28 Temmuz 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Temmuz 2024-

 Afşar Timuçin ‘metafiziği’ -Asaf Güven Aksel-

Anmalar, yanmalar, tamam. Şimdi namlu gibi dosdoğru aydınlar, sanatçılar için seferberliğe! Beyaz haritalara mor kalemle hiç görülmedik yepyeni kentler çizme zamanıdır…

Tevellüt meselesi, artık böyle olacak belli ki. Çaresiz. Neredeyse her gün, eksile eksile, yana yana… Ziya Osman Saba der ya, “Ha üç gün önce, ha beş gün sonra… / Bir yaprak dökümüdür dört yandan / Bir dostun, seninle ağlamış gülmüş / Bir sabah gazeteyi açarsın ki: Ölmüş!”

Gazeteden gördüğüne göre, sadece ölüm ayrılığı değil burada konu…. Öğüten, dağıtan dişliler… Neyse.

Öyle tuhaf ki, bir dostunun kötü haberini alıyorsun, biraz sızın diner umuduyla, bir ortak dostla paylaşmaya, dertleşmeye yelteniyorsun… Ararken tam, hatırlayıp irkiliyorsun ki, o da yok artık… Kalakalıyorsun, kendi içine katmerlenmiş olarak kapanıyorsun…

“Sonumuz nasıl olacak diye yorma kafanı / Umutsuzluk suçunu işlemek bize yasak” dizelerini yazanın ardından, böyle iç karartıcı lafa giriş hiç yakışmadı, bağışlayın…

Şair, edebiyatçı, düşünür, estet, felsefeci, politikacı gibi, hiçbiri de yanlış olmayan çeşitli sıfatlarıyla ele alan nice yazı sökün edecektir Afşar Timuçin’in ardından. Hak ettiğince olacaktır çoğu… 

Muhtemelen, “Ben gidince geriye kalacaksınız benden / Her zaman böyle olur / Rüzgâr toz bulutları bırakır giderken” dizelerinde bilicilik gören, kimlerin kalacağını sayıp döktüğünde, “sistemin insanları”nın, tozların teşhirini  fark eden, gösteren yazılar örneğin.      

Şiirlerinden, romanlarından, incelemelerinden kolajlarla, kendisini anlattıran yazılar, örneğin.

Afşar Timuçin biyografisi ve yapıtları değerlendirilecek, hatta umarız ki, okunacaktır. Hiç değilse, bir komik kedi videosu alıp götürene kadar.

Ben, tamamen ilgisiz bir şey yazmayı yeğleyeceğim. Çünkü Afşar Timuçin’in artık fiziken aramızda olmaması değil kocaman bir boşluk yaratan. Bir daha Afşar Timuçin olmayacağını görmenin hüznü. Amma metafizik! Her insan tek ve… Ve…

Arada bahsederim, Bostancı’da tren istasyonunun hemen ardında “Kargalı” diye bilinen bir çay bahçesi vardı. Bölgenin bütün devrimcilerinin buluşma noktası. Bir gün orada yine Halit Abi sabiti mevcutluydu. Elimdeki kitaba takıldı gözü. Halit Abi, kaytan bıyıklıdır, eli maharetle çevrilen tespihlidir, ufak tefektir, ama nereden çıkıyorsa artık sesi çay bardağı zangırdatır bir “eski tüfek”tir. Aldı eline kitabı, evirdi çevirdi. Moda “entel”liğe gıcık. Hele de, nasıl volta atılacağını öğrettiği gençte görünce… “Gerçekçi Düşüncenin Kaynakları” diye homurdandı kitabın adını. “Sen bilmiyon mu lan düşüncenin kaynağını?” Zangır zangır. “Sen biliyon mu Abi?” Uzansam dokunacağım kadar canlı gözümün önünde. Tespihe bir tur daha attırırken, çivit mavisi tahta sandalyede bir ayağını altına aldı. “Biliyom tabii.” Sustu, birazdan âlemin sırrını faş edeceğinden, derin solukla gerilimi artırdı. “Beyin kaynağı, beyin!” Ne gülmesi, materyalizm zangır zangır. “Abi, “gerçekçi”… “İşte gerçek tabii, somut yani…”

Afşar Timuçin’e bir gün bunu aktardığımda, “haksız diyebilir misin adama” demiş, gülmemişti. Ama ben okumuş, “entel” panzehiriyle zenginleşmiş, Halit Abi’yi ciddiye alışıyla, birşeyleri kavramıştım. 

Bu, şimdi, çok sıradan, önemsiz bir anı değil mi? Keşke alıntılardan kolajla bir yazı… Bakacağız…

Sevgili kardeşim Aptülkadir Elçioğlu (Aptülika) Afşar Timuçin’i anarken öyle bir cümle kurmuş ki, “Savaşçı Türküleri” kitabının fotosu altında:

“1980'li yılların başı ve Afşar Hoca'nın bu şiir kitabını almışım. Hatta bir süre sonra da imza gününe gidip imzalatmışım. Orada ‘Dostlara Dostça’ yazması beni şaşırtmıştı. Öyle ya yeni yetme tıfıl bir gençtim ve bu büyük ustanın ‘Dost’luğuna erişmiştim. (Bir imzalık da olsa)... Ama gene de Afşar Timuçin bana ve bizim kuşağa bir şekilde boyut katmıştı.”

Bir “tıfıl”la “dost” olan “büyük usta”dan kalır işte kocaman boşluk. “Bana ve bizim kuşağa bir şekilde boyut katmıştı” dedirtenin artık yokluğudur asıl yakıcı olan. Sahi, metafizik mi? Hayır kahrolası sistemin çoraklaştırdığı ülkenin, aydın birikiminin eriyişi.

“Bir şekilde” derken Aptülika, neyi kastediyor, sezgi düzeyinde. İşte o, biyografisinden, eserlerinden çıkmaz, öğrenilmez. O, küçücük anı parçalarındaki rolündedir. Bir tavla atışında. Bir Vedat Günyol sofrasındaki kadehte ve hardallı kereviz rendesindedir. Ataol’lu Erol Abi’li afiş maceralarında. Zırt pırt kapısını çalmadadır, oturup maçları konuşmakta… “Boyut katma!” Ancak bu kadar iyi tanımlanır, Afşar Timuçin’le bizim kuşağın ilişkisi. Boyutlanma, yüzeyselden çıkmadır, elle tutulurluktur. Daha ne yapsın?

Klişe vardır hani, “anlatılmaz, yaşanır” denir. Her eksilmede, tekrarlar oldum. “Bir şekilde…” Şimdi desem ki, Bilim ve Sanat, Yazko Edebiyat, Somut, Düşün, Felsefe Dergisi, İstanbul Sinema Günleri, Tüyap Kitap Fuarı, Bilsak… Şimdi desem ki, bütün bunlar bir dönem bir kuşağın nefes borularıydı, direnç mevzileriydi,  “buradayız!” diklenmesiydi. 12 Eylül dijital gazete kupürü değildi ki… Tuhaf değil mi? Belki dokümanlarda öyledir. Bütün buralarda karşımıza çıkan, birlikte dövüşen, elimizi tutan ve o hercümerç içinde bile bize “boyut katan, incelten, öğreten” dostumuzdu Afşar Timuçin. Sonra sonra bağımız kişiselleşerek ilerlese de, bu bir ayrıcalık değildi.. “Herkesin bırakıp gittiği noktada” bile, göz kırpar, kalın boynuyla, “boşver, sen yürü” jestini umuda çevirirdi. Sanat ne, şiir ne, kentsoylu kim,  felsefe neye lazım… 

O zamanlar Marksizm-Leninizm diyemiyorduk da, “ileri teori” diye kodlamıştık yazarken. Kızmıştı. Minik anı, değil mi?

Mistifikasyon! Belki dokümanlarda öyledir. Ama ya yeni kuşağın Afşar hocası? 

                                                                  /././

Lanthimos sinemasının problemleri -Cemalİ Coşkunırmak-

Tarihselci bakış açısının olmaması insana dair karamsarlıkla birleştiğinde yönetmen her şeyi radikal şekilde değersizleştirerek yıkar ve yok ettiğinin yerine yeni, yapıcı bir şey koyamaz hale gelir.

Seveni çok ancak sevmeyeni yok değil. Yorgos Lanthimos kendine özgü sinema diliyle, hızla elde ettiği başarılarıyla kendinden sıkça söz ettiren, üretken bir yönetmen. “Yunan Tuhaf Dalgası” olarak adlandırılan sinema akımının önde gelen isimlerinden biri olan Lanthimos, filmlerindeki radikal muhalif tavrıyla ciddi bir sempati yaratmayı başaran, aynı sebeple sol çevrelerce de sahiplenilen ve yarattığı bu etki alanı nedeniyle kesinlikle dikkate alınması gereken biri.

Ay başında vizyona giren yeni filmi “Merhamet Hikayeleri” (Kind of Kindness) ile yeniden gündeme gelen yönetmenin başka senaristlerle çalıştığı iki filmden sonra bir kez daha kendi yazdığı bir filmi yönetmesi öze dönüş yorumlarını beraberinde getirdi. Bu yazıda Lanthimos sinemasının aslında hiçbir zaman terk etmediğini düşündüğüm, her filmde kendisini bir şekilde hissettiren özünü genel hatlarıyla, spoiler vermeden ele almaya çalışacağım.

Yaratıcılık mı kolaycılık mı?

Deneysel sinema gerçek dünyadan bağımsız, özgün bir evren yaratmaya olanak tanımasıyla her zaman ilgi çekici bir tür olmuştur. Yönetmenin esnek bir şekilde kuralları istediği gibi belirleyebildiği bu evrende, geleneksel hikâye anlatımının dışına çıkılır, zaman ve mekân algısı silikleşir, olay örgüsü ve karakterler gerçek dünyadaki nesnel koşulların belirleniminden uzaklaşır. Bu özgürlük alanı sayesinde yönetmen bir yandan derdini anlatmak için daha esnek ve yaratıcı davranabiliyorken, bir yandan da seyirciyi alışık olmadığı bir şey ile yüzleştirerek şok etkisi yaratır ve bu sayede tüm ilgiyi üzerine çeker.

Çoğu deneysel sinemacı gibi Lanthimos da kendini bu şok etkisinin çekiciliğine kaptırır ve kolaycılığa kaçar. Filmlerinde şok etkisi bir araç olmaktan ziyade bir amaç haline gelir. Ortada çoğu zaman bir iki cümle ile ifade edilebilecek, özgünmüş gibi gözüken, anlaşılması zor sanılan ancak hızlıca kendini ele veren yüzeysel bir fikir vardır. Bu temel fikir dışındaki öğeler örneğin olay örgüsü, karakter davranışları vs. ortadaki fikre yapay bir şekilde iliştirilmiş gibidir ve amaçları aslında fikri geliştirmekten ziyade şok etkisini sürdürmektir. Ancak anlatılmak istenen şey basit olduğu için çoğu zaman tekrara düşülür ve bu durumda da yönetmenin çözümü daha büyük bir şok etkisi yaratmaktır.

Lanthimos filmlerinde kendi yarattığı evrenin kurallarını belirlerken de hep bu şok etkisini gözetir. Yaptığı kolaycılık, gelişkin bir fikir ve bütünsel kavrayış yoksunluğuyla birleştiğinde kendimizi temellendirilmeyen olayların, tesadüfe dayalı ilerleyişlerin ve gökten düşen karakterlerin içinde buluruz. Daha fenası, yönetmen kendi yarattığı ve kurallarını keyfine göre, gerçekçilik gözetmeden belirlediği sanal dünyasındaki karakter davranışlarına ve tuhaf gelişmelere yaslanarak sıkça günümüz dünyası hakkında kestirmeci yorumlar yapar.

İnsan düşmanlığı ve öznesizlik

Lanthimos’un üç ayrı hikayeden oluşan son filmi “Merhamet Hikayeleri”nin açılışında dinlediğimiz Eurythmics - Sweet Dreams şarkısının sözleri adeta yönetmenin insana dair yaklaşımının bir özeti gibidir: 

“Herkes bir şey arar. Bazıları seni kullanmak ister, bazıları senin tarafından kullanılmak ister. Bazıları seni istismar etmek, bazıları ise istismar edilmek ister.”

Yönetmenin filmlerinde insan hep kötücüldür ve bu kötülük asla nesnel açıdan sistematik olarak temellendirilmez tersine “Zavallılar” filminde de açıkça gördüğümüz üzere Lanthimos’un bilimsel olmayan düşüncesine göre insan şiddete eğilimli ve kötücül doğar. Hatta yönetmen sırf bu yaklaşımını haklı çıkarabilmek için karakterlerini sürekli tuhaf, gerçekçi olmayan koşularda zor durumda bırakarak insanlık dışı şeyler yapmaya iter ve koşulları suçlamak yerine insanı suçlar. “Kutsal Geyiğin Ölümü” bu anlayışın en doruğa çıktığı filmdir.

Çoğu filmi politik olan Lanthimos genelde ‘kendince’ bir otorite olarak gördüğü bir güç odağını karşısına alır, bu güç odağı çeşitli filmlerde iktidar, aile kurumu, ataerkil sistem, gelenekler vs. olarak farklılaşır. Ancak hiçbir zaman ilgili otoritenin karşısında kararlı bir şekilde duran, değiştirme iradesine sahip, bilinçli bir özne göremezsiniz. Lanthimos’un karakterleri birer nesneden ibarettir hatta bu filme o kadar yansır ki karakterlerin davranışları, eylemleri robotiktir.

Bu öznesizliğin temel nedeni yukarıda bahsettiğim insan düşmanlığıdır. Lanthimos, insana güvenmez, insana dair her zaman karamsardır. Hatta filmlerinde eleştirdiği güç odakları tarihsel bir temellendirmeden yoksun bir şekilde neredeyse insan kötücüllüğünün kurumsallaşmış bir hali olarak ele alınır. 

Yönetmen son filminde yukarıdaki şarkı sözlerinden de anlaşılabileceği üzere insan düşmanlığını bir üst düzeye taşıyarak, güç odakları tarafından istismar edilen insanın kendisini suçlar, Lanthimos’a göre ortada bir zor kullanımı ve mecburiyet ilişkisinden ziyade gönüllü bir teslimiyet vardır ve bu nedenle suçlu yine ezilen insandır.

Küçük burjuva radikalizmi ve postmodernizm ile dans

Lanthimos’un en büyük problemlerinden bir diğeri ise tarihsel bir yaklaşımdan yoksun olmasıdır. Yönetmen çoğu şeyi sadece mevcut sonuçlarına bakarak yargıladığı için aslında irdelenmeyi hak eden bir noktadan yola çıkmasına rağmen tarihsel ilerlemeyi yok sayarak yanlış bir noktaya varır. Örneğin, “Kutsal Geyiğin Ölümü” filminde bilim ve sanatla ilgilenen, modern bir ailenin içindeki çürümüş insan ilişkileri gösterilerek bu çürümenin nedenleri sorgulanmadan, özcülüğe sığınılarak doğrudan modernizme saldırılır.

Tarihselci bir bakış açısının olmaması insana dair karamsarlık ile birleştiğinde yönetmen her şeyi radikal bir şekilde, tamamen değersizleştirerek yıkar ve bunu yaparken diğer yandan da yok ettiğinin yerine yeni ve yapıcı bir şey koyamaz hale gelir. Bu problem bazı filmlerde öyle bir noktaya gelir ki, her şeyin tarihsel bir ihtiyaca denk düşerek, olumlu ve olumsuz yanlarıyla, sürekli değişerek var olduğu gerçeği yok sayılarak, eğitimden bilime, temel görgü kurallarından insanlığın binlerce yıllık birikimine dayanan karmaşık, toplumsal kurumlarına kadar her şey, mevcut haliyle sorunlu olduğu gerekçesiyle yüzeysel bir değerlendirmeyle parodileştirilir, anlamsızlaştırılır ve çöpe atılır. Dolayısıyla, son tahlilde Lanthimos sinemasının vardığı nokta postmodernizmdir.

Seyirciyi yabancılaştırma ve elitizm

Son olarak yönetmenin filmlerinin seyirci üzerinde nasıl bir etki yarattığına değineceğim. Öncelikle hem sinema dili hem de yarattığı duygusuz, gerçekçi olmayan karakterler nedeniyle izleyicinin Lanthimos filmleriyle bağ kurması, duygusal olarak filmlerin içine girmesi epey zordur. Buna ek olarak, yönetmenin filmlerin yaslandığı bir iki cümlelik yüzeysel fikri süsleyerek satmak ve seyirciyi rahatsız ederek şok etkisini sürdürmek adına bizi filmdeki gelişim açısından pek de anlamı olmayan, eğreti tuhaflıklara, filtrelenmemiş pornografiye ve şiddet görüntülerine maruz bırakması, seyirciyi filme daha da yabancılaştırır. Lanthimos’un filmlerindeki rahatsız edicilik örneğin Haneke’nin “Yedinci Kıta” filmindeki gibi seyirciyi düşünmeye iten, filmden sonra da devam eden bir etki değildir, tersine amaç sadece seyircinin ilgisini çekmektir bu nedenle anlık bir huzursuzluk ya da tiksinti dışında yönetmenin verdiği rahatsızlığın seyirci üzerinde anlamlı bir etkisi olmaz.

Öte yandan, şunu kabul etmek gerekir ki Lanthimos ürettiklerini çok iyi satan bir yönetmendir. Filmlerle duygudaşlık kuramasanız da filmlerin dayandığı temel fikirler aşırı yüzeysel olsa da yönetmenin yarattığı karmaşık durumlar, metafor serpiştirmeleri ve bir yere bağlanmayan hikayeler seyircide “acaba bir şey mi kaçırıyorum, anlamadığım bir şey mi var” etkisi uyandırır. Bu etki sayesinde, filmler göründüğünden daha fazlasını anlatıyormuş duygusu yaratarak seyirciyi aptal hissettirir. Dahası, bazı sözde entelektüellerin filmin merkezindeki fikri tartışmak yerine alt metin peşinde koşarak filmi olduğundan daha yaratıcı ve derin gösterme hevesi seyirci üzerindeki bahsettiğimiz etkiyi güçlendirirken elitizme de kapı aralar. 
Lanthimos’un pazarlama stratejisinin özü budur.

                                                                     /././

Temsil ettiklerinin ifade ettikleri -Neslihan Eroğlu-

Film pek çok açıdan değer taşıyor olabilir ancak filmde temsile dair tercihlerin işaret ettiği meselelerin yükü çok ağır. O kadar ki örgütlü yaşamlarımız üzerine önemli gölgeler düşürüyor.

“Kuru Otlar Üstüne” (yön.: Nuri Bilge Ceylan) filminin gösterime girişinin üzerinden bir yıl, dijital bir platforma taşınmasının üzerinden de dört ay geçti. Filmin üzerine pek çok yorum ilk aylarda yapıldı ve yeni bir tartışma başlığı da açılmış değil. Bu açıdan okumakta olduğunuz yazının güncel nitelik taşımadığı düşünülebilirsiniz ki haklılık payı olacaktır; ancak yine de izleri ve etkileri bakımından güncelliğini koruyor. Geçen bir yıllık süre zarfında bu yapıtın bir film olarak sinema tarihine katkılarından öte, sol örgütlü çevrelerde nasıl tartışıldığı incelemeye değer. 

Eserlerinde sıklıkla temsil kavramına değinen John Berger’e göre sanat, salt estetik değer taşımanın ötesinde, siyasi ve ideolojik bir araçtır. Bu bağlamda bir şeyin bir başka şey tarafından ifadesi anlamına gelen temsil kavramının tarafsız olmadığını ifade eder. Siyasetten sanata, sanattan spora ve hatta gündelik hayatımıza kadar temsiller çok yönlüdür ve temsilin gönderme yaptığı anlamsal "çokluk" temsil sahibinin siyasal ve ideolojik pozisyonu tarafından belirlenir. Bir diğer ifadeyle, temsil edilen şeyin görsel veya sembolik ifadesi, nesnenin fiziksel özelliklerinden ziyade, temsil sahibinin bakış açısını, inançlarını, politik duruşunu ve toplumsal konumunu yansıtır.

Film, Kürt coğrafyasına tayin edilen bir öğretmenin dört yıllık zorunlu hizmetinin son dönemecinde geçiyor. Film boyunca çok çeşitli demografik, sosyal ve yaş grubundan insanlar görüyoruz. "Kadın, alevi, Kürt, çocuk, devrimci, eğitimci"… Kategoriler çoğaltılabilir ancak şimdilik baş karakterlerle birlikte yapılan tercihlerden yola çıkarak temsil dünyasındaki anlamları biraz irdeleyelim.

Kadın karakterlerden biri Sevim. Sevim, eğitime ulaşmanın güç olduğu Kürt coğrafyasında doğmuş bir kız çocuğu. Eğitime ulaşmak zor çünkü hem bölgenin ekonomik gerçekliği hem de gericileşmenin kız çocuklarının hayatları üzerindeki etkilerini düşünülürse, Sevim şanslı azınlıktan biri. Sevim yaşında pek çok kadın, onun aksine, okula ya hiç gidemiyor ya da uğradığı tecavüz sonrasında istemediği bir evliliğe mahkûm ediliyor. Filmin çekimlerinin yapıldığı Erzurum ve Adıyaman’da tarikatların eline düşen pek çok kız çocuğu öğretmen Samet’i hiçbir yerde görmüyor.  

Yönetmen film boyunca Sevim ile Samet’in ilişkisinde sürekli bir sınırı ihlal etmeyi tercih ediyor. Öğretmen Samet’in yalnızca ona ait o aşkın arayışının (!) konusu haline gelen Sevim, film boyunca kışkırtıcı, fettan, yer yer aptal, yer yer uyanık ve kurnaz biri olarak tasvir ediliyor. Gösterilmeyen ise şiddetin nesnesi olması. Yetişkin bir erkek ve bir kız çocuğunun denk olmayan ilişkisinde, kız çocuğunun fettanlığı gözümüze sokulurken, sevgili öğretmenimizin kıza belinden sarılması, başka bir erkekle gördüğü zamanki rahatsızlığı, tüm sınıfın önünde linç edilmesi adeta meşrulaşıyor. 

Açmaya çalışalım. Günümüzde pek çok farklı sosyal çevre içerisinde –ki toplumsal ya da entelektüel olarak gelişkin çevreler istisna değil- cinsel öğeler taşıyan en büyük sınır ihlalleri, sınırların belirsizliği tartışmasını içerisinde yoğun şekilde taşıyor. Çoğu zaman mağdur tarafından istismar olgusunun bırakalım dile getirilmesini, bilince çıkarılması ve hatta farkına varılmasını bile güçleştiren de işte birebir ilişkilerin sınıfsallık, cinsiyet eşitsizliği ve toplumsal hiyerarşilerce kuşatılmış bu belirsiz bölgeleri. Film, bunca şiddetli yaşanan güncel bir toplumsal olguyu işte bu belirsiz (ve tekinsiz) bölgelerin sınırlarında işlemeyi seçiyor. Aslında bu, politik ve estetik açıdan cesur bir soruşturmanın zemini olabilirdi. Ancak filmde Samet’in Sevim ile ilişkisi, daha çok kibirli ve ben merkezci bir varoluşçu adamın hezeyanlarının arka planı ya da malzemesi gibi sanki. 

Bu noktada tersten bir akıl yürütebiliriz. Bu film, bir Ege köyünde geçiyor olabilir ve Sevim’in yerinde bir erkek çocuğu bulunabilirdi. Elbette böyle sonsuz varsayımda bulunabiliriz ancak yönetmenin Ege kasabası yerine Kürt illeri, erkek yerine kız çocuğu tercih etmesinin filmde üstlendiği işlev üstünde durmaya değer. Çocuk istismarının görülmediği topraklar gibi ele alınan bir anlatı, yönetmenin bu topraklarda ne ölçüde toplumsal dertleri olduğuna dair fikir veriyor. Ya da silah seslerinin sahnenin gerisinden işitildiği filmde, politik gerilim unsurlarına da rastlamak mümkün değil. Aksine karakterin görece steril dünyası içinde kalıyoruz. Silah sesleri, yenik solcular, politize olmaya hazır bir öfkeli genç… Bunlar da aynı arka planın dekorları gibi. Karakterin yaşantısına sızamıyor, teğet geçiyor hep. Keşke bu tarihsel yükün ağırlığını dolayımlı da olsa film üzerinde hissedebilseydik. 

Gelelim diğer kadın karakterimiz Nuray’a. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde kadın karakter konusu başlı başına ayrı bir yazı olmayı hak ediyor ancak ne yazık ki bu satırlarda sınırlı biçimde ele alacağız. Filmlerinde sıklıkla bedensel ya da ruhsal bütünlüğü olmayan kadınlarla karşılaşıyoruz. Ancak şunu söylemeliyiz: Pek çok filmindeki kadın karakterin hikayesinin arka planına ilişkin eksikliği bu filmde daha az hissediyoruz. Nuray’ın hikayesi, tüm derinliği ile ele alınmış erkek karakterin (!) bir eşlikçisi olmaktan çıkabilmiş. Nuray, Ankara Gar Katliamı sonrasında engelli olarak hayatına devam etmek zorunda kalmış, örgütlü mücadelenin parçası olduğunu anladığımız bir kadın. İlk bakışta güçlü bir kadın profili verir görünüyor ancak karakteri biraz kazıdığımızda ardında hayatla ilişkisi oldukça yüzeysel, tek boyutlu bir karakter olarak orada duran yaralı kadını görüyoruz. Nuray’ı en fazla tanıdığımız sahnelerden biri yemek sahnesi. Samet karakterinin bir tür oyun çevirerek yalnız gelmeyi başardığı evde birlikte yemek yerler. Bu sahnede Nuray bazı önemli sorular yöneltir Samet’e. Örgütlü devrimci Nuray ile varoluşçu ve bireyci Samet’in değerleri karşı karşıya gelir. Dünyaya nasıl katkı verdiğini ve Samet’in özgürlük diye bahsettiği kavramın ne olduğunu sorar. Seyirci, Nuray’ın sert başlayan ve tahrik edici sorularına eşlik eden bir çatışmaya hazırlarken sahne asimetrik olarak devam eder. Yaptığı resimlerle ve anlattıklarıyla yaşama tutkusunu hissettiğimiz Nuray, güçlü başladığı sohbette, aniden naifleşen yanıtlarıyla değil Samet’i sıkıştırmak, onu rahatsız bile edemez olur. Tersine, Nuray’ın 10 Ekim’in devrimci özneleriyle IŞİD’in denkliğini kabul edercesine yanıt veremeyişi, fedakarlığın değerini ifade edemeyişi, genel geçer kavramlarla konuşmaya devam etmesi adeta kamu spotu tadında bir solcu görüntüsü çizmiş. Nuray’a bu sahnede yeşil parka da giydirilseymiş tam olurmuş, medyanın Türkiye solcusunu resmetmeye çalıştığı görüntünün bir parçasına yerleşebilirmiş. Kitabi konuşan, yaşamla bağları kopuk görünen iyi insanlar…

Şu soru sorulabilir: Böylesi bir Türkiye solcusu yok mu? Elbette var ancak önemli olan nokta sahnenin ne ölçüde gerçeği yansıttığı değil; bu iki karakteri böyle bir diyalog içinde karşı karşıya getirme tercihidir.
Tabi burada bir diğer konu, adeta liberal-sosyalist çatışması diyebileceğimiz tartışmanın yükselmesi beklenirken yatakta bitmiş olmasıdır. Nuray’ı anlamak buradaki geçiş ile birlikte güçleşiyor. Nuray’ı rahatsız ettiğini düşündüğümüz olgular daha yeni açığa çıkmışken, Samet’in ‘Peki senin hayata katkın’ nedir sorusuyla bir kırılma anı yaşanıyor ve birden cinsel gerilim baş gösteriyor. Buradaki geçişin dinamikleri anlaşılamaz olduğu ölçüde tartışmanın kendisi ön sevişme malzemesi olarak araçsallaşıyor.

Nuray’ın çatışmasını gerçekten anlayamıyoruz. Etik değerlere önem atfeden karakterimizin Samet’ten tek bir isteği oluyor, o da aralarında geçenleri Kenan’a iletmemesi. Ancak içindeki tüm ‘erkeği’ farklı sahnelerde kusan öğretmenimizin daha öncesinde arzu etmediğini bildiğimiz Nuray’ı bir fetih aracı haline getirdikten sonra yaptığı ilk iş, arkadaşına anlatmak oluyor. Üstelik bu eylemle arkadaşının canını yaktığında aldığı keyif Samet’in kötücül bir karakter olması hakkında biraz daha fikir veriyor. Kenan ise öğrendiklerinden sonra yeni bir tavır alıp iletişimi kesiyor. Bu üçlünün arasındaki ilişki dinamiğinin bu gelişme ile değişmesini bekliyoruz ve hatta bunun üzerine Nuray hesap soruyor. Ancak sorduğu hesabın muhatabı yalnızca Kenan olmakla birlikte nereye vardığını da anlamak güç. Zira final sahnesinde karakterlerimiz anlaşılamaz bir geçişle ‘pastoral seyahatlerine’ çıkıyorlar. Bu üç karakteri halen yan yana tutan mayanın ne olduğu anlaşılamıyor.

Nuray yalnızca solcu bir kadın olabilirdi ancak Ankara Gar Katliamı’nda yaralanmış bir kadın olması tercih edilmiş. Burada tercih edilen eylemin, bir terör saldırısıyla sonuçlanması kadar, Türkiye solunun hep birlikte katılım gösterdiği eylemlerden biri olması da öylesine bir tesadüf değil sanki. Yazının bu noktasında, aklımızda kalması adına bir soruyu not düşmeliyiz. Bu karakter özelinde toplumsal açıdan böylesine yakıcı bir konuyu seçmenin bu filmdeki işlevi nedir?

Filme dair gördüğüm ve izlediğim eleştiri ve tartışmalar farklı yaklaşımlar içeriyor olmakla birlikte, çoğunlukla Samet karakteri ve yönetmenin bu karaktere dair tercihleri üzerineydi. Kabaca bir tarafta yönetmenin Sametleşen bir toplumsal çürümeye işaret ettiğine ilişkin kanaatler; diğer tarafta ise kötücül ve bencil yanıyla ‘insan doğası’nın karanlık gerçekliğine ilişkin yer yer öykünmeler de içeren Samet güzellemeleri.  

Şimdi Samet’e bakalım.

Yönetmenimiz başrol karakterinin mesleğini öğretmen seçmiş ki bu mesleğin topluma katkıları anlamında temsiliyetini zihnimize baştan yerleştirmiş olsun. Bir öğretmen; öğreten, aydınlatan, topluma değer katan ve mücadele eden bir aydın olabilir. Bizim coğrafyamızda öğretmen, aydınlanma mücadelesi ve Cumhuriyet ile özdeşleşmiş bir toplumsal tiptir aynı zamanda. Nitekim, tanık olduğum filme dair pek çok tartışmanın bu zeminde yürütülmesi toplumsal bellekteki bu imgenin zayıflasa bile hala canlı olduğunu gösteriyor bana. Samet’in mesleği, iç dünyası ve varlığıyla topluma kattığı değer, onun gerçek bir aydın olup olamayacağı sorusunu gündeme getiriyor. Samet’in, salt bir öğretmen olması aydın sayılması için yeterli midir? Ya da Samet’in ara ara dile gelen varoluşçu romantizmi aydına dair sancılar mıdır? 

Bir aydının, bilgi aktarımının ötesinde, aydınlatan ve toplumsal mücadelelerde aktif rol alan bir özne olabilmesi beklenirken Samet’in kötücül karakteri, değil onun aydın olmasını iyi bir öğretmen olmasının dahi önüne geçiyor. 

Filmin afişi romantik ressam Caspar David Friedrich'e ait “Bulutların Üzerinde Yolculuk” resmini anımsatıyor. Romantik dönemin yapıtı olan bu eserin ruhu da filmde kendini gösteriyor. Samet, yemek sahnesinde sıklıkla duygular ve hislerin önemli olduğu bireysellik ve bireysel kurtuluşa işaret ediyor. Aynı konuşma içerisinde, örgütlülük ve dayanışma ahlakına karşı öfkesiyle, ortak mutluluk ve güven duygularına haset duymasıyla örgütlülüğe olan düşmanlığını açıkça ortaya koyuyor. Siyasi referanslara yalnızca kendini temize çıkarmak gerektiğinde ihtiyaç duyan bir öğretmenden bahsediyoruz. Suçlandığı zaman ‘Biz buranın muhafazakâr yapısını değiştirmeye gelmedik mi’ sorusuyla da ikiyüzlülüğünü ortaya koyan bir karakter. Aslında Samet’in samimi olmayan düşünceleri ile pratiği arasındaki çatışmayı gözler önüne seren bu ifade, karakterin içsel tutarsızlıklarını en net şekilde yansıtan sahnelerden birisi. 

Yalnızca bunlarla da sınırlı değil. Samet, karakter özelikleriyle kötücül yanlar taşıyan bir öğretmen. Öğrencilerini sınıfta aşağılayan, kibirli, arkadaşının arkasından planlar yapıp bir tacizci olabileceğine işaret eden, bu anlamda başkalarının hayatını emen bir sinik. Film boyunca karakterin taşıdığı varoluşçu hezeyanlar, fotoğraf kareleriyle estetize edilmeye uğraşılmış ancak öğretmenimizin aşkın ruhunu vasat ve çiğlikten kurtulması mümkün olamamış.

Samet ile insanı, bireye ve onun aşkın arayışına indirgeyen bu karakterin Türkiye aydını karşısına konumlanışının işlevi üzerine düşünmek zorundayız. Film pek çok açıdan değer taşıyor olabilir ancak filmde temsile dair tercihlerin işaret ettiği meselelerin yükü çok ağır. O kadar ki örgütlü yaşamlarımız üzerine önemli gölgeler düşürüyor. 

Tartışıldığı gibi Samet tutarsızlıkları, kötücüllüğü ve çelişkileri ile düşündüren bir karakter olabiliyor mu gerçekten? Sametleşen bir Türkiye’ye ile sağlıklı bir mesafelenme içine girebiliyor muyuz?

Sorunun yanıtı içerisinde filmin anlatım biçimi önem arz ediyor. Sorunun içindeki bakış açısının tersine yönetmenin bilinçli ‘lirik’ anlatım biçimleriyle yaptığı tercihlerde; seyirci, adeta manipüle oluyor ve sersemliyor, bu ölçüde de Samet ile mesafelenmek bir yana yakınsamaya başlıyor. Üstelik tüm bu olay örgüsüne her tür çeşitlilik bir malzeme olabiliyor. Gerekirse bir kız çocuğunun sınırları da ihlal edilebiliyor, bir arkadaşın kuyusu da kazılabiliyor. Ya da fonda dağlara çıkan bir solcu da olunabiliyor, dükkânında yitik bir devrimci de. Her biri “bencil insan doğasının” aksesuarları haline gelebilir. Tüm bu temsillerin araçsallaştırıldığı bir anlatı dünyasında kaçınılmaz olarak her biri özne olmaktan çıkıyor ve nesneleşiyorlar. Üstelik nesneleşen karakterlerin çatışmaları, ikilemleri ve gerilimleri derinliğiyle ele alınmayınca, istikrarsız, dengesiz ve nevrotik görünümler kazanıyorlar. 

Bu anlamda temsiller, doğru soruları sormaktan ve karakterler ile sağlıklı mesafe almaktan alıkoyan ve seyirciyi koşullandırıcı bir işlev kazanmış gibi. Samet’i herhangi bir insan olarak değil de, bir aydın olarak tartışmaya başlamak tam da böyle yerden çıkıyor. Oysaki Samet’in ne kişisel tarihi ve geleceği, ne de Sametgillerin tarihteki yeri, bize onu bir aydın olarak tanımlamak için hiçbir ipucu vermiyor. Benzer sorular diğer tüm karakterler için farklı biçimlerde sorulabilir.

Buradan yola çıkarak, filme dair eleştirilerde yer yer tartışıldığı üzere, filmin sorunsallaştırdığı şeyin Türkiye toplumunun giderek Samet’te ifadesini bulan çürümüşlüğe teslim olması ya da buradan yeni bir tartışmaya olanak açabilmesi olduğunu düşünmüyorum. 

Bu noktada sormamak elde değil!

Mecbur muyuz dünyada ve ülkemizde sanatsal üretim geriye düştü diye estetik bir anlatım biçimini sanatsal bir baş yapıt gibi kabul etmeye? 

Gerçekten bundan daha iyisini yapamaz mı insanlık? 

Kaynakça
Berger, John, ‘’Görme Biçimleri’’
Berger, John, ‘’ Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa’’

                                                           /././

Hatay'da TOKİ Deprem Konutları'ndaki imalat hatalarını belgeleyen gazeteci tehdit edildi -Özkan Öztaş-

Samandağ'da deprem konutlarındaki imalat hatalarını belgeleyen yerel gazeteci Ali Arslan tehdit edildi. Arslan konuya dair soL'a konuşu: 'Halkımıza bir faydamız dokunduysa ne mutlu bize!'

Geçtiğimiz günlerde TOKİ'nin Hatay'da başta Samandağ olmak üzere yapımı devam eden deprem konutlarındaki imalat hataları kamuoyuna yansımış ve gündem olmuştu. 

Durumu belgeleyen ve kamuoyuna duyuran gazetecilerden biri de Hatay'daki Sovtna Gazetesi İmtiyaz Sahibi Ali Arslan'dı. 

Arslan'ın belgelediği görüntülerde imalat hataları bariz bir şekilde görüntülere yansırken artan tepkiler üzerine TOKİ'den gelen resmi açıklamada imalat hataları kabul edilmiş ve düzeltme yapıldığı, yüklenici firma hakkında da soruşturma başlatıldığı belirtilmişti. 

Dün Sovtna Gazetesi İmtiyaz Sahibi Ali Arslan'a yaptığı haberler ve TOKİ Deprem Konutları'ndaki imalat hatalarına dair ortaya çıkardığı belgelerden dolayı tehditler gelince gazeteci Ali Arslan bir açıklama yayınladı. Ölüm tehditleri aldığını ve savcılığa suç duyurusunda bulunduğu ifade eden Ali Arslan süreci soL'a anlattı. 

'Bir iki şirketin ucuz çıkarları uğruna insanlarımızın ölüme yürümesine asla izin vermeyeceğiz'

Ali Arslan her şeyden önce TOKİ'nin yaptığı açıklama ile hatasının ortaya çıktığına, konuyla ilgili belge ve bilgilerin gerçek olduğunu kabul ettiğine dikkat çekiyor. Ali Arslan yaptığı haberlerden dolayı aldığı ölüm tehditleri için ise "Halkımıza bir faydamız dokunduysa ne mutlu bize!" diyerek gazetecilik faaliyetlerine devam edeceğinin altını çiziyor:

"Samandağ Mağaracık Mahallesi'nde inşa edilen Toplu Konutlarla ilgili yaptığımız haberlerden dolayı hakaret ve tehditlere maruz kaldık. Bizim için önemli olan toplumumuz adına yaptığımız çalışmaların topluma fayda sağlamasıdır. Eğer halkımıza bir nebze de olsa faydamız dokunduysa ne mutlu bize! Zaten Toplu Konut İdaresi tarafından yapılan açıklamada yayınladığımız görüntülerin gerçekliği de net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bundan sonra da konunun takipçisi olacağız! 6 Şubat'ta yaşadığımız acıların bir daha yaşanmaması için her zaman mücadeleye devam edeceğiz. Bir iki şirketin ucuz çıkarları uğruna insanlarımızın ölüme yürümesine de asla izin vermeyeceğiz. Bağımsız denetçiler eşliğinde bu konutlar yeniden denetlenmeli ve bu rapor halka sunulmalıdır. Sağlam olmayan binalar gerekirse yıkılmalı ve halkın huzurla güvenle oturacağı binalar inşa edilmelidir."

Ali Arslan'a destek mesajları: 'Yerel gazeteciler yalnız değildir'

Ali Arslan'ın aldığı tehditlerin akabinde Hatay'dan Arslan'a destek ve dayanışma mesajları da geldi. Arslan'ın avukatı konuya dair açıklama yaparken siyasi parti temsilcileri, meslek örgütleri ve sendikalardan Arslan için dayanışma mesajları paylaşıldı. 

Hizam Hasırcı sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda gazeteci Ali Arslan'a yapılan tehditleri kınadığını ifade ederken, Ali Arslan'ın yanında olduğunu belirterek desteklerini paylaştı. 

Ali Arslan'ın avukatı Atakan Atar da yaptığı basın açıklamasında Ali Arslan'ın ve diğer yerel gazetecilerin yalnız olmadığını ve konuyla ilgili Samandağ Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunduklarını ifade etti.

Av. Atakan Atar konuya dair açıklamasında şu sözlere yer verdi:

"Gazeteci Ali Arslan'ı gündeme getirdiği olaylar ve bilgilerle tanıyoruz. En son Samandağ Mağaracık'taki TOKİ konutlarıyla ilgili yaptığı haberler tüm Türkiye'de yayınlandı ve halımız bununla alakalı doğru bilgiler edinmiş oldu. Kamuoyunun ilgisini çeken bu haberlerden sonra sevgili gazeteci Ali Bey, ölüm tehditleri aldı ve hakaretlere maruz kaldı. Biz bu olaylarla alakalı Samandağ Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunduk. Ve faillerin bulunarak konuyla alakalı soruşturulmasını talep ettik. Şunun bilinmesini istiyoruz, ne sevgili Ali Arslan, ne de diğer yerel gazeteci arkadaşlarımız yalnız değildir."

                                                                  /././

Kudüs, Hood ve Carta III -Serdal Bahçe-

"İngiliz kraliyet tarihinin en hor görülen, en çok hırpalanan kralı oldu; Robin Hood efsanesi de bu görüntüye katkı sundu. Gerçekten hangisi iyi kraldı? Topraksız John mu? Aslan Yürekli Richard mı?"

Kudüs düşünce Papa Avrupa’yı ayağa kaldırdı. Selahaddin farkında değildi ama bu defa sahnenin yıldızlarının da yer alacağı bir temaşayı tetiklemişti. I. Haçlı Seferi küçük ve topraksız soyluların, özgür sefillerin seferiydi. II. Haçlı Seferi ise yine aynı grupların oluşturduğu, ancak içine biraz kraliyet sosu karıştırılmış bir seferdi (buna Fransa Kralı VII. Louis de katılmıştı). Bu defaki Avrupa’nın en büyük monarklarının tamamının katıldığı bir sefer olacaktı. Haçlı, İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard, Fransa Kralı Philip Agustus ve Roma-Germen İmparatoru Frederick Barbarossa öptüler; böylece sefere Avrupa’nın tüm büyükbaş kralları katılmış oldu. 

Haçlı Seferleri deyince pek tabi ki aklımıza hemen Kutsal Toraklara yapılan bir dizi sefer gelir; oysa bu ilk intiba yanlıştır. Birincisi bu seferlerin tek hedefi sadece Müslümanların elindeki Kutsal Topraklar değildi; Ortodoks Bizans da seferlerin hedefindeydi. Papalık Ortodoks kilisesini yeniden Katolik egemenliği altına almak için seferleri bilerek kışkırtmıştı; Bizans’ın bahtsız imparatorları da bunun bilincindeydi (bu nedenle topraklarına giren Haçlıları çabucak Asya toraklarına geçirip başlarında def etmeyi bir politika olarak benimsediler). Nitekim IV. Haçlı Seferi’nde doğrudan hedef Bizans’tı. Haçlılar kutsal toraklarla uğraşmak yerine İstanbul’u ele geçirmiş ve burada 26 yıl sürecek bir Haçlı devleti kurmuşlardı. İkincisi pek tabi küçük özgür köylülerin ve soyluların, maceraperestlerin, servete ve güce aç aristokratların dinmek bilmeyen açlıkları en büyük etmendir. Üçüncüsü, bu seferler aynı zamanda orta çağın Katolik gericiliğini her yerde hakim kılma amacını taşıyorlardı. Nitekim bu anlamda sadece Müslümanlara karşı yapılmadı seferler. Bahsedildiği gibi Ortodoks Bizans’a, halkçı ve eşitlikçi sapkın Hristiyan akımlara (örneğin Bulgaristan ve Balkanlardaki Bogomil hareketine, ya da Fransa’daki eşitlikçi bir tarikat olan Albigenlere kaşı da Haçlı seferleri düzenlendi).

Neticede Richard Fransa’daki hazırlıkların ardından yola çıktı. Fransa Kralı Philip ile birlikte gidiyorlardı. Alman İmparator Frederick Barabarossa ise karadan, Macaristan ve Bizans toprakları üzerinden götürdü kafilesini.  Ama onun hikayesi kötü bitti. Konya civarında önemli bir Anadolu Selçuklu gücünü yenilgiye uğrattı ama Göksu çayını geçerken atı onu üstünden attı. Orta Çağ’da şövalyeleri korumak için kullanılan ağır zırh bu defa ölüm getirdi, giydiği zırh nedeniyle sulara gömüldü ve boğuldu. Feodalizm her yerde ölümün yaşamı yendiği bir düzenekti. Onun ordusu çabucak dağıldı. 

Richard ve Philip denizden gittiler. Ancak işi ağırdan aldılar. Sicilya ve Kıbrıs’ta siyasi iktidarları kendine yakın olanlar lehine dizayn ettikten sonra yoluna devam etti Richard. Ona eşlik eden Fransa Kralı ile aralarındaki gerilim giderek büyüdü. Bu gerilimin ve gerilimden doğan koordinasyon eksikliğinin Selahaddin’in bu seferi görece az kayıpla atlatmasında büyük bir etkisi vardı. Richard ve Philip sonunda Akra’ya vardıklarına Selahaddin ve Müslümanların elindeki kent uzunca bir süredir Haçlıların kuşatması altındaydı. Avrupa’dan gelenlerin verdiği destekler ile birlikte Akra iki yıllık kuşatmanın sonunda Haçlıların ellerine düştü. Tarihçiler, özellikle de Romantik/aristokratik bakış açısına sahip olan görece sağ tandanslı tarihçiler bu olayı Richard’ın hanesine yazma eğilimindedirler, bu Fransa Kralı Philip ile onlar geldiğinde halihazırda kuşatmayı sürdürmekte olan Haçlıların rolünü küçümsemek anlamına gelmektedir. Ancak olsun, Richard aristokratik feodal romansın göz bebeğiydi. 

Ancak sanıldığı kadar da soylu ve erdemli değildi galiba. Esir alınan Müslümanlar için Selahaddin ile pazarlık yapıldı, ancak Selahaddin ödemeyi geciktirince soylu ve “İyi Kral” Richard esir tutulan 3000 civarında Müslümanın kellesini vurdurttu; o vakitler Cenevre konvansiyonu geçerli değildi tabii. Tüm sefer boyunca Fransa Kralı’nı, diğer kralları ve prensleri aşağıladı, ya da ciddiye almadı. Bunun bedelini ödeyecekti. Bu arada Selahaddin ile Richard’ın kişisel görüşmeleri ileride edebiyata konu olacak “düşman fakat dost” krallar öyküsü yarattı. Ama aslında bahsedildiği gibi feodalizm erdem, soyluluk ve sadakat kisvesi altında her türden soysuzluğun, sadakatsizliğin ve erdemsizliğin cirit atığı bir döneme işaret ediyordu. Nitekim hem türdeşlerine ve dindaşlarına, hem de düşmanlarına karşı oldukça erdemsiz bir tavrı vardı Aslan Yürekli’nin. 

Bu arada askerlerinin büyük bir bölümü gibi hasta oldu, Haçlı ordusu içinde salgınlar sıradan vakalardı. Hatırlarsanız lise döneminde sağ eğilimli, çoğunlukla Milliyetçi Muhafazakâr çizgideki tarih öğretmenleriniz sürekli Batılıların hijyen eksikliğinden dem vururlardı. Aslında bunda bir gerçeklik payı vardı. Arap kronikler yağmaya gelen Haçlıların hem sağlık hem de hijyen konundaki sefillikleri karşısında şok olmuşlardı. Arap ve Müslüman hekimlerin ileri bilgilerinin ve hijyen konusundaki hassasiyetlerinin yanında Hristiyan hekimlerin cehaleti defalarca not edildi. Nitekim Richard tam da böyle bir hijyen ve bilgi eksikliğinin sonunda öte dünyaya göçecekti. 

Akra düştükten ve bir iki gözde zafer kazanıldıktan sonra aslında Kudüs yolu iyice açılmıştı Haçlılar için. Ancak Haçlı ordusu Kudüs’ü kurtarmak yerine yavaş yavaş dağıldı. Bu dağılmanın nedenleri hala sorgulanmaktadır. Richard aleyhinde yazanlar (Fransa partisine mensup olanlar) onun Selahaddin ile ihanetvari bir işbirliği içinde olmasını sebep olarak görürler. Diğer taraftan onun lehinde olanlar (İngiltere partisine mensup olanlar) Fransa Kralı Philip’in erken havlu atarak, erkenden ülkesine geri dönmesini neden olarak ileri sürerler. Neydi bilemeyiz ama kurtarmaya geldikleri Kudüs’ü kurtaramadan döndüler Avrupa’ya. 

Aslında Kutsal Topraklara düzenlenen seferlerin ruhani ve uhrevi nedenlerden çok dünyevi nedenler tarafından yönlendirildiklerine delalet eder bu durum. Richard seferdeyken İngiltere’nin yönetimi annesi Akitinyalı Eleanor’a bırakılmıştı, Fransa’daki toprakların yönetimi ise kardeşi “Topraksız” John’a. John o yokken tahtı ele geçirmek için İngiltere’ye saldırmayı bile denedi, ancak Richard yanlısı aristokratik koalisyon ve annesi tarafından püskürtüldü. Belirtmiştik; oğullar babalara, kardeşler kardeşlere karşı en ufak bir sadakat beslemiyordu feodal dönemde. Oysa feodal dönemi öven gerici romantik yazarlar bu kadar sadakatsiz bir dönemden erdem timsali bir hikaye çıkardılar. Örneğin Robin Hood yalnız değildi; romantik ve tutucu İngiliz yazar Walter Scott aynı dönemi Ivanhoe karakteriyle idealize etmişti. Kralına sadık Ivanhoe, halkına ve kralına sadık Robin Hood söylenceleri aslında toplumsal bir rezaleti örtmek için üretilmiş mitlerdi. 

Richard, kardeşinin alavere dalavere adımlarını bahane edip seferi bırakarak geri dönüş yolculuğuna başladı. Fransa kralı Philip ise Richard’dan önce yol çıkarak o yok iken kardeşinin başlattığı isyandan Fransa lehine yararlanmak için elini daha çabuk tutmuştu. Ne kadar soylu ve uhrevi amaçlar ile yol çıkmışlardı oysa. Ancak Richard evine varamadı. Gemisi fırtınada karaya oturdu ve kara yoluyla giden Richard Kutsal Toraklarda iken incittiği Avusturya Kralı Leopold tarafından ele geçirildi. Leopold, Richard’ın serbest bırakılması için çok yüklü bir fidye istedi (ne kadar erdemli bir dönem ama). İşte Robin Hood hikayesi de tam bu noktada başladı. 

Söylenceye ve hikayeye göre o vakitler abisinin yerine tahta göz kulak olan John, Richard bir daha geri dönmesin diye fidyeyi ödemeyi geciktirdi. Adamları aracılığıyla küçük Saxon soylularının ve özgür köylülerin ümüğüne çöktü ve parayı zorla topladı ama yollamadı. Robin Hood bu nedenle çetesiyle birlikte Kral John ve en has adamı Nottingham şerifinin topladığı paraları çalmaya ve yoksullara dağıtmaya başladı. Bir taraftan da Norman soyluları ve Kral John’u fidyeyi ödemeye zorluyordu. Böylece gerçek Kral-sahte Kral, iyi Kral-kötü Kral ikilemleriyle bezenmiş büyüleyici bir hikaye çıktı ortaya. Ancak hikaye tarih değildir; tarih hikayelerden ve söylencelerden öğrenilmez. 

Tarih sürecin böyle işlemediğini söylüyor. O vakitler prens olan John Fransa topraklarında idi, ve abisinin yerine göz kulak olan annesine karşı isyan halindeydi (pek tabi ki Kutsal Topraklardan alelacele dönen Fransa Kralı’nın da desteğiyle). İngiltere’de fidye toplama işi anne Akitinyalı Eleanor ile Richard’a yakın bir grup soyluya düştü. Onlar baronları sıkıştırdılar, baronlar ise kendi serflerini, ve özgür köylüleri. Böylece yüksek meblağlı fidyenin yükü zavallı serflere ve küçük köylülere düştü. “İyi Kral”ın, “Gerçek Kral”ın bedeli yüksekti. Serflerin ve köylülerin ekonomik ve mali durumu o kadar kötüleşti ki; zaten uzunca bir süredir bir ekonomik ve toplumsal buhran içinde olan İngiliz kırlarında durum daha da ağırlaştı. Ağırlaşan bunalım sonraki iki yüzyılda ardı arkası kesilmeyecek köylü isyanlarına yol açacaktı. Bu isyanların soncunda, ve pek tabi ki kendi içindeki derin çatışmaların da katkısıyla İngiliz aristokrasisi güçten iyice düşecekti. Tarih bunu anlatmaktadır. Aslan Yürekli Richard’ın tahta dönmesinin ceremesini İngiliz köylülüğü çekmişti. 

Fidye ödendi ve Richard İngiltere’ye döndü. Oradaki işleri yoluna koyarak Fransa’daki topraklarına, isyancı kardeşini, isyancı baronları ve Fransa Kralı’nı yol getirmek için gitti. John teslim olduğunda ona bir şey yapmadı; “sen daha bir çocuksun” dedi (çok sevdiğinden değil, John son Plantagenet olduğu için yapmadı). Sonra isyancı baronlar ve Fransızlarla kavgaya devam etti. Bir kalenin kuşatması sırasında atılan bir ok sol omzu ile boynu arasına saplandı; kale surlarına pek yakın gezerek kuşatmayı denetliyordu. Kötü bir kraldı, kötü bir yöneticiydi ama kabul etmek gerekir yiğit ve pervasızdı. Saplanan oku çıkarmaya çalışan hekimler (tıpkı Arap kroniklerin şok içinde not ettikleri şekilde) hijyen kurallarına dikkat etmediler ve yara iltihap kaptı. Aslan Yürekli Richard, “İyi Kral” 1199’da bir askeri kampta hayata gözlerini yumdu. Krallık döneminin çok kısa bir bölümünde gerçekten tahta oturarak sivil idareyi yönetti, vaktinin çoğunu savaş meydanlarında geçirdi. “Kılıçla yaşayan kılıçla ölür” iddiasını haklı çıkaracak şekilde savaş meydanında can verdi. İngiltere kralıydı ama İngiltere’de çok kısa bir süre için bulundu (İngilizce biliyor muydu emin değilim). Fransa topraklarına gömüldü. 

Öldüğünde İngiltere çok üzüldü mü bilinmez. Büyük bir olasılıkla üzülmedi çünkü Richard dönemi bahsedildiği gibi ekonomik ve toplumsal baskının arttığı bir dönemdi. Savaşlar mali yapıyı kökten bir şekilde bozmuştu. Merkezi otorite zaten zayıftı, ve ekonomik ve siyasal olarak güçlü olanın zayıf olanı, fukara olanı ezmesi sürecinin daha da derinleşmesini engelleyecek gücü yoktu. Ancak buna rağmen İngiliz gerici romantik edebiyat akımı Richard’dan bir “İyi Kral” miti çıkartmayı başardı; pek tabi ki Robin Hood’un yardımıyla. 

Richard öldüğünde çocuğu yoktu. Topraksız John kral oldu. Abisinin çok da uzun olmayan saltanat döneminin toplumsal, ekonomik ve hatta askeri çöküntüsünü devraldı. John hakkında tutucu İngiliz tarihçilerinin oldukça olumsuz ortak bir görüşü vardır. Onlara göre John siyasi, ekonomik ve askeri çöküntünün müsebbibidir. Oysa gerçek şudur; John, kendi ailesinin diğer üyeleri kadar sadakatsiz ve erdemsiz olmak dışında bir şeyle suçlanamaz (kendi yeğenini öldürtmüştü örneğin). Onun döneminde ayyuka çıkan çöküntünün nedeni aslında abisi ve İngiliz/Norman aristokrasisidir. Nitekim o tahta oturduktan sonra Fransa’daki toprakların büyük bölümü kaybedildi (ki bu toprakların aristokrasisinin bağlılığını İngiltere’den çok Fransa’ya yöneltmesi abisinin döneminde başlamıştı). Çok çaresiz bir kraldı. Fransa’daki savaşı finanse etmek için baronları ve soyluları vergilendirmek istediğinde iç savaş patladı. Baronlarla iki defa savaştı ve yenildi. Böylece merkezi monarşi hiç olmadığı kadar zayıfladı. Saraydaki bir grup aristokratın oyuncağı haline geldi. Yetmedi, baronlar ve soylular onların haklarına karşı bir daha keyfi ve fevri bir şekilde hareket etmesin diye onu masaya oturtup resmen imzalı bir senet aldılar ondan (daha önceki İngiliz monarkları açısından düşünülmeyecek bir şeydi bu). 

Tarihe Magna Carta diye geçti, Büyük Sözleşme diye çevrilmelidir. 15 Haziran 1215’te Runnymede diye küçük bir kasabada baronlar Kral John’u masaya oturttular ve sözleşmeyi zorla imzalattılar. Bu sözleşmeyle John krala ait olduğuna inanılan pek çok yetkiden vazgeçti, onu baronların elinde oyuncak haline getirecek pek çok maddeyi kabul etti. Magna Carta kralın keyfi vergilendirmesini, pek çok noktada kafasına göre tek başına karar vermesini engelliyordu. Sıradan halk, köylüler ve serfler için pek az madde vardı. Maddelerin çoğu baronların ve soyluların kral karşısındaki haklarını arttırmakta veya güçlendirmekteydi. Bu anlamda aslında İngiliz feodalizminin zirvesi idi. 

Son bir ara; liberal burjuva siyaset bilimciler bu belgeyi yazılı ilk özgürlükçü anayasa gibi resmederler. Doğru mu? Burjuva siyasal hukuku açısından anayasa denince aristokrasiye, monarşiye, bireylerin haklarını ihlal eden keyfi yönetime karşı kazanılmış bir mevziyi anlıyorsak eğer Magna Carta bir özgürlük sözleşmesi değildir. Sefil aristokrasinin haklarını monarşinin müdahalelerine karşı garantiye alan bir metindir en fazla. Tam adı Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Sözleşmesi) olan belgenin neresinde bir özgürlük nosyonu var hala anlayabilmiş değilim. 

Sonrası mı? Kral John daha masadan kalkar kalkmaz sözleşmeye uymayacağını belli etti, böylece aristokrasi ile monarşi arasındaki mücadele yeniden başladı. Kral John ise hep kaybetti. Onda abisinde bulunan askeri deha yoktu ne yazık ki. İngiliz kraliyet tarihinin en hor görülen, en çok hırpalanan kralı oldu; Robin Hood efsanesi de bu görüntüye katkı sundu. Gerçekten hangisi iyi kraldı? Topraksız John mu? Aslan Yürekli Richard mı? 

Fotoğraftaki Aslan Yürekli Richard’ın Fransa’da Fontevraud Manastırı’ndaki mezarının üzerindeki büstü. Bu manastır babasının ve annesinin de mezarlarını da barındırıyor. 

                                                                                 /././

                                            soL - GÜNDEM

Vergi levhası sızıntılarının ardında iktidar kanadı mı var: Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan açıklama 

Beştepe'ye yakın hesaplar, vergi paketinin Meclis'ten geçtiği gün büyük şirketlerin yıllardır vergi ödemediğini ifşa etti. Bakanlık, şirketlere "Kendi açıklamanızı kendiniz yapın" dedi.

                                       Beştepe'ye yakın hesapların sızdırdığı liste

Büyük şirketlerin uzun yıllardır gelir vergisi ödemediği bir süredir basında gündeme geliyordu.

Medyada yer alan haberler, AKP'nin ihale şampiyonu şirketlerin vergi ödememesine odaklanmıştı. Ancak dün sosyal medyada üst üste paylaşılan vergi levhası sızıntıları, onlarca şirketin altı yıla varan bir süredir vergi ödemediğini ortaya koydu.

Buna göre, Cengiz, Limak, Kalyon gibi şirketlerin yanı sıra Yıldız Holding, Amazon ve Trendyol gibi büyük şirketler de yıllardır gelir vergisi ödemiyor.

En dikkat çekici noktalardan biriyse, bu sızıntıların Beştepe'ye yakın sosyal medya hesaplarından gelmiş olması.

İfşaların ardından Bakanlıktan şirketlere mesaj: 'Top sizde'

Hazine ve Maliye Bakanlığı, vergi levhalarına ilişkin dünkü ifşaların ardından bugün bir açıklama yaptı.

Vergi mükelleflerinin beyanlarının doğruluğunu araştırmak, tespit etmek ve sağlamak amacıyla Vergi Denetim Kurulu'nun risk analiz sistemi üzerinden yaptığı tespitler neticesinde, 2815 büyük mükellefin halihazırda toplam yüzde 27'si nezdinde vergi incelemelerine devam edildiği belirtilen açıklamada, bu oranın müteakip dönemde daha da artırılması planlandığı belirtildi.

Açıklamada, ayrıca yine sürekli zarar beyan eden mükelleflerden büyüklüğü ve sektörüne göre beyanı riskli değerlendirilen öncelikle 735 mükellef nezdinde vergi incelemeleri yürütüldüğü ifade edildi. Buna ek olarak vergi inceleme istatistiklerinin mükellef büyüklüklerine göre tespit edilerek Vergi Denetim Kurulu yıllık faaliyet raporunda ayrıca kamuoyuyla paylaşılacağı kaydedildi.

Orta Vadeli Program doğrultusunda düzenlenen vergi paketinin dün TBMM'de kabul edildiği hatırlatılan açıklamada, bu paketle birlikte, istisnalar nedeniyle ödenecek vergisi çıkmayan mükelleflere yurt içi asgari kurumlar vergisi getirildiği söylendi. Buna göre, kazançlarından istisna ve indirimler düşüldüğünde ödenecek vergisi çıkmayan mükellefler, bu indirimler düşülmeden önceki kurum kazançları üzerinden artık yüzde 10 oranında asgari vergi ödeyecekler.

Vergi kanunlarına uymayan mükellefler hakkında tüm yasal işlemlerin istisnasız uygulandığı belirtilen açıklamada,
bu kapsamda, vergi mahremiyeti nedeni ile mükellef bazında detaylı bilgi paylaşılmasının mümkün olmadığı, ancak, haberlere konu olan mükelleflerin arzu ederlerse kendileriyle ilgili açıklama yapabileceği ifade edildi.

Bakanlık doğrulamış oldu

Sosyal medyadaki ifşaların, vergi paketinin meclisten geçtiği güne gelmesi de dikkat çekti.

Bakanlık, bugünkü açıklamasıyla bu ifşaları resmen doğrularken, söz konusu şirketlere de "Buyurun siz açıklayın" demiş oldu

Tüm bunlar, ifşaların arkasında iktidarın bir kanadı olduğuna dair kanıları güçlendirdi.

İktidar içerisindeki bir kanat mı sızdırıyor?

Tartışmalı vergi paketine ilişkin detaylar, yaklaşık iki hafta önce kamuoyuna "kulis bilgileri" olarak yansıtılmıştı.

Bir iddiaya göre sızıntı iktidar içerisindeki bir kanat tarafından yapılmıştı. AKP ve MHP içerisinden bazı isimlerin pakete karşı açıklamaları da dikkat çekmişti.

Sızdırılan ikinci "kulis" haberinde de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın paketteki birçok maddeyi veto ettiği aktarılmıştı. Teklif Meclis'e getirildiğinde, Gelir İdaresi Başkanlığı'nın hazırladığı çalışmada yer alan birçok vergi kaleminin pakete dahil edilmediği ya da revize edildiği görülmüştü.

226 milyar liradan 150 milyar liraya kırpıldı

Mayıs ayında Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından hazırlanıp bizzat Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunumu yapılan önerilerden beklenen gelir 226 milyar liraydı. Paketin son haliyle sağlanacak yıllık vergi geliriyse 155 milyar lira civarında.                          ***

Komünistler ülkenin en büyük hırsızının kapısına dayandı: Koç Holding'in kârı halkımıza feda olsun!

Yıldız ve Rönesans Holding’in ardından TKP'nin sermaye karşıtı kampanyası bugün de Koç Holding'e bağlı Tüpraş önünde düzenlenen eylemle devam etti.

Türkiye’de emekçiler, emekliler her geçen gün yoksullaşırken, şirketler kârlarını katlamaya devam ediyor. Türkiye Komünist Partisi emekçilerin sorunlarının kaynağına işaret ederek, gerçek çözümün büyük tekellerin mal varlıkları ve kârlarına el koymak olduğunu vurgulayan bir kampanya başlatmıştı.
 
Geçtiğimiz günlerde Yıldız Holding ve Rönesans Holding’in mercek altına alındığı açıklamalarla beraber TKP İstanbul İl Örgütü Yıldız Holding önünde, Ankara İl Örgütü de Rönesans Holding önünde eylem yapmıştı.

TKP'nin karşısına aldığı sıradaki büyük sermaye grubu özelleştirmeler sonucu Tüpraş gibi önemli kamu varlıklarına sahip olan ve 2023 yılı net kârı 117,7 milyar liraya ulaşan Koç Holding oldu.

7 şirketi en büyük sanayi kuruluşları ilk 60 şirket arasında yer alan Koç Holding'in 2023 yılı net kârıyla halk için neler yapılabileceğini anlatan bir video TKP sosyal medya hesaplarından yayınlandı. 

Bugün de Türkiye Komünist Partisi İstanbul İl Örgütü Tüpraş Genel Müdürlüğü önünde buluşarak bir eylem yaptı. Saat 18.30'da Tüpraş önüne yapılan yürüyüşle başlayan eylem basın açıklamasıyla devam etti.

'Koç Holding bu ülkenin en büyük hırsızıdır'

İlk sözü alan Patronların Ensesindeyiz Ağı Avukatı Furkan Anlar emekçiler daha fazla çalışıp yoksullaşırken 117,7 milyar lira kâr açıklayan Koç Holding'in ülkenin en büyük hırsızı olduğunu, kamu kaynaklarının yağmalanması ve özelleştirmelerin sorumlusu olduğunu vurguladığı. Furkan Anlar, Türkiye Komünist Partisi'nin sermaye düşmanlığı yapmaya devam edeceğini belirttiği konuşmasında şunları söyledi: “Bir süredir bu ülkedeki her emekçinin evinde, iş yerinde, okulunda eşiyle dostuyla yaptığı sohbetlerin bağlandığı konu hep aynı. Geçinemiyoruz.

Hepimiz birbirimize nasıl geçinemediğimizi anlatıyoruz. Borçlarımızdan, alacaklarımızdan, kirayı denkleştirememekten, ay sonunu getirememekten bahsediyoruz. Ama işin garip yanı şu biz bunlardan bahsederken aynı zamanda eskiye oranla daha fazla çalışıyoruz.

Mesaiye kalıyoruz. Hatta bu konuda Avrupa'da birinci sıradayız. Hem fazla çalışıyoruz hem de daha hızlı bir şekilde yoksullaşıyoruz.

Ama biz bunları yaşarken birileri çıkıp bize şunu söyleyebiliyor. Kemer sıkacaksın, dayanacaksın, sabredeceksin. Biz sabredeceğiz ama Koç Holding 2023 yılında 117,7 milyar lira kâr açıklayacak.

Biz buna izin vermeyeceğiz. Biz buradaki adaletsizliği haykırmak için bugün burada Koç Holding’in kapısına dayandık. Koç Holding bu ülkenin en büyük hırsızıdır.”

                                    Patronların Ensesindeyiz Ağı Avukatı Furkan Anlar

'Hayat bizlere cehennem, onlara cennet'

Anlar'ın ardından TKP İstanbul İl Örgütü adına metal işçisi Aydaner Aktaş konuştu. Sözlerine Nâzım Hikmet'in "Türkiye İşçi Sınıfına Selam" şiirinin dizeleriyle başlayan Aktaş, işçi sınıfının geriye çekilmesiyle en büyük bedelleri ödediğini, işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmadığı sürece işçilerin sömürülmeye devam edeceğini ve patronların bu dünyada cenneti yaşamaya devam edeceklerini belirterek "saldırı büyükse mücadele de büyük olmak zorunda" diye konuştu. Aktaş'ın konuşması şöyle:

“Yıllık 250 milyon dolar ciro yapan bir şirket yıl boyunca ödediği vergi benim neredeyse bir ay ödediğime denk geliyor. 40 bin lira vergi vermiş. Soyguna bakar mısınız arkadaşlar?

Bizler geceli gündüzde bu fabrikaları, binaları, otobanları, köprüleri, şu araçları ellerinizde bulunan telefonları yapmak için çalışıyoruz. Geçinemiyoruz.

Hayat bizlere cehennem, onlara cennet. Ey atanamayan öğretmen arkadaşım fabrikalarda gece gündüz çalışıp gün yüzü göremeyen işçi arkadaşım. Madende gün yüzü göremeyen madenci işçi kardeşim. Yıllarca annesinin babasının desteğiyle okumaya çalışan gelecek kurmak için mücadele eden üniversite öğrencisi arkadaşım. 

Bu patronlara ve onların yandaş siyasetçilerine, onlara bu dünyada cenneti yaşatanlara karşı işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmadığı sürece bizler sömürülmeye onlar bu dünyada cenneti yaşamaya, bizi de cehenneme mahkum etmeye devam edecekler. Bu tablo böyle devam edemez.

TÜİK başkanı ağzından kaçırdı. Ülkede enflasyonun nedeni patronların tıpkı Tüpraş gibi, Koç grubu gibi büyük patronların aşırı kârlarından kaynaklandığını söyledi.

Biz biliyorduk zaten, kendileri de arsızlıklarını, yalancı enflasyon oranlarıyla emeklinin cebinden, işçinin cebinden aldığını hırsızlık yaptığını kendi ağızlarıyla söylediler. Bu tablo böyle devam edemez. Toplumda öfke giderek birikiyor.
İnsanlar geçinemiyor. İnsanlar intihar ediyorlar. Çocuklar geleceğini göremiyorlar.

                                                             Metal işçisi Aydaner Aktaş

Böyle devam edemez. Bizler nasıl ki madenlerde çalışıyorsak, bu binaları yapıyorsak, otobanları yapıyorsak, araçları üretiyorsak işçiler olarak, biz işçiler bu ülkeyi onlardan daha güzel, daha adil bir şekilde yönetebiliriz. Tek yapmamız gereken siyasete ağırlığımızı koymaktır.

Ya bizim ömrümüz ne ki? Kaç yıl yaşıyoruz ortalama? Ortalama altmış beş yıl ömrümüz var. Otuz sene, kırk sene fabrikada çalışıyoruz. Bırakın tatil yapmayı memleketimize dahi gidemiyoruz.

Fiyatlar belli ortada. Neden? Çünkü bu adamlar çok kazandığı için bizler sömürülüyoruz. Neden? Çünkü yalancı enflasyon oranlarıyla bizlerin cebine girecek parayı emeklinin kursağındaki ekmeği çekip aldıkları için bizler yoksulluğa mahkum ediliyoruz.

Arkadaşlar, dostlar, işçi kardeşlerim, emekçi kardeşlerim, öğrenci arkadaşlarım. Ortada çok büyük bir yağma var. Ortada çok büyük bir gasp var. Hiç bu kadar Türkiye toplumu düşkünleştirilmemişti. Hiç bu kadar Türkiye toplumu böyle bir ağır saldırıyla karşı karşıya kalmamıştı. Saldırı büyükse mücadele büyük olmak zorunda.

Yarattığımız iyiliklere el koyacağız. Komünistler bu ülkeye işçi dostu görünen sahtekarlardan, hırsızlardan, dinci yobazlardan daha güzel yönetir, biz yönetebiliriz.” 

'Ülkeyi fazlalıklarından kurtarmaya geldik'

Öte yandan eylemde kullanılan dövizler de dikkat çekti. Dövizlerde yer alan "İşçiler ölüyor, sermaye büyüyor. 2024'te en az 878 işçi katledildi", “TÜSİAD'ın Koç başı cumhuriyet düşmanı", "Ülkeyi fazlalıklarından kurtarmaya geldik", "Emekçilerin golü Koç'un kalesine", "Tüpraş Koç'un değil emekçilerin olacak", "Koç halka feda olsun”, “En çok sen semirdir ilk önce sana el koyacağız”, “Kavel’i hatırlıyor musun”, “Bu dünyaya seni doyurmaya gelmedik” gibi ifadelerle Koç Holding'in eşitsizlikler üzerindeki yükselişine işaret edildi. 

Eylem, "Tüpraş halkındır devletleştireğiz" yazılı pankartın bina önüne asılmasının ardından sona erdi.

                                                                  ***

Mamak'ta mahalleli Laiklik Kürsüsü kurdu: 'Çocuklarımızı gericilere teslim etmeyeceğiz'

Akşemsettin halkı AKP'nin yeni müfredatı ve eğitimde dinselleşmeye karşı Laiklik Kürsüsü kurdu.

Ankara'nın Mamak ilçesinde bulunan Akşemsettin Mahallesinde Laiklik Kürsüsü kuran halk, "Çocuklarımızı gericilere teslim etmeyeceğiz" dedi.

Dün, Akşemsettin Demokrasi Park’ında düzenlenen etkinliği Doğukent Semtevi, Büyük Toraman Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Mamak Şubesi Cem Evi, Kuyma Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Sakızlık Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Üzümlük Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Yukarı Kuyucak Köyü Kültür ve Yardımlaşma Derneği ortaklaşa organize etti.

Mahalle sakinlerinin yoğun katılım gösterdiği etkinlik bir ağızdan söylenen türkülerle başladı. İlk sözü Doğukent Semtevi adına Engin Özkan aldı.

'Laiklik bir mecburiyet'

Özkan, konuşmasına gericilikten ne anladıklarını anlatarak başladı. Gericileri Sivas, Maraş, Çorum katliamlarından, halkın dini inançlarını sömürerek siyasette ve ticarette çıkar elde edenlerden, tarihin tekerleğini geriye götürmek isteyenlerden; yoksulluğun, işsizliğin kader olmadığını söylene bunun fıtrat olduğunu savunanlardan, çocukları istismara maruz bırakan tarikat ve cemaat yurtlarından tanıdıklarını dile getiren Özkan, "Laik, örgütlü bir toplumda bu saydıklarımızın hiçbirisi olamaz" dedi.  

Laikliğin yoksullar için, emekçiler için bir ihtiyaç olduğunu vurgulayan Engin Özkan, "Tarikatların, cemaatlerin olduğu bir toplum ortak çıkar, ortak gelecek oluşturamaz, toplum olmaktan çıkar. Toplum olmak istiyorsak, ülkemizin geleceğini istiyorsak laiklik bir mecburiyet" ifadelerini kullandı.

Engin Özkan’ın ardından Sakızlık Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği başkanı Garip Gündoğdu kürsüye çıktı. Gündoğdu "Artık taşın altına elimizi koymamız gerek. Daha fazla çabalamalıyız" dedi. 

'Çocuklarımızı yeni müfredata mahkum etmemek için mücadele edeceğiz'

Son olarak Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) adına sözü Prof. Dr. Erhan Nalçacı aldı.

Müfredatın bilimsel, tarihsel doğruları yok saydığını ve patronların kendi arzuladıkları yoksulluk düzenine uygun gençler yaratmak için yapıldığını dile getiren Nalçacı "Sıra bizde" diyerek şöyle konuştu: "Yüzlerce aydın Aydınlanma Seferberliği konusunda irade ortaya koydu. Müfredattan atılan her bilimsel içeriği sokak sokak, mahalle mahalle gezerek anlatacak, çocuklarımızı yeni müfredata mahkum etmemek için mücadele edeceğiz." 

Etkinlikte çocuklara ücretsiz kitap dağıtımı da yapıldı.

                                                               ***

Küba Devrimi'nin işaret fişeği: İsyan ateşinin yakıldığı 26 Temmuz İcadiye semt evinde kutlandı
Küba Devrimi'nin en önemli dönemeçlerden birisi olan Moncada Kışlası Baskını'nın 71. yıl dönümü İstanbul'da kutlandı.

Küba halkının eşitlik ve bağımsızlık mücadelesinde önemli dönüm noktalarından biri olan ve her yıl “Ulusal İsyan Günü” olarak kutlanan 26 Temmuz, bu yıl Türkiye’de 6 farklı noktada kutlanıyor. 

Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin İcadiye Semt Evi’nde yaptığı buluşmada, Küba Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi İkinci Misyon Şefi, Ticaret Ataşesi Oscar Redondo Ramos ve Küba Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Raul Ernesto Madrigal Cardenas katıldı.

JMKDD adına açılış konuşmasını yapan Nahide Özkan, 26 Temmuz’un Küba devrimi açısından önemli bir gün olduğundan bahsetti. Özkan, Küba devrimini yaratan ve ayakta tutan en önemli iki unsurun yurtseverlik ve devrimci cesaret olduğunu, ikisinin de kararlılık, sabır, çalışkanlıkla bir arada değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Özkan, 26 Temmuz’un tek başına ele alındığında başarısız bir gün olarak değerlendirilebileceğini ancak bugün hala kutlamamızın nedeninin, 26 Temmuz’da gösterilen anlık cesaretin değil, başarısızlığa rağmen vazgeçmeyen devrimcilerin devrimle taçlanan uzun soluklu mücadelelerindeki kararlılığın, yani devrimci cesaretin olduğunu söyledi. 

Özkan konuşmasında, Küba’ya karşı uygulanan ablukanın, ABD ve İsrail dışında tüm ülkeler tarafından “soykırım suçu” kabul edildiğini, ablukanın ağırlığının bilinmediğine değindi ve Eylül 2024'te Küba’ya uygulanan ablukaya dair yapılacak olan sempozyumun önemini vurguladı. Özkan, Küba’nın ablukaya rağmen başardıklarının da yine yurtseverlik ve devrimci cesaretle açıklanabileceğini, yanı sıra Küba ablukasının kalkması için herkese görev düştüğünü söyledi.

Özkan’ın ardından konuşan Ramos ve Cardenes, 26 Temmuz gününün devrimi yapan harekete adını verdiğini ve Küba halkı için önemli olduğunu belirttiler. TKP İcadiye Semt evi’nde ve genel olarak Türkiye’de evlerinde gibi hissettiklerini, Türk halkının Kübalılara her zaman sempatik davrandığını, 26 Temmuz için yapılan davetin çok anlamlı olduğunu söylediler.

Küba’nın devrim ve sonrasında zaman zaman zor dönemlerden geçtiğini, ancak pandemi ile birlikte ve özellikle Trump’ın Başkan seçilmesiyle ablukanın sertleştiğini, sonrasında Demokrat Parti döneminde de yumuşamadığını belirttiler. Küba devrimini boğmaya çalışan ablukanın kalkması için dünyanın her yerinde dayanışmanın, ses yükseltmenin önemli olduğunu söylediler.

Soru cevaplarla devam eden etkinlikte, Küba’da sıradan bir insanın gündelik hayatı, gençlerin zor koşullara rağmen devrime nasıl motive olabildiği ve mahallelerde yapılan örgütlü çalışma örneklerine dair katılımcılardan sorular geldi.  Ablukaya karşı semt evlerinde yapılacak etkinliklerin önemine değinildi.

                                                               ***

Küba Devrimi için önemli bir adım: 26 Temmuz

Fidel Castro ve yoldaşları tarafından 26 Temmuz 1953'te Moncada Kışlası'na yapılan baskın, Küba Devrimi'nin dönüm noktalarından bir tanesi oldu. Komünist dergisinin son sayısında yayımlanan Onur Çuvalcı'nın konuyla ilgili yazısını soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

“26 Temmuz Hareketi alt tabakaların, alt tabakalar için ve alt tabakalarla oluşturulan devrimci örgütüdür.

26 Temmuz Hareketi hiç kimsenin politik fitne veremeyeceği Küba işçi sınıfının kurtuluş umududur, ataları tarafından özgürleştirilen topraklar üzerinde paryalar halinde yaşayan köylünün toprak umududur, göçmenlerin, üzerlerinde çalışamadıkları ve yaşayamadıkları topraklarına geri dönüş umududur, açlara ekmek ve unutulmuşlara adalet umududur.

26 Temmuz Hareketi bu mücadelede 10 Mart 1952’den beri düşenlerin davalarını sürdürür ve sükûn içinde ulusa, onların eşlerine, çocuklarına, ailelerine ve kardeşlerine, devrimin mağdurları tehlikeye atmayacağını beyan eder.

26 Temmuz Hareketi yakın saflara sıcak bir davetiyedir, kolları Küba’nın tüm devrimcilerine, ufak tefek partizan farklarını ve daha evvel yapılan hiçbir ayrımı gözetmeksizin açıktır.

26 Temmuz Hareketi ülkemizin canlı ve sağlıklı geleceğidir, halka sözü verilmiş onurdur, vaat yerine getirilecektir.”

Fidel Castro Ruz
19 Mart 1956

26 Temmuz Hareketi Fidel Castro önderliğinde 1955 yılında kuruldu. Adını, 1953’te Moncada Kışlası’na yapılan saldırının gerçekleştiği gün olan 26 Temmuz’dan almıştı. José Martí’nin düşüncelerine dayanan ulusal, antiemperyalist ve demokratik ideolojiye sahipti. Dönemin, Fulgencio Batista diktatörlüğüne karşı oluşturulmuş en önemli örgütlenmelerinin başını çekiyordu. Fidel ve yoldaşlarının adaya geri dönmelerinin ardından, 26 Temmuz Hareketi, 1956’da Sierra Maestra’da, Batista güçlerine karşı bir gerilla kampı kurdu. Bu, 1959’un hemen başında gerçekleşecek olan Küba Devrimi için son derece önemli bir dönemeç oldu.

26 Temmuz Hareketi, 1961 yılında Sosyalist Halk Partisi başta olmak üzere bir dizi devrimci örgütle birleşti. Bir dizi adımdan oluşan birleşme sürecinin sonunda, Küba Komünist Partisi kuruldu.

26 Temmuz Moncada Kışlası baskını
10 Mart 1952 tarihinde Küba’da darbe olmuş ve Fulgencio Batista diktatörlüğünü ilan etmişti. Darbeye gösterilen toplumsal tepkilerin sonrasında, 26 Temmuz 1953 tarihinde ülkenin doğusunda Oriente eyaletindeki Santiago de Cuba kentinde bulunan Moncada Kışlası’na Fidel Castro ve yoldaşları bir baskın düzenledi. Baskının düzenlendiği kışlanın konumu kritikti. Santiago de Cuba, etrafı dağlarla çevrili izole bir bölgede yer alıyordu. Ayrıca Havana’ya olan uzaklığı sebebiyle Batista tarafından gönderilecek destek kuvvetlerinin zamanında ulaşması güçtü. Kışla zapt edildiği takdirde, coğrafyanın avantajı kullanılıp savunma açısından üstün konuma geçilecekti. 1953 yılında Moncada Kışlası “Antonio Maceo” alayının merkezi konumundaydı. Öneminden dolayı ülkedeki ikinci büyük kışla idi ve bin kadar asker barındırmaktaydı.

Hareket için gerekli kaynaklar zengin bireylerin ya da yozlaşmış politikacıların yardımlarını almadan sağlanmıştı. Davaya gönül koyan aydın ve öğrenciler arasında fotoğraf stüdyosu olan ekipmanını satmış, bir diğeri aylar boyunca biriktirdiği ücretini ortaya koymuş ve evindeki eşyaları satmış, öbürü mesleğini 300 dolara satmış böylece her biri benliklerini arka planda tutmuş ve hedef uğruna ortak yararı gözeten bir cömertlik sergilemişlerdi.

Oluşturulan kaynaklarla 165 tüfek ve 22 tabanca elde eden hareket, Santiago de Cuba sırtlarında “Siboney” adında bir tavuk yetiştirme çiftliğine yerleşti.

Saldırının gerçekleştirileceği gün bir karnaval Pazar’ıydı. Dolayısıyla geleneksel olarak adanın dört bir tarafından pek çok gencin kentte olduğu varsayımıyla savaşçılar dikkat çekmeyecekti.

25 Temmuz akşamı Fidel Castro yoldaşlarına çok kısa bir direktif mesajı gönderdi. Mesajında tıpkı 1868 ve 1895 yıllarında filizlenen Küba kurtuluş mücadelelerinde olduğu gibi, yine ülkenin doğusundan başlayan bir mücadelenin haberciliğini yaptıklarını, bu saldırıda ölümün de zaferin de olabileceğini, ama tıpkı ataları gibi “Ya özgürlük ya ölüm!” yakarışıyla hareket edeceklerini yazmıştı. Sloganlarının öldürmek değil, ancak mümkün olduğunca hayatta kalmak olduğunu eklemişti. Mesaj açıkça devrime giden yolda Moncada baskınının önemini vurgulamaktaydı.

Saldırı günü 135 devrimci arasından dördü hareket noktası olan çiftlikte beklemiş, 131 devrimci sabah 4.00 sularında araçlarla Santiago’ya doğru yola çıkmıştı. Abel ve Raúl önderliğindeki bölükler hedeflerine ulaştı. Sivil Hastane ve işitme merkezine vardılar. Fidel komutasındaki esas grup planlandığı gibi silahsız bir biçimde kontrol noktasına kadar gelmişti ancak 3 numaralı postaya kadar. O sırada beklenmedik şekilde bir devriye belirmiş ve kenar sokakların birinden çıkan bir çavuşun zamansız ateş etmesi ile kışladaki tümen uyarılmış ve birliğin hızlıca mobilizasyonu sağlanmıştı. Bu sürpriz karşısında çatışma kışla dışında ve savaş konumunda gerçekleşti. Koşulların güçlüğü dolayısıyla bu savaşın sürdürülmesinin toplu intihar olacağını düşünen Fidel Castro çekilme emri verdi. Ve Moncada Kışlası baskını başarısızlıkla sonuçlandı.

26 Temmuz baskınından 26 Temmuz Hareketi’ne
26 Temmuz 1953 günü gerçekleştirilen baskın başta Bayamo ve Santiago kentleri olmak üzere tüm ülkeyi sarstı. O tarihten itibaren davaya katılan pek çok devrimci, tek bir el bile ateş etmeden Batista askerleri tarafından hunharca katledildi. Ancak davaya katılmak isteyen, devrimcilerin yaralarını sarmak isteyenler, hastanelerde yardım eli uzatanlar günden güne artmaktaydı. Durumu hazmedemeyen Batista hükümeti Santiago kentini kuşatma altına aldı ve Sosyalist Halk Partisi’nin yayın organı olan “Bugünün Haberleri” adlı gazeteyi kapattı. Tüm ülkede gazete ve radyolara çetin sansür koşulları uygulanmaya başlandı, kitle hareketleri engellenmeye çalışıldı.

Adını Moncada Kışlası baskını tarihinden alan 26 Temmuz Hareketi, 12 Haziran 1955’te Batista rejimi hüküm sürerken kuruldu. Baskın sonrasında yakalandığında şans eseri öldürülmekten kurtulan Fidel'in, tutuklandıktan sonra mahkeme karşısında yaptığı “Tarih Beni Aklayacaktır” adlı ünlü savunma, 26 Temmuz Hareketi'nin manifestosu haline geldi. Binlerce baskısı yapılarak dağıtılan savunma metni sayesinde pek çokları harekete katıldı. Savunma, 1955 yılında Fidel ve tutuklanan diğer eylemcilerin afla serbest bırakılmasını sağladı. Fidel ve Raúl cuntayı devirmek üzere bir gün geri döneceklerine söz vererek Meksika'ya giderken, bu sürgün dönemini isyana hazırlık dönemi olarak tarif ettiler.

Hareketin güçleri önce Rafael García Bárcenas önderliğindeki Ulusal Devrimci Hareket, Ortodoks Gençlik’in bazı üyeleri ve daha sonra Frank Pais önderliğindeki Ulusal Devrimci Eylem grubu ile birleşti. Nihai hedefin tiran Batista’yı devirmek olduğu harekete, daha sonra çeşitli siyasi kökenlerden gelen pek çok genç katıldı.

Hareket 1955 ve 1956 yılları boyunca, ülke çapında hem bölgesel hem de ulusal ölçekte örgütlenme faaliyetleri yürüttü. Bu süre zarfında Fidel ve arkadaşları Meksika’da ülkeye dönme hazırlığı yaptılar. Bu grup Küba’ya ayak bastığında silahlı bir devrim mücadelesi başlatılacaktı.

25 Kasım 1956 tarihinde Fidel ve Raúl, Frank Pais'in önderlik ettiği yeraltı kent örgütü ile buluşmak üzere, içlerinde birkaç yıl içinde devrimin önemli liderlerinden olacak Che, Almeida ve Camilo'nun da bulunduğu seksen bir kişilik bir grupla, adı Granma olan bir tekne kiralayarak Küba'ya doğru yola çıktı. (Granma yatı bir zamanlar Cumhurbaşkanlığı Sarayı olan ve bugün Devrim Müzesi olarak hizmet veren binada sergilenmektedir.) Yolculuk sırasında bu genç ve kararlı devrimcilerden birinin gemiden düşmesi üzerine, Fidel'in “tek bir kişiyi bile arkamızda bırakmayacağız” sözleri sonrasında, bir günü kayıp arkadaşlarını aramak için geçirdiler. Bu gecikme nedeniyle Küba'ya, öngörülenden daha geç varıldı ve planlanan buluşma gerçekleşemedi. Grubun gelişinin istihbaratını alan Batista askerleri ile çatışma yaşandı. Çok az kişinin kurtulduğu bu çatışmada 26 Temmuz Hareketi ikinci yenilgisini aldı, ancak kararlı devrimciler yılmadılar.

O tarihten sonra Küba'da mücadele kırsalda Fidel Castro önderliğindeki silahlı mücadele örgütü 26 Temmuz Hareketi ile kentlerde ise kırsala erzak, silah ve kadro yardımı sağlayan direniş örgütleri ile sürer. Ayrıca Sosyalist Halk Partisi ve sendikalarda örgütlü işçi sınıfı ve çeşitli meslek grupları ile aydınlardan oluşan toplumsal direniş, ülkedeki eşitlik ve bağımsızlık mücadelesini örmeye devam etti. 26 Temmuz Hareketi bu süreçte devrimci öğrenci grupları ve sosyalistlerle işbirliği yapmış ve farklı stratejileri ve özgünlükleri olan odaklarla birlikte çalışmıştı.

9 Nisan 1958’de genel grev kararı uygulandı. Kent kadroları genel grevi zafere giden yol olarak değerlendirirken, 26 Temmuz Hareketi, kuşkuları olmakla birlikte genel grev önerisini kabul etti. Grev gününde pek çok devrimci, sendikacı ve aydın yaşamını yitirdi. Dolayısı ile Sierra Maestra’ya yapılan yardımlar sekteye uğradı. Yenilgiden yaklaşık bir ay sonra Sierra Maestra’da gerçekleştirilen toplantıda yapılan özeleştirinin ardından, kent milisleri dâhil tüm kuvvetlerin Fidel Castro’ya bağlanmasına karar verildi. Eleştiriler arasında Sosyalist Halk Partisi’nin işçiler arasındaki örgütlülüğüne yeterince önem vermemek, kentte silahlı çatışmanın güçlüklerini değerlendirememek gibi argümanlar bulunmaktaydı.

Devrimci güçler mücadelelerine kararlılıkla devam ettiler ve Batista kuvvetlerini adım adım gerilettiler. Nihayet 1 Ocak 1959 sabahında devrimci bir hükümet kuruldu. Devrimci hükümet pek çok yerel inisiyatifin ve kent konseyinin oluşmasını sağladı.

Fidel Castro ve yoldaşlarının zaferi şüphesiz Küba halkının zaferidir. 26 Temmuz 1953’te başlatılan mücadele, sosyalist devrimle taçlandırılmıştır. Bugün Küba halkı umutlu, ömrü uzun, sağlıklı ve bilinçli nesiller yetiştiriyorsa, bunu sosyalist devrime borçludur. Dünya halkları için umut olmaya devam eden sosyalist Küba’nın varlığı, diğer ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerine ilham olmaya devam ediyor. 26 Temmuz bugün tüm dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Dünya halkları Küba ile dayanışma mesajları veriyor. Küba yalnız değildir. Küba yalnız olmadığı için dünya halkları umutludur.

Onur Çuvalcı

                                                                  (soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder