Kapitalistlere var, emekçiye yok -Mustafa Yalçıner-
Temmuz 2023 öncesinde net asgari ücret 8.506 TL’ydi. Temmuzdan yıl sonuna kadar 11.402,32 TL, aralıkta yapılan yeni zamla 2024 yılı için net asgari ücret 17.002 TL oldu. Rasyonel Şimşek, tabii ki Erdoğan’ın onayıyla, bu yıl temmuzu pas geçti. Temmuzda ne asgari ücrete zam ne de söke söke alındığı az sayıda fabrika dışında ücretleri enflasyonla dengeleyecek alışılagelmiş temmuz zamları yapıldı. Geçen yıl başlayan işten çıkarmalar ise azalmadı, arttı; durgunluk yaratıcı Şimşek ekonomi politikalarıyla daha da artması kaçınılmaz.
Enflasyon geçen yılla bu yıl yüzde 100’ün altında artmıyor. Türkiye dünyada ilk üçte. En az bir misli yükselmeyen temel tüketim maddesi fiyatı yok. Bütçe sadece temmuzda yaklaşık 100 milyar TL açık verdi.
“Enflasyon yükselir” ve “Para yok” gerekçesiyle asgari ücrete zam yapılmadı ama israf müthiş. Lüks arabalar ve yurt dışı harcamalarıyla örneğin Diyanetin eli tutulmuyor. Ve biliniyor; Erdoğan “itibardan tasarruf” etmiyor. Orman yangınlarının uçak yokluğundan önü alınamazken Erdoğan’ın 13 uçağı var. Washington’daki son NATO toplantısına 5 uçakla birden gitmişti. Bir uçak sadece kullanacağı arabaları taşımıştı. Ama sadece bu değil.
Saray’ın 2024 giderleri ya da bütçesi 12.3 milyar TL. Tabii artmazsa ki her yıl arttı. Üstelik Saray’ın harcamaları her yıl sadece miktar değil, oran olarak da artıyor.
Örneğin 2014’te Saray’ın harcaması 244 milyon 631 bin TL’ydi ve yaklaşık 290 bin asgari ücretli işçinin toplam ücreti kadardı. 2024’te ise yaklaşık 12.3 milyar TL’ye yükseldi ve bu kez 723 bin asgari ücretlinin toplam ücreti kadar. Ücretliye çay kaşığıyla, Erdoğan’a kazan dolusu!
Saray harcamalarının emekli maaşlarıyla karşılaştırılmasının sonuçları daha da vahim. 2014’te Saray giderleri yaklaşık 250 bin emekli maaşına eşitken, 2024’te bu rakam 1 milyon emeklinin maaşına ulaştı. Bir de Erdoğan’ın kendisi emeklinin karşısına geçip gerine gerine emekli ücretlerini artırırsak yatırım bile yapmaya para bulamayız dedi. Saray harcamalarına buluyor!.. Kapitalistlerin vergi borçlarını silerken de para bol!
Sadece Saray harcamalarına bakılırsa fazla kişileştirilmiş olunur. Erdoğan elbette tekelci sermaye adına yönetiyor ancak bir de tekellerin elde ettikleri devasa kârlar var.
İşçi geçen yıl sonunda 11.402 TL asgari ücretle emekliyse en düşük aylık olarak 5.163 TL ile geçinmeye mahkum edilmişti ama tekellerin kârları olağanüstüydü.
Emeklileriyle ücretliler küçüldükçe küçülürken, Türkiye’nin en büyük 10 bankasının geçen yıl sonunda aktif büyüklüğü 19.4 trilyon liraya ulaştı. Bu, 2022 sonuyla karşılaştırıldığında 65.8’lik bir artış demek. Ne asgari ücret ne de emekli maaşları bu kadar arttı! Genel seçim dönemi bir yana artış yarısı kadar bile olmadı.
Ziraat Bankası, 3.8 trilyon TL ile en büyük aktiflere sahip banka ve geçen yıl 90 milyar TL kâr etti. Bu, yüzde 119’luk bir artış. Kârlılıkta, Garanti BBVA 87.3 milyar TL ile ikinci, Türkiye İş Bankası 72.3 milyar TL ile üçüncü, Yapı Kredi 68 milyar lira ile dördüncü ve Akbank 66.5 milyar lira beşinci.
Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin 2023 yılı net kârı ise önceki yıla göre yüzde 77.2 artarak 1 trilyon TL sınırına dayandı. Ve tabii bu şirketlerin önemli bir bölümü hiç vergi vermediği gibi, büyük bölümü vergi iadesi ve indirimleri türünden kolaylıklardan yararlanıyor.
Tohum, gübre, mazot gibi girdileri desteklenmez, ÖTV ve KDV bile kaldırılmaz, taban fiyat belirlenmeyerek küçük üretici maliyetin altında fiyat dayatan tüccar ve tekellerin insafına terk edilerek tarım ve hayvancılık yapamaz kılınırken, kaçınılmaz hale gelen ithalata da para bulunuyor.
Geçen yıl, buğday ve arpada bile ihracatın en az 10 katı ithalat yapıldı. Buğdaydaki açık 4 milyon tondan fazla. Mısır, pirinç, kırmızı ve yeşil mercimek, ayçiçeğini hep ithal ediyoruz. 2010’dan bu yana kasaplık hayvan ve et ithalatı sürekli arttı. Fiyatlar düşmüyor ama çiftçi ve besiciler yok olmada.
Rize’de çay yakma, Kınık’ta yol kesme, Karacabey’de domatesleri dökme, Nizip’te fıstık fiyatları protestosu yapılmadı değil ama tümü lokal kaldı. CHP mitingleri yasak savma gibiydi.
Çözüm ise belli: Nijerya’da örneğin iki büyük konfederasyonun desteğinde yayılan grevlerin ardından asgari ücret hâlâ düşük ama iki katından fazla yükseltilmesi sağlandı.
/././
Bu gidişin bir adım sonrası iktidarın ve Meclisin meşruiyetinin tartışmaya açılmasıdır! -İhsan Çaralan-
16 Ağustos günü Can Atalay için toplanan TBMM Genel Kurulu kavgayla bitti! Zaten gergin başlayan ve TİP Milletvekili Ahmet Şık’ın kürsüde konuşması sırasında AKP saflarından müdahalelerle, AKP Milletvekili ve Meclis İdare Amiri Alpay Özalan’ın kürsüde konuşmakta olan Ahmet Şık’a saldırmasıyla başlayan kavga; AKP’li vekillerin Özalan’ın yanında yer alarak Şık’a yardıma gelen muhalefet vekillerine saldırmasıyla büyüdü. Kavgada TİP Milletvekili Ahmet Şık, DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit ve CHP Milletvekili Okan Konuralp yaralandı.
Meclis; Can Atalay “özel oturumu”nda AYM’nin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine dayanak yapılan Yargıtay kararını ve bu kararın 30 Ocak 2024’te Mecliste Bekir Bozdağ tarafından okunmasını “yok hükmünde” sayan kararı Meclis kürsüsünden okuyarak, Can Atalay’ın milletvekilliğinin ve özlük haklarının iadesini yapmadı. Yani AYM’nin Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin “yok hükmünde” olduğuna dair kararı Meclis tarafından da reddedildi!
Böylece Meclis bu kararıyla yerel mahkemeler ve Yargıtay gibi AYM’nin kararını tanımayan kurumlar safına katılmış oldu!
Atalay’la ilgili sorunun, çıkarılan kavganın gölgesinde yeterince tartışılamadığını, bu yüzden de Meclisin çalışmaya devam etmesini isteyen önerge de AKP’li vekillerin oylarıyla reddedildi.
MHP EKTİĞİNİ BİÇİYOR: BAHÇELİ, AKP’Lİ VEKİLLERE ‘AFERİN’ DEDİ!
AKP saflarından “Kral gereğini yaptı!”, “Çok şık oldu. Elinize sağlık” gibi lümpen mesajlar eşliğinde saldırıyı bir marifetmiş gibi video yapıp mehter marşı eşliğinde gösterseler de kavgaya asıl destek Beştepe’den geldi!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanlarından Ahmet Selim Köroğlu sosyal medya hesabından; “Burası TBMM, Dingo’nun ahırı değil. Hakaret edersen cevabını da alırsın. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Can Atalay teröristtir” diyerek saldırıya ve saldırganlara destek tam destek verdi!
Erdoğan’ın bilgisi olmadan Danışman Köroğlu’nun böyle bir paylaşım yapamayacağını bilenler, bu açıklamayı Erdoğan’ın saldırıya ve saldırganlara “aferin” demesi olarak yorumladı!
Ama rejimin ruhuna en uygun değerlendirme ise MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den geldi.
Bahçeli her zaman olduğu gibi güncel her konuya kendince değindi. Ama iki noktaya özel bir vurgu yaptı.
Bu iki nokta şöyle:
1-) AYM’nin Can Atalay’la ilgili kararı hakkında “Anayasa’ya aykırı işlem tesis eden, kendi içtihatlarını hiçe sayan Anayasa Mahkemesinin laçkalaşmış hak ihlali kararı Türk milletinin iradesiyle çöpe atılmış, kanunsuzluğa geçit verilmemiştir” diyerek Bahçeli’nin “AYM kapatılsın!” talebinde ısrar ettiğini göstermesi,
2-) Meclisteki saldırı ile ilgi olarak da Bahçeli; “AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi olmadan da gereğini yapmış, takdire şayan bir duruşla haksızlığa, hukuksuzluğa ve eşkıyalığa müsaade etmemiştir” diyerek Mecliste kan dökülmeye varan saldırganlığa açıkça destek vermesiydi.
Tabii Bahçeli’nin sözleri “Kral gereğini yaptı” gibi laf üstünden bir destekten ibaret değil.
Bahçeli’nin desteğini asıl dikkat çekici yapan; “AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi olmadan da gereğini yapmıştır” demesidir.
Çünkü öncesi bir yana, Bahçeli ve partisi MHP’nin yerel seçim öncesinde (17 Mart 2024) yaptığı kongresinde, Erdoğan’ın MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin; “Bu benim için bir final, bu benim son seçimim” diyen Erdoğan’a seslenerek “Ayrılamazsın. Yeni yüzyılın kurtarıcı lideri olarak sizi görmek istiyoruz” dediği açıklamasından beri AKP’yi ve siyaseti motive etmek için yaptığı girişimlerin başarıya ulaştığını açıkça ilan etmesidir. Dahası bu açıklamasıyla Bahçeli, AKP’ye “aferin” derken aynı zamanda AKP’yi çekmek istediği siyaset çizgisinde gelinen yerde kendi başarısını da kutlamaktadır.
Ve tabii “yumuşama/normalleşme”nin sonuna getirmeyi de!
TEK ADAM YÖNETİMİ VE AKP, KOŞAR ADIM MEŞRUİYET TARTIŞMASINA!
16 Ağustos’ta Mecliste yaşanan kavga ilk değil. Tersine daha az ya da çok şiddetli pek çok kavga gördü bu Meclis!
Daha 24 Temmuz 2024 günü kürsüde konuşurken “AKP hırsızlık yapıyor” diyen HDP Mersin Milletvekili Ali Bozan’a tekme tokat saldırıldı. Saldırganların başında da Ulaştırma Eski Bakanı Adil Karaismailoğlu vardı!
Ancak şiddet dozajı saldırganlık olarak önceki saldırılara benzese de saldırının yapıldığı konjonktür farklılığı dikkate alındığında 16 Ağustos kavgasında önemli farklılıklar var.
Şöyle ki:
* Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin yolunu açan Yargıtay 3. Ceza Dairesinin kararının Mecliste okunarak Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin “yok hükmünde” olduğuna dair AYM kararının arkasından yapılan “özel oturum”da, bu AYM kararının okunmaması Meclisi (yasamayı) de AYM kararlarını tanımayanların safına getirmiştir. Ki böylece iktidar (yürütme), yargı ve yasama AYM kararlarını tanımayan bir safta birleşmişlerdir.
* 31 Mart 2024 yerel seçiminde, iktidara geldiği 22 yıldan beri birinci büyük parti olan AKP; çok önemli oy kaybına uğrayarak birinci büyük parti unvanını CHP’ye kaptırmıştır. Dahası son haftalarda AKP’nin en sadık iki toplumsal tabanından birisi olan üretici kesimin traktörlerle yollara düşerek iktidarın tarım politikalarını protesto etmeye başladığına tanık olduk, olmaya devam edeceğiz görünüyor. AKP’ye destek veren en sadık kesimlerden diğeri olan esnafların da önümüzdeki dönemde “Batıyoruz!” feryatlarıyla sokağa çıkacağını gösteren işaretler çoğalmaktadır.
* “Kemer sıkma” politikalarının adım adım devreye sokulmasıyla boğazı her gün daha da sıkılan emekçiler arasında hoşnutsuzluk yer yer eylemlere dönüşerek sürmektedir. Ama 2023’te OVP’de de saptandığı gibi 2025’te ücret ve maaşlara yapılan zamlar yüzde 15-20 düzeyinde, yani 2025’te “beklenen enflasyon” düzeyinde tutulmaya çalışılacaktır. Bunu MB Başkanı Londra’da faiz baronlarına vadetmiştir. Yani bu önümüzdeki dönemde emekçilerin iktidarla ve patronlar sınıfıyla daha sert mücadelelere hazır olmasının gerektiği anlamına gelmektedir.
* Son haftalardaki gelişmeler ve iktidarın girişimleri; sosyal medya ve sokak röportajlarının bile yasaklanması göze alınarak, Meclisi AKP-MHP çoğunluğu tarafından terörize ederek etkisizleştirmeyi sonuna kadar götürerek, emek mücadelesinin sendikal bürokrasi, polis ve jandarma marifetiyle sindirilerek yapılmak istendiğini göstermektedir.
Bu gelişmeler dikkate alındığında 31 Mart yerel seçiminde AKP’nin ikinci parti olması, Cumhur İttifakının desteğinin yüzde 40’lara gerilemesi; sürecin iktidarın “topal ördek” olma ve meşruiyetinin tartışılmasına doğru ilerleyeceğini gösteren işaretler taşıyordu. Bugün bu işaretler hayli çoğalmıştır.
Son haftalarda iktidarın bütün bu tepkileri bildiği tek yol olan her tür itirazı, her kıpırdanmayı baskıyla, tehditle, toplumu terörize ederek bastırma tutumu; tek adam yönetiminin ve Meclisin “Meşruiyetini tartışmaya açtıracak” bir çizgiye doğru koştuğunu, koşacağını göstermektedir!
Böyle bir meşruiyet tartışmasının etrafında, bir mücadelenin nasıl ve nereye varacağını şimdiden kestirmek ise zordur!
/././
Bir programın keskin bıçağı, ‘az çalışacağız’ diye pazarlanıyor -Bülent Falakaoğlu-
İş Kanunu değişiyor’…
‘Sanayide devrim’…
‘Nitelikli iş gücü hamlesi’…
Sık sık benzeri manşetlerle karşılaşıyoruz. Hepsi de ‘çalışanın lehine’ gelişmeler olarak müjdeleniyor.
Oysa…
Asgari ücrete zam yapılmaması… Emeklinin sefalete sürüklenmesi ile… Bu müjde başlıklar arasında bir bütünlük var!
Tümü bir hedefin parçaları.
Hükümetin bir hedefi ve hedefine ulaştıracak yol haritası var; yani bir ‘istikrar programı’ var.
Bu gözden kaçıyor!
Ve programın kaptanı Bakan Mehmet Şimşek’in sıcak bir iki hedef ve açıklamalarına odaklanılıyor. Bütünü algılamama yanlışına düşülüyor.
***
Tüm istikrar programlarının sac ayakları kısa, orta ve uzun erimli hedeflerden oluşur.
Hükümetin programının kısa vadeli hedefi ne? Tüm istikrar programlarında olduğu gibi ‘fiyat istikrarı’…
Bu hedefe varmak için iki önemli taktik devrede.
Birincisi… Ücretlerin baskılanması! Yani alım gücünün düşürülmesi!
Hükümetin bu doğrultudaki en etkili silahı net: Ücret ve maaşların hedeflenen enflasyona göre artırılması.
Hedeflenen enflasyona göre artış, alım gücünün sürekli düşürüleceği acımasız bir çarkın durmaksızın dönmesi demek!
Acımasızlığın boyutunu Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan açıkladı hem de Londra’da bir toplantıda.
Yabancı ‘yatırımcılardan’ gelen sorular üzerine Karahan dedi ki… “2025 yılbaşında yüzde 15-20 zamma göre hesaplarımızı yaptık”.
Yıl sonunda açlık sınırı 23 bin lirayı aşacak ama asgari ücret yılbaşında yapılacak zamla birlikte 20 bin lirayı bulmayacak.
Emekliye yüzde 20 zam yapılacak milyonlarca emekli kök maaşı düşük olduğu için şu anki 12 bin 500 lirayı almaya devam edecek.
Tüm toplu sözleşmeler bu hedefe göre gerçekleşecek ve ‘hayat pahalılığı’ krizi derinleşecek.
Bu sadece önümüzdeki yılla sınırlı olmayacak. Cepteki erime bir sonraki yıl daha da artırılacak; tek haneli enflasyon hedefi gereği!
‘Asgari ücrete bu yıl ikinci zam yapılmayacak’ dediğimizde… ‘Yok ya isyan olur’ diyenlere verdiğimiz cevabı hatırlatalım: İsyan olmazsa, artış olmaz, programın gereği bu!
***
‘Fiyat istikrarı’ denen hedefe ulaşmak için uygulanan ikinci taktik ise… Kurların tutulması! Reel olarak TL’nin değerlenmesi.
Bunun için kur artışının enflasyon artışının altında kalması sağlanacak; enflasyon yüzde 10 artarsa kur yüzde 5 artacak misal!
Kısa vadede emekle birlikte kurlar da bir miktar baskılanacak.
EYVAH ‘REFORM’!
Bu aralar bazı çevrelerden en sık duyduğumuz eleştirilerden biri şöyle özetlenebilir:
“Faizin artırılması gibi parasal politikalar şarttır. Kamu yatırımlarının durdurulması, vergi salınması gibi mali politikalar da destek için şarttır. Ama yetmez; yanında mutlaka yapısal reformlar gerekir; reformlar yapılmazsa diğer yapılanlar da bir işe yaramaz”.
Bu tespit de… ‘Asgari ücrete zam yapılmaz’ dediğimizde bütünü ıskalayıp cevap verenlerinki gibi bir cevap.
Çünkü…
Tüm istikrar programları orta vadede ‘fiyat istikrarını’ destekleyen reformları içerir. Hükümet de ‘reform’ yapıyor, yapısal düzenlemeleri hayata geçiriyor. Tabii ki bunları kendi meşrebince, kendi hedeflerince yapıyor.
***
Reformların içerik ve nitelikleri bulmak mümkün.
Üç yıllık OVP’de…
12. kalkınma planında…
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2024-2028 strateji planında…
Öncelikli reformlar vurgusu: Esnek çalışma yaygınlaştırılmalı.Esneklik pozitif vurgularla pazarlanıyor: ‘Çalışma saatleri düşürülecek’ gibi…
Dünkü Türkiye gazetesi, hükümetin hedefini ‘İş hayatı sil baştan’ manşetiyle duyurdu.
Oysa…
“45, 48 olan çalışma saati 40’a inecek” müjdesinin ardından gelen şu cümleler niyeti açıkça ele veriyor: Kısmi çalışma modeli gelecek; haftalık yıllık izinler yeniden düzenlenecek.
İş hayatına sokulacak tam bir virüs bu!
Katı olan esnetilecek… Yani kazanılmış haklar tırpanlanacak, ‘esneklik’ vurgusuyla…
Niyet çalışma saatlerini düşürmek olsa… Mevcut yasalar uygulanmaz mı?
Türkiye haftalık 50 saat üzeri çalışanların toplam çalışanlara oranı bakımından OECD üyesi ülkeler arasında ilk sırada yer alıyor.
Her 3 işçiden 1’i haftada 50 saatten fazla çalışıyor. Bunun 1.5 milyonu da haftada 72 saati çalışıyor. Yani 7 gün 10 saatten fazla!
Haftalık ortalama çalışma süresi bakımından Türkiye Kolombiya’dan sonra ikinci sırada. Yasalara göre ‘En fazla 48 saat olmalı’ kuralına uyan yok.
Şimdi 40 saate inecek öyle mi… İnandınız mı?
Kendileri de inanmıyor. Asıl hedefin kısmi çalışma, uzaktan çalışmayı hayata geçirmek.
Üç gün çalış, evine git. İş olunca yine gel.
‘Evden çalış işe gelme’…
Çalışma saatin belli olmayacak. Üç gün 14 saat sonra 6 saat… Ücretin de esnek olacak. Mesai mefhumu olmayacak, dolasıyla mesai ücretinde.
İşçi sınıfı 8 saat çalışma ve ailesi ile birlikte bir gün geçirebilmek için yani hafta sonu tatili için tam 100 yıl amansız kavga verdi. Bu hakkı kazandı.
Şimdi beyler, ‘Bu çok katı, esnesin’ diyor. Hafta sonu birlikte vakit geçirmeye ne gerek var. İş ne zaman yoksa o zaman izin kullan, çocuklar okuldaymış, eş o gün işteymiş ne önemi var.
İşçi sadece iş gücü kalsın isteniyor! Bunun nesi esnek?
Peşi sıra yıllık izinler de gidecek. ‘Hafta içi iki gün iş yapmazsan, birini yıllık izne say’ denilecek misal!
Ne deniyordu: Yıllık izinler yeniden düzenlenecek.
Uzaktan çalışma ve belirsiz mesai saati esnekliğini memura dayatmak da hedefler arasında; 657 iş güvencesi koruması da kalkacak yani!
Evden çalışırken yemek işi üzerinize kalacak üstüne bir de tazminat hesabına yol, yemek gibi eklemeler yapılmayacağı için tazminatınız düşecek.
Tatil, izin… Derken tazminat da kırpılacak!
***
Tekirdağ’da bulunan Arçelik’e elektrikli motor üretimi yapan WAT Motor’da 270’e yakın işçi işten atıldı. İşten atılan işçiler, bir hafta önceye kadar 3 saatlik uykuyla çalıştırıldıklarını söylediler.*
İşte bu işi kılçıksız yapmak istiyorlar; uzun çalıştırıp esneklik adı altında mesai ödememeyi ve tazminat ödemeden işten atabilmeyi hayal ediyorlar.
***
‘Reform’ çok!
‘Nitelikli emek’ söylemiyle meslek liselerinde; MESEM’lerde okuyan çocuk ve genç öğrencilerin en ucuza sömürülmesine yönelik planlar gibi…
Kıdem tazminatı hakkının gasbedilmesi gibi...
Sosyal güvenlik reformu deyip emekliliği tam anlamıyla mezara taşıma gibi… ‘Tamamlayıcı emeklilik’ denilip parası olana emeklilik gibi…
Hepsi de…
‘İstihdamı artırma’, ‘nitelikli iş gücü’, ‘verimlilik’, ‘ücret eşitliği’ ifadelerin altında kamudan özel sektöre, çocuktan kadın emeğine çalışma yaşamında daha fazla sömürmeye odaklı.
‘Güvenceli esneklik’ deyip işçiye güvence oluşturan bütün mekanizmayı esnekleştirmeye çalışıyorlar.
Ülke zaten esnek, güvencesiz, geçici çalışanlar kampına dönmüşken bunu yasal hale getirmek aynı zamanda Sosyal Güvenlik Kurumunu da batırmak demek. Kim prim ödeyecek?
Emeklilik bitme noktasına getirilir, emekli maaşı da çocuk cep harçlığına döner artık.
Vaziyet tam da ‘eyvah reform’ dedirtecek cinsten.
UZUN VADEDEKİ ‘KARANLIK’
İSTİKRAR programlarının uzun dönemli hedefi yeni bir ‘sermaye birikim patikası’ çizmektir.
Cumhur İttifakı da Türkiye kapitalizmine yeni bir birikim patikası oluşturuyor.
İki koldan ilerliyorlar: Birincisi, ucuz emek üzerinden sanayi planlaması; ikincisi de ‘yeşil dönüşüm’.
Mehmet Şimşek, ‘Enflasyon düşünce ne olacak?’ sorusuna böyle cevap veriyor: Yeni bir sanayi politikası izlemek ve enerji ile sanayide ikiz yeşil dönüşüm.
***
Yeni sanayileşmede hedef… Örgütsüz, ucuz emeğin bulunduğu bölgelere sanayiyi kaydırmak. Buna göre ulaşım altyapısı sağlamak.
Ulaştırma Bakanı Abdülkadir Uraloğlu geçen yıl duyurmuştu: Marmara’daki sanayi Anadolu’ya taşınacak.
Sonra ise şöyle haberler gördük: “Yerli, yabancı şirketler deprem endişesi ve artan maliyetler nedeniyle fabrikalarını İstanbul’dan taşımaya odaklandı. Buna göre özellikle Eskişehir, Bilecik, Sakarya, Konya OSB alanları öne çıkıyor.”
Deprem de bu hedefe bahane kılınıyor.
Keşke Anadolu’da sanayi geliştirmek hedeflense…
Taşınmanın gerekçesi olarak depremin yanına eklenen, ‘artan maliyetler’ vurgusu aslında niyeti ele veriyor.
‘Bölgesel asgari ücret’ tartışmalarıyla düşünüldüğünde niyet iyice açığa çıkıyor.
Çünkü bölgesel asgari ücret, ücreti artırmaya değil, tersine düşürmeye yönelik. İstanbul’da 17 bin lira ise asgari ücret, “Yaşam maliyetinin daha düşük olduğu Kırıkkale’de 13 bin olsun” mantığı…
Niyet ucuz emeğe hücum! Sonuç; Anadolu kentlerinde tarımdan kopmuş geçinemeyen insanlar ordusu olacak.
HİÇ DE YEŞİL DEĞİL
UZUN vadeli hedefin ikinci ayağı ‘yeşil dönüşüm’e gelince… Bütün dünya, emperyalist ülkeler de dahil bunu konuşuyor.
‘Yeşil dönüşümden’ kasıt… ‘Düşük karbonlu üretime ve dijitalleşmeye’ dönük sanayileşme…
Lakin hiç de çevreci değil.
Zira çoğu kişinin zannettiği gibi dijital ekonomi sanal, elle tutulamaz veya “bulutlarda” dolaşan bir şey değil.
Büyük ölçüde ham maddelere ve fiziksel dünyaya dayanıyor.
Plastik, cam ve seramik yanında… Kobalt, bakır, altın, lityum, manganez, doğal grafit, nikel, nadir toprak elementleri ve silikon gibi bir düzine mineral ve metallerden oluşuyor.
Bilgisayar, cep telefonu, elektrikli otomobiller, yenilenebilir enerji sistemleri, askeri sanayi, birçok yüksek teknoloji… Hepsi sıraladığımız metallere muhtaç.
Dijital ekonomiden elde edilen katma değerin büyük bölümüne gelişmiş ve bazı dijital anlamda ilerlemiş ülkeler el koyuyor.
Türkiye gibi bağımlı ülkelere ise… Doğa talanı ve dijitalleşme kaynaklı çölleşme ile dijital atıkların çöplüğü haline gelmek kalıyor.
Bu yıl temmuz-ağustos aylarında Türkiye’de 500’den fazla yerde maden sahası ihaleye çıkarılması tesadüf değil.
Karadeniz’de yaylaların bile madencilere tahsisi de… Arap zengine yapıldığı sanılan yaylaları birleştiren yeşil yolun aslında daha büyük hedefleri olduğunun anlaşılması da…
Sermaye birikim patikası net: Ucuz emek sömürüsü ve ucuz enerji ve maden için doğa talanı!
Sadece faizci sıcak paraya değil, emperyalist sermayeye otoban döşeniyor. ‘Yerli-milli’ rüzgarlar altında.
Hükümetin, Mehmet Şimşek kaptanlığındaki ekonomi programı bir bütün olarak tıkır tıkır işliyor ve bir kıyma makinesi gibi ülke emekçilerine ve doğasına ufak ufak kıyıyor!
Sendikaların kaçak dövüştüğü, emekten yana olanların, programının tamamına itirazı, mücadeleyi ve alternatifi örgütleyemediği durumda bu kıyım durmaz!
/././
Türkiye-Irak-Suriye hattı ve Kürt sorunu -Yusuf Karadaş-
Fazla tartışma konusu olmasa da Milli Savunma Bakanı Güler geçtiğimiz hafta Reuters haber ajansına dikkat çekici açıklamalarda bulunmuştu. Güler’in açıklamalarında iki nokta öne çıkıyordu: Birincisi; Türkiye’nin Suriye’den çekilmesi için “Suriye’de yeni anayasanın kabul edilmesi, seçimlerin yapılması ve sınır güvenliğinin sağlanması”. İkinci ise Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve Rusya ile ilişkileri konusunda, Türkiye’nin bu güçlerle ilişkilerini geliştirmek istediğini ancak önceliğinin “Önemli bir müttefik olarak NATO’ya karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek” olduğunu söylüyor, “Odak noktamız NATO’nun hazırlıklı, kararlı ve güçlü olması” diyordu.
Bu açıklamalar hem “Suriye ile normalleşme” derken Erdoğan iktidarının önceliğinin ne olduğunun hem de Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu ve bu bağlamda Irak ile askeri mutabakat zaptının imzalanması gibi hamlelerinin anlaşılması bakımından önem taşıyor.
Soru basit: Türkiye, ÖSO/SMO adı altında bir araya getirdiği cihatçı gruplarla iş birliğini sürdürüp Suriye’de işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmeyecek ve dahası Türk askeri İdlib’de El Kaide’nin devamcısı HTŞ’ye ‘kalkan’ yapılmaya devam edilecekse Suriye ile “normalleşme” derken ne istiyor?
Bakan Güler’in açıklamalarına bakınca, Erdoğan iktidarının önceliğinin kendi Kürt sorunu bakımından bir tehdit olarak gördüğü Kürt özerk yönetimini ortadan kaldırmak için iş birliği yapmak olduğunu anlamak zor değil. Zaten Erdoğan’ın Esad ile görüşme ve Suriye ile “normalleşme” girişimleri de Suriye Kürtlerine karşı yeni bir operasyon için Ağustos 2022’de Soçi’de Putin’in kapısını çalması ve Putin’in de “Bu konuda muhatabın Esad” yanıtını vermesi sonrasında başlamıştı.
Erdoğan iktidarı, Suriye Kürtlerine karşı iş birliği yapılması konusunda son günlerde Deyrezor kentinde İran yanlısı milis güçler ve bazı Arap aşiretleri ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında yaşanan çatışmaları da bir fırsata çevirmek istiyor. Çünkü İsrail’in savaşı bütün bölgeye yaymaya yönelik saldırıları, Yemen’den Lübnan’a bölgenin birçok noktasında olduğu gibi ABD’nin askeri üssünün bulunduğu ve SDG ile iş birliği yaptığı Deyrezor’da da bu güçlerin karşı karşıya gelmesine yol açıyor.
Ancak ABD’nin Kürtlerle iş birliği yapması nedeniyle yaşanan anlaşmazlığa rağmen ABD ve Türkiye’nin Suriye’de karşıt pozisyonda oldukları da söylenemez. Aksine İdlib başta Türkiye’nin buradaki konumlanışı ABD, NATO ve AB’nin politikalarıyla uyumluluk gösteriyor ve bu güçler Türkiye’nin aldığı pozisyondan duydukları memnuniyeti her fırsatta dile getiriyorlar. Bu konuda Türkiye’nin 2020’de İdlib’de Suriye ve Rusya ile askeri olarak karşı karşıya gelmesinden sonra ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin Türkiye’ye destek açıklamalarını hatırlatmak yeterlidir.
Dolayısıyla Bakan Güler’in, Suriye ile “normalleşme” (Türkiye’nin Suriye’deki işgal ve askeri varlığına son verme) konusunda söyledikleri herhalde en çok bu sürece açıkça karşı olduğunu söyleyen ABD emperyalizmini memnun ediyordur.
Bu noktada bölgede gerilimin tırmandığı bir dönemde Türkiye ve Irak arasındaki ilişki ve iş birliğinin hız kazanmasına da dikkat çekmek gerekiyor. Erdoğan nisan ayında Irak’a yaptığı ziyarette Irak Başbakanı Sudani ile “Stratejik Çerçeveye Dair Mutabakat Zaptı” imzalamış ve 26 anlaşma yapmıştı. Bu anlaşmaların bir devamı olarak 15 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Irak’ın KDP’li Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin arasında “Askeri İşbirliği ve Terörle Mücadeleye Dair Mutabakat Zaptı” imzalandı. Bu anlaşmaya göre; Türkiye ve Irak arasında Bağdat’ta ortak bir “koordinasyon merkezi” açılacak ve uzunca bir dönem iki ülke arasında gerilime yol açan Türkiye’nin Musul yakınındaki Başika Kampı da “ortak askeri eğitim merkezi” haline dönüştürülecek.
Basra Körfezi’nden Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanması hedeflenen ‘Kalkınma Yolu’ ile ilgili pazarlıkların bir parçası olarak gündeme getirilen bu anlaşmalarla Türkiye’nin PKK ile mücadele adı altında Irak’taki askeri varlığına ve kurduğu askeri üslere de resmiyet kazandırılıyor. Dahası bu anlaşmalarla ABD’nin, Türkiye’nin Irak’taki operasyonlarının ve askeri varlığının Irak merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile koordinasyon halinde yapılması yönündeki uyarı ve talebi de gerçekleştirilmiş oluyor.
ABD için Türkiye, Irak merkezi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimleri arasındaki koordinasyon, bu güçlerin kendi politik ekseninde bir araya getirilerek İran’ın dengelenmesi ve NATO’nun bölgedeki varlığının artırılması bakımından önem taşıyor.
Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu ve attığı/atacağı adımların sınırlarının anlaşılması bakımından Bakan Güler’in “Önceliğimiz NATO’ya karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek” sözünü akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Peki, NATO’ya karşı sorumluluklarını her şeyin üstünde tutan bir iktidarın en büyük destekçileri ABD ve NATO olan İsrail saldırganlığına karşı gerçek anlamda bir tutum alması mümkün müdür?
Bakanın açıklamaları, Erdoğan iktidarının yapılan hamasetin ötesinde bugüne kadar neden İsrail’e karşı etkili bir tutum almadığının/alamadığının da yanıtını veriyor.
İktidarın bugüne kadar sürdürdüğü bölge politikasının sonuçları ortada olduğuna göre buna karşı yapılması gereken de açıktır: Türkiye’yi bölgenin daha geniş alanlarında çatışmalarla yüz yüze getirmekten ve çözümsüzlüğü derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmayan savaşçı politika karşısında Kürt sorununun ülke içinde ve demokratik-barışçıl çözümünü; Filistin başta ezilen halklarla dayanışmanın büyütülmesi ve bölgede barışın sağlanması için de her şeyden önce NATO’dan çıkılmasını ve ABD başta emperyalistlerle yapılan bağımlılık anlaşmalarının iptal edilmesini savunmak gerekiyor.
/././
Amerikan seçimlerinde Çin faktörü -Ceren Ergenç-
2024 yılında dünyanın dört köşesinde yüzlerde seçimin olacak. Tayva, Avrupa Birliği, Hindistan gibi önemli seçimlerin sonuçlarını şimdiden gördük bile. Bir sonraki önemli seçim de ABD başkanlık yarışı. Bu seçim süreci şimdiden beklenmedik sonuçlara gebe. Biden’in geç sayılabilecek bir noktada çekilmesi, yerini Harris-Walz ekibine bırakması seçimde Demokratların şansını yeniden yükseltti.
Demokratların başkan yardımcısı adayı Tim Walz’in 1989 Tiananmen isyanının hemen arkasından Çin’in ünlü liselerinden birinde ders veren ilk yabancı öğretmen olması, akabinde 20 sene boyunca Amerikalı lise öğrencilerini Çin’e okul gezilerine götürmüş olması hem ABD’de hem Çin’de gündeme oturdu. Cumhuriyetçilerin başkan yardımcısı adayı Vance’ın eşi de Çin’de öğretmenlik yapmış olmasına rağmen, Cumhuriyetçiler Walz’in Çin bağlantısını casusluk olarak nitelendirip karalama kampanyası başlattılar. Bu kampanya, aslında, Trump döneminde Çin’le ilgili akademik ya da siyasi uzmanlığı olan herkesi karar alıcılardan uzak tutma çabasının bir parçasıydı. Oysa, Walz’in siyasi kariyerine bakıldığında, Çin’in ABD’deki casusu olmaktan çok ÇKP’yi insan hakları konusunda en çok eleştirenlerin başında geldiğini görüyoruz. Trump ve ekibinin aksine Çinlileri bir halk olarak ve ırkçı saiklerle hedef almadan ÇKP’yi Tiananmen, Tibet, Sincan ve Hong Kong konularında eleştirmiş, Kongre’de somut adımlar atılmasını savunmuş, sürgündeki muhalefet liderlerini korumuş. Bu konuda Nancy Pelosi’yle işbirliği yapmış ama Pelosi’nin eşinin Tayvan sirketleriyle iş yapması gibi kişisel bir çıkarı yok. Valisi olduğu Minnesota’nın ekonomisinin Çin’e soya fasulyesi ihracatına mahkum olduğu ve bunun Walz’i Çin’le şaibeli ilişkilere soktuğunu söyleyen Cumhuriyetçiler var ama bu Pelosi vakasına göre çok dolaylı ve muğlak bir ilişki.
Harris, başkan yardımcılığı sırasında ABD’nin Çin politikasına neredeyse hiç karışmadı ama dolaylı olarak Hindistan’la ilişkileri geliştirip ABD’nin Çin karşıtı Hint Pasifiği politikasını güçlendirmesine katkıda bulundu. O yüzden, şimdi, Walz’in içinde bulunduğu bir ekiple Demokratların Çin politikasının ne kadar değişeceği kesin değil.
Walz faktörünü hesaba katmazsak, ikinci bir Trump dönemi de olsa Harris iktidara gelse de, ABD’nin Çin politikasının genel hatları değişmeyecek: Obama döneminden beri ABD Çin’i en önemli rakibi görüyor ve Çin’in iktisadi, askeri ve siyasi yükselişini engellemeye çalışıyor. Örneğin, Trump’ın ticaret savaşlarının temelleri Obama zamanında atıldı ve Biden’in aldığı kararlar aslında sesi daha agresif çıkan Trump’a göre daha ağırdı. Bu politika sürekliliği içinde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki farklar Trump ve rakipleri arasındaki karakter ve söylem farklarına indirgenebilir.
Trump, Çin karşıtı söylemlerine karşın, Çin’e karşı spesifik sektörleri hedef almayan genel bir korumacı politika izlemişti. Şu andaki seçim vaatleri de bunu devam ettiriyor: Çin’in ticaretteki En çok gözetilen ulus statusunu kaldırma, ki eğer bu konuda ciddiyse Çin’in tepkisi ağır olacaktır; sanayi yatırımlarının ABD’den kaçıp istihdamın düşmesini engellemek için ABD menşeili şirketlerin Çin’e yatırım yapmasını engelleme, ki bu konuda ciddiyse kendi büyük sermayesini karşısına alacaktır; Biden’in yürürlükten kaldırdığı casusluğu engelleme politikasını genişleterek yeniden yürürlüğe koyma, ki bu konuda ciddiyse Asyalı Amerikalıların büyük tepkisini çekecektir.
Biden’sa iktidarı sırasında Trump’tan daha sert olmakla birlikte odaklı bir iktisadi politika yürüttü ve Çin’e karşı yaptırımlarını yarı-iletkenler gibi stratejik sektörlerle sınırlı tuttu. Örneğin, Biden iktidarı sırasında kara listeye alınan Çinli şirketlerin sayısında artış oldu ve geçtiğimiz Mayıs ayında elektrikli araç sektöründe Çin menşeili ithalatlar yüzde 100 ek vergi geldi. Harris’in de, eğer Çin’le iş yapan Kaliforniya sermayesi tarafından engellenmezse, bu şekilde devam edeceğini öngörebiliriz.
Harris’in Biden’dan farkı, özellikle Walz’in da başkanlık ekibine eklenmesinden sonra, insan hakları konusunda Çin’i daha sert eleştirmesi olabilir. Trump’ın bu konuda ne yapacağı tamamen belirsiz. Seçim kampanyası sırasında, bir yandan Demokrat adaylara gerçek ya da hayali Çin bağlantıları üzerinden saldırırken, diğer yandan Xi’ye övgüler düzüyor ve Tayvan’ın artık ABD”nin sorumluluğu olmaması gerektiğini iddia ediyor.
Bu belirsizlik içinde, Çin’in Amerikan seçim sürecine dair tutumu da net bir çizgi izlemiyor. Walz’in Çin’le ilgili geçmişine dair hükümet sözcüsü ABD’nin içişlerine dair yorum yapmayacağından başka birşey söylemedi ama resmi medyada yayınlanan bir yazıda Walz’in Çin halkına dostane yaklaşımının iki ülke arasında köprülerin atılmasına engel olacağı umudundan bahsedildi. Kamuoyunda, Walz’in Çin’de öğretmenliği zamanında sevilen bir karakter olması ve Çin halkına olumlu yaklaşımı sempati toplarken insan hakları konularındaki eleştirel tavrı Walz’i aşırı milliyetçilerin hedefi yapıyor ve ABD’de Cumhuriyetçilerin Çin ajanı olduğunu iddia etmesi gibi, Çin’de de Amerikan ajanı olduğu ima ediliyor.
Yakın zamana kadar AB gibi üçüncü taraflar kendilerini yeni bir Trump iktidarına hazırlamakteyken Harris-Walz ekibi yeni ihtimalleri gündeme getirdi. Bu derece sürüncemede kalan bir seçim süreci sonrasında kim kazanırsa kazansın yeni hükümetin Çin politikasını belirlemesi 2025’te göreve başlamasından sonraya kalacaktır.
/././
Stadyumdan millet bahçesine… -Alper Kaya-
Fotoğraf: YG01/Wikimedia CommonsGeçen hafta, cep telefonuyla yayımlanan 1. lig maçı vesilesiyle Sakaryaspor’un eski stadyumunun millet bahçesine dönüştürülme hikayesini yazmıştım. Şimdi geçen hafta bıraktığımız yerden devam ederek, bu dönüşüme maruz bırakılan bütün stadyumların hikayelerine değineceğiz.
Projenin başlangıcı 2018’e uzanıyor.
Yapılan ilk duyurulara göre, 17 şehirde toplam 28 millet bahçesinin planlandığı ifade ediliyor ve bu rakamın yarısının, şehirlerdeki stadyumlardan oluşacağı belirtiliyor. Proje açıklamalarına göre ilk etapta Adana 5 Ocak Stadyumu, Batman 16 Mayıs Stadı, Diyarbakır Atatürk Stadı, Eskişehir Atatürk Stadı, Gaziantep Kamil Ocak Stadı, Giresun Atatürk Stadı, Hatay Antakya Atatürk Stadı, Malatya İnönü Stadı, Mersin Tevfik Sırrı Gür Stadı, Sakarya Atatürk Stadı, Samsun 19 Mayıs Stadı, Sivas 4 Eylül Stadı, Trabzon Akçaabat Fatih Stadı ve Trabzon Avni Aker Stadı millet bahçesine dönüştürülmesi planlanan stadyumlar.
Mesela bu stadyumlar arasında yer alan Adana 5 Ocak Stadyumu’nda yıkım işlemleri başlatılıyor ama yapım işlemlerine bir türlü geçilemiyor. Adana’daki yıkımın müsebbibi şirketin Giresun ve Erzurum’da da ihale usulü aldığı stadyum yıkım–millet bahçesi yapım işlerini bitiremediği, konkordato ilan ettiği belirtiliyor.
Bu listede olmamasına rağmen Antalya Atatürk Stadyumu, Çatalca Ziya Altınoğlu Stadyumu, Çorum Dr. Turhan Kılıçcıoğlu Stadyumu, Ordu 19 Eylül Stadyumu, Konya Atatürk Stadyumu ve Güngören 15 Temmuz Şehitleri Mimar Yahya Baş Stadyumu da millet bahçesine dönüştürülmek için yıkılan tarihi tesisler arasında yer alıyor.
Fakat Antalya ve Ordu’daki millet bahçelerinin yapımı bir türlü bitmiyor. Hatta şöyle diyeyim, Türkiye’nin ilk millet bahçesi olma iddiasıyla yola çıkılan Antalya Atatürk Stadyumu’nda aradan geçen 6 yıldan sonra çalışmalar hâlâ sona gelmiş değil.
Bu konu ile ilgili, Eskişehir’deki stadyumun millet bahçesine dönüştürülmesine dair 2022’de yazılmış bir akademik makaleden alıntı yaparak yazımı bitirmek istiyorum:*
“Bunun yol açtığı sorun alanın kentsel bellekteki yeri ve değerine dikkat edilmeden, kentin kimlik değerleri göz ardı edilerek tasarım geliştirilmesidir. Çünkü söz konusu alana Eskişehir iline ait bir kimlik değeri katılmadığı gibi mevcut stadyum kimliği de başka bir şeye dönüştürülmüştür. Gelecek nesillere alanın eskiden stadyum alanı olduğunu hatırlatacak yalnızca bahçeyi çevreleyen sokaklardan biri olan stat sokağın adı kalmıştır. Yalçınkaya ve Sofuoğlu’nun (2021) dönüşümün yalnızca fiziksel bir olgu olarak ele alındığında kimliksizleşmesi, kent belleğinin silinmesi, yabancılaşma sorunları oluşturduğu değerlendirmelerine benzer şekilde bu projenin de geçmişin izleri kullanılmadığı için kimlik değeri katmadığı ve mevcut kimliğin değişerek başka bir şeye evrildiği söylenebilir.”
* Eski Stadyum Alanından Yeni Millet Bahçesine: Eskişehir Kent Merkezinde Bir Dönüşüm Örneği – Gülcan Altıntaş, Neslihan Serdaroğlu Sağ / İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi 2022, Cilt 12, Sayı 16)
Evrensel - GÜNDEM
Afşinli üreticiler yola döküldü: "Buğdayı 7 liraya verdim, gittim 10 liraya ekmek aldım"
Çiftçilerin ürün fiyatlarına isyanı sürüyor. Maraş’ın Afşin ilçesinde düşük ürün fiyatlarına karşı traktörleri ile eylem yapan çiftçiler buğdayı 7 liradan verdiğini 10 liraya ekmek aldığını söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/526031)
Merinos işçisinin direnişi kazanımla sonuçlandı
Merinos İşçisi Serdar Cengiz’in tazminatsız şekilde işten atılmasının ardından başlattığı direnişi kazanımla sonuçlandı.(https://www.evrensel.net/haber/525979)
Çocuğu sistematik istismar eden erkek mahkeme kararıyla serbest
Küçükçekmece’de, 3 yıl boyunca bir çocuğu istismara maruz bırakarak şiddet uygulayan Ebuzeyid Gülsün adlı erkek, mahkeme kararıyla serbest bırakıldı. Aile failin serbest bırakılmasına tepki gösterdi.(https://www.evrensel.net/haber/526032)
Akcanlar Tekstil işçilerinin girdiği yol Başpınar’ın ortak yolu -Mesut BAYLAV-
Son dönem başka birçok fabrikada yedili sisteme geçileceğine dair söylentiler yayılıyor. O nedenle bugün Akcanlar Tekstil işçilerinin giriştiği yol Başpınar işçilerinin tamamı açısından kritik bir yol (https://www.evrensel.net/haber/526041)
İstikrarlı kıyım -Evrensel Manşet
‘İstikrar’, ‘reform’, ‘sanayi dönüşümü’ şifreli doğa ve emek talanını hızlandıracak istikrar programı, kıyma makinesi gibi tıkır tıkır işliyor.
‘İş saatleri düşürülüyor’ denilerek mesai ücretini, izin ve tazminat hakkını gasbedecek adımlar için düğmeye basıldı. ‘Fiyat istikrarı’ iddiasıyla asgari ücret ve emekli maaşının yeni yılda en fazla yüzde 20 artırılacağı duyuruldu.
AÇLIĞA MAHKUM
Hükümetin uzun erimli istikrar programının kısa vadeli hedefi, alım gücünü düşürmek! Merkez Bankası başkanı yabancılara bu doğrultuda garanti verdi: “2025’te yüzde 15-20 zamma göre hesaplarımızı yaptık.” Yıl sonunda açlık sınırı 23 bin lirayı aşacak ama asgari ücret yılbaşında 20 bin lira olmayacak. Milyonlarca emekli 12 bin 500 lira almaya devam edecek.
AZ ÇALIŞMAK MI?
Üç kişiden birinin 50 saatin üzerinde çalıştığı, yasaların hiçe sayıldığı görmezden gelinerek dün, “Haftalık çalışma 40 saate düşecek” manşetleri atıldı. Aile ile hafta sonu tatil hakkını, yıllık izni, mesai ücretlerini gasbedecek düzenlemeler ‘müjde’ diye sunuldu. Kısa vadeli ‘fiyat istikrarı’ hedefini destekleyecek sayısız ‘eyvah reform’ dedirtecek adım sırada!
YENİYE BAK!
Uzun vadeli hedef ise ‘sanayi planlaması’ ve ‘yeşil dönüşüm’. ‘Bölgesel asgari ücret’ tartışmalarıyla sanayinin Anadolu’ya kaydırılması ‘örgütsüz ve ucuz emek’ iştahıyla ilgili. ‘Yeşil dönüşüm’ denilen ise bu yıl temmuz-ağustos aylarında 500’den fazla yerde maden sahası ihalesine çıkılmasında görüldüğü üzere doğa talanıyla ilgili!
İTİRAZ ŞART
'Asgari ücret yıl içinde artırılmayacak’ dediğimizde ‘Yok ya isyan olur’ diyenlere cevabımızı hatırlatalım: “İsyan olmazsa, artış olmaz, programın gereği bu!”, Şimdi ‘reform şart’ diyenlere seslenelim: Hükümet kendi hedeflerince ‘Reform yapıyor’. Sadece faizci sıcak paraya değil, emperyalist sermayeye otoban döşüyor, ‘yerli-milli’ rüzgarlar altında.
ZEHİRLİ LİÇİ TAŞITTI, KAPI ÖNÜNE KOYDU
İliç’te havayı, suyu ve toprağı siyanürle zehirleyen Anagold, içinde altın olan liç yığınını taşıttığı işçileri işi bitince kapı önüne koydu. Kadrolu işçilerden 187 işçi atılırken, taşeron firmalardan da yüzlerce işçi işsiz kaldı. Atılan işçi sayısının bir ay içinde 3 bini bulacağı belirtiliyor. İktidardan ve madende örgütlü Türkiye Maden-İş’ten açıklama yapılmadı. Bağımsız Maden-İş ‘İktidarın onayı olmadan işçi atılamaz’ dedi.
KUSANLAR, BAYILANLAR
Dokuz işçinin can verdiği İliç faciası sonrası, içerisinde altın bulunan siyanür ve kimyasallarla zehirlenmiş liç işçilere hiçbir önlem alınmadan taşıttırıldı. Gazetemize konuşan işçiler, “Koku çok kötüydü, kusanlar, bayılanlar oldu. Kaçıp gidenler oldu. 400’e yakın işçi alındı. Zaten ilk onlar atıldı” dedi. İşçiler, zehirli toprak taşıttırıldığı için verilen yüzde 25 ek ücretin işin bitimine yakın kesildiğini de dile getirdi.(https://www.evrensel.net/haber/525975)
BAŞPINAR’DA ZAM YOK, İŞÇİ KIYIMI VAR
Başpınar’da işten atmalara, işçiyi ücretsiz izne yollamalara şu sıralar daha sık rastlıyoruz. Biz ücretlere zammı tartışırken patronlar işçi kıyımına devam ediyor. Tazminatlar verilmiyor. Nereye kadar böyle sürecek?(https://www.evrensel.net/haber/525999)
Emek Partisi Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, Bakan Şimşek’e sordu: Şirketlerin vergi ödememesi suç değil mi?(https://www.evrensel.net/haber/525939)
PİRİNÇ KURTLU, EKMEK KÜFLÜ …
Kamu hastanelerinde çalışan sağlık emekçilerine verilen yemeklerde yok yok. Sadece hijyenin olmadığı yemeklerden kurt, böcek, demir ve küf eksik olmuyor.(https://www.evrensel.net/haber/525961)
(EVRENSEL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder