türkiye'den Batı'ya bakan  gözün bir Aydınlanmayı, diğeri dolarları seçiyor.  

                                                              /././

İran ve Suriye’ye dair -Engin Solakoğlu-

Nasıl oluyor da 2021 seçimlerinde “sakıncalı” bulunduğu için adaylığı reddedilen Pezeşkiyan, bu kez seçimlere girmekle kalmayıp kazanmayı da başarabiliyor. Rejimin hesap hatası mı?

Hafta içinde B. Britanya’da genel seçim yapıldı. Beklendiği gibi İşçi Partisi seçimleri kazanarak Avam Kamarası’nda ezici bir çoğunluk elde etti. Türkiye ve Fransa’daki birkaç liberal ve sosyal demokrat dışında okuma-yazma bilen çoğunluk seçim sonuçlarının İP’nin düpedüz sağcı ve İsrail yanlısı lideri Starmer’ın başarısından ziyade Muhafazakâr Parti’nin dibe vurmasından kaynaklandığı teşhisini koymakta zorlanmadı. O grup da bilmediklerinden değil, “Bakın ılımlı (ve İsrail karşıtı olmayan) sol ne güzel!” hurafesine mürit aradıklarından...

Fransa’da Mayıs ayının sonunda Avrupa Parlamentosu seçimleriyle başlayan sandık koşusu bugün Ulusal Meclis seçimlerinin ikinci turuyla tamamlanıyor. Aşırı sağcıların tek başına iktidar elde edip edemeyecekleri merak konusu. Seçim öncesi yayınlanan kamuoyu yoklamaları bunun mümkün olamayabileceğini gösteriyor ama yine de Ulusal Birleşme'nin (RN) ülkede birinci siyasi güç olacağı hemen hemen kesin. Kesin görünen bir diğer husus ise 2027 Başkanlık seçimlerine kadar geçecek süreye Fransa’da kaotik bir siyasi manzaranın damga vuracağı. “Cohabitation”, aşırı sağ karşıtı gevşek bir koalisyon ya da azınlık hükümeti seçenekleri masada.

Batımızda bunlar yaşanırken İran’da da Cumhurbaşkanlığı seçimi düzenlendi. İbrahim Reisi’nin bir helikopter kazasında ölmesi üzerine yapılan iki turlu seçimi Kalp Cerrahı Mesud Pezeşkiyan kazandı.

İran iki bin yıllık komşumuz. Bin yıl kadar batımızdaydı. Bir süre ikamet adresimizdi. Bin yıldır da doğu komşumuz. İran’ı az biliyoruz. Farsça’yı neredeyse hiç bilmiyoruz. Oysa konuşuyoruz. Türkçe’deki Farsça sözcüklerin çokluğundan söz etmiyorum. Kurduğumuz cümlecikleri bağlarken bile Farsçayı kullanıyoruz. Yine de doğumuzda büyük bir bilinmeyen olarak duruyor. Bu arada yüz binlerce İranlı Türkiye’de yaşıyor. Kimisi kalıcı, kimisi daha batıya gitmek için bekliyorlar. Çoğu zaman fark etmiyoruz bile.

İran kültürünün bölgesel etkisi ve derinliği yadsınabilecek bir olgu değil. İran bir dinden ve entarili mollalardan ibaret hiç değil.

Türkiye Cumhuriyeti’nin İran’la ilişkileri komşuluğun getirdiği gerilimler, rejim ve mezhep farklılığı, tarihsel bagaj ve jeopolitik konumlanmalar gibi etkenlerle şekilleniyor. Rekabet hep var ama bunun açık düşmanlığa dönüşmesini güçlerin denkliği engelliyor. İki ülke üstünlük mücadelesini dolaylı sürdürmeyi tercih ediyor. Ortak noktaları da yok değil. Her ikisinde de entarili veya entarisiz burjuvazi iktidarda. Her iki düzen de halkını eziyor, ülkenin zenginliklerini belirli ellerde biriktiriyor. İki rejim de adaletsizliğe rıza üretmek için her türlü yolu deniyor. Humeyni’nin sarığı, “Büyük Şeytan”la mücadele, “egemen güçlere karşı durma” palavrası, sürü halinde yaşayan bir hayvancığın organının elle yapılan simülasyonu, “İslam’ın kılıcı” olma iddiası vs.. Sözün özü, bölgenin en güçlü Komünist hareketlerinden birini çıkarmayı başarmış İran’ı, İran’ın işçi sınıfını daha yakından izlemek ve öğrenmek zorundayız.

Uzatmayalım, seçimi “reformcuların adayı” olarak tanıtılan Pezeşkiyan rahat kazandı. Dikkat çeken ilk nokta, ikinci tura katılımın ilk tura kıyasla 10 puana yakın artmış ve yüzde 50’yi geçmiş olması. Türkiye için önemli görünen ikinci nokta Pezeşkiyan’ın etnik kimliği. İsteyen Güney Azerbaycanlı, annesi de Kürt’müş filan da diyebilir ama adam bildiğiniz Türk. Kendisini öyle tanımlıyor. Türkçe konuşuyor. Farklı isimler de taşısalar Türkçe konuşan halkların ciddi ağırlığı bulunan bir ülke zaten İran. Yalnız emperyalizm uydurması “Turan” hayalleri kuran kötü niyetli ve sersemler için anımsatalım. O halkların büyük çoğunluğu kendilerini İran’ın sahipleri olarak gördüklerinden uzun zamandır “ayrılıkçı” fikirlere pek prim vermiyorlar. Mezhepsel aidiyet de bunda önemli rol oynuyor elbette.

Etnisiteden siyasete geçelim. “Reformcu” Pezeşkiyan İran’da neyi değiştirebilir? İran’daki rejim Cumhurbaşkanı’nı yürütmenin başı olarak tanımlamıyor. Önce dini lider, sonra Cumhurbaşkanı. İlla her konuyu Batı’ya referansla anlatmak gerekirse, İran’daki sistem bir yönüyle Fransa’yı andırıyor. Dini Lider Fransa’daki Cumhurbaşkanı’na, sözde seçilmiş olmasına karşın Cumhurbaşkanı ise Fransa’daki Başbakan’a tekabül ediyor. İpler yine gücünü müphem ve meşkuk “ilahi kuvvetler”den alan Dini Lider’in elinde.

Bu durumda Pezeşkiyan’ın yapabilecekleri sınırlı. Yine de İran’da rıza üretiminde bir sıkıntı olduğu açık. İkinci turdaki seçmen mobilizasyonu bunu gösteriyor. İran halkının hissedilir bir kesimi hırsız mollaları istemiyor ve bunu da mümkün olan her yöntemle, kimi zaman canı pahasına sokakta veya önüne konan eksikli sandıkta  gösteriyor. Neden eksikli? Molla düzeni, bu seçimlere herkesi sokmuyor. “Rejime bağlılık” kriterine göre kimi adayların önünü en baştan kesiyor. İşte İran’daki gelişmelerin üçüncü ilginç yönü burada.

Nasıl oluyor da 2021 seçimlerinde “sakıncalı” bulunduğu için adaylığı reddedilen Pezeşkiyan, bu kez seçimlere girmekle kalmayıp kazanmayı da başarabiliyor. Rejimin hesap hatası mı? Şöyle düşünmüş olabilirler mi? “Toplumda huzursuzluk had safhada, reformcu görünümlü bir adaya izin verelim de biraz gazı alalım, rıza üretimi kolaylaşsın”. Ancak evdeki hesap o anlamda çarşıya uymamış olabilir. Ya da en başta Pezeşkiyan’ın seçilmesi, böylelikle yürütmenin önümüzdeki dönemde de azalması beklenmeyecek kusurlarının yükünün Muhafazakâr ve Reformcular arasında dağıtılması hedeflenmişti. İran devlet geleneği entrika bakımından Bizans’ı aratmadığından bu da mümkündür.

Pezeşkiyan döneminin diplomatik alanda kimi açılımlar getirmesi şaşırtıcı olmayacak. Bununla birlikte adaletsiz toplumsal düzen ve gerici tahakküm bağlamında çok umutlu olmak için bir sebep yok.

                                                           ***

Suriye’den söz edeceğim. Meselenin ayrıntısına girmeyeceğim zira Erhan Nalçacı hocamız bunu her zamanki titizliğiyle yaptı önceki gün. Şu bağlantıdan okumalısınız. Benim değineceğim konu onunla bağlantılı ama biraz farklı bir boyutuyla ilgili.

Dışişleri Bakanlığı 3 Temmuz günü bir açıklama yayınladı. “Ortadoğu ve Suriye Politikamız ile Bağlantılı Olarak Ortaya Atılan İddialar Hk.” başlıklı  ve 127 numaralı açıklama her yönüyle ibret verici. Her şeyden önce açıklamanın dili Bakanlığa ait değil. Benim bildiğim Dışişleri Bakanlığı’nda çok benzer bir içeriği çok daha düzgün ve kahvehane üslubu taşımayan ifadelerle ortaya koyabilecek kalemler hâlâ mevcut. Bu dil, son yıllarda alışmaya zorlandığımız bol sloganlı ve hakaretli amigo söylemi. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Özetle Suriye politikasını eleştirenler a) Tarih bilmemekle b) Egemen güçlerin vekili/uzantısı olmakla suçlanıyorlar.

Suriye politikasını veya politikasızlığını yerden yere vuranlardan biri olduğum için üstüme alınıyor ve yanıt hakkımı kullanıyorum.

Tarih bilmemekten kasıtları nedir, anlamak güç. Cumhuriyet ve aydınlanma düşmanı fesli delinin zırvalarının her unsuruna vakıf olmak ise hak verebilirim. Aklı başında hiç kimsenin o saçmalıkları okumuş olması gerekmiyor zaten. Bunları okuyup topluma tarih diye yutturmaya kalkışanların ise tıbbi ve gerekirse adli “desteğe” ihtiyaçları bulunduğu söylenebilir. Mesele gerçek tarih ise, o açıklamayı kaleme alanların benim gibi amatör bir tarih meraklısının yüzde 1’i kadar bile yetkin olabileceklerini sanmam. O yüzden başka kapıya!

Egemen güçlerin uzantısı olmaya gelince... Geçmiş dönemde, Türkiye’de hukukun kırıntılarına hâlâ rastlanırken “iftira” diye bir suç vardı. Kişi de kurum da olsanız birisine böyle ağır bir suçlama yöneltmenin hukuki bir karşılığı oluyordu. Bu açıklamayı kaleme alan Bakanlık dışı “akıl” sayesinde o kırıntılar da buharlaştığı için “sizi dava edeceğiz” diyemiyoruz. O “akıl” da keyfince sallıyor. Bu işin birinci kısmı.

İkinci kısım öze dair. 2011’de ABD, Fransa, İngiltere’yle kafa kafaya verip komşu bir ülkede rejim değiştirme planına imza koyanlar, bunun için paralı asker, ordu besleyenler, plan çökünce yine o devletlerin rızası ile komşu ülkenin topraklarında asker bulunduranlar “egemen güçlerin vekili” değiller ama topu, tüfeği, istihbaratı, karşı tarafa atacak iki roketi dahi olmayan ve Suriye’ye fiili ve siyasi müdahalenin bu ülke halkına sadece zarar getireceğini yinelemekte ısrar edenler “egemen güçlerin uzantısı”. Bir işçi önderinin zamanında isabetle belirttiği gibi “Öyle mi Alay Komutanı?”

Bu tablo ortadayken, insan önce böyle bir ithamda bulunmaya sonra da asırlardır iyi kötü bir itibar edinmiş bir kurumun logosunu o seviye yoksunu metinde kullanmaya sıkılır. O tür bir haslete sahipse tabii...

“Egemen güç uzantısı” arayanların şayet korkup kâbus görmeyecekler ise ilk fırsatta dönüp aynaya bakmaları ve okuma-yazma yetileri elverdiğince Türk siyasi tarihinin son 60 yılının notlarına bir göz atmaları yeterlidir. 

                                                           /././

Devrimin provaları -Gamze Yücesan Özdemir-

İfade etmenin önemine dair Lenin’in theremin adlı çalgıyı nasıl övdüğünü hatırlayalım. Müzik bilgisi olmayan biri için dahi bir çalgıyı ıslık çalmak kadar kolay kılan theremin Lenin’i heyecanlandırır.

İşçi sınıfının kendisini ifade etme biçimi olarak sanatla ilişkisi üzerine neler söylenebilir? İşçilerin ürettikleri sanat pratikleri nelerdir? Yazdıkları öyküler, şiirler, oluşturdukları müzik grupları, kurdukları tiyatrolar nasıl yol alır? Ağır sömürü koşulları altında bir kenara zaman koymak ya da bir kenara koyulmuş paradan kullanıp da sanat yapmak nasıldır? Şunu biliyoruz: İşçiler ne kadar yoksullaştırılır ve yaşamlarını sürdürebilmek için ne kadar çok çalışmak zorunda bırakılırlarsa yaratıcı toplumsal etkinliklerden de o kadar uzaklaştırılırlar. Sanatsal yaratıcılık yaşamın dekoru değil direnişin pusulasıdır oysaki… 

Kendi yaşam koşullarını yorumlayamama, kendi hikayesini kendisine anlatamama durumu durağan değildir. Hayatın her boyutunda anlam üretilir ve anlam üretemeyenlerin zihni başkalarının ürettiği anlamlara mahkum kalır. Yabancılaşma da bu sürecin bir uzantısı olarak yorumlanabilir. Yabancılaşma etkisi doğuran süreçlere direnmek için sanat önemli öyleyse, provalar da… Emekçiler bir itiraz duvarı oluşturacaksa eğer, o duvar onların sanat dallarıyla ilgilenmesiyle, kendilerini müzikle, tiyatroyla ve edebiyatla ifade etmeleriyle örülecek. İfade etmenin önemine dair Lenin’in theremin adlı çalgıyı nasıl övdüğünü hatırlayalım. Müzik bilgisi olmayan biri için dahi bir çalgıyı ıslık çalmak kadar kolay kılan theremin Lenin’i heyecanlandırır. Onu işçi sınıfını sanatla buluşturabilmenin bir imkanı olarak selamlar. 

İşçi sınıfının çıkardığı dergileri, kurduğu tiyatroları ve koroları farklı zaman ve coğrafyalarda bulabiliyoruz. Örneğin 19. yüzyılda L’Atelier dergisi. Saint-Simoncu entelektüellerle işçilerin tavan aralarında geceleri çıkardıkları bir dergidir ve tarihe önemli bir nottur.

19. yüzyıl İngilteresi’ndeki tiyatro deneyimleri incelendiğinde, örgütlü işçilerin hem oyunculuk yaptığını hem de oyunların yazımına katkı verdiklerini görüyoruz. 1920’li ve 30’lu yıllarda ABD’de sendikaların açtığı emek kolejlerinde tiyatro ve drama gruplarının varlığını biliyoruz. Bu okullar üyelerine yetişkin eğitimi verirken aynı zamanda onları mücadeleye kazandırmanın yollarını da arıyor. 1930’larda militan işçi aktivizmine ilham veren kolejlerdeki politize edilmiş eğitimde drama programları önemli bir yer tutuyor. 

Ülkemiz tarihine baktığımızda ise işçi sınıfının kendi ürettiği sanat, işçi koroları, tiyatroları, serüvenleriyle birlikte araştırılmayı ve gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. 1960-80 arasında ortaya çıkan işçi kültür dernekleri, birlikleri ve onların işçilerin dünyasındaki anlamları üzerine yeterli çalışma bulamıyoruz. Bu deneyimlerin tarihin tozlu raflarından çıkarılması, bugüne ve yarına ışık tutması ufkumuzu açacaktır. Tarihimizden üç deneyim aktaracağım: 1930’larda sosyal fabrikalarda sahne sanatları, 1970’lerde DİSK Korosu ve 2000’lerde Katık dergisi.

Sosyal fabrikanın tarihsel kökleri Sovyetler Birliği deneyimine dayanıyor kuşkusuz. Sosyal fabrika, işçilerin üretim yaptıkları fabrikayı yalnızca üretim tesisi olarak değil kültürel ve toplumsal amaçları da olan yeni bir yaşam alanı olarak kurmayı amaçlıyor. Türkiye’de 1930’larda kurulan fabrikalarda da bu süreci gözlemliyoruz: Sümerbank fabrikaları, demir-çelik fabrikaları, şeker fabrikaları, SEKA’lar… Bu fabrikaların sosyal tesislerindeki sinema salonlarında, balo salonlarında işçilerin kurduğu tiyatro grupları oyunlar sergiliyor. İşçiler oluşturdukları müzik topluluklarıyla konserler düzenliyor. Bu yıllarda işçilerin yer aldığı tiyatro ve koro deneyimleri hem onlarda hem de sonraki kuşaklarda oldukça önemli ve silinmez izler bırakmıştır.
DİSK Korosu ise Ekim 1979’da Timur Selçuk’la yola çıkar. Piyanonun tahta kalbini işçi sınıfının mücadelesi için çiçeklendiren adamın adımları sendikalı işçilerin de katılabileceği geniş çaplı bir koroyu yaşatma fikrine açılır. 12 Eylül’le birlikte hem DİSK hem de koro kapatılır. Çiçek kalır, gizliden açmaktadır. DİSK’in 50. yılında, 2017’de koro da tekrar faaliyete geçer. 

Katık dergisi deneyimi de anılmayı hak ediyor. Dergi, geri dönüşüm işçileri tarafından 2006 yılından itibaren çıkarılmaya başlıyor. 2012’de 9. sayısı çıkıyor. Hiçbir reklam ve mali destek almadan 5 bin tiraja ulaşıyor. Geri dönüşüm işçilerinin hem dergide hem de katıldıkları tüm eylemlerdeki slogan müthiştir: “Kapitalizmi tarihin çöplüğüne atmayın! Beş para etmiyor!” Dergide işçilerin kalemlerinden çıkan yazılar yer alıyor: hayat hikayeleri, anılar, deneyimler, şiirler… Yaşamın zorluklarından örgütlenme çabalarına, babadan oğluna yazılan mektuptan sevgiliye yazılan aşk şiirine kadar hayatın tüm kesitleri yer alıyor bu yazılarda.

Şimdilerde işçilerin gündelik hayatlarında böyle sanatsal/kültürel etkinlikler yok desek yanlış olur, az desek doğru. Çoğu ne mahallelerde ne işyerlerinde ne de sendikalarda sanatsal/kültürel üretim içinde yer alıyor. Yaşam mekanları parçalanmış ve hayalleri başkalarının yazdığı hikayelerle bulanmış emekçilerin başka türlüsünü yapmasını beklemek de haksızlık olur. İngiliz işçi sınıfı üzerine yazmış olan Paul Willis’in şu cümlesi çarpıcıdır: “Gündelik hayat tıpkı sanat gibi en iyi haliyle devrimcidir; en kötü haliyleyse bir hapishane.” Sanatsal pratik, işçi sınıfının kendisiyle ve hayatıyla olan ilişkisini diyalektik içinde görebilmesini sağlayan eşsiz bir deneyimdir. Sanatsal pratiğin bir sonraki adımı olmaz, o hep atmakta olduğunuz adımdır. Kendisinden bir önceki ve bir sonraki adımlarda daima yeniden yaşanır. Hayat değişirken sanat oradadır. Proletaryanın ve burjuvazinin sanatı olarak, devrime ya da sınıf tahakkümünün pekişmesine etkileriyle oradadır. İşçi sınıfı sanatının amacı karar alma süreçlerinden mahrum kalanları, söz söyleme alanlarından uzakta olanları hayatın içine çekmektir.

İşçi sınıfının kuraklaşan ve zayıflayan gündelik hayatını farklı sanatsal ve kültürel deneyimlerle zenginleştirmek için imkanlar yaratmak bugünün en yakıcı konularından biridir. Bu süreci bireysel olarak yıpranan iradelerin kolektif deneyimler halinde yeniden üretimi olarak düşünmeliyiz. Ne zaman ki işçi sınıfı kendi yarattığı sanatsal pratikle buluşur, kendini kendisine anlatmaya başlamış demektir. İşte o zaman anlarız, hepimiz provadayız, devrimin provasında.

                                                             /././

'Dışımızda elektrik de yansa para etmez, ille kafamızın içinde bir ışık yanmalı önce' -Özlem Yücesan-

“Kaçtımsa, satılan Türkiye’den kaçtım. Kurtulacak Türkiye’nin kavgasına katılabilmek için” diyen Erdinç’e Sabahattin Ali’nin son sözü “Korkma bataktan, çabala!” oluyor.

1917 doğumlu Fahri Erdinç’i “Kalkın Nazım’a gidelim” kitabıyla tanıdım. “Acı Lokma” romanı, özgeçmişinden ilgimi çekti ve yazarlığıyla da geri planda kalmış bu mücadeleci kişiyi keşke daha çok kişi okusa, diye düşündüm.

Siyasi kimliği nedeniyle yıllarca yurtdışında sürgün yaşayan Erdinç “Acı Lokma”da hem bu sürgün yılları hem tütüncülük yapan ailesini, çocukluk ve köy öğretmenliği yıllarını anlatıyor.


Endişeli bir kaçışla başlıyor ilk sayfalar; vatanlarından mecburi kaçan üç arkadaş tam da Sabahattin Ali’nin katledildiği yerlerden geçiyorlar. “Özgürce soluyamadığımız, yönetimine katılamadığımız yerse eğer vatan, ben vatansızım” diye düşünüyorlar.

Çocukluğunu büyüttüğü Ege kasabasının tütün işçiliği yapan bin çeşit insanını, bir yandan inkılapların girdiği köyde bir yandan geriliğin bastırdığı davranış modelleriyle ve kara mizah bir anlatımla ortaya seriyor Fahri Erdinç. “İnsan, sırtında taşıdığı insanı kardeşi bile olsa çekemiyor” cümlesi, yoksunluğun çaresizliğini anlatıyor. “Oyuncaksız kalan çocuklar neden her yıl ikişer üçer yaş birden büyümez, bilmem!” derken de, devamında küçücükken “belini kırmadan çapalanması” gereken tütünü kırdığı zaman yediği dayakları okuduğumuzda da aynı yoksunluk ete kemiğe bürünüyor...

Tüccar-köylü ve tütün piyasasında değişmeyen kural “fiyat kırılmaları” ve köylüden düşüğe alınıp pahalıya satılan tütün... Bu dönemin o güzel sözünü hatırlıyorum: “Köylü milletin efendisidir.” Bu durumda yazık ki tüccar da köylünün efendisidir, dedirtiyor okuyana!

Şapka kanununa uymayıp fesle dolaşan köylüyle Gazi’nin diyaloğu da düşündürücü. Fesle şapkayı değiştirip giyiyorlar ve şöyle diyor adam: “Benim eski kafa şapkayla da yenilenmez. Siz bu fesi giyseniz de yeni kafanız eskimez. Bu işe ters başlandı gibime geldiğinden...”

Öğretmen oluyor sonra Fahri: “Öğretmen olmak dağ başına çivi gibi çakılmaktır. Mum olup da köyün orta yerine dikilmektir. Kendini yakıp da karanlığa azıcık ışık tutmaktır.” Bu umutla yola giriyor. Babası ise karamsar; “Sen daha yurdu tanımazsın, köyü bilmezsin!” diyor ona. Gerçekten de Fahri öğretmen, gerici hocanın baskılarıyla mücadele etmekten öğrencilerini bir türlü toplayamaz: “Hoca zorlu üflüyor. Benim mumun yalımı titriyor.” 

Kaymakama söylüyor durumu; “Kaymakam ‘ileri gitme’ dedi. Geri gidiyoruz öyleyse!” ... “Dışımızda elektrik de yansa para etmez. İlle kafamızın içinde bir ışık yanmalı önce.”

Bu kez konservatuar sınavlarını kazanıyor ve Sabahattin Ali hocası oluyor: “Hikâye yazmaya oturunca karşı dağlara, bulutlara bakma. Bulunduğun yere, çevrene, sokağa, insanlara bak önce. O alaca boyalı tasvir fırçasını at elinden. Tumturaklı konuşmaya da özenme. Sakın bilgiç de olma...”

“Kaçtımsa, satılan Türkiye’den kaçtım. Kurtulacak Türkiye’nin kavgasına katılabilmek için” diyen Erdinç’e Sabahattin Ali’nin son sözü ise; “Korkma bataktan, çabala!” oluyor.

“Acı Lokma” daha Gazi Mustafa Kemal yaşarken başlıyor ve Ege’de Milli Mücadele'ye katılan bir köy ve tam da onca yapılan şeye rağmen bugün hâlâ gericilikle uğraşmamızın tohumlarının serpilişi gibi. Tüccarların, hocaların hakimiyeti ve Batı kapitalizmine yönelen Cumhuriyet’te geriye gidiş başlıyor.

Hüzünle okunan bir yansıtma ve çok akıcı bir dili var yazarın, hem üzgüyle hem keyifle okuyorsunuz.

                                                            /././

Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde kanı sivrisinekler alıyor: Sorun hala çözülemedi -Yalçın Çuğ-

Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde meydana gelen atık su baskınının ardından hastanede sivri sinek sorunu baş gösterdi. Sorun bir haftadır devam ediyor.

İstanbul'da bulunan Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde sivrisinek sorunu yaşanıyor.

Sorun nedeniyle hastaların ve sağlık emekçilerinin sıkıntı yaşadığı öğrenilirken, sivrisineklerin hastalık bulaştırma riski ise endişe uyandırıyor.

Atık su baskını ardından sivrisinek sorunu

Geçen hafta Beyoğlu ilçesinde bulunan Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin kanalizasyon sisteminde yaşanan bir arıza nedeniyle sistemin bulunduğu eksi 7'nci katta atık su baskını meydana geldi. Söz konusu su baskınının ardından hastanede sivri sinek sorunu baş gösterdi. 

Kısa bir süre içinde bu sorun tüm hastaneyi sararken, hastane yönetimi ise Beyoğlu Belediyesi'ni durumdan haberdar etti. Belediye ekipleri birkaç gün sonra hastanenin eksi 7 ve eksi 6'ncı katlarında ilaçlama yaptı. Ancak ilaçlamaya rağmen sorun çözülmedi.

                                               Her odada onlarca sinek olduğu belirtiliyor. 

'Ne hastalar uyuyabiliyor, ne çalışanlar çalışabiliyor'

Konuya dair soL'a konuşan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Şişli Şubesi yönetiminden Muhsin Uysal, "Beyoğlu Belediyesi'nin bir defa ilaçlama yaptığına şahit olduk fakat bu ilaçlamanın hiçbir etkisi olmadı. Bir haftadır bu sivrisinek problemi devam ediyor. Her bir hasta odasında yaklaşık 20-30 tane sivrisinek bulunuyor. Ne hastalar uyuyabiliyor, ne çalışanlar çalışabiliyor. Herkes bu durumdan muzdarip" dedi.

Uysal, hastalık bulaşma riskinden de endişe edildiğini belirterek, "Hastane tıbbi ve tehlikeli atığın bulunduğu bir ortam neticede ve sivrisineklerin nereye konup, nereden geldiğini bilemezsiniz. Çok riskli bir durum açıkçası hastane olması sebebiyle" ifadelerini kullandı.

İlaçlamanın ardından hastane yönetiminin yeni bir açıklamada bulunmadığını aktaran Uysal, "Beyoğlu Belediyesi'nin katkılarıyla ilaçlama yapıldı ama bu bir çözüm olmadı. Şu anda bizim için önemli olan ilaçlama yapılıp yapılmamasından bağımsız, bu sorunun çözülüp çözülmediği" dedi.

                                                           /././

THTM’den Aydınlanma Seminerleri: Aydınlar müfredatta yer almayan konuları halka anlatıyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-

AKP’nin MEB müfredatına yaptığı gerici müdahaleleri ve THTM’nin başlattığı Aydınlanma Seminerlerini THTM YK Üyesi Erhan Nalçacı ile konuştuk.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM), başlattığı Aydınlanma Seferberliği kapsamında Aydınlanma Seminerleri düzenliyor. Müfredattan çıkartılan ya da hiç değinilmeyen konuların gönüllü aydınlar tarafından yurttaşlara anlatıldığı seminerler yüz yüze ve çevrimiçi olarak gerçekleştiriliyor.

Seminerler bu yaz ve önümüzdeki eğitim yılı boyunca devam edecek. Ankara’nın çeşitli ilçelerinde programa oturan Aydınlanma Seminerleri, temmuz ve ağustos aylarını kapsayacak şekilde Eskişehir’de, yaza yayılan bir şekilde Üsküdar’da düzenlenecek.

Evrim, aydınlanma, devrimler tarihi gibi konu başlıklarının işleneceği seminerler dernek, muhtarlık, kültür evi ve sendika gibi kurumların başvurusuna da açık.

‘AKP’nin müdahalelerini yaratılan yağma ve sömürü rejimiyle ve bunu yurtdışına yayma eğilimiyle ilişkilendirebiliriz’

AKP’nin MEB müfredatına yaptığı gerici müdahalelerin ne anlama geldiğini ve THTM’nin “aydınlanma” atılımını soL yazarı ve THTM Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Erhan Nalçacı’yla konuştuk.

Sözlerine MEB müfredatına yapılan müdahalelerin Türkiye’de sınıfsal eşitsizliklerin artması ve kapitalist sömürü biçimlerinin derinleşmesiyle beraber gerici bir özellik gösterdiğini söyleyerek başlayan Nalçacı, üç ana eğilime dikkat çekti:

“AKP tarafından MEB müfredatı daha önce birçok kez değiştirilmişti, bu yıl kapsamlı bir değişikliğe daha uğradı. Cumhuriyet tarihi boyunca sermaye sınıfının gereksinimlerine göre müfredata müdahale edilmiştir. Cumhuriyet’in halkçı, laik ve aydınlanmacı olduğu dönemlerde olumlu ve ilerici müdahaleler yapılırken Türkiye’de sınıfsal eşitsizliklerin artması ve kapitalist sömürü biçimlerinin derinleşmesiyle bu müdahaleler gerici bir özellik göstermeye başlamıştır.

AKP’nin müdahalelerini ise yaratılan yağma ve sömürü rejimiyle ve bunu yurtdışına yayma eğilimiyle ilişkilendirebiliriz. Yapılan değişikliklerin birçok ayrıntısı var ancak ayrıntılarda kaybolmadan üç ana eğilimi saptayabiliriz.”

                                                 THTM YK Üyesi Prof. Dr. Erhan Nalçacı

‘Doğa ve toplum tarihi üzerine düşünmeyen bir nesil yaratılıyor’

Nalçacı, ilk ve başlıca eğilimin doğa ve toplum tarihi üzerine düşünemeyen bir neslin yaratılmasıyla ilgili olduğunu, çocuk ve gençlerin doğa ve toplum tarihini neden sonuç ilişkisi ile birbirine bağlanan bir süreç olarak kavraması gerektiğini söyledi:

“İlki ve başlıcası, doğa ve toplum tarihi üzerine düşünemeyen bir nesil yaratılması ile ilgilidir. Öncelikle felsefe dersleri nerdeyse ortadan kaldırılırken bilgi teorisini tümden yok etmişler, böylece oluşturmaya çalıştıkları metafizik ve bilim dışı düşünceyle tezat oluşturmasını engellemişlerdir. Çocuk ve gençlerin ilkokuldan lise sona doğa ve toplum tarihini neden sonuç ilişkisi ile birbirine bağlanan bir süreç olarak kavraması gerekir. Bunun için doğa ve toplum tarihinde nitelikçe sıçrama dönemlerinin bilgisi büyük önem taşır. Böyle tarihsel referanslara dayanarak düşünürüz, aksi takdirde bir gencin düşünmesi mümkün olmaz, başka bir deyiş ile içinde bulunduğumuz dönemde neyin ileri neyin geri olduğunu anlayamaz kişi, önüne konanı yiyen, biat etmekten başka çaresi olmayan bir nesil yetiştirilmiş olur.

Güneş sisteminin oluşumu, cansız doğadan canlı doğaya geçiş, oksijenli solunumun başlangıcı, tek hücrelilerden çok hücreliliğe geçiş, insanın evrimi, tarım devrimi, sınıflı toplumların oluşumu, burjuva devrimleri, örneğin Fransız devrimi, işçi sınıfı devrimleri vb. Türkiye tarihi de benzer şekilde maddi temellerine ve önemli ileriye doğru sıçrama noktalarına işaret edilerek müfredatta yer almalıdır. Maddenin sakınımı, molekülerin oluşumu, biyolojik evrim ve toplumunun devinim yasaları düşünmeyi öğrenmeye izin verir.”

Ankara MTA Doğa Tarihi Müzesi örneği: ‘Milyonlarca çocuğun zihinsel gelişimiyle oynuyorlar’

Ankara MTA Doğa Tarih Müzesi’nde “evrim” kelimesinin geçtiği yerlerin “değişim” bantlarıyla kapatıldığı örneğini veren Nalçacı, milyonlarca çocuğun zihinsel gelişimiyle oynandığını söyledi:

“Liseden mezun olan bir öğrenci, her şeyi bilmeyebilir ama düşünerek, sorgulayarak ve okuyarak her konuyu öğrenme ve zihinsel olarak geliştirme yeteneğine sahip olmalıdır. Şimdi artık müfredatta evrim kuramı yok, insanın evrimi yok, toplum tarihini iç maddi çelişkilerine dayanarak anlatmak yok. Bunların gericiliği herkesi utandıracak boyuttadır. Örneğin, Ankara MTA Doğa Tarihi Müzesi’nde evrim kelimesinin geçtiği her yerinin üzerine değişim bandını yapıştıran komik ama milyonlarca çocuğun zihinsel gelişimi ile oynadıkları için trajik ve suç olan bir eylemden bahsediyoruz.”

Nalçacı, ikinci eğilimin doğa ve toplum tarihinde oluşan büyük boşluğun din ile doldurulmaya çalışılması olduğunu kaydetti. Bu eğilimin birçok yan etkisi olduğunu söyleyen Nalçacı, şunları söyledi:

“İkinci eğilim, doğa ve toplum tarihinde oluşan büyük boşluğu din ile doldurmaya çalışmalarıdır. Din eğitimi çeşitli kurnazlıklarla zorunlu hale getirilmiştir ve müfredatın büyük bir bölümünü kaplar durumdadır. Hatta eğitimin bir kısmını öğretmeler yerine imamlara verdirmek istemektedirler. Henüz soyut düşünme yeteneği gelişmemiş veya gelişmekte olan çocukların zihinsel gelişimine büyük bir zarar verecektir bu eğilim, sadece biat eden ve sorgulamayan bir cahillik değil aynı zamanda akıl sağlığı örselenmiş nesiller yetişmesine de katkıda bulunacaktır. Ayrıca kadın-erkek eşitliğine zarar vermesi gibi birçok yan etki barındırmaktadır.”

Son eğilimin Türkiye sermayesinin yayılmacı girişimleriyle bağlantılı olduğunu söyleyen Nalçacı, milliyetçi söylemin müfredata yansıdığını, Türklüğe dayanan bir tarih anlatısının dünya tarihini milliyetçi ve metafizik bir pencereden gören nesiller yetiştirmeye yarayacağını söyledi:

“Üçüncüsü ise, Türkiye sermayesinin son yıllarda belirgin şekilde dışa vuran yayılmacı eğilimidir. Bu yüzyılın Türkiye yüzyılı olacağına ilişkin milliyetçi söylem müfredata yansımıştır. Avrupa burjuvazisinin dünyayı sömürmek için icat ettiği Avrupa merkezciliği doğal olarak benimsemiyoruz ancak insanlığın ortak ve evrensel bir tarihi vardır. Bu tarihin yerine geçirilen Türklüğe dayanan bir tarih anlatısı yine dünya tarihini ancak milliyetçi ve metafizik bir pencereden gören nesiller yetiştirmeye yarayacaktır.”

‘Müfredatta yer verilmeyen konular yüzden fazla gönüllü aydın tarafından gençlere, öğretmenlere ve halkımıza anlatılacak’

Nalçacı sözlerini Aydınlanma Seminerlerinin detaylarına değinerek noktaladı:

“THTM geçen nisan ayında ilan ettiği Aydınlanma Seferberliği içinde Aydınlanma Seminerlerini başlattı. Çok kısaca müfredatta yer verilmeyen konular yüzden fazla gönüllü aydın tarafından gençlere, öğretmenlere ve halkımıza anlatılacak. Bunun için derneklerin, muhtarlıkların, kültür evlerinin, sendikaların vb. aydınlanma seminerleri için başvuru yapması yeterli olacaktır. Mümkün olduğu kadar yüz yüze, mümkün değilse çevrimiçi olarak seminer programları gerçekleştirilecektir. Bu yaz ve sonra önümüzdeki eğitim yılı boyunca devam edecek Aydınlanma Seminerleri için şu e-posta adresinden talepte bulunulabilir:  yk@halkmeclisi.org

(soL)

                                                          



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder