25 Ağustos 2024 Pazar

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" +Toprak işgalleri, direnişler, komiteler ve komünlerle 1960-80 arası köylü mücadeleleri -25 Ağustos 2024-

 

Öfke, öznesini arıyor -Berkant Gültekin-

                 
Eskişehir'de çiftçiler bir tarlaya traktörleriyle "Üretemiyoruz" yazdı.

Eskiden her sebze ve meyve için ayrı poşet kullanan memleket insanı, bir süredir tüm alışverişini tek poşete sığdırıp evinin yolunu tutuyor. Çünkü artık öyle avuç dolusu malzemeyi torbaya doldurmak yok; her şey taneyle, ince hesapla alınıyor.

Sorunlar iç içe geçmiş durumda. Tüketici sebzeyi-meyveyi sayarak alırken, üreticinin halinden memnun olabilmesi mümkün mü? Değil elbette. Zaten çiftçiler de isyan bayrağını çekmiş durumda.

AKP iktidara geldikten sonra Türkiye’de tarım bir yok oluş sürecine girdi. Bu kendiliğinden değil, bizzat iktidarın politikalarıyla gerçekleşti.

AKP iktidara geldiğinde istihdamın yüzde 35’i tarımdaydı. Bugün ise bu oran yüzde 16’nın altına geriledi. Kırsalda yaşayan insan sayısı da dramatik şekilde düştü. Büyükşehir Yasası’yla birlikte TÜİK verilerine göre bugün Türkiye nüfusunun sadece yüzde 7’si belde ve köylerde yaşıyor.

Peki tarım, ülke sanayileşiyor diye mi böyle geriledi? Hayır, sanayi ne uzadı ne kısaldı. Zira iktidarın hedefi, ayakları yere sağlam basan bir kalkınma değildi.

Ülkede tarım bilerek isteyerek desteklenmedi ve bitirildi ki kırsal nüfus toprağını ekip biçmeyi bıraksın, gelsin şehirlerde ucuz işgücü olarak inşaat ve hizmet sektörlerinde çalışmaya başlasın. Çünkü rant ekonomisinin çalışması için bol miktarda maliyeti düşük emeğe ihtiyaç vardı. Türkiye’de son 20 yılda 3 milyon hektardan fazla tarım arazisi de bu süreçte yok edildi. Yani her şey AKP’nin planladığı gibi yürüdü.

Ülke, sıcak para ve rant ekonomisinin yarattığı yalancı bahar günlerinin ortasındayken tarımın dinamitlenmesinin ölümcül sonuçları pek hissedilmiyordu. Ne var ki ekonomi tepetaklak olup dengeler bozulunca takke düştü, kel göründü. Şimdi hem üretici hem tüketici kara kışı yaşıyor.

Bursa, Eskişehir, Yozgat, Konya, Maraş, Antep, Bilecek, Balıkesir, İzmir, Aksaray ve birçok kentte çiftçiler, mahsullerini yollara dökerek eylemler gerçekleştiriyor. Üreticiler, fabrikaların sözleşmelerde taahhüt ettiklerinin altında fiyatlarla ürün aldıklarını söylüyor. Yüksek girdi fiyatları, üretim maliyetlerini katlarken buna cevap verecek oranda artmayan gelirler yaraya merhem olmuyor.

Daha önceleri bir üründen zarar etse diğer ürünlerle belini doğrultulabilen çiftçi, şimdi ürettiği hiçbir ürünün faydasını göremiyor. Bu yüzden ürünler çoğu kez tarlada kalıyor. Çünkü toplama ve nakliye maliyeti, elde edilecek gelirin çok üstünde seyrediyor.

Bazı çiftçiler, tüketicileri, ürünü gelip topraktan uygun fiyatla toplamaya çağırıyor. Bolu’da “Kendin topla, ucuz al” kampanyası başlatan bir ziraat mühendisi, kendisi toplayana bamyayı yarı fiyatına satıyor. Bazı üreticiler ise mahsullerini bedava veriyor.

Dün Nevşehir yerel basınına kentteki patates üreticilerinin de ayaklanmaya hazırlandığı yansıdı. Öyle görünüyor ki pek çok kentte daha tarım emekçileri meydanlara çıkarak seslerini yükseltecek. Başka çare de kalmadı. “Yerli ve milli” sloganını dilinden düşürmeyen iktidarın ülke tarımını ve üreticiyi desteklemek gibi bir politikası yok.

Tersine hükümet, tarım teşviklerini bütçeye yük ve ek maliyet olarak görüyor. Bunun yerine ihtiyaç olan ürünleri ithal ederek yabancı üreticilere para aktarmayı tercih ediyor.

Geçim derdi o kadar yakıcı bir mesele ki tarım, emekçilerin isyan bayrağı çektiği tek sektör olmayacak. Gelgelelim siyasetin doruklarında iktidarın marifetiyle bambaşka tartışmalar yürütülüyor.

Rejim, gündemin merkezine yeni anayasayı çekmek isterken toplumu bölüp kamplaştırmak için sürekli yeni sayfalar (sokak hayvanları vs) açıyor. Resmi muhalefet ise toplumsal öfkenin çok gerisinde kalıyor, hükümete gereken sarsıcılıkta karşılık veremiyor ve halkın ruh haliyle hakiki bir bağ kuramıyor.

Siyaset yumuşayadursun, toplumda bir enerji birikiyor. Sert enflasyon koşullarına, artan borç yüküne ve sistematik yoksullaştırmaya karşı bu enerji mutlaka bir yerde patlayacaktır.

Mesele, mızrağın ucunun nereyi göstereceği, tepkinin yolunu hangi kanalda bulacağıdır. Siyaset, öfkeyi örgütleme işidir. Eğer öfke örgütlenmezse, ağır bir manipülasyon neticesinde kendisini yaratan aktörler lehine de çalışabilir. Ki bizim gibi ülkelerde çoğu kez böyle olur.

Açık şekilde tabanda biriken öfke, siyasi öznesini arıyor. Belki de o özne, bizzat öfkeyi yüreğinde hissedenlerdir. Ancak kendisini bu hale düşürenlerden hesap sorup adil bir düzeni yaratabilmesi için gerçek sorunlar etrafında örgütlenerek birleşik bir muhalefet niteliği kazanması gerekmektedir.

                                                       /././

İlhan Sami Çomak’tan çalınan 30 yıl + 3 ay -Gözde Bedeloğlu-
İlhan Sami Çomak, 1994 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nde öğrenciyken gözaltına alındı, yoğun işkence gördü ve tutuklandı. İşkence sırasında alınan ifadesi esas kabul edildi, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) yargılandı. 2000 yılında, PKK adına silahlı ve bombalı eylemlerde bulunduğu iddiasıyla idama mahkum oldu, cezası müebbete çevrildi. DGM’nin gerekçeli kararında, Çomak’ın üzerine atılı suçlardan biri olan silahlı çatışmaya girip girmediğinin belirlenemediği ve ikinci olarak orman yakma eylemlerine katıldığının anlaşılmadığı belirtildiyse de mahkeme Çomak’ın suçlamaları işkence altında kabul ettiğine ilişkin beyanını dikkate almayarak müebbet hapis cezası verdi.

                                                          ***

2007 yılında AİHM, Çomak’ın adil yargılanma hakkı ihlal edildiği için yeniden yargılama kararı verdi. 2013’te, kapatılan DGM’lerin yerini alan Özel Yetkili Mahkemeler’de başlayan süreç, bu mahkemelerin de kaldırılmasıyla Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam etti. 2016’da, yani yeniden yargılamanın başladığı 3’üncü yılın sonunda hakim karşısına çıkan Çomak, basına gönderdiği mektupla mağduriyetini bir kez daha kamuoyuna duyurmaya çalıştı. “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Yeniden yargılanmıyorum aslında. Yapılan tekrar yargılama oluyor. Malum, yargımız alışkanlıklarına, kararlarına ciddiyetle bağlıdır. Eh, düşman ve düşman olmayanlar diyen kodlamalarla yargıladığını da biliyoruz. Bu durumda benim gibi Kürt birine düşen de düşman hukuku oluyor. Yaşadıklarım böyle söyletiyor bana.” İlhan Sami Çomak’ın ‘yeniden’ değil ‘tekrardan’ diye tarif ettiği yargılama süreci yine müebbetle sonuçlandı.

                                                          ***

Hayatının 30 yılını hapishanelerde geçiren İlhan Sami Çomak’ın yazdığı şiirler yurtiçi ve yurtdışında çeşitli ödüllere değer görüldü. Adalet mücadelesini anlattığı ‘Hayat Seni Çok Seviyorum’ adlı oyun, 2022 yılında Moda Sahnesi’nde, Kemal Aydoğan rejisiyle sahnelendi. 2021 yılında yayınlanan ‘Karınca Yuvasını Dağıtmak’ isimli kitabında çocukluğunu, tutuklanma hikayesini, şiirini ve hayata bakışını anlattı. Kitabın sunuş yazısında PEN Uluslararası Başkanı Burhan Sönmez’in imzası var. Sönmez, 2019’da Silivri Cezaevi’nde ziyaret ettiği İlhan Sami Çomak ile anısını aktardığı yazısında şöyle diyor: “Yirmi altı yılın sonunda artık dışarıdaki hayatın gerçekliğini tasavvur edemediğini söyledi. Anımsamaya çalışıyorum, dedi, bir zamanlar dışarıda olduğumu, İstanbul’un sokaklarında yürüdüğümü hayal etmeye çalışıyorum ama zihnim algılamıyor. Dışarıdaki hayatıma dair gerçeklik duygumu yitirdim.”

20 Aralık 2021’de, Akın Olgun ve Kemal Bozkurt ile hazırlayıp sunduğumuz AçParantez programının 3 soru 3 cevap bölümüne konuk oldu İlhan Sami Çomak. Yakınları aracılığıyla cezaevine ulaştırdığımız sorularımızı cevapladı. Burhan Sönmez’in aktardığından hareketle Çomak’a, dışarıdaki hayata dair yiten gerçeklik duygusunun şiire, yazıya nasıl dönüştüğünü sordum. Yanıtından bir bölümü aktarıyorum: “Özelde şiir genelde edebiyat belli ki benim için bir bahane. Hayat ve özgürlüğün vadettiği imkanlara ulaşmak için bir bahane (…) Adaletsizlikle vuruldum, çok dövüldüm ve bu sürekli bir sınamaya dönüştü. Şiir hiç de hazır olmadığım keskin hayal kırıklıklarının yarattığı derin sarsıntıları önce karşılamamı sonra da kaybımın büyüklüğünü onarıcı bir bilinçle kabul etmemi sağladı (…) Belki de yiten gerçeklik duygusu acıyı sürekli hatırlamak istemeyen aklın bir tedbiridir, kim bilir. Şiir ve yazı unutuştan kaçınılmaz olarak beliren yiten gerçeklik duygusunun getirdiği boşluktan ama en çok hayata yeniden tutunma arzusundan doğuyor belli ki…”

                                                           ***

İlhan Sami Çomak, 21 Ağustos 2023 itibarıyla cezaevindeki 29 yılı doldurdu ve cezasının bitmesine 1 yıl kala denetimli serbestlik hakkına sahip oldu fakat başvurusu reddedildi. Çomak’ın koşullu salıverilme tarihi 21 Ağustos 2024’tü. Ancak Çomak’ın tahliyesi, 30 yılın ardından 3 ay daha ertelendi. İdare ve Gözlem Kurulu, Çomak’ın ‘iyi hali’ olmadığını ileri sürdü ve ‘suça yönelik farkındalığının oluşmadığını’ savundu. Artı Gerçek’ten Mazlum Bucuka’ya konuşan avukat Hakan Bozyurt, kurulun subjektif karar verdiğini, soyut iddialarla Çomak ve onun gibi 30 yılın ardından koşullu salıverilmesi gereken mahpusların tahliyelerinin 3 ay, 6 ay daha uzatıldığını ve bunun 6 yıl daha böyle devam edebileceğini söyledi. “Ben iyiyim. Güçlü ve ayaktayım. Burdan başı dik çıkacağım” diyerek karşılamış durumu Çomak. Doğrudur, o içerden çıkar elbet ama gözümüze sokulmak istendiği üzere, hepimiz bu zorba düzenin potansiyel mahkumlarıyız.

                                                          /././

Enflasyonun sorumlusu ücretler mi? -Hayri Kozanoğlu-

Mehmet Şimşek’in “dezenflasyon” sürecinin hem sabitlenen asgari ücret ve düşük maaş zamları, hem de zorlaşan borçlanma koşulları nedeniyle son tahlilde faturayı emek kesimlerine çıkaracağını piyasa ekonomistleri de biliyorlar.
Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ndeki, “En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı” giriş cümlesini hatırlayalım. Sanki Türkiye’nin son yıllardaki ekonomik ortamı için söylenmiş gibi. Bazı toplum kesimleri, özellikle rantiyeler için konjonktürler değişse de hep “iyi zamanlar” yaşanırken; bazı kesimler, özellikle emekliler ve emekçiler için hep “kötü zamanlar” deneyimleniyor. 2023 Mayıs öncesi düşük faiz ortamında borçlanarak ev, araba almak, borsaya yatırım yapmak, dövize yönelip KKM’ye park etmek fırsatı varken; bugün mevduattan, para fonlarından, DİBS’lerden nemalanmak olanağı ortaya çıkmış durumda. Geniş emek kesimleri için ise, yüksek enflasyon ortamında gelirler hep hayat pahalılığının gerisinden gelirken, şimdi de ücret artışlarının “beklenen enflasyona” göre yapılması tuzağına muhatap oluyor, görüldüğü kadarıyla “kötü zamanların” daha da kötüleşmesi planlanıyor.

SERMAYENİN EN FÜTURSUZ SÖZCÜSÜ

Mehmet Şimşek’in “dezenflasyon” sürecinin hem sabitlenen asgari ücret ve düşük maaş zamları, hem de zorlaşan borçlanma koşulları nedeniyle son tahlilde faturayı emek kesimlerine çıkaracağını piyasa ekonomistleri de biliyorlar. O nedenle genelde hüzünlü bir edayla, “Zor zamanlardan geçiyoruz, hepimizin fedakârlık yapması gerekiyor, yoksa emeklilerin halinin farkındayız…” yollu utangaç yorumlar yapıyorlar. Ama bunlardan birisi, Ege Cansen ilerleyen yaşının da verdiği cesaretle, fıkralarla süslediği hitabet tarzının yarattığı sempati halesine de sığınarak dobra dobra, “Enflasyon %30 olunca, bütün kiralara %30 zam yapılır. Bu kedinin kuyruğunu kovalamasıdır, böyle enflasyon düşmez. Dar ve sabit gelirliye baskı yapılmadan, enflasyonu düşürmek çok zor oluyor,” deyiverdi. Cansen namlı holdinglerde yöneticilik yapmış, doğrudan toplu sözleşme masalarına oturmuş, sermaye kesiminin kaşarlanmış bir sözcüsüdür. Zaten ondan, “vergi paketi fos çıktı, borsa kazançlarının vergilendirilmesi, asgari gelir vergisi konulması başka bahara kaldı,” demesini bekleyemezdik. Sınıfının bu sadık temsilcisine kızmak yerine, bizler açısından ağırlığı bu emek karşıtı politikaları teşhir etmeye, emek kesimi temsilcilerine düşünsel malzeme sağlamaya çalışmaya vermek daha anlamlı görünüyor.

BİZİ BEKLEYEN BÜYÜK TUZAK

İsterseniz önce ücretlere yönelik olası senaryolar üzerinden rakamsal bir değerlendirme yapalım. Merkez Bankası son Enflasyon Raporu’nda 2025 yılı %14 enflasyon hedefini korudu. Asgari ücret 2024 başında 17.002 TL olarak belirlenirken, Orta Vadeli Program’a (OVP) göre 2024 yılı enflasyon tahmini %36’ydı. Resmî enflasyon yılı üst bant %42’den kapatırsa asgari ücrete %6 enflasyon fark + %14 beklenen enflasyon = %20 zam planlanıyor. Bunun üzerine RTE’nin bir 5 puan bahşetmesi halinde bile asgari ücretlinin refah kaybı önlenemez.

Gelelim kamu çalışanlarına ve kamu emeklilerine; 2024 yılı ilk 6 ay tüketici enflasyonu %24,73 gerçekleşti. Aralık sonunda enflasyon %42’ye düşerse geriye %13,8’lik bir enflasyon payı kalır. 2024 ikinci 6 ay için öngörülen %10 artış göz önüne alınırsa arada %3,8 bir fark söz konusu olur. 2025 için %6 + %5 yani %14 enflasyon hedefinin bile altında toplu sözleşme zammını da hatırlarsak, kamu kesimine %6 + %3,8= %9,8 demek ki %10 civarı bir zam gelir. Tepkiler üzerine belki burada da yine bir 5 puan artış beklenebilir. Bağkur ve SGK emeklilerinin payına ise %13,8 enflasyon farkı düşer.

REFAHIMIZ NEDEN GERİLİYOR?

Peki çalışanların/emeklilerin bu durumdan şikâyet etmeye hakları var mı? Elbette var. Birincisi herkesin bildiği gibi TÜİK verilerinin inandırıcılığı sorunu ortada duruyor. En son açıklanan Temmuz 2024 verilerinde bile TÜİK’in %61,8 oranıyla İstanbul Ticaret Odası’nın %72,8’i arasında 11 puan fark vardı. İkincisi, maaş artışlarının hemen ardından zamlar yağıyor. Temmuzda %38 elektrik, Ağustosta yine %38 doğalgaz gibi fiyat artışları şipşak faturalara yansıyor. Buna karşın enflasyon farkı ödense bile 6 ay gecikmeli bu ayarlama refah kaybına neden oluyor. Üçüncüsü, dar gelirliler büyük ölçüde zaruri harcama kalemlerine gıdaya, barınmaya ve ulaşıma sıkışmış durumdalar. Maaş ayarlamalarında temel alınan TÜİK’in Haziran tüketici fiyat artışı %71,60 iken; yıllık enflasyon özellikle emeklilerin en fazla şikâyet ettiği taze meyve-sebzede enflasyon %78,6, ulaştırmada %103,5 ve kirada %123,6 idi. Geçinebilmek için aynı dönemde dayanıklı mallar, yani mobilya, beyaz eşya… vb’nin fiyatlarının manşet enflasyonun altında, %46,9 artışı karın doyurmuyordu.

ENFLASYONUN ANA KAYNAĞI KÂRLARDIR

Şimdi gelelim ücret artışlarının enflasyonun temel nedeni olduğu yolundaki yaygın medyada sürekli pompalanan teze… Burada isterseniz son küresel enflasyon dalgasında “satıcı enflasyonu” kavramını, yani enflasyonun ana kaynağının şirketlerin fahiş fiyat artışları olduğu görüşünü dolaşıma sokan Isabelle Weber’e başvuralım. Weber Avrupa Merkez Bankası (ECB), OECD, Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) ve Avrupa Komisyonu’nun yaptığı çalışmalarda enflasyonda ağırlıklı sorumluluğun aşırı kârlardan kaynaklandığı sonucunun çıktığını aktarıyor. Son ve öldürücü darbenin ise, IMF’den “…şirketlerin son iki yılda fiyatları ithal edilen enerji maliyetlerinden fazla artırması nedeniyle Avrupa’da son iki yılda yaşanan enflasyona en fazla katkı, artan firma kârlarından gelmiştir…” sosyal medya paylaşımıyla geldiğini vurguluyor (Taking aim at sellers’ inflation, Isabella Weber, Social Europe, 18.07.2023).

Bu konu Türkiye için de daha kapsamlı araştırmalara gerek duyulmasına karşın, günlük gözlemlerimizle bile doğrulanıyor. Bir gün önce 80 TL’ye içtiğiniz kahvenin 100 TL’ye çıkması, sosyal medyadan lokantaya 260 TL’ye sattığı şarabı 3300 TL’ye içti gibi haberlerin paylaşılması, dudak uçuklatan Beach Club faturaları aşırı fiyatlamalara örnek oluşturuyor.

En son açıklanan Fortune 500 Türkiye-2023 araştırmasına göre ilgili şirketlerin net kârı 2022’ye göre %72,2 artışla 965 milyar 800 milyon liraya çıkarak 1 trilyon sınırına yaklaştı. Şirketlerin vergi öncesi kâr marjı bir önceki yıla göre 0,27 puan azalmasına karşın, net kâr marjı %7,53’e yükseldi. Bankacılık sektörü net kârı da 2023’te 604 milyara çıktı. Bu bir yıl öncesine göre enflasyonun altında %40’lık bir artışa denk geliyor. Ancak bu sonucun 2022’de bankalara %8,50 ile likidite pompalanan bir kavşakta %366 artış kaydederek 433,5 milyar TL kâr elde edilen bir dönemin ardından geldiğini, yine de yüksek sayılabileceğini unutmayalım. Ekonominin yavaşlama sürecinde şirketlerin de keyfî fiyat artırma döneminin sona ereceğini, onların kârlarının da gerileyeceğini tahmin edebiliriz. Özellikle TL kredi kullanan KOBİ’leri zor zamanlar bekliyor.

EN FAZLA HARCAYAN DA ZENGİNLER

Şimşek’in ve Merkez Bankası’nın dilinde sürekli bir “talebin dengelenmesi” kavramı var. Bu teknik ifade aslında ücretlerin satın alma gücünün düşmesi, borçlanma olanaklarının da daralması/ağırlaşması yoluyla dar gelirli yurttaşların mal ve hizmetlere talep yaratma gücünün zayıflaması anlamına geliyor. Öncelikle, Türkiye gelir dağılımının çok bozuk olduğu bir ülke. İşgücü ödemelerinin GSYH’deki payı 2023’te %32,8 oldu. Her ne kadar bu oran 2024’ün ilk çeyreğinde %42’ye yükselmişse de asgari ücretin yılda bir kere belirlenmesi nedeniyle 2024 sonuna kadar her çeyrekte bu payın gerilemesini bekleyebiliriz.

Ancak talebe ilişkin analizlerde; zenginler gelirlerinin kayda değer bir bölümünü tasarruf edebildikleri, dar gelirler ise bazen borçlanma yoluyla da olsa kazandıklarından bile fazla harcadıkları için fiilî tüketim verilerine, diğer bir ifadeyle talebin kompozisyonuna bakmak daha doğru. 2023 Hanehalkı Tüketim Harcamaları sonuçlarına bakıldığında gelire göre sıralı %20’lik gruplarda aylık harcamalar sırasıyla 8.827, 14.745, 21.254, 28.250 ve 48.830 TL. Bunun anlamı harcamaların %40,1’ini en üst, %23,3’ünü ikinci, toplamda %63,3’ünü üst gelir grupları yapıyor. Diğer bir ifadeyle %7,24 ile en alt, %12,1 ile dördüncü ve %17,4 ile üçüncü alt gelirli %60’ın toplam harcamalar içerisindeki ağırlığı %36,7 en üst zengin %20’nin %40’1’inin altında. Özetle, dar gelirlilerin ücretlerini baskılamak talebi dizginlemek açısından da çözüm değil.

Bu arada emek gelirleri ile sermaye gelirlerini karşılaştırmak yerine; akademik kaygılarla da olsa, farklı emek kesimlerinin gelirlerini “asgari ücretli, emekli, kamu çalışanı, sanayi işçisi” birbiriyle kıyaslama çabasını öne çıkarmanın şu konjonktürde fazla anlamı yok. Aynı Özal döneminden beri aşina olduğumuz, egemenlerin “tarım üreticisini, işçiyi, kamu personelini” karşı karşıya getirme stratejisine malzeme sağlamak gibi bir tuzağa düşmemek de yarar var.

ÇÖZÜM NEREDE?

Peki, ne yapmak gerekiyor? Servet vergisi alınması, vergi adaletinin sağlanması, sosyal harcamaların artırılması benzeri önerilerimizi çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik. 20 ve 21 Ağustos günlerinde Ensar Yılmaz’ın Kısa Dalga sitesinde iki bölümlük “Enflasyondan Başka Bir Çıkış Yolu Yok mu?” başlıklı kapsamlı bir araştırması yayımlandı. Konuyla ilgili herkesin okumasını öneriyoruz. Bu noktada isterseniz, sözü Yılmaz’ın çözüm önerilerine bırakalım:

1) Varlıklı grupların vergilendirilmesi gerekir. Bunun için de çok defa tekrar ettiğim gibi, servet vergisi getirilmelidir, en azından dayanışma fonu adı altında geçici ve belirli bir serveti olanlardan (somutlaştırmak açısından 10 milyon dolar üstü olanlardan) %3 civarında bir vergi toplanmalıdır.

2) Gelir vergisinin en üst diliminin gelir aralığı yükseltilmeli ve uygulanan %40 vergi oranı, örneğin %45-50 bandına çekilmelidir.

3) İstisnalar-muafiyetler büyük oranda kaldırılmalı, vergi vermeyen milyonlarca şirkete dönük denetimler artırılmalı. Vergi denetmen sayısını kısmak yerine, bunu artırarak vergi toplamanın hem daha rasyonel ve adil olacağı çok açık.

4) Özellikle konut arzını kısa dönemde artırmak için boş-ev vergisi konabilir.

5) Tüm toplumu rahatsız eden israflar, kaynak kullanımındaki yetersizlikler ve suiistimaller, KÖİ’ler üzerinden aktarılan kamu kaynaklarının sınırlandırılması gibi çok sayıda kamusal kaynak kullanımında etkinlik ve adalet sağlanabilir.

Son olarak, önümüzdeki dönemde meydanı Ege Cansen gibilere bırakmamak için hem bu zihniyeti teşhir görevi hem de kamucu, emekten yana somut öneriler geliştirmek sorumluluğu anlamında üzerimize daha fazla görev düşüyor.

                                                               /././

‘Boştaki gençler’den kaçı AKP’li? -Nurcan Bilge Gökdemir-

Türkiye’de ne eğitimde ne istihdamda olan genç işsizlerin sayısı, neredeyse İstanbul nüfusunun yarısı ve hatta Ankara’dan daha kalabalık. Bu gençler, umutsuzluktan yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelmişken, AKP’ye yakın olanlar iş beğenmiyor, onlar için kişiye özel makamlar ve görevler yaratılıyor.

Yaklaşık 6.5 milyon gencin ne eğitimde ne de istihdamda olduğunu gösteren bu sarsıcı istatistik, işsizlik sorununu tsunami gibi gündeme taşıdı. TÜİK’in açıkladığı bu veri, yapay gündemler arasında kaybolan diğer gerçek sorunlar gibi, hak ettiği ağırlıkta tartışılmadan, nedenleri ve çözüm yolları ele alınmadan geçiştirildi.

HER RAKAM BİR İNSAN

Rakamlar matematiksel büyüklükleri ortaya koysa da, her bir rakamın bir insan, bir dram, bir yaşam olduğunu unutmamak gerek. TÜİK’in açıkladığı ve inandırıcılıktan uzak olduğu genel kabul gören bu veriler, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları tarafından yapılan hesaplamalarla karşılaştırıldığında yine kuşku uyandırsa da, resmi rakamlar bile sorunun büyüklüğünü gözler önüne seriyor.

İşsizlik; işsiz kalanlar ve aileleri için temel yaşam hakkı olan beslenme ve barınma gibi ihtiyaçlara erişimlerini bile engelleyen büyük bir sorun. Bu sorunlardan en çok etkilenen grup ise, ülkenin tam da çalışması gereken dinamik işgücü olan 15-34 yaş aralığındaki gençler.

‘EV GENÇLERİ’ ÜLKESİ

Umudunu yitirerek iş aramaktan vazgeçenlerle, “Ev Genci” olarak adlandırılan grup hızla büyüyor. Genç olarak kabul edilen ve sayıları 24 milyonu aşan bu grubun 6 milyonu ne eğitimde ne de istihdamda. Yüzde 26’lık oran, her dört gençten birinin dinamik işgücü olma potansiyelini kaybettiğini gösteriyor.

Bu verilerde dikkat çeken bir diğer nokta ise, cinsiyet dağılımı. AKP’nin kadınları iş yaşamından uzaklaştıran politikalarının sonuçları burada da açıkça görülüyor. Çalışmaya hazır 6.3 milyon genç arasında, 1.7 milyonu erkek, 4.6 milyonu ise kadın. Kadınların sayısı, erkeklerin neredeyse üç katı. 6.3 milyon genç insan… Çalışamadıkları için aslında yaşama hakları da ellerinden alınan umutsuz, çaresiz milyonlar… İstanbul’un nüfusunun yarısına yakın, Ankara’nın nüfusundan 500 bin, İzmir’in nüfusundan 2 milyon daha kalabalık, Bursa’nın nüfusunun iki katından fazla genç…

AKP’LİYSEN HER KAPI AÇILIYOR

Bu rakamların ardında yatan bir başka gerçek ise, işsizliğin toplumun bir kesimi için hiç sorun olmaması. Yaşamın tüm alanlarında yaşanan fırsat eşitsizliği, bazılarının daha avantajlı başladığı gerçeğini gözler önüne seriyor. AKP iktidarları döneminde daha da görünmez hale gelen “liyakat” kavramı, bazılarına hiç uygun olmadıkları iş imkanları yaratırken, tam da bu işlere uygun eğitimi, birikimi, deneyimi olan milyonlar ise “boşta gezmek” zorunda kalıyor. Sadece kendisi ya da ailesi iktidara yakın olduğu, belli vakıf ve cemaatlere üyeliği bulunduğu ya da yüksek yerlerde tanıdığı olduğu için bir kesim işlerden iş beğeniyor. En kapalı kapılar bile önlerinde kolaylıkla açılıyor, kolayca istihdam ediliyor, pozisyondan pozisyona geçip, hak etmedikleri makamlara oturuyor ve hak etmedikleri ücretleri alıyorlar. Yani dibine kadar nepotizm, dibine kadar kayırmacılık.

HESABI SORULMUYOR

AKP’nin kuralları ayaklar altına alan, kanun, yönetmelik ve tebliğlerin arkasından dolanan tutumu artık tartışmasız kabul edilen bir gerçek. Yaptıklarının, kurallar işletilmediği için yanlarına kaldığını, her adımda başta Anayasa olmak üzere tüm hukuki metinlerin, yönetmelik ve tebliğlerin ayaklar altına alındığını biliyoruz. Ancak yakalandıkları sınırlı sayıdaki olay bile genel işleyişi görmek için yeterli. Örneğin;

Doğrudan Şefliğe: Şahıs, şartları sağlamadığı halde şef kadrosuna atanmış ve hak etmediği maaş, zam ve tazminatlar ödenmiştir.

Sınavsız Atama: Özel Kalem Müdürlüğü kadrosuna açıktan atanan bir kişi, belli bir süre sonra sınavsız olarak mühendis kadrosuna atanmıştır.

Seçim Gerekmeseydi Başkan Olurdu: Şartları sağlamadığı halde belediye başkan yardımcısı kadrosuna atanmıştır.

Vasıfsızlıkla Kadrodan Kadroya: Asaleten atama şartlarını taşımadığı halde Mali Hizmetler Müdürü kadrosuna, daha sonra ise Kültür ve Sosyal İşler Müdürü kadrosuna atanmıştır.

Yangına Gitmeyen İtfaiye Personeli: İtfaiye Müdürlüğüne görevlendirilen şahsa, fiilen itfaiye hizmeti yapmamasına rağmen mesai ücreti ödenmiştir.

Lise Mezunu Müdür, Başkan Yardımcısı: Şef olarak görev yapan ve fakülte veya dört yıllık yüksekokul mezunu olma şartını taşımayan bir kişi, önce Belediye Başkan Yardımcısı kadrosuna, ardından Yazı İşleri Müdürü kadrosuna asaleten atanmıştır.

Zabıta Memurluğundan Belediye Yönetimine: Zabıta Memuru kadrosunda görev yaparken, önce Belediye Başkan Yardımcılığına, ardından aranan şartları taşımadığı halde Zabıta Müdürü kadrosuna asaleten atanmıştır.

Müdürlük de Yapmıyor: Vekaleten atandığı müdürlük görevini fiilen yapmadığı halde, ek ödeme, zam ve tazminat farkı ödenmiştir.

Şahsa Özel Başuzmanlık: Başuzman unvanı bulunmayan bir kadro için Başuzman kadrosu ihdas edilerek bu kişilere ilave ödemeler yapılmıştır.

Dolu Kadrolara Atama: Dolu kadrolara, üstelik sınavsız atamalar yapılmıştır.

                                                               /././

Dinci ve milliyetçi sağın önlenemez yükselişi -Oğuz Oyan-

Tüm düzen partilerinde bir sağcılaşma eğilimi sürerken… Demek ki sosyalist sola ve kitlesel sınıf hareketlerine olan ihtiyaç her zamankinden daha fazladır.

Dinci ve milliyetçi sağın siyaset sahnesine kendi partileriyle girmesi 1960’lar sonrasındadır. O zamana kadar CHP ve Demokrat Parti içinde düşük görünürlükte kalmışlardır. Cumhuriyet Köylü Millet Partisi (CKMP), Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) dönüştürülerek 1960’ların ilk açık milliyetçi sağ partisi kurulmuştur. CKMP, 1969 genel seçimlerinde yüzde 2,2, MHP ise 1995 seçimlerinde yüzde 3 oy alacaktır.

Dinci siyaset, 1960’larda da Adalet Partisi içinde kalarak başını siperden çıkarmamayı tercih edecektir. İlk siyasal İslamcı parti olan Milli Nizam Partisi, Ocak 1970’te kurulacak, ancak Mayıs 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılacaktır. Onun yerine Ekim 1972’de kurulan Milli Selamet Partisi önce CHP’yle sonra da Milliyetçi Cephe (MC) koalisyonlarıyla iktidara ortak olacak ve 1980 sonrasında diğer partilerle birlikte kapatılacaktır.

1970’li yıllarda dinci ve milliyetçi sağın toplam oyu yüzde 15 civarındadır. Buna rağmen, 12 Eylül rejiminin seçim barajları henüz ortada olmadığından, her iki parti de az sayıda da olsa milletvekilleri çıkarabilecek ve MC hükümetlerinde milletvekili sayılarıyla orantısız ölçüde bakanlık alabileceklerdir.

12 Eylül rejimi 1980 öncesinin partilerini yasakladığından, bu hareketler (1983 seçimlerini mecburen pas geçerek) 1987 seçimlerinden itibaren yeni isimler altında seçimlere katılacaklardır. Milliyetçi sağ, 1985-1993 dönemini Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) çatısı altında geçirdikten sonra yeniden MHP adına dönecektir. 1987’de bu iki hareketi temsil eden partilerin aldıkları toplam oy yüzde 10 eşiğini ancak aşmaktadır; ancak seçim barajı yüzde 10’a çıktığı için her ikisi de TBMM’de temsil edilemeyecektir. Bundan ders alan RP ve MÇP, 1991 seçimlerine RP listelerinden girecekler ve yüzde 16,9’luk oy oranıyla barajı rahatça geçip 450 mevcutlu Meclis’te 62 sandalyenin sahibi olacaklardır.

1973-1991 döneminde bu iki hareket yüzde 15 civarında bir siyasi ağırlık oluşturabilmiştir. Buna karşılık 1995-2002 döneminde bu ağırlık yüzde 30-35 bandına taşınarak farklı bir döneme geçişi simgeleyecektir. Üstelik siyasi ağırlık sadece oy oranlarının artışıyla sınırlı kalmayacaktır. Çok parçalı siyasi haritada RP, 1994’deki yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara’yı kazanacak, 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıkacak ve ilk kez başbakan çıkarmayı başarabilecektir. Bu atılım, 2000’lerdeki uzun süreli iktidarının başlangıç birikimini oluşturacaktır. 1995 ve 2002’de iki kez baraj altı kalan MHP ise oy oranını yüzde 8’in üzerinde tutmayı başaracaktır.

AKP’NİN UZUN İKTİDAR DÖNEMİ

RP ve onun devamı Fazilet Partisi’nden gelen AKP kurucuları, RP’nin temsil ettiği “milli görüş” çizgisinden ayrıldıklarını kanıtlamak için Fazilet Partisi kapatıldıktan sonra, önce bu çizginin devamındaki Saadet Partisi’nin (SP) kurulmasını bekleyeceklerdir. Daha sonra, görünürde IMF programı karşıtı söylemlere başvururken gerçekte kendilerinin milli görüşçülerden farklı olarak neoliberal programa angaje olduklarını, Türkiye’nin AB üyeliğini kararlılıkla desteklediklerini, ülkenin dış angajmanlarına sadık olduklarını, etkili dış ve iç çevrelere iletmek için tüm kanalları kullanacaklardır.

AKP’nin oy oranı üst üste üç genel seçimde artacak ve 2011’de doruğa ulaşacaktır (Bu dönemde tek oy kaybı, ekonomik kriz nedeniyle 2009 Yerel seçimlerindedir). AKP’nin genel seçimlerde ilk önemli oy kaybı, hatta Meclis çoğunluğunu yitirmesi, 2015 Haziranındadır. Daha sonra şiddet eylemlerinin kasıtlı olarak körüklendiği bir süreçte, Kasım 2015’te yeniden Meclis çoğunluğunu ele geçirecektir. Ancak hem 2018 hem de 2023 genel seçimlerinde TBMM’de çoğunluğunu koruyamayacaktır. 2016 sonrasında MHP’nin fiilî ortaklığına muhtaç kalacaktır. Ama 2016’daki kontrollü darbe girişiminin yarattığı fırsatla Anayasa bir dinci-despotik rejim inşası yönünde değiştirilecektir. Bu arada 2019 ve 2024 yerel seçimleri de iktidardaki dinci-milliyetçi sağ koalisyonu açısından büyük bir yenilgiyle sonuçlanacak, AKP ilk kez ikinci parti konumuna düşecektir.

GERÇEKTEN ÖNLENEMEZ BİR YÜKSELİŞ MİYDİ?

Dinci-milliyetçi sağ toplamının yüzde 15’ler civarında bir ağırlığı 1990’larda ikiye katlaması hangi gelişmelere bağlı olarak açıklanabilir? Üç gelişme öne çıkarılabilir:

Birincisi, bu akımlar kendi görüşlerini iktidara taşıyan 12 Eylül 1980 darbesine çok şey borçludurlar. Buna koşut olarak, solun ezilmesi, siyasetin genelde sağcılaştırılması adımları atılmadan 1990’larda dinci ve milliyetçi sağın önü bu denli açılamazdı.

İkincisi, “merkez sağ ve merkez sol” denilen sistem partileri, 24 Ocak Kararları gibi bölüşümü emek aleyhine sert bir biçimde bükmenin, kamu varlıklarını iç ve dış sermayeye peşkeş çekmenin ötesinde vizyona sahip değillerdi ve 1990’larda SHP-CHP-DSP’nin de dahil olduğu koalisyonlarda kendilerini hızla tükettiler. 1994, 1999 ve 2001 krizleri bu süreci hızlandırdı. Bu koşullarda siyasal İslamcılar liberal eksene kayarak kendilerini “sermaye düzeninin kurtuluş umudu” olarak pazarlayabildiler.

Üçüncüsü, ABD bölge çıkarları doğrultusunda kullanabileceği ve kendi desteğine hep muhtaç olmuş bir siyasal İslamcı hareketi daha kullanışlı görmüştür. Aynı durum, Türkiye ekonomisine müdahalesi 1980’lerde yarım kalmış olan IMF ve DB gibi uluslararası finans kuruluşları açısından da geçerlidir.

İşte bu koşullarda sağ hareketlerin toplam oy desteği 2000’lerde tekrar ikiye katlanacak ve defalarca yüzde 60 eşiğinin üzerinde kalacaktır. Türkiye giderek Avrupa’nın en sağ seçmen profiline sahip ülkesi olacaktır. Dinci ve milliyetçi sağ oyların 2011’de yüzde 64,9 ile zirve yaptıktan sonra gerileme eğilimine girmesi, 2023 seçimlerinde (YRP dahil) yüzde 49,4’e gerilemesi kuşkusuz olumludur (Gerçi bu orana Zafer Partisi’nin yüzde 2,2’lik oyu da eklenebilir; 2018 ve 2023 seçimlerinde yüzde 9,9 ve 9,7’lik oy oranlarına ulaşan İYİP’in oylarının üçte biri “milliyetçi” olarak sayılsa bile, gerileme eğiliminin sürdüğü görülecektir).

Dinci ve milliyetçi partilerin oy kayıplarının sürmesi beklenebilir. Ancak bunun tekrar 1970’ler/ 1980’ler düzeyine gerileyeceğini varsaymak artık zordur. Bu hareketlerin çekirdek oy toplamının 1990’lar düzeyine geriletilebilmesi bugün için önemli bir başarı sayılabilecektir.

Asıl mesele şudur: İster yüzde 40’lar/50’ler ister yüzde 30’lar bandında olsun, dinci/milliyetçi sağın bu ağırlığı geleceğin inşası bakımından bir yüktür. Üstelik, tüm düzen partilerinde bir sağcılaşma eğilimi sürerken… Demek ki sosyalist sola ve kitlesel sınıf hareketlerine olan ihtiyaç her zamankinden daha fazladır.

                                                                 /././

Fay kırığı, kalp kırığı ve parmak kırığı -Yaşar Aydın-

Bu kadar sorun ve bu sorununlar altında ezilen milyonlar varken parmak kırığı gündemi, muhalefetin fikir ve örgütsel dağınıklığının işaretidir. Bu durum her geçen gün zayıflayan Erdoğan’ı bir nebze de olsa umutlandırmıştır.

Üreticiler uzun süre boyunca yaygın ve kitlesel olarak meydanlara çıktı. Her yerden “Maliyeti karşılamak mümkün değil, artık üretemiyoruz” sesleri yükseliyor. İktidar ise çiftçilere Resmi Gazete’den yanıt verdi: “İki yıl ekim yapmayan çiftçinin toprağı kiraya verilecek.” Bu yanıt, “Senin ne yaşadığınla ilgilenmiyorum, ben sermayenin ihtiyaçlarına bakarım” demek oluyor.

İşçilerin durumu da farklı değil. Temmuz ayında ara zam alamadıkları gibi, Merkez Bankası Başkanı’nın yabancı sermaye kuruluşlarına aralık ayında belirlenecek zammın %20-25 civarında tutulacağını açıkladığını öğreniyoruz. Sömürü derinleşerek devam ediyor. Bu arada sendika isteyenlere de kapı gösterilecek. Polonez işçilerinin başına gelenler, herkese ibret olsun diye bekleniyor.

Eğitimde müfredat değişiklikleri, Öğretmenlik Yasası, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararı ve Meclis’in tutumu gibi konularla uzun bir liste oluşturmak mümkün. Bunlar, aynı zamanda gerici ve anti-demokratik uygulamaların birer göstergesi. Tabii ki bunlara karşı büyüyen bir öfke de var. Son 7 ayda o kadar çok fay hattı yerinden oynadı ki, bu durumun büyük bir sarsıntıya yol açması, en az İstanbul depremi kadar olası ve gerçek.

HALK YOKMUŞ GİBİ

Sistemin üzerinde durduğu zemin kaymaya başladı. İktidar cephesi bu durumu fark etti ve önlem alıyor. Gündemi değiştiriyor. Yeni Anayasa tartışması Uçum eliyle bir kez daha servis edildi. Tüm afra tafralardan sonra batı ülkeleriyle ilişkileri derinleştirme peşindeler. Bakan Fidan’ın beş yıl sonra AB toplantısına katılması bile yandaş medyada heyecan yarattı. Bunun, birkaç ay sonra başlaması muhtemel faiz indirimleriyle “krizden çıkıyoruz” havası yaratılarak rüzgârın yönünü tersine çevirebileceğini düşünüyorlar.

TÜİK, Türkiye’de yaşayanların AB üyeliğine bakışını değerlendiren bir veri yayınladı. Buna göre, bir referandum yapılsa ve Türkiye’nin AB üyeliği oylansa, “evet” oyu vereceklerin oranı 2004 yılında %70 civarındayken, bu rakam 2023 yılında %47.9’a düştü. Bu durum, AB’den umudu kesme olarak yorumlanabilir. Ancak aynı zamanda AKP’nin izlediği siyasetin hâlâ halkın bir bölümünde etkili olduğunu da gösteriyor. AKP neyi savunuyorsa, oraya yönelen bir kitle var.

Bu nedenle muhalefetin “Geçim yoksa seçim var, o seçimde biz geliyoruz” yaklaşımı fazlaca iyimser ve kestirme bir yanıt olarak değerlendirilmeli. Evet, iktidar meşruiyetini kaybetti, daha da zayıflıyor, halkın taleplerine kulaklarını tıkamış bir avuç yandaşı memnun etme peşinde. Bunlar doğru. Toplumda iktidara karşı biriken öfke, çıplak gözle bile görülebiliyor. Ancak her şeyin, özellikle de bir iktidar değişikliğinin kendiliğinden gerçekleşeceğini düşünmek, rejimi hafife almak olur.

Muhalefet, ülkenin birçok yerinde kardelen gibi açan itirazlarla gönül ve örgüt bağı kurabilmiş durumda değil. Birçok yerde dışsal bir varlık olarak duruyor. Halkın sorunlarıyla yoğunlaşan, onlarla yaşayan ve kendini Meclis duvarının dışına atan bir muhalefetin eksikliği, bugünün en acil sorunu. Halkla devam eden kalp kırıklığının onarılacağı yer de burası.

KIRIK KARDEŞLİĞİ

Hadi özetleyelim: Hayat pahalılığı, geçim derdi, işsizlik tüm ülkeyi esir aldı. Geleceğe umutla bakanların sayısı her geçen gün azalıyor. Toplumsal fay hatlarında ciddi anlamda enerji birikmiş durumda. Küçük sarsıntılarla devam eden süreç, çok daha şiddetli depremler üretebilir.

Farklı toplumsal katmanlarda yaşanan hareketliliğe karşın, aynı enerji siyaset erbabında görülmüyor. Özellikle muhalefet cenahı, enerjisini siyasetin ateşini normal seviyelerde tutmak için harcıyor. Toplumla siyaset erbabı arasında oluşan açı farkı, aralarında gönül kırgınlığına ve kalp kırılmasına yol açıyor.

Ülkenin her yanı darmaduman, kırıklar içinde dururken yüzünü başka yöne çeviren muhalefetin, bir parmak kırığının bu kadar gündemde kalmaması da çok normal. Memlekette bu kadar kırık ve kırılan varken, en çok tartışılanın parmak kırığı olması, Erdoğan’ın devam eden hegemonyasını ve muhalefetin dağınıklığını gösteriyor.                                       /././

“Desperados” -Zafer Arapkirli-

Başlık, size 1995 yapımı ünlü bir Amerikan filmini hatırlatmış olabilir.

Hani şu, başrollerini Antonio Banderas ile Salma Hayek’in paylaştığı muhteşem aksiyon filmini.

Bir de “Desperate Housewives” TV dizisinden, malûm “Desperate” sözcüğünü hatırlamış olabilirsiniz.

Ama, maksadım o film, dizi ve bilgisayar oyunlarına gönderme yapmak değil.

Mesele bunlardan daha vahim.

İngilizce sözlüklerde “desperate” sözcüğünün karşılığı “umutsuz ve çaresiz” ile “yıkılmış ve mahvolmuş” arasında (ya da hepsinin toplamı) ağır ve yoğun bir tükenmişliğin karışımını ifade eden bir sıfattır.

Bugün ülkemizde yaşadığımız durumun, tanık olduğumuz neredeyse her şeyin, TV’lerde izlemek zorunda kaldığımız, gazetelerde okuduğumuz tek tek her olayın ve koca bir ülke nüfusu olarak en tepeden en sıradan vatandaşına kadar her birimizin ortak bir etiketi olarak kullanılabilir:

“Deprerados”

Düşünebiliyor musunuz?

Ülkede yönetimi bin bir türlü ayak oyununa, hileye, dış müdahalelere ve şiddete başvurarak ele geçiren, böylece ayakta kalmaya çalışan, 101 yıl önce kurulmuş Cumhuriyet’in temeline dinamit koyan, kolonlarını kirişlerini tahrip eden, 101 yılda kazanılmış maddi ve manevi olumlu ne varsa ortadan kaldıran, sadece kendi ve çevresindeki kliğin çıkarlarını yaşatmak için bir “çekirdek yapı” oluşturan bir rejimden söz ediyoruz.

Kendi değiştirdikleri anayasaya bile uymayı reddeden, o anayasanın en net ve sarih maddelerini ayakları altına alıp çiğneyen, ülkenin en üst yargı mercii durumundaki Anayasa Mahkemesi’nin en net ve sarih kararlarını bile “saymeyyoz!” diyerek yırtıp çöpe atan, bunlara itiraz edenlere sokakta “cop, gaz, su, mermi” ile milli iradenin tecelligahı sayılan TBMM’de “kürsüye saldırttığı çapsız fedaileri” aracılığıyla tekme, yumruk ve küfürle mukabele eden bir “çaresiz ve umutsuz” ruh hali.

Sokakta kendisine uzatılan mikrofona iki cümle eleştirel görüş bildiren vatandaşı, yasalara ve yargı usullerine aykırı olarak “tutuklama cezası” verebilecek kadar acınası bir çaresizlik içinde davranabilen bir tükenmişlik hali. Üstelik de o vatandaşla aynı düşünenlerin, garip bir şekilde “Canım, o da seçtiği kelimelere biraz dikkat etseymiş” diye celladın bıçağını yaladığı bir ortam.

Buna mukabil, çalıp çırpan, milleti alenen “kerizleyen”, ama “muktedirle selfie’leri bulunduğu ve güce yanaştığı için mahkemelerden “tahliye kararı” aldırabilen ayrıcalıklı yüzsüzlerin ortada dolaştığı bir ülke.

PEŞKEŞ ÇEKİLDİĞİ YERE DÖNÜŞMÜŞ

Öyle bir ülke ki, sokaklarında insanların birbirine ölümüne şiddet uyguladığı, karısını, kızını, anasını babasını gözünü kırpmadan dayaktan, işkenceden geçirip kurşun sıkabildiği, hayvanlarını adeta “Doktor Mengele sadizmini” anımsatan şekilde topluca suda boğabildiği ya da zehirleyebildiği bir yer haline gelmiş.

Öyle bir ülke ki, dört bir yanında aynı anda çıkan yangınların, nedense hep yoksul köylülerin evini yakabilecek kadar anında yayıldığı ama zengin villalarının kenarına yaklaşmadan söndürüldüğü, yıllardır “ciğerlerimiz yanıyor” feryatlarına rağmen bu yangınlara karşı bir gıdım bile önlem alınmadığı, yakılan toprak parçalarının anında turistik tesis yapılmak üzere yandaş hırsızlara peşkeş çekildiği bir yere dönüşmüş.

Öyle bir ülke ki işçisinden emeklisine, çiftçisinden memuruna, öğrencisinden namuslu akademisyenine hemen herkesin yoksulluk ve çaresizlikten inim inim inletildiği, verginin bu insanlardan alındığı ama tufeyli ensesi kalın hırsızlara dokunulmadığı, “niye böyle?” diye sorgulayanın sesinin “yayın ve habere erişim yasaklarıyla” susturulmaya çalışıldığı bir garip yer olmuş.

Muktedir babalar, oğullarına “Oğlum, harama el uzatma, yanlış yapma, namuslu işlerle uğraş, bizi ele güne karşı zor durumda bırakma” diyecekleri yerde, mahkemelere koşup “Oğlanların ayıbını örttürme kararları” almaya çalışırken, hukuk adalet, savcı ve yargıç bağımsızlığının tabutuna her geçen gün çivi üstüne çivi çakılır olmuş.

Vatandaşın uykuları, sofrasına 100 gram peynir, bir avuç zeytin, birkaç gram kıyma alabilmek uğruna kaçarken, analar evlerde televizyonları “Aman çocuklarım bir şeyleri görüp de özenmesinler” diye açamaz olmuş.

Asayişi sağlama durumunda bulunanlar, ellerini iki yana açıp “Vallahi artık girenin çıkanın hesabını tutamıyoruz” diyerek çaresizlik ve umutsuzluk içinde kendilerini rezil etmeye başlamış. Hele hele bir tanesi, koltuğunda kalabilmek uğruna, kürsülerde ağlamaklı bir tonla adeta “Örtmenim! Canım benim! Seni ben ne çok severim” kıvamında şiirler okuyarak kendini o kürsünün dibine gömer olmuş.

Bütün bunlar olurken, muhalefet adına ortada dolaşanların kendi içlerindeki itiş kakıştan kafalarını kaldırıp da bu manzaraya çare olacak tek şeyin “Erken ve hemen bir genel seçim” olduğunu anlamazdan duymazdan gelerek top çevirmeye çalışıyormuş.

Dış politikada önüne gelenin itip kaktığı, “fırça çekmeye yeltendiği” sözünün zerre kadar dinlenmediği, komşularıyla “boğaz boğaza” durumunu düzeltmek için adım atacak halinin mecalinin dahi kalmadığı bir konuma düşürülmüş.

Olan bitenin belki milyonda biri bir özeti bu yazdıklarım.

Çarp bunu milyonla.

Şimdi, söyle bana.

Türkçe karşılığının en az 10 - 15 sıfatla anlatılabil üeceği, İngilizcedeki bu “Desperate” sözcüğünü, ya da topluca üzerimize yakışan, hatta “cuk” diye oturacak “Desperados” sıfatını hak edecek başka bir memleket var mıdır?

                                                            /././

Yazımdaki Karmaşa -Atilla Aşut-

Yazıda lafı çok dolandırmayı sevmem. Hele de günlük bir gazetede yazarken, dolambaçlı anlatımlara, yazın cambazlıklarına başvurmaktan özenle kaçınırım. Açık yazmayı, anlaşılır olmayı yeğlerim. Üslup kaygısı bazen içeriğin önüne geçiyor ve hem okuru yoruyor hem yazarın iletisinin anlaşılmasını güçleştiriyor…

Değerli meslektaşım Mustafa Kemal Erdemol ile geçenlerde dil üstüne söyleşiyorduk. Yakınlarda Yazılama Yayınevi’nden çıkan 444 sayfalık yeni kitabı “Veliaht’ın Gölgesinde Suudi Arabistan” kitabı da önümde… Dilcilerin sık kural değiştirdikleri konusunda görüş birliği içindeydik kendisiyle. Türkçedeki yazım karmaşası biraz da bundan kaynaklanıyordu. Üstelik tartışılmadan yapılan değişiklikler, yazarlara ve kamuoyuna zamanında duyurulmadığı için karışıklık daha da artıyordu. Sözgelimi Dil Derneği“ha bire”“kim bilir”“köşe yazarı”“köşe yazısı”“söz konusu” gibi sözcüklerin yazımını değiştirdi. Eskiden ayrı yazılan bu sözcükleri artık bitişik yazıyorlar. Peki, kaç kişinin haberi var bu durumdan?

Ben tarihsel TDK’nin günümüzdeki devamı olan Dil Derneği’nin üyesiyim. Dolayısıyla bu kurumun uzmanlarınca hazırlanan Yazım Kılavuzu’nu kullanıyorum. Yukarıda andığım sözcükleri de doğal olarak bitişik yazıyorum. Gelin görün ki bu değişikliği yapanlar bile çoğu zaman uymuyor kendi kurallarına! (Örnek arayanlar. Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel’in 8 Ağustos 2024 günlü Cumhuriyet gazetesindeki “Düşünce Özgürlüğü mü?” başlıklı yazısına bakabilir. Orada “yaşını alamamış başını taşıyamamış köşe yazarları”ndan söz ediliyor. Görüldüğü gibi, “köşe yazarları” ayrı yazılmış! Gelin de çıkın içinden bakalım!)

∗∗∗

Kuşların sütü var mıdır? Kuşlar memeli hayvan olmadığına göre olmaması gerekir. Ama dilimizde “kuşsütü” diye bir sözcük var; “bulunmayan şey” anlamında kullanılıyor. “Yemekte bir kuşsütü eksikti” dediğimizde, özenle hazırlanmış ve türlü yiyeceklerle donatılmış bir sofrada hiç eksik olmadığını anlatmış oluruz.

“Kuşsütü” sözcüğü deyim olarak kullanıldığı için birleşik yazılır. Nitekim Sevgi Özel’in başında bulunduğu Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu’nda da öyle yazılmıştır. Ama sonra ne görüyoruz? Bakın, 22 Ağustos 2024 günlü Cumhuriyet’teki “Konuşmalıyız!” başlıklı yazısında Sevgi Özel nasıl yazmış bu sözcüğü:

“İnanç ve köken ayrımını siyasaya araç yapmak, yapanların aracı olmak, kuş sütünün eksik olmadığı sofralara dadanmak, bugün ezberletileni yarın yalanlamak düşünce özgürlüğü, eleştirmek hakaret!”

Kimseye haksızlık etmek istemem… Acaba bu sözcükleri Sevgi Özel doğru yazıyor da Cumhuriyet gazetesinin editörleri eski alışkanlıkla değiştiriyor olabilir mi? Eğer öyle ise sorun daha da büyük demektir. Dil Derneği Başkanı, Türkçe sözcüklerin doğru yazımını Dil Devrimi’nin savunucusu bir gazeteye bile kabul ettiremiyorsa, bunu başkalarına nasıl anlatacaktır?

∗∗∗

OKURDAN

Çabalar sürmeli

Attila Bey, yazılarınızı okuyorum. Bir radyoda, bir kanalda konuşan kişinin ‘demografik’ kelimesi ile ‘demokratik’ kelimesini ayıramadığı bir ülkede yaşıyoruz. Yazık!

Ama yanlışları düzeltme çabanız yine de sürmeli diyorum. Saygılar.

Metin ERK

HAFTANIN NOTU

“Kuyu Tipi Hapishane”

Saray rejimi, sayısını unuttuğumuz “yargı paketleri”nden birini daha kamuoyuna açıkladı. Bunun da öncekiler gibi göstermelik bir paket olduğu anlaşıldı. “Yargı” kavramının saygınlığını ve güvenirliğini yitirdiği ülkemizde, hükümet “Yüksek Güvenlikli Hapishaneler” yapmakla övünüyor!

Bugüne değin F tipinden S tipine, neredeyse Türk abecesindeki tüm harflerle anılan hapishane türlerini biliyorduk da “kuyu tipi hapishaneler”in varlığından haberimiz yoktu. Sürekli “yargı reformu” yapan Tayyip Erdoğan’ın  “ileri demokrasi”sinde bunu da gördük hamdolsun! Meğer sessiz ve derinden uygulamaya konan bu yeni yüksek güvenlikli hapishaneler, özellikle siyasal tutuklu ve hükümlülerin yaşam koşullarını daha da ağırlaştırmaya yönelikmiş. İnsanları diri diri mezara koyan ve canından bezdiren bu durum, artık katlanılmaz boyutlara ulaştığından cezaevlerinde açlık grevleri ve intihar olayları artmaya başlamış.

Nazım Alpman arkadaşımız, yolu bu cezaevlerinden geçen bir okurunun mektubunu yayımladı geçenlerde. O mektuptan öğreniyoruz “kuyu tipi cezaevleri”nin ne mene bir şey olduğunu:

“Yüksek Güvenlikli Hapishaneler, bizim ‘kuyu tipi’ dediğimiz hapishaneler… Çünkü tam anlamıyla bir kuyunun içindesiniz. 5 adımlık bir hücrenin içindesiniz. Güneş vurmuyor. Küçücük penceredeki telörgüler nedeniyle içeri hava girmiyor. Her gün su kesintileri oluyor ve 2-3 gün suyun hiç gelmediği de oluyor. Gardiyanlarla bir megafon aracılığıyla iletişim kurmanız isteniyor. Yani insan yüzü - insan sesi, güneş, hava, su yok! Her saati, her dakikası, her saniyesi tecrit işkencesiyle dolu bir işkence merkezi Kuyu Tipi Hapishaneler…”

Bu konu “Haftanın Notu”na sığmayacak ölçüde geniş, yaşamsal ve ivedidir. “Kuyu Tipi Hapishane” zulmüne karşı muhalefet partileri başta olmak üzere tüm insan hakları savunucuları hemen harekete geçmelidir!

                                                    /././

                                             Birgün - GÜNDEM

Boğaziçi Üniversitesi'ne Ensar Vakfı'ndan atama!

Boğaziçi Üniversitesi'nde genel sekreter yardımcılığına Pendik Belediyesi'nin eski başkan yardımcısı ve Ensar Vakfı mütevelli heyetinin eski üyelerinden Vahap Doğan atandı.(https://www.birgun.net/haber/bogazici-universitesi-ne-ensar-vakfi-ndan-atama-554630)

                                                                 ***

İsrail ordusu duyurdu: Lübnan’ın güneyine saldırılar başladı

İsrail, Hizbullah'ın geniş çaplı saldırılarını önlemek için Lübnan'a karşı saldırı düzenlediğini açıkladı. Hizbullah ise örgütün üst düzey komutanı Fuad Şükür'ün geçen ay Beyrut'ta öldürülmesine karşılık İsrail'e çok sayıda insansız hava aracıyla saldırı başlattığını bildirdi. İsrail'de 48 saat olağanüstü hal ilan edildi. ABD Başkanı Biden'ın, durumu "yakından takip ettiği" ve "akşam boyunca ulusal güvenlik ekibiyle görüştüğü" bildirildi. Hizbullah, askeri harekatın tamamlandığını ifade etti.(https://www.birgun.net/haber/israil-ordusu-duyurdu-lubnanin-guneyine-saldirilar-basladi-554566)

                                                                 ***

Hatırlatmalar - Toprak işgalleri, direnişler, komiteler ve komünlerle 1960-80 arası köylü mücadeleleri -Birgün Pazar-

                                                     

Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi

Bugün artan ekonomik-sosyal bunalıma karşı köylüler de geçtiğimiz haftalar boyunca ülkenin dört bir yanında hakları için ayağa kalktı. Maliyetlerin artışı nedeniyle üretemez hale gelen yoksul köylüler emperyalist tekeller altında eziliyor.

Açığa çıkan bu tepkilerin henüz ürün fiyatlarıyla sınırlı olduğunu ve çoğunluklu bir tür “mevsimsel bir geçiciliğe” sahip olduğunu söylemek mümkün. Bunun en önemli nedeni ise ileri toplumsal mücadele örgütlenmelerinin köylüler ve üreticiler içerisindeki varlığının zayıflığı ile birlikte birlik, kooperatif, sendika örgütlenmelerinin son derece zayıf olmasıdır.

                                                   ***

Bu hafta, 1960-80 aralığında toprak işgallerinden ülkenin en ücra köşelerine yayılan mitinglere köylü mücadelesini hatırlatıyoruz.

1950’li yıllar toprak ağaları ve tefeci-tüccarların istedikleri her şeyi yapabildikleri, köylü ve küçük çiftçileri boyunduruk altına alıp sömürdükleri yıllar oldu.

Bu sömürü politikalarına karşı öğrencilerden işçilere, köylülere kadar tüm toplumda yaygın tepkiler ortaya çıkmaya başladı. Köylülerin tepkilerinin örgütlü bir inisiyatife dönüşümünde devrimci hareketin rolüne özellikle dikkat etmek gerekir. 1960’ların ikinci yarısında Dev-Genç’le başlayan bu izlerin, 1970’lerin ortalarından itibaren köy komünlerine kadar varacak bir halk örgütlülüğüne nasıl dönüştüğü üzerine kuşkusuz bugün de düşünmek gerekir.

O dönemde her yerdeki tefeci-tüccar sömürüsüne karşı dişe diş bir mücadele içinde, köylünün hak taleplerinden gündelik hayatındaki sorunlara, birlikte üretime uzanan bir direniş ve dayanışma mücadelesi olmasaydı kuşkusuz ki o tepkilerin de bugüne benzer biçimde örgütsüz dolasıyla da mevsimlik olmasının ötesine geçilemezdi.

                                                    ***

Anadolu’nun yıllardır tarikatı, cemaati her tür gerici sağ örgütlerle kuşatılmasına karşın, devrimcilerin ayak izleri halen taze. Bugün de Fatsa’dan Uşak’a meydanları doldurmaya devam eden üreticilerden, şimdi karpuzlarını, domateslerini sağa sola dökerek çayını, fındığını ateşe vererek yükselen tepkiler yeni bir dönemin işaret fişekleri olarak yükseliyor.

Dünü hatırlamak şimdi, bu tepkilerin yeniden örgütlü bir halk mücadelesinin parçası haline getirilmesi için, yeni bir yolun yürünmesi için bir çağrı olarak görüldüğü oranda anlamlı olacaktır.

                                                               ***

DEV-GENÇ KÖYLÜ ÇALIŞMA RAPORU: 1960’LARDA KÖYLÜ MÜCADELE DENEYİMLERİ

Türkiye 1960’lı yılların ortalarından itibaren büyük bir toplumsal uyanış dalgasına sahne oldu.

Bunun bir parçası olarak köylüler içinde de toprak işgallerinden mitinglere hak mücadeleleri yükselirken, yoksul köylüler kendi örgütlülüklerinin gelişmesi ile ülke tarihinde ilk kez bir özne olarak sahneye çıktılar.

Bu mücadelelerin gelişiminde DEV-GENÇ’in özel bir rolü oldu. Kendiliğinden yükselen tepkiler ve toprak işgalleriyle birlikte DEV-GENÇ, köylü mücadelesinin bir destekçisi olmanın ötesine geçerek doğrudan parçası haline geldi.

Hüseyin Cevahir Fatsa, Ordu, Giresun fındık üreticileri içinde; Harun Karadeniz Gerze’de tütün mitinginde; Oğuzhan Müftüoğlu, Anamur’da fıstık yürüyüşünün örgütlenmesinde çalışanlardandı. Dev-Genç, 1970 Mayıs-Eylül arası dönemi, ülkenin dört bir yanına ekipler olarak yayılarak köylü mücadelelerinin örgütlenmesinde rol üstlenirler.

MÜCADELE DENEYİMLERİ

Kars, Çorum, Amasya, Tokat, Malatya, Gaziantep, Anamur, Eşme, Gülşehir, Fatsa Dev-Genç’in köylü mücadelesinin içerisinde yer aldığı bölgelerin bazıları. Bu çalışmalar sonucunda yürüyüşler, mitingiler gerçekleştirilip, köylü örgütlenmelerinin geliştirilmesi için çalışılır. Bu çalışmalar üzerine bir değerlendirme dönemin İleri dergisinde, “Dev-Genç’in Köy Eylemleri ve Köylü Birlikleri” başlıklı yazıda, çalışmalara ilişkin raporlara yer verilir.

Bu raporlarda, tarım ve hayvancılık faaliyetleri, buna bağlı olarak köylülerin sorun ve taleplerinin tespiti ile yapılan çalışmalar hakkında bilgiler yer alıyor.

Buna göre, “köylünün temel üretiminin hayvan ve hayvan ürünleri” olan Kars’ta, “topraklar ve nakit sermaye büyük oranda ağaların elinde birikmiş” durumdadır. Tarımda “yarıcılık, ortakçılık, marabacılık ve ırgatçılık” mevcut olmakla birlikte, tüm “köylüler bir biçimde ağalara hizmet eder” konumdadır. Kars’ta bir başka çelişki olarak da birlikte yaşayan Türk ve Kürt halkının “birbirine yaklaşmaları ve kaynaşmaları mümkün olmamıştır”.

Bu genel durum içinde, “süt fiyatlarının düşük olması”, “ağa ve tüccar sömürüsü”, “yol, su, okul ve sulama tesislerinin yetersizliği” gibi somut sorunlar etrafında, Kars’ın yüze yakın köyünde çalışmalar yapılmıştır.

Haşhaş ekiminin yapıldığı Çorum, Amasya, Tokat yöresinde pek çok ilçede çalışmalar yürütülüyor. Çorum ve Merzifon’da başarılı mitinglere dönüşen çalışmaların bir başkası ise Malatya’da gerçekleştiriliyor. Rapora göre, “Amerikan emperyalizmi dünya uyuşturucu madde piyasasını ve ilaç hammaddelerini tekeline alma amacı ile, afyon elde eden geri bıraktığı ülkelerde haşhaş ekimini yasaklatmasına karşı” yoksul köylünün işbirlikçi iktidara karşı yönelen tepkisi Malatya’daki çalışmalarda açığa çıkarılıyor. Buna karşı yapılacak miting çalışmalarına “iktidar mensupları” ve “Amerikan ajanları” mitingin yapılmaması için karşı çalışmalar yürüterek, mitingin beklenen katılımın altında kalmasını başarıyorlar. Malatya mitingi bu anlamda “anti-emperyalist nitelikli” önemli bir çıkış olarak görülürken, katılımın yeterince başarılamamış olması ayrı bir değerlendirme konusu olarak tartışılıyor.

AYAK İZLERİ

Anadolu’nun pek çok noktasında yürüyen bu çalışmalar devrimci bir köy çalışmasının bugüne de ışık tutacak deneyimlerini içinde taşıyor. Anamur’da fıstık mitingi çalışmaları, “örgütsüz, dağınık ve birbirinden kopuk” olarak tanımlanan köylülerin, kendi talepleri etrafında birleştirilmesi ve böyle bir çalışma içinde TÖS’ten devrimci gençliğe tüm ilerici güçlerin ortak bir güçle çalışmasının yarattığı yürüyüşün sonrasında Köylü Birliği’ne dönüşmesi bunun iyi örneklerinden birisi.

O günün genç devrimci hareketinin, büyük bir emek, özveri ve disiplinle yürüttüğü çalışmalar, derin bir yurt ve insan sevgisinin üzerine yükseliyor.

Bugün de gerçekten değişimden yana olanların bu ayak izlerine basarak, yapabilecekleri çok şey var. Eğer bugün de yanıp sönen köylü eylemleri de gerçek bir değişim yaratabilecekse bunun yolu buradan geçecek.

                                                         ***

TOPRAK İŞGALLERİ

Demokrat Parti döneminde başlayan Amerikancı tarım politikaları ile tarımda toprak sorunu, suya ulaşım, taban fiyatları gibi en temel sorunlar piyasalaşma etkisiyle daha da ağırlaştı. 1960’larda, toplumun her kesiminde filizlenmeye başlayan mücadele dalgası, köylerde de özellikle toprak ve su sorunları üzerinden yükselmeye başladı. Bu dönemde, az topraklı ve topraksız köylülerin gençlik hareketleriyle bir arada hareket edip gerçekleştirdiği toprak işgalleri öne çıkmıştır.

Özellikle 1967-71 arası Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşan bu toprak işgalleri şeklinde ortaya çıkan bu köylü hareketleri, tefeci ve tüccarlara karşı sömürülen köylülerin devrimcilerle birlikte gerçekleştireceği eylem ve mitinglerle 1980’lere kadar sürdü.

Yoksullaşan, mülksüzleşen kırsal emek sınıflarının isyan bayrağını yükseltmesi ve devrimci potansiyelini ortaya çıkarması için 1960’lı yılların sonunda gelişen anti-emperyalist, devrimci gençlerle temas etmesini beklemek gerekecekti. Sağ iktidarlarla 1950’lerden 1960’ların sonuna kadar ABD’nin yarı-sömürgesi haline getirilmiş Türkiye’de devrimci gençlik hem kırsaldaki işbirlikçi toprak ağaları, tefeci tüccar sınıfının sömürdüğü köylülerin hem de kentlerde komprador burjuvazinin sömürdüğü işçi sınıfının öfkesini birleştirecek bir siyaset üretti.

1967’den 1970’e kadar 200’e yakın toprak işgali gerçekleştirildi. İlk köylü toprak işgali hareketi, 1967’de Antalya’ya bağlı Elmalı köyünde ortaya çıkmıştı. Topraksız köylülerin göl civarındaki toprakları işleyip ektiği ekinlerin bölgedeki toprak ağaları tarafından tahrip edilmesi işgalin fitilini ateşlemiştir. Bu köylü isyanına devrimci gençlik örgütlerinden özellikle de ODTÜ SFK ve SBF Öğrenci Derneği’nden grupların desteği vardı. Bu işgal hareketi öyle bir etki yaratır ki bölgeyi ziyaret etmek zorunda kalan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit “toprak işleyenin, su kullananın” cümlesini Elmalı’da kurmuştur.

1969’da İzmir’in Torbalı ilçesine bağlı Atalan ve Göllüce köylerindeki toprak işgalleri de toprak ağalarının hazine arazilerini kendi tarlalarına katmasına karşı başlamıştı. Burada toprak ağalarının bürokrasiyle olan ittifakı da görülmektedir. Çünkü kadastro yapılırken toprak ağalarının kendi arazilerine katıp işledikleri bu Hazine arazileri kadastro ile kendilerine tescilleniyordu. İşte köylüler de yerel eşrafın toprağı işleyip çitlemesine engel olmak için önce ağaların traktörlerini durdurmak için hamle yapmış ardından da çitlenen bu otlaklarda çitleri yıkarak hayvanlarını sokmuşlar; buraları da fiilen işlemeye başlamışlardır. Bu işgal üç ay sürmüş, sonunda jandarma zoruyla köylülerin bu ekim yaptıkları araziler tekrardan ağaların eline geçmiştir. Ancak bu direniş görece başarıyla sonuçlanmıştır. Araziler devlet tarafından toprak ağalarından satın alınarak 1970 yılında 32 aileye Küçük Menderes kıyısında 10’ar dekarlık tarım arazisi verilmiştir.

                                                        ***

DİRENİŞTEN KOMÜNLERE 1970’LERDE KÖY MÜCADELESİ

1970’lerin ikinci yarısında devrimci hareket ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılırken, köylü mücadeleleri de çeşitlenir ve yaygınlaşır. Bu dönemde bir yandan üretici mitingleri sürdürülürken öte yandan da yoksul köylülerinin öz örgütlenmeleriyle birlikte, köylerde komiteler ve komünlerin kurulmasına varan zengin devrimci deneyimler ortaya çıkıyor. Kuşkusuz ki 1970’lerdeki köylü mücadelelerinden söz edildiğinde ilk akla gelenlerden birisi Fatsa’da Fikri Sönmez’in kürsüde olduğu fındık mitingleri geliyor. Karadeniz’den Ege’ye, Trakya’dan Akdeniz’e ülkenin her yanında büyük eylemlerle kendisini ifade eden köylü hareketlerinin yaygınlığını ifade edebilmek için şimdiye kadar çok da dikkat çekmemiş kimi köylerden bir derleme yapmaya çalıştık. Devrimci Yol dergilerinde yer alan haber ve mektuplardan derlediğimiz bu bölümde, köylülerin sorunları ve mücadelelerine ilişkin önemli veriler ortaya konuluyor. Bunların başında da aşağıdan yukarıya gelişen bu devrimci aydınlanma dalgasının nasıl ülkenin en ücra köşelerine kadar uzanarak mücadele, örgütlenme ve yeni bir yaşam bilincini yaratmış olmasıdır.

TOPARDIÇ KÖYÜ

Bizler ABD ve AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) emperyalizmine bağımlı geri bıraktırılmış bir ülkenin köy emekçileriyiz. Yarı aç yarı tok geçinmek zorunda bırakılmışız. Ekonomik ve demokratik sorunlarımızın çözümü için mücadele veren bizler “Topardıç Köyü Kalkındırma Derneği” adı altında demokratik bir örgütte birleştik (Sivas ili Kangal ilçesi, Topardıç Köyü’nden devrimciler).

GÖNCÜ MEZRASI

3 Nisan (1977) günü Kötüre köyünden Doğan Erbil ve yandaşları Göncü köyüne silahları ve traktörleri ile gelerek köyümüzün otlakiyesini hiçbir hakları olmadan, köyümüzün üzerine tapulu olduğu halde zorla sürmeye başladı. Bunu karşı köy direnişe geçti, biz devrimciler olarak halkımızın haklı davasının yanında olduk. Doğan ağa köylüye seslenerek “sizleri komünistler oyuna getiriyor” diye ithamda bulunsa da köyümüzün erkeği, kadını “sen devrimcilere kurban ol” diyerek ağaya karşı hücum etti. Ağa, jandarmanın önünde köylüyü kurşuna tuttu. (…) Köyümüzün halkı ve biz devrimciler direnerek ağayı ve de yandaşlarını köyden çıkardık (K.Maraş Afşin ilçesinin Kötüre Köyü, Göncü Mezrasından bir devrimci).

ORMAN KÖYLÜLERİ DİRENİŞİ

Artvin’in Tütünlü, Kartla, Sarıbudak, Ovacı, Bereket, Peynirli, Örtülü, Meşeköyü, Harmanlı, Tosunlu, Donzut, Akdamla, Meydancık ve Taşköprü köylerinde, orman köylülerinin direnişi gerçekleşti.

Orman işçisinin 100-150 lira mal ettiği 1 metreküp ağaç, piyasada 4-5 bin liraya satılır. (…) Aradaki farkın yarısı tefeci-tüccarlara yarısı da devletin elinde kalır. Orman işçisinin eline 1 metreküp ağaçtan 100-150 lira kalırken, tefeci ise 2 bin lira kazanır. 2 bin lira da devlete kalır (…) Devlet bu parayı ne yapar? Orman köylülerine yol mu götürür? Hastane, doktor mu sağlar? Elektrik, su mu getirir? Çocukların okula gitmeleri için okul mu yapar, öğretmen mi tayin eder? Hayır. Bu paralar iktidardaki bir avuç azınlığın hizmetine sunulur. (…) Artvin orman köylüleri bugün tefeci-tüccarlara karşı ekonomik-demokratik mücadele veriyorlar. Ama gerçek kurtuluşlarının bu mücadeleyle sağlanamayacağını, Türkiye’deki tüm emekçilerin, işçi sınıfı önderliğinde verdiği iktidar mücadelesinin dertlerimizi kökten çözmenin tek yolu olduğunu biliyoruz.

TOPÇAM NAHİYESİ

Derginizin beşinci sayısında Artvin orman köylüsünün direnişini kamuoyuna duyurmanız, Topçam’lı orman köylüsü işçileri için olarak bizleri çok sevindirdi. Biz Ordu ilinin Mesudiye kazasına bağlı Topçam nahiyesi orman işçileriyiz. Artvin’de direnişe geçen kardeşlerimizin mücadelesini destekliyoruz. Topçam’da aynı mücadeleyi bizler de veriyoruz.

TÜTÜN ÜRETİCİLERİNİN PARALARI ÖDENMİYOR

Biz tütün üreticileri olarak Tekel’e teslim ettiğimiz tütünün daha parasını alamadık. Manisa Sarıgöl kazasının Dadağlı köyü, Dindarlı köyü, Alemşahlı köyü, Kızılçukur köyü, Karacaali köyü olarak tam 35 gün oldu tütünü tekele teslim edeli. Biz tekele para diye varınca Devletin parası yokmuş ve bizler üretici olarak bankadan ve kooperatiften aldığımız paranın faizi hiç durmadan üzerine yükleniyor. Bu yazıyı yazmamızın sebebi Devrimci Gençlik dergisinde bizlere de yer verilmesini ve bütün devrimci arkadaşlarımızın bizim bu zulmümüzü duymalarını Dadağlı köyü halkı ve halk kütüphanesini yaşatma derneği yönetim kurulu olarak deriz. Dostlara selam.

ÇÖMELEK KÖYÜ

Biz Çömelek Köyü (Mut-İçel) devrimcileri olarak (…) oligarşinin küçük üreticiler üzerindeki sömürüsüne karşı mücadelemizi her geçen gün yükseltiyoruz. Kendi ürettikleri ürünün fiyatlarının kendilerinin tespit etmesini isteyen köyüler olarak ÜRETİCİ BİRLİKLERİ-KÖYLÜ BİRLİKLERİ’nde örgütlenmenin gereğini vurguluyor. Köylü Birlikleri için tüm küçük üreticilerin mücadelesinin örgütü haline gelmelidir.

BOSTANCI KÖYÜ

Biz, Mardin ili Silopi ilçesinin Bostancı Köyü’nden topraksız, yoksul köylüleriz. Köyümüzün 12.300 dönüm arazisinin tümü toprak ağaları ve zengin köylüler tarafından işletilmektedir. Biz, 67 yoksul aile ise açlığa mahkûm edilmiş durumdayız. Köyün topraklarının yarısı Hazine kontrolüne geçmesine rağmen ağalar çeşitli dolaplar çevirerek bu toprakları gaspetmişlerdir. Bunlar ilgili dairelere rüşvet yedirerek işlerini yürütmektedirler. Parlamentodaki temsilcileri de bu konudaki en yakın yardımcılarıdır. Biz topraksız, yoksul köylüler birkaç dönüm toprak için mücadele ediyoruz. Artık sadece kendi gücümüze güvenmemiz gerektiğini öğrendik. Mücadelemiz kurtuluşa kadar sürecek.

                                                           ***

FİKRİ SÖNMEZ’İN 1979 FATSA FINDIK MİTİNGİNDEKİ KONUŞMASINDAN:

“Bu soygun ve sömürü düzeninin beyleri, ağababaları, faizcileri, karaborsacıları bizleri yıllar boyu kendilerine köle etmişlerdir. Bugün fındığımız para etmiyorsa hayat pahalılığı varsa karaborsa varsa her gün zam zülüm varsa bugün gençlerimiz kurşunlanıyorsa… Halkımızı partilere bölerek, halkımızı eğitimsiz bırakarak bu toplumu amansızca sömürmüşlerdir.”

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder