2 Ağustos 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 2 Ağustos 2024 -

Cennet ve cehennem! -Ahmet Yaşaroğlu-

İslami dini inanışına göre cennet ve cehennem ölümden sonraki dünyadadır. İnananlar bu dünyada dini akidelerini iyi yerine getirmişlerse cennet, getirmemişlerse cezalarını çekmek üzere cehenneme giderler. Bu dünyadaki büyük haksızlıklara karşı inananlara tavsiye edilen sabır, metanet, uysallıktır. Çektikleri eza ve cefanın karşılığını cennete giderek alacaklardır. Tarif edilen cennet ve cehennem mekansal olarak farklıdır. Cennetin içinde cehennem, cehennemin içinde cennet yoktur. İnansın veya inanmasın bazı insanlar için ise cennet de cehennem de bu dünyadadır. Zenginler, para babaları ve patronlar için bu dünya onlara cennet, sömürülen, ezilen, horlanan insanlar için ise bu dünya cehennemdir. Yani bu durumda cennetin ve cehennemim mekansal birliği vardır. Bu sorunun çözümünü öbür dünyaya bırakmayanlar, bu dünyayı insanların ortak ürettiği, eşit paylaştığı, insana yaraşır bir yaşam sürdürdüğü bir cennete çevirmek için sömürüyü, sınıfları ortadan kaldırmak için mücadele etmektedirler.

İş birlikçi sömürücü egemen sınıflar için bu ülke çocuk emeği dahil -2 milyon çocuk işçi var- sömürünün dizginsiz yapılabildiği, olağanüstü faizlerin kazanıldığı, rantın güce bağlı olarak yukarıdan aşağıya dağıtıldığı, sermayenin soygunlarının vergisinin verilmediği, ballı teşviklerin alındığı bir cennettir. 17 bin TL asgari ücretle açlık sınırının altında -açlık sınırı 19 bin 284 TL- yaşamaya mahkum edilen işçi ve emekçi, en düşükleri 12 bin 500 TL ile ortalaması ise 14 bin 500 TL ile “geçinmeye”, zorlanan emekli, ailesinin asgari temel ihtiyaçlarını karşılamak için 62 bin 652 liraya -Türk-İş’in temmuz rakamları- ihtiyaç duyan ama aileden 4 kişinin asgari ücretle çalışması durumunda bile geçinemeyen emekçi için, yardımlarla geçinmeye çalışan 20 milyona yaklaşan nüfuz için bu dünya cehennemden farksızdır. Bu cehennemde bir deneyimli işçinin yerine 5 MESEM’li çırak çalıştıran -Evrensel araştırma- cehennem zebanilerinin görevini üstlenmiş patronlar da vardır. Ve dahası emekçi halk için cehenneme çevrilen bu ülke, haklarını arayanlara karşı “Sermaye düşmanlığı, yatırım karşıtlığı yapanlara asla fırsat vermeyiz” diyen bir cumhurbaşkanı tarafından yönetilmektedir (Yüksek teknoloji teşvik programı tanıtım toplantısındaki konuşmadan).

Bu ülkede 85 milyonun neredeyse yarısı -40 milyon 67 bin kişinin- Türkiye Bankalar Birliğinin temmuz 2024 rakamlarına göre kredi kartı borcu bulunmaktadır. Üstelik bu borç aydan aya artış göstermektedir ve 2024’ün ilk 6 ayında kart borçlarında yüzde 23 artış gerçekleşmiştir. 1 trilyon 498 milyar olan borçlar kredili mevduat hesapları ile birlikte toplam 1 trilyon 798 milyar TL’ye yükselmiş durumda. Bu vatandaşlar için ağır bir borç yükü anlamına gelirken bankalar için olağanüstü faiz soygunu anlamına gelmektedir. “Nas var nas, sana bana ne oluyor?” efelenmeleri artık duyulmuyor. Vatandaşın boğazına çökülerek elde edilen soygunlar dev şirketlerin kasalarına garantili kârlar, sağlanan teşvikler, silinen vergi alacakları vb. olarak giriyor. Ama bunlar yetmiyor. Ülkenin ağacı, suyu, taşı, toprağı, vatandaşın yaşam alanları cehenneme çevrilsin diye dev iş birlikçi ve yabancı tekellere peşkeş çekiliyor.

Burada oldukça eksikli çizilen bu tablo ‘Cennet de cehennem de bu dünyada” diyenleri haklı çıkarmıyor mu? Halkın bu duruma tepkisi hemen hemen her kesimin mücadele yolunu tutması olarak yanıtlanıyor. Ama bütün bu mücadeleler birbirinden yalıtık, aynı hedefe vurmasına rağmen, zaman ve mekan farklılıkları nedeniyle vurulan darbelerin etkisini zayıflatan bir biçimde gerçekleşiyor. Muhalefet yapsın diye oy verilen ana muhalefet partisi ise bir taraftan yatıştırma eylemleri yaparken, diğer taraftan “normalleşme ve yumuşama” yaklaşımı ile köşeye sıkışmış iktidara nefes aldırıyor, ona, halka karşı yeni saldırıları gündeme alması, dolaplar çevirmesi için olanak tanıyor. Öyleyse şu soruyu sormak temel bir gerçeği ifade etmek anlamına gelmiyor mu? Soru şu: Düzeni ve soygunu korumak için cehennem zebanileri gibi davrananlara, insani olan her şeye saldıranlara karşı muhalefetin gerçek temsilcileri bu dünyayı cennete çevirmek isteyenler değil midir? Onların, işçi ve emekçi halkın mücadele azmini ve kararlılığını yükseltecek, harekete birleşme olanağını sağlayacak ve bunun yolunu açacak bir sorumlulukla hareket etmesi gerekmiyor mu?

                                                         /././

MEB ve AKP'nin sınıfsal tercihi: Her zaman din ve biat, 10 yaşında işçilik/meslek ortaokulu, 14'ünde MESEM -Adnan Gümüş-

Konya Karapınar Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencisi akşam saat 20.00 gibi çalıştığı sondaj firmasında tarlada sondaj yaparken elektrik akımına kapılıp ölüyor. MESEM uygulamasında 9'uncu ölüm. Sadece MESEM de değil. Son 7 ayda okul yaşında 42'nci çocuk işçi ölümü.

MEB Sivas’tan duyuruyor: Meslek ortaokulu açtık, yaygınlaştıracağız.

MEB başarısızlığa kölecilik ile çözüm bulmuş: 9'uncu sınıfta kalan öğrencileri MESEM’e/çıraklığa geçireceğiz.

Çocuğun da canlının da kâr ticaret konusu yapılma dışında bir anlamı yok. Mecliste sokak hayvanlarını öldürmeyi/itlafı da içeren yasa kabul edildi.

Haniye Tahran’da öldürüldü, İsrail Filistin’de 40 bin cinayet işlemiş. Suriye’de, Ukrayna’da çatışmalar devam ediyor. Sudan’da, Venezuela’da, hemen her coğrafyada çatışmalar devam ediyor, açlık yoksulluk devam ediyor, dünya kaynıyor.

Anayasa Mahkemesi kararları bile yok sayılıyor, Can Atalay hâlâ hapis, Geziciler ve daha nice siyasal mahkum hapis.

Tüm bunlar birbirinden tümden özerk mi yoksa hepsi birlikte aynı zamanda bir rejim tarzını, bir dünya tarzını mı gösteriyor; arkasında bir düzen ve irade mi var, bu düzen ve irade kimin düzeni ve iradesi?

15 yaş altı çocuk çalıştırmak genel yasalarda bile yasak. 15 yaş üstü çocuk işçiliğinde bile İLO kurallarına göre çocukları günde 6 saatten fazla çalıştırmak, riskli kirli işlerde çalıştırmak, akşam saatlerinde çalıştırmak yasakken 10 yaşında meslek okulu olur mu, MESEM-çıraklık okul mu? Çocuklar hangi düzene hazırlanıyor?

SINIFSAL TERCİH: OKUL YERİ İNŞAAT/OTEL/DÜKKAN OLUNCA OKUL YÖNETİCİSİ VE ÖĞRETMENİ DE İNŞAATÇI/OTELCİ/TAŞERON OLUYOR

Evrensel’de 30 Temmuz 2024 günü Vural Nasuhbeyoğlu “Öğrencilerin eti de sizin kemiği de…” başlığında MEB’in “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi”ne, meslek liselerinin metalaştırılması, ticarileştirilmesi, özelleştirilmesine, MESEM çıraklığın devlet teşviği/zoruyla hem çocukların hem halkın kaynaklarının ayana esnafa patrona peşkeş çekilmesine, bunun derinleştirilmesine yönelik arayışlara dair geniş bir haber yaptı. “Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından hazırlanarak ‘paydaşlarımız’ diye nitelendirilen patron örgütlerine sunulan “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi”, çocuk işçiliğini teşvik etme ve mesleki eğitim yaşını düşürme peşinde. MEB, belgeye ve mesleki eğitime ilişkin Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) ile Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kuruluşundan (OSBÜK) görüş ve önerilerini sunmasını istedi. Belgede, MEB’in 2024-28 stratejik planında da yer alan OSB’lere meslek liseleri açılması, patronlara bedava iş gücü olarak sunulan ve 9 çocuğun iş cinayetinde can verdiği Mesleki Eğitim Merkezlerinin (MESEM) sayısının artırılması ve tüm yurda yayılması planı var. Geçici koruma altındaki bireyler (mülteciler) ile ne eğitimde ne de istihdamda yer alan çocukların MESEM’lere yönlendirilmesi de hedefler arasında. MEB, MESEM’lerle 14 yaşına indirdiği çocuk işçiliğini ilkokuldan itibaren teşvik edecek, ortaokulda ise çocuklar bir mesleği seçecek. MEB’in belgesinde akademik eğitim, paydaşları arasında da eğitim sendikalarının olmadığı görülüyor.” 

Tüm bunlar, okulun ve eğitimin tümden tasfiyesi anlamına geliyor ama dahası var: Aynı zamanda bir sınıfsal ideolojik tercih.

AYAN EŞRAFLA MESEM VE MESLEK ORTAOKULU AŞİRET OKULUNDAN ÇOK DAHA GERİ

MEB’in her günü bir önceki günü aratır halde. MESEM/çıraklığın yaygınlaştırılması, özel meslek liselerine devlet teşviği olarak kaynak transferi ve çıraklıkta ücretleri devlet eliyle ödeme şeklinde patrona/işverene kaynak transferi yetmezmiş gibi artık işi daha da çocukluk yaşlarına indirme kararı da almışlar ve uygulamaya sokmuşlar: Meslek ortaokulları açılmaya başlanmış, ilki Sivas’ta açılmış.

II. Abdülhamit Dönemi’nde “aşiret okulları” açılmıştı. Bu okullar meslek ortaokulu ve MESEM ile kıyaslanırsa çok daha farklı ve nitelikli sayılırdı. Meslek ortaokulları ve MESEM’ler Aşiret Okullarından bile fersah fersah geri durumda.

Dahası yer olarak okul artık yok, iş yeri sektör dükkan, market okul yeri sayılıyor, okulun sahibi müdürü yöneticisi ayan eşraf olmuş oluyor, eğiticisi öğretmeni rehberi de o. Üstelik bunun için devlet teşviği kaynağı aktarılıyor. Dahası çocuklara işçilik yaptırılıyor.

“İşletmede eğitim” diye bir terim türetmişler ama bu okul ve eğitim değil maalesef. MESEM-çıraklık altında yapılanlar adı üstünde çıraklık, işçilik hem de çocuk işçiliği.

HEPSİ OKUL ÇAĞINDA: 7 AYDA MESEM VEYA İŞTE ÇOCUK İŞÇİ/KÖLE ÖLÜMÜ SAYISI 42, HEMEN TÜM ÇOCUKLAR YARALI

Okullara ve aile içinde çocuklara her zaman iyi mi davranılıyor, elbette değil, dayak hakaret aşağılama zorlama vb. ailede de okulda da zaman zaman oluyor. Ama bunlar suç sayılıyor, ayıplı davranış sayılıyor, hukuk ve yasa dışı bulunuyor. Bu kötü muamele ve ezimleri aşmaya çalışıyoruz.

MESEM-çıraklıkta 9 çocuk işçi ölmüş bulunuyor, yaralananların sayısını bilmiyoruz. Çocuk işçiliği zaten daha en baştan fiziki ve ruhsal yaralanma örselenme anlamına geliyor. Yaralanmayan çocuk işçi zaten yok sayılır, tüm çocuk işçiler zaten ağır yaşam/çalışma şartları altında bulunuyor, farklı muamelelere ve ezimlere açık bir ortamı oluşturuyor, yeterince dinlenemiyor, doğru düzgün dil matematik fen sosyal bilgileri edinemiyor, oyun oynayamıyor, kendini geliştiremiyor.

TEMEL SORU: ÇIRAKLIK VE MESLEKTE ÇALIŞTIRMA ÖRGÜN EĞİTİM SAYILIR MI?

Antik Yunan’da eğitim ve kişinin kendisini geliştirmesi serbest zaman etkinliği sayılır ve özgür sınıfların ayrıcalıklı hakkı idi. Aristoteles kölelerin ve işçilerin özgür zamanı olmadığını yazıyor.

Serbest zaman da aylaklık anlamına gelmiyor, jimnastik ve gramerden başlayıp astronomi/kozmoloji ve felsefeye kadar analitik, sentetik, diyalektik yüksek bilgi, mantık, medeni ve zihni entelektüel gelişimin sağlanması anlamına geliyordu.

Burada basit ana soruyu soralım: “Eğitim” deyince en cahil anne babanın bile aklına ne geliyor, neyi tasavvur ediyor? “Çocuğuma iyi eğitim veremedim” veya “Eğitimi geri kaldı” derken neyi kastediyor?

MEB’İN KÖK DEĞERİ TÜCCARLIK, TEFECİLİK, BEZİRGANLIK, PARA MI? KAPİTALİZM VE DİNCİLİK İLE BAĞI NE?

Bizzat MEB eliyle, AKP eliyle, okul ve eğitim büyük oranda tasfiye ediliyor.

Okulun ve öğretmenin yerini ayan eşraf esnaf tefeci tüccar alıyor.

Meslek ortaokulu, meslek liseleri ve MESEM’lerin hizmet ettiği MÜTAŞERİK (müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı) otoriterlik, bu sınıf ve zümrelerin kazancına yönelik. Tek kök değer para pul meta. Dine tarikata tekkeye patrona bağlılık. Çocukları çocuk yaşta bağımlı hale getirme, çalıştırma, yaşam tarzını, elini, zihnini bağlama anlamına geliyor.

“Eğitim” potansiyelin olumlu/ideal yönde geliştirilmesidir, bunların “eğitim idesi” ile uzaktan yakından bağı yok, tam tersine eğitimi yok etme, çocukların ve tüm toplumunun elini kolunu nutkunu basiretini bağlama, kötürümleştirme.

Filistin’in, Afrika’nın, Asya’nın, Amerika’nın işgali ile çocukların işgali aynı sürecin çeşitli parçaları maalesef.

SEÇENEK: MESLEK KAZANDIRMA DEĞİL, BİLGİ DUYARLILIK TEKNİK SANAT KAZANDIRMA

Seçeneği açık. Örgün eğitimin amacı çocuğun potansiyelinin zihninin elinin sorgulamasının araştırmasının bulmasının geliştirilmesi, entelektüellik, aydınlanma, duyarlılık kazandırma.

Bırakın MESEM “meslek ortaokulu” ve “meslek lisesi” de olmaz.

Meslek kazandırma değil temel zorunlu eğitimin amacı, bilgi hesap mantık ölçü duyarlılık teknik sanat kazandırarak ileriki hayata ve elbette bir iş başarmaya da hazırlama. Hangi yaşta olursa olsun meslek değil çocukların yaratıcılığının yani sanatın estetiğin karşılığı sayılır eğitimin bu kısmı. Yani teknik sanat gelişimini de bilgi matematik ile birlikte tüm çocuklarda sağlamalıyız. Kaldı ki sanat teknik de ancak bilgi ile fen ile mantık matematikle, duyarlılıkla birlikte gelişebilir.

MESLEK ORTAOKULU VE MESEM, TÜRK’ÜN VEYA MÜSLÜMANIN İÇTE AYANA EŞRAFA, DIŞTA KÜRESEL SERMAYEYE PEŞKEŞ ÇEKİLMESİ

İlla, kapitalizm içinde, emperyal dünyada bir yer edinilecekse, bu da yine meslek ortaokulu, meslek lisesi veya MESEM’den geçmiyor, aksine herkesin erişebildiği nitelikli yüksek bilgi teknoloji ve sanatlardan geçiyor.

O halde, meslek ortaokulu veya MESEM’lerle gerçekte olan ne? Çocukların ucuz işçiliği ile olan; esnafa ayana patrona kamu kaynağı transferi, kolay kazanç ve kolay emek sömürüsü. Bu Türkiye’yi emperyal sistemde de bir yere götürmez ancak emperyalistlerin kölesi/üçüncü Dünya ülkesi yapar. AB ve ABD’nin ihtiyaç duyduğu ucuz kol gücünü garanti etmiş olursunuz, Türkiye’nin, ekserisi Müslüman olan yurttaşların geri kalmışlığını garanti etmiş olursunuz.

MEB’E ÖSYM’YE ÇAĞRI: YAZA KALMASIN, LİSE MEZUNLARINA ÇAĞRI: MEZUNA KALMAYIN

Geçmiş yıllarda da yazdım, buradan MEB’e YÖK’e, ÖSYM’ye tekrar çağrıda bulunuyorum. Geçiş sınavları ve yerleştirmeler en geç nisan-mayısta tamamlanmış olsun, çocukların ve ailelerin bütün yazı mahvolmasın, yaz aylarını okumaya, dinlenmeye, başka etkinliklere, sanata, bir şeyler düşünmeye ve üretmeye ayırsınlar. Eylülde okullara stres ve kaygıları azalmış; zihni, ufku, görgüsü, deneyimi daha gelişmiş olarak dönsünler.

YKS tercihleri bitmek üzere. Tüm lise mezunlarına çağrım: Mezuna kalmayın. Fizik, kimya, sanat, edebiyat, felsefe, sosyoloji size çok daha fazla bilgi deneyim katkı ortam sunacaktır. Tekrar sınava girecekseniz bile temel bilimlerden birini okuyarak daha iyi sınava hazırlanırsınız. Aynı zamanda yükseköğretim ve hayat deneyiminiz artar. Son karar sizlerin ama evde kalmak istenecek bir durum değil.

                                                          /././

Siyonist saldırganlık ve ABD’nin rolü -Yusuf Karadaş-

Enver Hoca, ‘Ortadoğu Üzerine Düşünceler’ kitabında İsrail’in Ortadoğu’daki varlığı ve rolünü şöyle tanımlar: “Ortadoğu krizinin asıl nedeni İsrail devletinin varlığı değildir. Saldırgan, dinamik ve kapitalist bir devlet olarak İsrail, kendini dünya emperyalizminin köleleştirme planlarına ve özellikle de Amerikan emperyalizminin tün Ortadoğu’yu boyunduruk altında tutmak amacına bağlamıştır. Bu bakış açısıyla tek başına olmayan İsrail diğerlerine göre çok daha aktif olarak Amerikan emperyalizminin ‘koçbaşı’ olmuştur. İsrail, stratejisini izlediği ve uyguladığı Amerika’nın bir peykidir (uydusudur), genel olarak ve bazı durumlarda İsrail’in ‘kendi eylemleri’ gibi görünse bile, bu, yalnızca bir taktiktir ve kullandığı baskılar büyük siyonist sermayenin desteğine ve ABD’deki Yahudi oyuna dayanır.” (1)

İsrail’in önce Beyrut’ta Hizbullah’ın önemli isimlerinden Fuad Şükür’e ve ardından da Tahran’da İran’ın Yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın yemin törenine katılan Hamas Lideri İsmail Haniye’ye düzenlediği suikastların bölgesel bir savaşı başlatıp başlatmayacağı tartışılırken ABD, Irak’ta hükümet tarafından da tanınan milis gücü Haşdi Şabi’ye karşı yeni bir saldırı gerçekleştirdi.

Haşdi Şabi’ye yönelik saldırının “ABD askerleri ve müttefiklerine yönelik bir tehdidi önlemek amacıyla” yapıldığını savunan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Vedant Patel, İsrail’in düzenlediği suikastlarla ilgili bir soruya da “İster İran rejimi ister başka bir taraf olsun, her yere mesajımız, durumu sakinleştirmeleri ve bölgede daha büyük bir çatışmaya yol açacak hiçbir şey yapmamalarıdır” yanıtını veriyordu.

İsrail’in Hizbullah ve Hamas yöneticilerine karşı düzenlediği suikastların hemen ardından ABD’nin bölgedeki bir diğer önemli milis güç olan Haşdi Şabi’ye saldırısı, İsrail ve ABD saldırganlığı arasındaki devamlılık ve amaç birliğini görmek için yeterlidir.

Öte yandan ABD sözcüsünün sanki savaşı bütün bölgeye yayma ve tırmandırma tehdidini yaratan saldırılar İsrail ve ABD tarafından gerçekleştirilmemiş gibi İran başta saldırıya hedef olan güçlere “Daha büyük çatışmalara yol açacak hiçbir şey yapmama” uyarısı da bu saldırganlığın arkasında ABD’nin bölgesel hegemonyasının korunması ve bu amaçla karşıt güçlere boyun eğdirme hedefi olduğunu ortaya koyuyor.

Gazze’de 40 bin kişinin katledilmesinden sorumlu olan ve işlediği savaş suçları nedeniyle BM’ye bağlı Uluslararası Adalet Divanında soykırım suçundan yargılanan Netanyahu’nun ABD Kongresinde 58 kez ayakta alkışlanması, bu savaş suçlarının azmettiricisinin adresini hiçbir tereddüde yol açmayacak biçimde gösteriyordu. Ukrayna’da olduğu gibi kendi emperyalist çıkarlarına hizmet edince askeri, siyasi ve mali yardımlarını aralıksız olarak sürdürüp Rusya’nın BM hukuku ve uluslararası güvenliği tehdit ettiği üzerinden çok yönlü yaptırımları devreye sokan ABD emperyalizmi ve savaş örgütü NATO, söz konusu Ortadoğu’daki ‘uydusu’ İsrail olunca BM kararlarına rağmen devam eden saldırı ve işgalin arkasında durmakta sakınca görmüyor. Çünkü ABD emperyalizmi için BM hukuku, uluslararası barış ve güvenliğin sadece işine geldiği zaman ve yerde geçerli oluyor.

Başkanlığı döneminde İsrail saldırganlığını açıktan destekleyen Trump’ın yanı sıra Biden ve Harris’in de Netanyahu gibi bir savaş suçlusunu ağırlamak için sıraya girmeleri, ABD yönetiminin bir süreden beri “ateşkes” ve “barış” konusundaki girişimlerinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyordu.

ABD emperyalizmi ve Ortadoğu’yu sıklıkla ziyaret eden Dışişleri Bakanı Blinken’in Gazze ve Filistin konusunda “ateşkes” ve “barış” yönünde sürdürdüğü girişimler, asıl olarak Filistin davasını savunur gibi görünen Arap rejimleri ve Erdoğan iktidarı gibi bölgesel iş birlikçilerini oyalamanın ve dolayısıyla İsrail’in saldırı ve işgalinin devamının bir aracı olarak işlev görüyor. ABD, bu ikiyüzlü politikasıyla Netanyahu’nun “aşırılık”larının da sorumluluğundan kurtulmayı amaçlıyor.

Kuşkusuz Hizbullah ve Hamas’ı hedef alan suikastların Netanyahu’nun kendi siyasi ömrünü uzatma ve İsrail’in iç politikasıyla ilgili bir boyutu bulunuyor. Bu saldırılar üzerinden bölgesel çatışma ve gerilimin tırmandırılması, Netanyahu’nun hem ‘barış’ yönünde üzerinde oluşan baskıları bertaraf etme ve hem de Gazze’de daha fazla saldırganlık isteyen aşırı sağcı ortaklarının sesini kesme adımı olarak anlam kazanıyor.

Ancak Çin’in İsrail-Filistin sorununun çözümünde inisiyatif almaya yönelik bir adım olarak aralarında Hamas ve El Fetih’in yer aldığı 14 Filistinli örgüt arasında bir ‘uzlaşma’ sağlamasından ve bir çözüm planı açıklamasından bir hafta sonra gerçekleştirilen saldırıların bu girişime karşı Çin’le rekabet halinde bulunan ABD ve Batılı emperyalistlerin bir yanıtı, bu güçlerin bu girişimi boşa çıkarmaya yönelik bir adımı olduğu da tartışma götürmezdir.

Enver Hoca’nın 55 yıl önce yaptığı tespit, İsrail’in bugünkü saldırılarının kimden/nereden güç aldığını ve bu saldırganlığın arkasındaki hedeflerin anlaşılması bakımından geçerliliğini koruyor. Bugün Ortadoğu’daki emperyalist sömürü ve savaş politikalarının başaktörü ABD emperyalizmine karşı mücadele edilmeden İsrail saldırganlığının engellenmesi ve İsrail-Filistin sorunu başta bölgesel sorunların barışçıl çözümünün sağlanması mümkün değildir. Bu nedenle bugün Türkiye’de Filistin davasını savunmanın yolu, kendini bu davanın en büyük savunucusu gibi göstermeye çalışan Erdoğan iktidarının yaptığı gibi “İsrail’e gireriz” hamasetinden değil, NATO’dan çıkılmasından ve ABD emperyalizmiyle bağımlılık ilişkilerine son verilmesinden geçiyor.

Enver Hoca, Ortadoğu Üzerine Düşünceler. Sf, 67-68. Evrensel Basım Yayın.

                                                                               /././

"Elveda neoliberalizm" -Yücel Özdemir-

Doğu Bloku ve SSCB’nin yıkıldığı 1990’lı yılların başında piyasada en fazla dolaşan kavramlardan biri “Elveda proletarya” idi. Bu başlık altında yazılan kitaplar, yapılan uzun analizler ve verilen konferanslarda, işçi sınıfının tarihsel rolünün açılmamak üzere kapandığı ve dönüştürücü gücünü yitirdiği savunuluyordu. Eski solculardan sözde Marksistlere, burjuva liberallere kadar uzanan geniş yelpazede bilim insanları, aydınlar ve siyasetçiler, kapitalizmi, onun en acımasız ve çıplak hali olan neoliberalizmi öve öve bitiremiyordu. İşçi sınıfına, sosyalizm ve mücadeleyle elde ettiği ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik kazanımlardan vazgeçmesi, neoliberalizme teslim olması çağrıları yapılıyordu.

Devletin yargı ve güvenlik dışındaki bütün alanlardan çekilmesi, sosyal devletin tasfiye edilmesi ve piyasanın kendi kuralları içinde her şeyi düzenleyeceği üzerine yapılan propagandayla neoliberalizm el üstünde tutuluyordu. Hepsinin ortak dayanağı, neoliberalizmin temeli sayılan “Washington Konsensüsü” idi.

Bu anlayışın insanlığı büyük krizlere sürüklediğini söyleyenler “dogmatik/Ortodoks” diye damgalanarak marjinalize edildi, halen de devam ediyor. Aradan geçen yaklaşık 35 yıllık süre zarfında dünyanın, insanlığın, işçi sınıfının ve yoksulların durumu ortada. Sınıflar arası çelişkiler sürekli derinleşti; zenginler kazandıkça kazandı, milyarlarca insan açlık ve yoksulluk girdabına itildi. “Bitecek” denilen işçi sınıfı varlığını sürdürmeye devam ediyor ve neoliberalizmin mengenesinde ezildiği için, bu kez tepkisini sistem dışı görünen aşırı sağa destek vermekle gösteriyor. Neoliberalizmin gereği sosyal devletin tasfiyesi, Avrupa’dan başlayarak dünyanın pek çok yerinde işçi sınıfını aşırı sağın kucağına itti. Bu nedenle burjuva liberalleri şu sıralar her fırsatta “Alarm zillerinin çaldığını” söylüyor.

Aşırı sağ, ırkçılık ve faşizm bağlamında tehlikenin kapıya dayandığının farkında olan bir grup ekonomist, 29 Mayıs’ta “Berlin Deklarasyonu”nu kamuoyuna ilan etti. Deklarasyon, aşırı sağın yükselişinin baş sorumlusunun neoliberalizm olduğu ve bu politikadan dönülmesi çağrısı yapıyor. “Forum New Economy” tarafından organize edilen “Berlin Deklarasyonu”nun ilk 70 imzacısı arasında Thomas Piketty, Mariana Mazzucato, Dani Rodrik, Barry Eichengreen, Jean Pisani-Ferry, Nobel ödüllü Angus Deaton, IMF’nin Eski Baş Ekonomisti Olivier Blanchard, Alman Sanayiciler Birliğinden Stromy-Annika Mildner ve Bertelsmann Vakfından Daniela Schwarzer gibi tanınmış isimler yer alıyor.

İnternet üzerinden de imzaya açılan deklarasyonu 26 Temmuz itibarıyla çoğunluğu dünyanın elit üniversitelerinde ekonomi alanında çalışan bilim insanı olmak üzere 444 kişi imzaladı. İmzacıların çoğu muhtemelen daha önce küreselleşme ve neoliberalizm övgüsü yapmış, içinde bulunduğumuz kapitalist düzeni kutsamıştı. Ancak özellikle Fransa’dan başlayarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve ABD’de yükselen aşırı sağın pek çok açıdan tehdit oluşturduğunu fark ettikleri için şimdi kendilerince soruna köklü çözüm önerilerinde bulunuyorlar. Aşırı sağın yükselişinin temel nedeninin ekonomi politikaları olduğunun bilincindeler. Bu nedenle, aşırı sağın geriletilmesinin yolunun, işçi sınıfı ve emekçiler arasında baş gösteren gelecek korkusu ve endişesinin giderilmesi gerektiğini savunuyorlar.

Temel tezlerin dokuz madde halinde sıralandığı deklarasyonun girişinde şöyle deniliyor: “Günümüzde liberal demokrasiler, yurttaşların çoğunluğuna hizmet ve geleceğimizi tehdit eden birçok krizi çözme becerisi gösteremediği için, bir güvensizlik ve endişe dalgasıyla karşı karşıya. Bu durum bizi, iklim değişikliğinden sürdürülemez eşitsizliklere ve büyük küresel çatışmalara kadar uzanan gerçek tehlikeleri ele almadan, insanların öfkesini istismar eden tehlikeli bir popülist siyasete sürüklemekle tehdit ediyor. İnsanlığa ve gezegene ciddi zararlar verilmesini önlemek için, insanların hoşnutsuzluğunun temel nedenlerini acilen ele almamız gerekiyor.” 

Küreselleşmenin doğru yönetilmediği, piyasanın düzenleyiciliğine aşırı güvenildiği ve hükümetlerin yaptırım politikalarının krizleri yönetemediği belirtilirken, gelinen aşama şu şekilde tarif ediliyor: “Yaşananlar karşısında bir şeyler değiştirememenin güçsüzlük duygusu, küreselleşme ve teknolojik değişim şoklarıyla tetiklendi ve şimdi de iklim değişikliği, yapay zeka ve enflasyon şokuyla pekiştiriliyor.”

Çözüm olarak sıralanan dokuz maddelik planın başına “Önceliğin ekonomik verimliliğe değil, refaha, güvenli ve kaliteli işyerleri yaratmaya odaklanması” konuluyor. “Sağlıklı küreselleşme” de maddeler arasında yer alırken, en sona “Piyasalar tek başına ne iklim değişikliğini durdurabilir ne de daha adil bir refah dağılımına yol açabilir” maddesi eklenmiş. Yani, neoliberalizmde çokça övülen piyasanın her şeyi düzenleyeceği ilkesi tamamen bir kenara itilmese de aşağıya çekiliyor.

Liberal ekonomistlerin aşırı sağın yükselişiyle neoliberalizm arasında doğrudan bir bağ kurmaları ve bu nedenle izlenen ekonomi politikalarından vazgeçilmesi, zenginlerden daha fazla vergi alınması gibi önerileri kendi başına bir iyi niyet göstergesi sayılabilir. Peki, bu neoliberal politikaları uygulayan ve bunlardan faydalanan burjuvazi, aynı sonucu çıkarıp bir dönüş yapabilir mi?

“Berlin Deklarasyonu”nda aşırı sağın yükselişi bağlamında atıfta bulunulan Fransa’ya bakıldığında buna dair bir veri yok. Emeklilik yaşının yükseltilmesi örneğinde görüldüğü gibi, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını büyük direnişlere rağmen hayata geçiren neoliberal Macroncular, aşırı sağın güç toplamasının en büyük sorumlusu. “Aşırı sağ” korkusuyla burjuvazinin kendiliğinden neoliberal politika ve uygulamalardan vazgeçip, sosyal devlete geri dönmesini beklemek boş bir hayal. Hayal olmayan ise aşırı sağın zayıflatılmasının yolunun işçi sınıfının, gasbedilen sosyal haklarının yeniden kazanıldığı bir mücadele hattında buluşturulmasının kaçınılmazlığıdır. Zira aşırı sağı geriletecek tek güç, yoksullaştırıldığı, işsiz bırakıldığı için yüzünü bu demagoglara çevirmek zorunda bırakılan işçi sınıfıdır. Bu nedenle, aşırı sağa karşı “Elveda neoliberalizm”i reçete olarak sunanların “Merhaba proletarya” da demesi gerekiyor.

                                                Evrensel - GÜNDEM

Ali Erbaş yine kılıç kuşandı! 

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 31 Temmuz'da İran'ın başkenti Tahran'da düzenlenen suikastla öldürülen Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye için düzenlenen gıyabi cenaze töreninde kılıç kuşandı.(https://www.evrensel.net/haber/524698)

                                                                   ***

Çeşme Alaçatı Port'ta buharlaşan “milyon avrolar” Meclis gündeminde -Ramis Sağlam-

                   Alaçatı Port mevkii Karşıyaka Azmağı’nda devam inşaat | Fotoğraf: ŞPO

İzmir'in Çeşme ilçesinde "Alaçatı Port" olarak bilinen alanda onaylanan imar planları ve kıyı kenar çizgisi değişikliği sonucunda yapılan fiziki müdahaleler, projeyle ilgili yolsuzluk iddiaları tartışmaları hakkında Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) İzmir Milletvekili İbrahim Akın, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın cevaplaması istemiyle soru önergesi verdi. Akın, soru önergesinde Çeşme'deki Port Alaçatı projesiyle ilgili yolsuzluk iddiaları ve bu iddialara ilişkin Çeşme Cumhuriyet Başsavcılığı'nca açılan soruşturma dosyası kapsamındaki şüphelilerin bugüne kadar ifadelerinin neden alınmadığını ve savcılık önüne neden çıkarılmadığını sordu.(https://www.evrensel.net/haber/524696)

                                                                  ***

Kapadokya'daki üst ölçekli plan hukuksuzluğuna mahkeme 'dur' dedi -Özer Akdemir-

Kapadokya Alanı Üst Ölçekli Alan Planı'nın yürütmesi durduruldu. Ankara Bölge İdare Mahkemesi 5’inci Dava Dairesi planının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davada, yürütmenin durdurulması isteminin reddi yönündeki Kayseri 2’nci İdare Mahkemesi kararının hukuka uygun olmadığına hükmetti.(https://www.evrensel.net/haber/524665)

                                                                 ***

Cumhurbaşkanlığı'nın 6 aylık harcaması 2 milyardan 6 milyara çıktı

Genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri içerisinde Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile AFAD dışında bütün kurumların harcamaları arttı. Cumhuriyet’ten Mustafa Çakır’ın haberine göre, altı aylık bütçe verileri geçen yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında harcamalarda büyük artış var. Cumhurbaşkanlığı’nın 6 aylık harcaması geçen yıla göre yüzde 176.8 oranında artarak 2.1 milyar liradan 6.1 milyar liraya çıktı. Bütçenin tümü üzerindeki harcamalarda da geçen yıla göre yüzde 93.7 oranında artış var. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, “Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri ve Beklentiler Raporu”nu yayımladı. Genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri içerisinde Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile AFAD dışında bütün kurumların harcamaları arttı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın harcamasındaki artış da yüzde 137.3 oldu. Diyanet’in altı aylık harcaması geçen yıla göre 19.6 milyar liradan 46.7 milyar liraya çıktı.(2.1 TRİLYON LİRA AÇIK!)  Raporda bu yılın temmuz-aralık dönemine ilişkin beklenti ve hedeflere de yer verildi. Buna göre bütçenin bu yıl sonunda 2 trilyon 1 milyar 975 milyon TL açık vereceği tahmin ediliyor. Orta Vadeli Program’da öngörülen açık 2.6 trilyon liraydı. Tasarruf tedbirlerine karşın açık yine 2 trilyon liranın üzerinde kalacak. Uygulanan yüksek faiz politikasının faturası da çıkıyor. Faiz giderlerinin  bu yılın sonunda 1.2 trilyon lira olması öngörülüyor.  Bu yılın ocak-haziran döneminde vergi gelirlerinde 3 trilyon 213 milyar 365 milyon TL tahsilat yapılmıştı. Temmuz-Aralık döneminde ise 4 trilyon 323 milyar 334 milyon TL vergi geliri tahsil edilmesi bekleniyor. Bütçede bu yılın tamamında beklenen vergi geliri 7.4 trilyon liraydı. Vergide yıl sonu beklentisi 7.5 trilyon liraya çıktı.

(EVRENSEL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder