24 Ağustos 2024 Cumartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -24 Ağustos 2024-


Borç çok, kamçı var, yiğit kim?-Ahmet Yaşaroğlu-

Eskiler borç yiğidin kamçısı demişlerdi. Ama öyle anlaşılıyor ki onlar kamçı kimin elinde, yiğit kim, neden borçlanmış gibi sorunlara kafa yormamışlar, borcun yiğidi daha fazla çalışmaya zorlayacağını düşünmekle yetinmişlerdi. Bugün bütün bunlara net yanıtlar verilebiliyor. Bu net yanıtı verebilmek için öncelikle şu gerçeği dile getirmek gerekiyor. Ülkenin bir yıl içinde ödemesi gereken kısa vadeli dış borcu 236.6 milyar dolara çıkmış. Dış borç toplamı ise yarım trilyon -506.8 milyar- doları aşmış bulunuyor. Bu rakamlar biz kamçının sahibinin emperyalist finans kurumları ve devletler olduğunu açıkça anlatıyor. Yani kamçı onların elinde. Ama onlar kamçıyı kullanma görevini tek adam yönetimine, o da memuru olarak atadığı “İngiliz Memed’in” eline vermiş durumda.

Peki yiğit kim? Bu borcu ülkeyi yöneten iktidarlar ve onları destekleyen iş birlikçi kapitalist tekeller yaptılar. Bugüne kadar onların bu borcu biz yaptık, şimdiye kadar soyduklarımızı, varsa babadan atadan kalma malımızı mülkümüzü satar bu borçları öderiz dediklerini duymadık. Yani bir yiğitliklerini görmedik. Ama bu borçlar faizleri ile birlikte tıkır tıkır ödeniyor. Bu nasıl oluyor? Borç yükü halkın sırtına yıkılmış durumda. Hayatı sürekli pahalandıran zamlar, bindirilen vergiler, garantili soygun yöntemi yüksek enflasyon, para babalarının kasalarını dolduran faiz ödemeleri, kâr garantili ödemeler, açlık sınırının altında tutulan asgari ücret ve yoksulluk sınırının yarısının altında olan ortalama ücret ve maaşlar, küçük üreticilerin soyulması ve yıkılması bu ödemenin temel kaynaklarını oluşturuyorlar. Kamçıyı iktidarlar ve onun destekçisi büyük patronlar -kârları tavan yapmış durumda- değil, işçi ve emekçi halk sırtına yiyor. Kamçı izleri derin yaralara dönüşüyor.

O zaman zorunlu olarak şu soruyu da sormamız gerekiyor? ‘Borçlar ülkenin namusudur, canımızı dişimize takar, bu borçları öderiz’ tutumu bu halkı yiğit yapar mı? Eğer bugün “Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” laflarını daha fazla duyar olduysak yanıtın olumsuz olacağını da peşinen söyleyebiliriz. Ama yiğitliğin yapıldığı alanlar var ve bunlar giderek yaygınlaşıyor ve güçleniyor. Fabrikalar, iş yerleri ücret artışı, ekonomik ve sosyal haklar için direnen ve mücadele eden işçilerin sesleri ile yankılanıyor. İktidarın yol vermesiyle tekeller tarafından soyulan küçük üreticiler yollara dökülmeye başladı. Emekliler, öğretmenler ekonomik ve sosyal haklar için mücadele ediyorlar. Suyu, ormanı, taşı toprağı saldırıya uğrayan halk can ve kan pahasına direniyor. Hayvanları korumak için artan bir duyarlılıkla harekete geçiliyor. Her kadın cinayeti, öfkeyi ve protestoyu harekete geçiriyor, Kitlelerin sürekli yükselen ve kararlılık kazanma eğilimi gösteren yiğitliğine ve kahramanlığına şahit oluyoruz.

İşçi ve emekçi halk henüz birleşik ve genel bir mücadeleye dönüşmüş olmasa da, yerlilik ve millik demagojileriyle halkın bir bölümünü kandırmayı başarmış olan iş birlikçilerden ve onların iktidarından hesap sormaya yöneldi. Yeterli ve güçlü olmasa da bu hesabın sorulmadığı hemen hemen hiçbir alan yok. Sendika bürokratları da işçileri tutmayı artık başaramayacaklar. Çünkü ekonomik ve siyasi koşullar, işçi sınıfının genel ve hayati çıkarlarının aciliyeti ile, bu bürokratların tutumları arasındaki çelişkiyi sürekli olarak derinleştiren bir yönde gelişiyor ve sınıf hareketi önüne kurulan barikatı parçalayacak bir enerji topluyor. İşçi ve emekçi halkın bu gelişimini teşvik etmek ve desteklemek gerekiyor. Bugün bunun en etkili yolu ise kitlelere güven verecek birleşik bir mücadele merkezinin örülmesi olacaktır.

Böyle bir mücadele merkezi ise kendiliğinden oluşmuyor. Bunun için azami çabayı göstermek, hareketin gelişimine engel olan takıntı ve saplantılardan kurtulmak, kendi dar çıkarlarını değil, işçi ve emekçi halkın acil ekonomik ve politik çıkarlarını temel almak gerekiyor. Kitlelerin en derin ekonomik sıkıntıları, yoksulluğu, işsizliği ve açlığı yaşadığı bir dönemden geçilirken ve üstelik bunların daha da kötüleşeceğinin her türlü belirtisi varken, olağan bir dönemden geçiliyormuşçasına tavır takınmak her halde kabul edilebilir bir tutum olmasa gerek. Bugün ülkenin bu durumunun değişmesini isteyen her kesimin halkın temel ve acil taleplerini içeren bir platformda ortak bir mücadele için bir araya gelmesi gerekmiyor mu?

                                                        /././

Tesadüf ya da değil -Ayşen Şahin-

“Bazı devrimler işte böyle, tıkanıklığı tesadüf eseri tahliye etmeyi başaran bir öfkeden doğar.”
Dalga, Giulio Cavalli

Tesadüf kelimesinin anlamı “Yalnızca olasılıklara bağlı olduğu düşünülen olayların bağıl nedeni.”

Son birkaç ayda; hayvan katliamı yasasının geçmesi, korkunç şekilde öldürülmüş hayvanların görüntüleri, köpekler tarafından parçalandığı iddia edilen ve teyit edilemeyen ceset görüntüleri, Suavi konserindeki provokasyon, Manisa’da hamile kadının darbedilmesine seyirci olanlar, Özgür Özel’e kurşun sıkıldı iddiaları, Ahmet Şık’a Mecliste linç girişimi, Mecliste kan, her gün haberlere düşen bıçaklı saldırı, kurşunlama, sokak kavgası haberleri...

Hiç olmadığı kadar gündemin şiddetle bezendiğinin farkındayız hepimiz.

İki bağlamda ele alalım; bu bir tesadüf değil de sosyal medyayı maniple etme gücüne kavuşmuş, medyayı ele geçirmiş bir iktidarın stratejisi ise durum vahim.

Biz; “90’lar iyiydi”, “Nereye iyiydi, beyaz Toroslar size vurmadı tabii”, “İnsanlar daha iyiydi”, “Nereye daha iyiydi, ’80 darbesinde herkes komşusunu ihbar etti” kavgası yaparken, ülke ’80 öncesine çevirdi dümeni demek. 

Eğer hakikaten tesadüf ise durum vahim: Toplumsal çürüme saklanamayacak, kontrol edilemeyecek ve bir iki nesle dünyayı zindan etmeden düzelemeyecek kadar ilerlemiş demek.

Baktığım yerden durumun iki ucu da vahim. 

Toplumun dönüştüğü şey de aslında vahametin kesişim kümesi. Birbirine güven, diyalog, özgür düşünce, kitlesel eylemlilik, grev, boykot yani savunma adına bildiğimiz her şeyin baltalanması bu insani çürümüşlük.

Bu; “İyi idi, değil idi” tartışmasında heba ettiğimiz ’90’ların günümüzden bir farkı da solun nispeten daha güçlü ve örgütlü olmasıydı. Buna özellikle toplumdaki çürümenin önüne çektiği set bağlamında değinmek isterim. 1-2 seneye ya da bir sonraki seçime iktidar olmayı hedeflemek gibi ayağı yerden kesik bir hedefi olmayan sol, idealindeki dönüşümü de belirli bir tarihe ertelemeden, elinde siyasi bir erk geçmesini beklemeden, örgütlenme hedefi çatısında her gün gerçekleştirmeye çalışırdı.

Merkezi semtlerden, işçi ve emekçilerin yoğun yaşadığı en ücra köşeye kadar her fraksiyonun bir kültür merkezi bulunurdu. Burada kitap kulüpleri, satranç dersleri, enstrüman, tiyatro, drama, halk oyunu kursları, dinletiler, söyleşiler, paneller gerçekleştirilir. Her şeyden önemlisi, semtin sakinleri diledikleri an tek başlarına da olsa sosyalleşmeye gelirdi. Belediyelerin kültür sanat işlevinin muadili mahallede vücut bulurdu.

Bu birbirini görme, sohbet etme, dayanışma hali; yalnızlığın, çaresizliğin, hedefini bulamadıkça iç çürüten öfkenin panzehri olurdu. İnsan sosyal bir varlıktır.

İnsanı, başını soktuğu bir mağarada ölmeyecek kadar karın doyurabilen neanderthallikten ya da kölelikten kurtaran bir yaşam şekli sunardı.

Büyük beklentileri hep genel ve yerel seçimlere havale ettik. Oysa atanmayan öğretmenlerin, ihraç edilen akademisyenlerin kürsüye geçebileceği eğitim kurumları hayata geçirilebilirdi. Cemaatin dershaneler üzerinden örgütlenmesi üzerine konuşmak kolaydı, biri ifşalandı, kalanlar yurtlarıyla eğitimi domine etmeye devam ediyor. Belediye olacak ki alternatif yurt açılsın. Sınava hazırlanan çocuklara, gençlere kültür merkezi gibi, bağış ya da çok düşük aidat mantığında ücretlendirmeyle derslikler açılabilirdi. Eminim özel sektör öğretmeni gelirinden de adil olurdu. Bir büyük kontrollü, referanslı sistem kurulabilirdi: Evinde öğrenciye oda verebilecekler ile öğrenciyi buluşturan.

Emekliler için, kendi çocuğu başka ile, ülkeye eğitime gidenler için ve öğrenci için çok daha tercih edilir olurdu. Ev de paylaşıldıkça ısınıp yuvaya dönüşür. 

Bağımsız bir jüri ile üstün yetenek sınavları yapılabilirdi. Kültür sanatta tavrı, tutumunda dik duran ustalar; el verirlerdi gençlere. Böyle bir oluşum başarılsa belki de 22 senede dünya çapında isim yapmış feyzlerimiz olurdu. Öz geçmişlerinin satır arasında “İktidara rağmen halkın sanatçıları tarafından seçilip başardığı” zaten okunurdu, gücümüze güç katardı.

Mesela vekil adayı olmak için partiye bağış yerine, bölgesinde tarım destek, alanında ARGE desteği ya da bir sivil toplum liderliği aranıyor olsaydı, Meclis kadroları seçildiği illerde daha fazla fark yaratabilirdi.

Mesaiyi iktidarın neyi yanlış yaptığını, neyin suç olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdik. Hâlâ da ne kadar yoksullaştığımızı anlatmaktan geri durmuyoruz, rantı anlatıyoruz, yolsuzluğu vs. Bilmeyen kalmadı ki 22 senede, farkında olmayan kalmadı. Ama işte alternatif bir yaşamı işaret edemiyoruz. Kimsenin gözünde canlandıramıyoruz. Eldeki imkanla, kısıtlı alanda bile yapılsaydı, bir fragman olacaktı. Herkese bir yapılabilirlik umudu olurdu. Adaletin olmadığı, cehaletin köklerinin derine dallarının arşa ulaştığı durumda, şiddetin palazlanması kaçınılmaz. Şiddetten korunmanın yolu etik duvarı sağlam örmekti, insanlığın onurunu korumayı önceliklemekti. Çok geç kaldık, her gün daha da geç kalıyoruz. İçinde yaşadığımız bu toplumu artık tanıyamıyoruz. Ne iyi niyet, ne cesaret, ne misafirperverlik ne kıvrak zeka, ne mizah, ne ozanlık... Çok suladıkları obskürantizmin meyveleri hepsi. Ben hariç değil, üzgünüm siz de hariç değil, akrep gibiyiz artık hepimiz.

50 senelik sloganın ritmini bile değiştiremeyen, eylem deyince mitingden, basın açıklamasından ötesini düşünemeyen, imza kampanyalarına verdiği ismiyle vicdanını rahatlatan, toplumun dönüşümünü gördükçe pasivize haliyle bile onurlu duruşu kibirle kirlenmeye başlayan, yazmayı bilip silmekten yüksünen, son genel grevin üzerinden yüzyıl geçmiş gibi davranışıyla çelişken, bir lider bulup yüklediği sorumlulukla hafiflemiş hisseden yüz binleriz.

Tespit mesaisinde yorgun düştüğünden uyanışa geçemeyenleriz. Kızmıyorum hiçbirimize, dağ olsa yıkılır, taş olsa çatlardı. Hızını hiç kesmeyen salvo, aparkat, kroşe altında seneler geçti, sayısız eksildik ama en azından hâlâ varız, sağız. Ama artık bir şey yapmalıyız.

Bunca kapı önüne inen şiddete bu kadar yaralı yakalanmamalıyız. Hiç de bir şey gelmeyecek gibi mi elimizden?

Bir video gördüm. Liseli bir çocuk, simit-su satan bir adama not bırakıyor. “Bunu size iletmemi istediler” diyerek.

Hızla uzaklaşıyor sonra. Adam notu açtığında “Son zamanlarda kimse söylememiş olabilir ama elinden geleni yapıyorsun:)” yazıyor. Kameraya çekmişler, adamın yüzüne bir anda gülümseme yayılıyor, kahkahaya dönüşüyor. 

Düşündüm en son ne zaman takdir gördük, ne zaman rahat bir nefes aldık, durduk yere ne zaman güldük, kim sevdi en son bizi çıkarsız, kim çaldı kapımızı fol yok yumurta yokken ortada, ne zaman sabahı heyecanla bekleyerek uyuduk, biz ne zaman rahat uyuduk? Bize iyi gelen ne kaldı elde?

Hızlıca çıkmamız lazım bize servis edilen gündemlerden, biraz yüz yüze bakmamız lazım. Eski günler gibi; merhaba, nasılsın, sesini duyayım istedim, haydi bir akşam sahilde yürüyelim, parka gidelim gitar çalalım, sokak tiyatrosuna denk gelelim, emeğine sağlık, teşekkürler, ne güzel kokuyorsun, çok şıksın, ne güzel giyinmişsin, sen de çok yoruluyorsun ama sana helal olsun, lafı da gediğine ne güzel koymuşsun, senin sesin iyidir, patlat bir şarkı da neşemizi bulalım, sıkılırsan ara, bunalırsan gel, daralırsan buradayım unutma, kimse söylememiş olabilir ama mücadelenle gurur duyuyorum, iyi ki varsın, sen sağ ol, hep var ol...

Hangisini en son ne zaman duydunuz, ne zaman söylediniz? Hışırlaştık hepimiz, tiksinti mimikleri yerleşti yüzümüze, dudak kenarlarınıza ve çene ucunuza bakın göreceksiniz. Her gün daha yalnız hissederek uyanmak kolay değil ve bunca şeye yalnız, takdirsiz, umutsuz, keyifsiz her gün, her saat dayanmak da. Hiç halkını sevmemişlerin, sevildiğini hiç hissetmemiş kıldığı insanlarız artık.

Sağ kalmak fiziksel değil yalnızca, ruhumuz sağ mı? İçimizdeki insanlık can mı çekişiyor nabız normal görünürken? Toplumsal çürümeye bir aspirin olur belki biraz selam sabah, hasret kaldığımız takdir, teşekkür, iyilik.

Bir tufana giriyoruz, nasıl çıkarız, çıkabilir miyiz belli değil, birbirimize iyi bakalım. Bu kadarı geldi elimden, alabileceğimiz ortak kararların en küçüğü: “... Tesadüf ve rastlantıların yaşantımızı nasıl yönlendirdiğini görüyorum. Bir de o ufak tefek küçük kararlarımızın, hayat akışımızı nasıl irice etkilediğini...”

İki Yeşil Susamuru, Buket Uzuner.

                                                           /././

Tarihleri, çağları, problemleri karıştırmak: Ahilik de işletme de amaç ve işleyiş olarak okul değil -Adnan Gümüş-

MEB, uzun süredir mesleki eğitimi MESEM’e, çıraklığa vardırmıştı. Ahilikten söz edip duruyordu. 20 Ağustos 2024 tarihinde de  “Genç girişimci ahiler projesi hayata geçiriliyor” diye resmi sayfasından duyuru yapmış bulunuyor.

Köroğlu bile “Tüfek çıktı mertlik bozuldu” diye yarı bilinçle değişen dünyaya işaret ediyor, bunun yarattığı sorunlarla baş edememenin çaresizliğini, ezikliğini dile getiriyordu. Dadaloğlu da aynı durumdan muzdarip, yörüklüğün devrini doldurmasından ızdırap çeker: “Dağlar bizimdir.”

Onları kendi dönemleri içinde anlamak ve değerlendirmek, tarihteki yerini rolünü anlamak, elbette bazı dersler çıkarmak, folklorik/arkeik/arkeolojik olarak yaşatmak sağlıklı da bunları model almak ta aksine, akıl ve ruh sağlığı sorununu gösteriyor. Nasreddin Hoca’ya sormuşlar “Tuvalette ekmek yenir mi diye” de Hoca da yanıtlamış: “Yenir yenir de dışarı çıkınca içerde ne yediğini sorarlar.”

Alan karıştırmacaları, sorun karıştırmacaları, yol yöntem karıştırmacaları, cehaletten ise bu cahilliğin aşılması gerekiyor.

Ama çoğu kez “kasıtlı” yapılıyor, bu kasıtlı yapılan örgütlü kötülüğe karşılık geliyor.

AKP, MEB kalkmış esnaf dükkanında, küçük sanayide “örgün eğitim” yapacağım diyor, dahası okullara “medrese/imam hatip” ve “ahilik” modeldir diyor.

Bunda kasıtlı karıştırmaca var, bunlar resmi gücü kullanarak yapılan çok ağır safsata sayılsa gerek.

TARİHSEL SÜREÇ VE TARİH BİLİNCİ EKSİKLİĞİ VE AHİLİĞİN ÇOKTAN GEÇMİŞ BEYLİK/ YARI FEODAL DÖNEME AİTLİĞİ

AKP ve MEB, ahiliği mesleki eğitime model saymaya kalkarsa, bu durum tek başına, büyük bir GERİLİĞİ ve TARİH BİLİNCİ EKSİKLİĞİNİ gösteriyor demektir. Şöyle ki;

En ana çizgileriyle 1775 öncesi ENDÜSTRİ DEVRİMİ öncesidir. 1100’ler öncesi TİCARİ BURJUVAZİNİN oluşum öncesidir. Osmanlı ne ticari burjuvaziyi ne de endüstrileşmeyi yakalayamadı, çok geç kaldı. Bugün bile doğru dürüst ne ticari ne de endüstriyel burjuvazi var, bezirgan tefecilik, taşeronluk, kompradorluk yaygın, onlar da kriz içinde.1800’ler öncesi MODERN OKULLAŞMANIN CILIZ KALDIĞI bir dönemdir. Osmanlı modern askeri okulunun başlangıcı Mühendishaneye, 1773’lere kadar geri götürülebiliyor.Endüstriyel tarım ürünleri 1840’lardan itibaren artmaya başladı, yaygın TARIM IRGATLIĞI da bu süreçte gelişti.FABRİKA İŞÇİLİĞİ veya kamuda işçilik 1930’lardan itibaren kısmi de olsa SANAYİLEŞME ve ŞEHİRLEŞME ile başladı, 1950’lere kadar ancak ŞEHİRDEKİLERLE sınırlı kalırdı. Kırsaldan gelen delikanlılara daha çok hamallık ve inşaat işçiliği düştü.

Bugün eğitim öğretim bakımından bilgi bilimin, fiziğin, kimyanın, genetiğin, uzay bilgilerinin, dil okuryazarlıklarının, yapay zekaların çağındayız, sanal çağdayız, insansız araçlar çağındayız, çağ ahilik çağı değil.

MEDRESE DE AHİLİK DE MODERN BİLİM VE YÖNTEM ÖNCESİ, MODERN TİCARET VE ENDÜSTRİ ÖNCESİ DÖNEME AİT

Geleneksel lonca düzeni, feodalite ve yarı feodalite, ahilik, fütüvvet…eski toplumlara aittir.  Medrese 1000’li yılların realitesidir (O zaman bile başarısız bir modeldir), fütüvvet/ahilik daha dağınık beylikler dönemine, 1200-1300’lü yıllara aittir, yarı feodal bir düzendir. Kendi dönemleri içinde Anadolu topraklarında yöresel asayiş, han hamam hizmeti dahil bazı temel işlevleri olmuştur. Osmanlı merkezi gücü arttıkça bunları sınırlandırmaya, 1750’lerden itibaren tümden kontrol altına almaya, hatta tasfiye etmeye çalışmıştır.

Cumhuriyet ile birlikte 1924-1925 sürecinde eğitim veya okul bir yana tekke ve zaviyelerin varlıkları bile yasaklanmıştır.

ANADOLUNUN ENDÜSTRİDE ZAYIFLIĞI, GEÇ VE SAĞLIKSIZ ŞEHİRLEŞMESİ, 1970’LERE KADAR BÜYÜK ORANDA HAYVANCILIĞI, KIRSALLIĞI, ARABESKLİĞİ

Bugün bile tümden yoksul ailelerin ırgatlıktan ve çocuk gelinlikten başka çaresi bulunmuyor. Hele de 1970’lere kadar yoksulunu topraksızın çobanlıktan, ırgatlıktan ve çocuk gelinlikten başka bir yolu yoktu.

 Az daha dışarıyla karşılaşmış, az da olsa biraz farkında olan küçük topraklı yoksul hanelerin (örneğin yüz hanede birkaçının) çocuklara biçtiği rol ise şu şekilde özetlenebilir:

CİNSİYET ve TOPLAM ÇOCUK SAYISINI dikkate alarak, en çok da ailenin ASGARİ AÇLIK SINIRINI ve ayakkabı önlük yol masraflarını karşılayıp karşılayamayacaklarını dikkate alarak

KIZLARINI EVE/TARLAYA/AHIR İŞLERİNE/EVLİLİĞE ayırır, ERKEK çocuklardan ÇOĞU yine geleneksel hanenin sürdürümü veya IRGATLIK için kalır, Erişebilecekleri bir zanaatkar olmak kaydıyla ERKEK çocuklardan arasından BİRİNİ (şanslıysalar birkaçını) İŞE/ÇIRAKLIĞA, Erişebilecekleri okul imkanı olmak kaydıyla ERKEK çocuklardan arasından BİRİNİ (şanslıysalar birkaçını) OKULA gönderirdi. Yüzde 80’den fazlası kırsalda yaşayan Anadolu köylüsü/yörüğü için bunun sayısı KÖY ENSTİTÜLERİNE kadar çok sınırlı idi.

Böyle bir süreçte çıraklık, hiçbir şekilde okul görülmemekle birlikte, yoksul çocuklar için şehre geçişe ve daha iyi bir geçim imkanı yaratmaya dair bir açılım sayılırdı.

MESLEK EĞİTİMİ BELLİ BİR MESLEĞİN BİLGİ BECERİSİ, TANIMLAR BİLE MESLEK EĞİTİMİNİN ÖRGÜN OKUL OLMADIĞINI GÖSTERİYOR

Burada aktardığım tanımların tamamı MEB’in en son açıkladığı “MESLEKİ VE TEKNİK EĞİTİM POLİTİKA BELGESİ”nden:

“Meslek Alanı: Ortak özelliklere sahip birden fazla meslek dalını içeren; bilgi, beceri, tutum, davranış ve istihdam olanağı sağlayan alandır.

Meslek Dalı: Bir meslek alanı içinde yer alan ve belirli konularda uzmanlaşmaya yönelik bilgi, beceri, tutum, davranış gerektiren ve istihdam olanağı sağlayan iş kollarından her biridir.

Ulusal Meslek Standardı: Bir mesleğin başarı ile icra edilebilmesi için gerekli bilgi, beceri, tavır ve tutumların neler olduğunu gösteren asgari normlardır.

Mesleki Eğitim: Bireylere bir mesleğe ilişkin bilgi, beceri ve yetkinlikler ile iş alışkanlıkları kazandıran eğitimdir.

Teknik Eğitim: Belirli bir teknolojiyi, uygulamayı, ürünü ve hizmeti; tasarlamak, geliştirmek, uygulamak, desteklemek veya işletmek için gereken bilgi, beceri ve yetkinlikleri kazandıran eğitimdir.

Staj: Öğrencilerin öğretim programlarıyla kazandırılması öngörülen mesleki bilgi, beceri, tutum ve davranışlarını geliştirmeleri, sektörü tanımaları, iş hayatına uyumları, gerçek üretim ve hizmet ortamında yetişmeleri amacıyla işletmede yaptıkları mesleki çalışmadır.

Beceri Eğitim Merkezi: Mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumları öğrencilerinin beceri eğitimlerini alacakları merkezlerdir.

Sertifika: Eğitim ve iş gücü gereksinimi doğrultusunda ilgili meslek kuruluşlarıyla birlikte meslek standartlarına uygun olarak belirli bir meslek için gerekli yeterliliklerin kazandırıldığını gösteren belgedir.

İşletme: Mal ve hizmet üreten kamu ve özel kurum, kuruluş ve iş yerleridir.

İşletmelerde Mesleki Eğitim: Mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumları öğrencilerinin beceri eğitimlerini işletmelerde, teorik eğitimlerini ise mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumlarında veya işletme/kurumlarca tesis edilen eğitim birimlerinde yaptıkları eğitim uygulamalarıdır.

İş Gücü: Referans dönemi içinde ekonomik mal ve hizmetlerin üretimi için emek arzında bulunan çalışma çağındaki nüfusu kapsar.

İş Gücüne Katılma Oranı: İş gücünün, kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus içindeki oranıdır.

İstihdam: Referans haftasında en az bir saat iktisadi faaliyette bulunan ve bu faaliyetinden gelir elde eden (ücretsiz aile işçileri dahil) veya geçici olarak başında bulunmadıkları bir işi olan kişilerden işi ile bağlantısı devam edenlerden oluşmaktadır.” (Poliitka belgesinin tanımlar kısmı)

Bunlar bazı tanımlar. Örgün öğretim/okul ise şu şekilde sayılmaktadır: “Örgün mesleki ve teknik ortaöğretim kurumları mesleki ve teknik Anadolu lisesi, çok programlı Anadolu lisesi, mesleki eğitim merkezi, mesleki açık öğretim lisesi ile özel eğitime ihtiyaç duyan bireyler için özel eğitim meslek lisesi, özel eğitim meslek okulu ve özel eğitim uygulama okuludur.” (sayfa 12)

Okulun tanım ve içeriğini yok eden, işletmeyle okulu, çıraklıkla eğitimi karıştıran ana kırılma 2016’daki yasal düzelemedir: “2016 yılı öncesinde yaygın eğitim kapsamında faaliyet gösteren mesleki eğitim merkezleri 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nda yapılan değişiklikle bir okul türü olarak örgün mesleki ve teknik ortaöğretim kapsamına alınmıştır.” (sayfa 12).

Politika belgesinden aktarımla akademik ders Anadolu meslek liselerinde yüzde 47’ye, MESEM’lerde yüzde 11’e düşmektedir. MESEM’de haftanın minimum 4 günü ve çocukların zamanının minimum yüzde 76’sı işletmede geçmektedir.

Milli Eğitim Temel Kanunu, madde 2 genel amaçlarda fıkra 2’de örgün eğitimin temel aamçları arasında “Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;” belirlenimleri yer almaktadır.

Gerek yasalardaki gerekse politika belgesinin tanımlar kısmındaki tanımları esas alırsak işletmelerde yapılanın staj dışında örgün eğitimden olmadığı, hatta eğitim değil meslek, iş, işletme, istihdam kapsamında yer aldığı açık değil mi?

ÇOCUĞA BEDEN EĞİTİMİ SANATSAL TEKNİK MANTIKSAL BİLİMSEL SOSYAL BİLGİ BECERİ GEREK, ÇIRAKLIK TÜMDEN AŞILMALI, MESLEK EDİNİMİ 18 YAŞ SONRASINA TAŞINMALI

Bugün çıraklığın pek anlamı bulunmadığı gibi bunun yerine artık fizik, kimya bilimler bilgisayar programcılıkları, mantık matematiğin geliştirilmesi, yabancı dil ve sosyal bilgilerin geliştirilmesi, bilim matematik dil, sosyal okuryazarlıklarının geliştirilmesi geçmiş bulunuyor. Çıraklığın tümden tasfiyesi ve mesleki eğitimin 18 yaş sonrasına taşınması gerekirken iş tersine döndürülmeye çalışılıyor. 21.yüzyılı bir yana bıraktık, 1300’lere, 1000’li yıllara dönme gibi bir terslik yaşanıyor, herkes uygarlığı artırmaya giderken biz tersine gidiyoruz.

SAFSATACILARI TASFİYE ETMEK GEREKİYOR, YOKSA ONLAR AKLI, BİLİNCİ, VİCDANI, TOPLUMU TASFİYE EDİYOR

Tüm bu yapılanlar; ahilik, din, medrese altında çocukların zihnini ele geçirmek, gözlerine at gözlüğü takmak, görülerini vicdanlarını köreltmek anlamına geliyor maalesef. Safsata yapanın hata ve eksiği olarak kalsa sorun yok da her safsata bir realiteyi/hakikati çarpıtmaya, safsata üzerinden belli bir çıkar düzenini veya kirli düzenini sürdürmeye yönelik bulunuyor. Safsata tasfiye edilemezse akıl, bilim, vicdan tasfiye ediliyor maalesef. Aklı bilimi vicdanı toplumu savunmanın en ciddi yollarından biri, safsatacıları tasfiye edebilmekten geçiyor.

                                                               /././

Sermaye sadece ekmeğimize değil, yüzyıllık haklarımıza da saldırıyor -İhsan Çaralan-

Türk-İş, 20 Ağustos günü 81 ilde Türk-İş’in temsilcilikleri önünde basın açıklamaları yaptı.

Basın açıklamalarında işçiler Türk-İş tarafından hazırlanan bazı talepleri içeren pankartlar taşırken, okunan metin ise Türk-İş merkezinden hazırlanmıştı.

Ortak metinin ana ekseni “Geçinemiyoruz” ve “Vergide adalet istiyoruz” başlıkları. Bu eksen etrafında taleplerin sıralandığı açıklamada “Geçinemiyoruz” deniyor ve geçim sorununun nedeni yetersiz ücret ve maaşlara bağlanıyor. Ancak işçi ve emekçilerin ücretlerine “ek zam” yapılması konusunda somut bir ifade yer almıyor.

Sadece İstanbul’daki açıklamada ortak metnin dışına çıkan Türk-İş İstanbul Bölge Temsilcisi Halil Fakı, “Yılbaşından günümüze kadar her şeyin fiyatı iki kat arttı. Bunun sebebi kim? Bizi yöneten siyasi iktidardır” diyerek açıklamada iktidar ve politikalarını hedefe koydu.

Ankara’da Türk-İş önünde yaplan basın açıklamasında konuşan Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay ise “Sendikacılar olarak toplumun sıkıntılarını dile getirmeye devam edeceğiz. Siz duyana kadar Türkiye'nin 81 ilinde bu sıkıntıları dile getirmeye devam edeceğiz” diyerek sendikasız işçiler, asgari ücretliler ve emeklilerin taleplerini de savunduklarını dile getirerek iktidarı uyardı.

“26 Ağustos'ta Çerkezköy, 3 Eylül'de Zonguldak'ta miting yapacağız” diyen Atalay, “Meclis açıldıktan sonra Ankara'da Türkiye'nin en büyük mitingini yapacağız” diyerek sözlerini tamamladı.

PROGRAMIN KOÇBAŞI ÜCRET ARTIŞLARINI ‘BEKLENEN ENFLASYON’A ENDEKSLEME!

Ekonomi Yazarı Erdal Sağlam 17 Ağustos 2024 tarihli köşesinde, Merkez Bankası (MB) Başkanı Fatih Karahan’ın geçen ay Londra’da yabancı bir aracı kurumun düzenlediği toplantıda yatırımcılardan (Siz faiz baronları olarak anlayın) gelen, “Çalışanlara ve emeklilere yılbaşında yüzde kaç zam yapılacağı” sorusuna verdiği yanıtta, 2025 yılı için belirledikleri enflasyon hedefinin yüzde 14 olduğunu söyledikten sonra “Karahan, ‘Biz de hesabımızı buna göre yapıyoruz, yılbaşı zamları yüzde 15, en fazla yüzde 20 oranında yapılacak’ demiş” diye yazdı.

Erdal Sağlam’ın bu konuda yazdıkları Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından çok hızlı bir biçimde yalanlandı.

Ama, yüzde 15-20’lik zam sorunu aslında yeni ve bir şey değil. Tersine daha eylül 2023’te Bakan Mehmet Şimşek açıkça “Bundan sonra ücret düzenlemeleri hedef enflasyona göre yapılacak” demişti. Ancak 31 Mart yerel seçimleri nedeniyle Erdoğan’ı ikna edemediği için hayalini ertelemek zorunda kalmıştı.

Nitekim seçimden sonra Şimşek bugüne kadar programlarının “hazırlık dönemi” olduğunu; artık uygulama dönemine geçeceklerini açıklamıştı.

Kısacası emekçilerin ücret ve maaşlarını enflasyonun altında tutarak enflasyonun düşürüleceğini esas alan Erdoğan-Şimşek programının ücret ve maaşlara zammı da beklenen enflasyona endekslemesi elbette şaşırtıcı değil. Buna tek engel, işçi ve emekçilerin birleşerek boğaz sıkma programına karşı ortak bir mücadeleye girmeleridir.

HAKLARA YÖNELİK SALDIRI KAPSAMLI VE SERT!

Türk-İş’in 81 ilde basın açıklama yapması, Çerkezköy ve Zonguldak’ta miting kararları alması, Meclis açıldıktan sonra Ankara’da büyük bir miting yapılacağının açıklanması, Hak-İş’in de 23 Ağustos’ta (bugün) Kayseri’de bir miting yapması elbette ki önemlidir.

Ancak işçi sınıfının ve emekçilerin karşı karşıya olduğu sorunlar sadece konjonktürel bir “geçinememe” ve “vergi adaleti” talepleri ile ilgili değil. Tersine işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin temel kazanımları tehdit altındadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

* AKP Meclis Grubu, üstünde çalışmaya başladıklarını açıkladıkları sosyal güvenlik yasasının değiştirilmesini amaçlamaktadır. Amaç yasadaki çelişkilerin giderilmesi adı altında emeklilere maaş bağlama oranının yüzde 15-20’lere düşürülmesi, kıdem tazminatı fonunun kaldırılması, “tamamlayıcı emeklilik sistemi” adı altında “bireysel emekliliğin” tek seçenek olarak dayatılmasıdır. 1 Ekim’de başlayacak yeni yasama döneminde bu düzenlemenin Meclise getirileceği belirtilmektedir.

*Patronların 24 Ocak 1980’den beri hayalini kurduğu esnek çalışmanın yasal bir dayanağa kavuşturulması için yapılan hazırlıklar Kabinenin gündemine kadar gelmiştir.

*Aralık ayında belirlenecek emekli maaşları ve asgari ücret ile bundan sonra yapılacak kamu ve özel sektör TİS’lerinde ücret ve maaş zamlarının “beklenen enflasyona” bağlanması iktidar için belirleyici mahiyette olacaktır.

İşçi-emekçilerin haklarına yönelik saldırı böylesine kapsamlı, dolaysız ve serttir! Üç konfederasyonun yöneticileri de bu gelişmeleri bizlerden iyi bilmektedir.

9 Temmuz 2024 günü bir araya gelerek yayımladıkları 10 maddelik ortak deklarasyon bu gelişmeleri elbette bildiklerini göstermektedir. Nitekim eğer 10 maddede ifade edilen talepler iktidar ve sermaye tarafından dikkate alınmazsa üç konfederasyon birlikte mücadele edeceklerini ilan etmişlerdi.

SENDİKALARIN SEFERBER ETME SORUMLULUĞU

Aradan geçen iki aya yaklaşan sürede iktidar 10 maddelik talepler manzumesini umursamadı. Ama ne yazık ki o günden beri üç konfederasyonun genel başkan ve yöneticileri bu talepleri kendileri ilan etmemiş gibi bu konuda hiçbir girişim yapmadı. Ve şimdi üç konfederasyonun gele gele, ayrı ayrı ve sonuçta basın açıklamaları ve birkaç miting yapmaya geldikleri görülmektedir.

9 Temmuz 2024’te “ortak talepler etrafında ortak mücadele” diyerek yola çıktıkları süreci bugün ayrı ayrı mitingler yaparak “yasak savma”ya dönüştürecekleri izlenimi veren konfederasyon temsilcileri emek kamuoyunda oluşan “Neden böyle yapıyorsunuz?” sorusuna yanıt vermek zorundadırlar.

İçinden geçtiğimiz dönem, işçi sınıfı ve tüm emeği ile geçinen toplumsal kesimlerin sadece bugünkü yaşamı ile ilgili acil taleplerine değil yüzyıllık kazanımlarına yönelik kapsamlı bir saldırı dönemidir. Bu belayı defetmenin gerçekçi tek yolu ise saldırının hedefi olan tüm toplumsal kesimlerin, tüm emek güçlerinin ortak mücadelesidir. Bu yaklaşımla ele alınmayan mücadele girişimlerinin başarılı olma şansı yoktur.

Bu yüzden üç konfederasyon 9 Temmuz toplantısında aldıkları kararların ötesine geçerek kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları da dahil; emek ve meslek örgütleri başta olmak üzere tüm emek güçlerini seferber etmek gibi reddedemeyecekleri bir sorumlulukla da karşı karşıyadır. Hiçbir gerekçeyle de bu tarihsel sorumluluktan kurtulamazlar.                                 

                                                           /././

Bağlantılar | Açlık kuleleri, esneklik yalanı, belirsizlik köleliği -Pınar Öğünç-

                                         Eser: Yüksel Arslan, Arture153, Kapital II A, El

Bir şey oluyor. Kendi hayatlarımızda tanık oluyoruz, ücretli çalışmanın hikâyesi tüm dünyada ama derin ekonomik krizin hızlandırıcı etkisiyle Türkiye'de daha fazla, başka bir yere evriliyor. Ama bir şeyler 14. yüzyıldan beri hep oluyor.

DİSK Araştırma Merkezi'nin (DİSK-AR) 2024'ün ikinci çeyreğine dair raporu herkesin ayakta durmaya çalıştığı yere göre farklı şiddette hissettiği genel manzaraya dair insanı sarsan veriler ortaya koyuyor. Hesap kriterlerinin genel sorunları dışında TÜİK'in istatistiklerinde işsizliğe odaklanması, olup biten o “bir şeyleri”, işgücü piyasalarındaki değişimleri yansıtmakta aciz kalmasına neden oluyor. Bu bir zaaf ya da bir yöntem farkı değil elbette, manipülatif bir hamle. Buna karşılık DİSK-AR bir süredir Kayıtlı ve Tam Zamanlı İstihdam adıyla alternatif bir istihdam hesabı yapıyor. Bu minvalde Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarını içeren istatistiklere göre çalışabilir durumda olan nüfusun SADECE üçte birinin tam zamanlı ve sigortalı bir işi var. İnanılmaz. Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 27,3. Asgari ücretin normlaşmasını ve toplumun geneline yayılışını da hesaba kattığınızda yaygın yoksullaşmanın tablosu rakamlarla biçimleniyor.

                                                    *

Bu, yakın geçmişimizin ahvali; yakın geleceğe dair haberlerse bir tür nabız yoklama olarak paylaşıldı. Esnek çalışmanın yaygınlaşması, belirli süreli iş sözleşmelerinin kolaylaştırılması yönünde bir “müjde” bu. Bu tür sözleşmelerde şimdiye dek “belirsizliği” anlamlı kılacak bir proje esası aranıyordu, birini ancak belirli bir proje için tam istihdam etmeden çalıştırabiliyordunuz. Şimdi bunun kalkması, hatta işverenin paşa gönlüne göre uzatması ihtimalleri konuşuluyor. Genç işsizlere çare olarak düşünülen bu esnekliğin misal MESEM'lerde daha okurken çıraklaşmış bir genç ya da yeni bir üniversite mezunu için ne anlama geleceğini hepimiz iyi biliyoruz. DİSK-AR'ın son verilerine göre 15-24 yaş arası genç nüfusta geniş tanımlı işsizlik yüzde 36,2. İstikrarla sayıları artan genç kadın işsizler için de “müjde” olmalı bu.

                                                    *

Fazla didaktik bulunabilecek mesaj içerikli kurmaca bir eserde uydurulmuş gibi. Tüm bunların konuşulduğu yer Yatırım Ortamını İyileştirme Kurulu. Saklı gizli yok. Gaye yatırımı arttırmak, aşikâr ki taraf sermayeninki. Çalışan Haklarını Budama Kurulu da olabilirdi adı. Sermayenin kendi konumunu iyileştireceği yerden çalışan lehine bir karar çıkması ihtimali var mıdır?

                                                    *

Sözlüklerde “esnek” kelimesinin karşılığında “Bir dış gücün etkisi altında uzama, kısalma, eğrilme vb. biçim değişikliklerine uğradıktan sonra, etkinin kalkmasıyla eski biçimini alabilme özelliğinde olan” yazıyor. Çalışma hayatına “esnekliğin” yoğun olarak girişi 20. yüzyılın sonlarında, daha ziyade beyaz yaka ofis dünyasında çalışma saatlerini yeniden düzenlemenin, çalışanlar tarafından bir talep olarak yükselmesiyle belirmişti. On, on beş yıl öncesine ait kimi internet iç dökmelerine ve bu hassasiyetle yapılan haberlere baktığınızda ise ekseriyetle “esneklik yalanı” minvalinde bir temanın baskın çıkıyor. Üzerine pandemi tuz biberiyle iş-özel hayat dengesinin çalışan aleyhine kurulamayışının, çalışma saatlerini ve koşullarını seçme “özgürlüğünün” kapitalizmle sınandığında gerçek hayata nasıl yansıdığını ifşaatı bunlar. “Esnek”in bir dış gücün etkisiyle, ki o gücün adı belli, “müphem”e evrimi.

                                                    *

“İş”e ücretli kölelik denmesi kimilerine göre bir solcu mübalağası ya da fazla didaktik bulunabilecek kurmaca bir eserde uydurulmuş bir tamlama gibi. Oysa günümüz sanayi toplumuna kadar emeğin statüsü, başka bir seçeneği olmayan, gününü kurtarmaya uğraşan ve toplumun en değersiz kesimine layık görülen ücretli çalışmanın tek seçenek haline gelişinin evrimi yönünde değişmiş hep. O avareler, dilenciler, gezgin serseriler düpedüz cebren ücretli çalışana dönüştürülerek bugünün proleterinin çekirdeği oldular. Kölelikten farkı kendini ezdirecek patronu seçme özgürlüğüydü o günden bakınca, işsizlik bu “özgürlüğü” bile elden aldı.

                                                     *

Bir şeyler oluyor ve hakların tanımlanması, “belirsizliğin” giderilmesi için işçilerin geçen yüzyıl boyunca verdiği mücadelenin kazanımları eriyor. Esneklik ve güvencesizlik yaygınlaştıkça ve “iş”le özdeşir hale geldikçe, 21. yüzyıla mahsus iş göçerleri, gündelik yaşamaya mahkum mecburen avareler oluşuyor. Başa dönmüyoruz, tarih öyle işlemiyor, ama hikâyenin nereye akacağında ücretliler toplumunun vereceği karşılık önemli olacak. Şu an depolardan marketlere, özel okullardan fabrikalara farklı yerlerde süren işçi eylemleri, grevler umut verdiği kadar bu açık saldırılara karşı genel sessizliği yüze vurdukları için de düşündürücü.

                                                       *

Cebren ücretli hale getirilmek derken misal 16. yüzyılda buna başkaldıran “aylakların” su dolu mahzenlere kapatıldığını, boğulmamak için durmaksızın suyu pompalamak zorunda kalışlarını anmak lazım. Ya da 19. yüzyılda yapacak iş bulunamayan İrlandalı yoksullara patates hak etmeleri için dayatılan “açlık kulelerini”. Hiçbir işe yaramayan bu patates kulelerini inşa ediyorlar, yükselince yıkıp bir daha başlıyorlar.

Buraya Dante'nin İlahi Komedya'da dünyadaki cehennemi tarif ederken andığı Açlık Kulesi bağlanıyor. Suçları ve günahları yüzünden çocuklarıyla bir kuleye kapatılan Kont Ugolino'ya açlığın ettiği, bir süre sonra çocuklarının “Baba bizi ye, hepimiz kurtulalım” deyişi.

Jonathan Swift'in İrlanda'daki yoksulluğu önlemek için “mütevazı önerisi” ikisini birbirine bağlıyor: Çocukları yemek ailelerine ve ülkelerine yük olmalarını engelleyebilir! İşte didaktik olmayan kurmaca, en az olup biten her şey kadar makul bir öneri.

Not: İlk andığım açlık kuleleri Robert Castel'in Ücretli Çalışmanın Tarihçesi'nden. İletişim Yayınları, çeviri Işık Ergüden.

                                                         /././

‘Söyleyene değil, söyletene bak’ ya da tepkileri geçiştirmek! -Sultan Özer-

Başta Erdoğan ve Mehmet Şimşek iktidarının “Enflasyon düşüyor”, “Ekonomide iyiye doğru gidiyoruz” söylemleri her gün kafamızı ütülese de söylediklerine kendilerinin de inanmadığı bir ekonomik kriz ile karşı karşıyayız. Öyle ki bugün aldığını ertesi gün aynı fiyattan alamadığın bir pahalılaşma, yaşamın gittikçe zorlaşması, alım gücünün gittikçe düşmesi, üreticilerin para etmeyen ürünlerini kamyonlarla yollara dökmesi, birleşemese de ülkenin dört bir yanından yükselen “Geçinemiyoruz” sesleri…

Temmuz ayı için öngörülen artışlar sonrası en az 35 yılını çalışarak geçirmiş biri SGK’li ağustos ayında 14.171,83 TL aldı. Yani 15 bin lirayı bile bulmayan, zaten açlık sınırının çok altında asgari ücrete bile ulaşamayan bir aylık, “Harca harca bitmez” denir ama bir çırpıda biten bir gelir!

“İyiye giden” ekonomide, “Düşen, daha da düşecek” olan enflasyon ortamında nereden baksanız durum bu. Milyonlarca emekli bu durumda, hatta çoğunluğu da en düşük emekli aylığı olan 12 bin 500 lirayla geçinmek zorunda.

İktidar Meclis açıldıktan sonra Sosyal Güvenlik Yasası’nda değişikliğe hazırlanıyor ki aylık bağlama oranlarının daha da düşürüleceği bir düzenleme gündemde. Yukarıda örneğini verdiğim emeklinin, 2000 yılı öncesi aylık bağlama oranı yüzde 67, 2000-2008 arası, yani Sosyal Güvenlik Yasası’nda AKP’nin köklü değişiklik yaptığı yıl arasında bu oran yüzde 53, yasanın çıkmasından sonra ise yüzde 38... AKP yeni dönemde bu oranı yüzde 38’lerden yüzde 15-20’lere kadar düşürme planları yapıyor.

*   *   *

İşçilerin, halen çalışanların durumu ise bunun bir tık üzerinde. Kamuda çalışıp toplu sözleşmesine 6 ay kalan işçiler belki bu kadar düşük almıyor ama onlar da daha eline geçmeden kesilen vergilerle düşük maaşlara, ücretlere mahkum bırakılıyor. Onun içindir ki ülkenin dört bir yanından “Geçinemiyoruz”, “vergide adalet” sesleri yükseliyor. Onun içindir ki 9 Temmuz’da 10 maddelik talepler manzumesi açıkladıktan sonra iki ay üzerine yatan konfederasyon başkanları alanlara çıkmak zorunda kaldı.

*   *   *

Türk-İş 20 Ağustos’ta bütün illerde olduğu gibi Ankara’da da genel merkezi önünde basın açıklaması yaptı. Öncelikle açıklamanın işçilerin mesai saatinin devam ettiği 17.00 olarak belirlenmesi dikkat çekiciydi. “Özellikle bu saatin seçildiği, kontrol edemeyecekleri bir kalabalığın Türk-İş önüne gelmesinin istenmediği” gibi değerlendirmelerin de yapıldığı eyleme katılan işçiler, sık sık “Hükümet şaşırma, sabrımızı taşırma”, “Hak, hukuk, adalet işçilerle gelecek”, “Direne direne kazanacağız” sloganı ile iktidarı hedef alırken, “görevli”lerin başlatmasıyla da “Türk-İş nerede, biz oradayız” ya da “işte başkan, işte sendika” sloganları da atıldı.

Yıllardır Türk-İş’in sesi, soluğu çıkmadığı için belki unutulmuştur, Türk-İş binasının bulunduğu sokak öyle çok büyük bir sokak değil. Ama ona rağmen dolmadı, doldurulmadı. Gazetemizde dün çıkan işçi mektuplarından da anlıyoruz ki aslında işçilerin pek çoğunun haberi olmamış ya da çok geç olduğu için yeterli katılım sağlayamamışlar bu eylemlere.

*   *   *

Uzun uzun bu eylemi anlatmayacağım ama Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın ortak açıklama öncesi yaptığı konuşmaya değinmek istiyorum.

“Hepimiz işçi olarak, tulum giyerek yaşam mücadelesine başladık. Öyle bir noktaya geldik ki 1 milyon 400 bine yakın üyesi var. Ortalama 4 milyon aileyiz. Sayı olarak bu ülkede çoğuz, sıkıntı olarak en çok sıkıntı çeken topluluğuz” diye sözlerine başladı Atalay. Evet Türk-İş üyeleri ve diğer konfederasyon üyeleri dikkate alındığında bu ülkede çoklar, çoğunluklar. Şöyle bir harekete geçseler kimse duramaz karşılarında, tek adam iktidarı bile… Ama işte sorun burada, harekete geçmiyorlar, çünkü iktidar ile ilişkileri buna izin vermiyor.

Devam ediyor Ergün Atalay, “Memur-işçi ayrımı yapmadım, memur çok almıyor biz az alıyoruz, az haberiniz olsun” ve sözleri “Direne direne kazanacağız” sloganı ile kesiliyor:

“Ocak ayında aldığımızı nisanda, nisanda aldığımızı temmuzda almıyoruz” derken Atalay, “Vergide adalet istiyoruz” sloganı yükseliyor ve Atalay sürdürüyor sözlerini: “Bu sesi duyması gerekenler duysun.” Duyması gerekenler kim, onu söylemiyor…

Atalay “ucube sistem” dediği bu vergi sistemine ve ücretlerin düşüklüğüne karşı pazartesi Trakya’da, sonra Zonguldak’ta miting yapacaklarını duyurdu. Diğer konfederasyonlarla ortak açıklamaya atıf yaparak, “Gelin beraber hareket edelim dedik. 2025 bütçesi açıklanmadan önce, Ankara’nın göbeğinde olacağız, Türkiye’nin en büyük mitingini yapacağız, haberiniz olsun” diye seslendi. Anlaşılan Ankara mitingini üç konfederasyon ortak yapacak. Eğer o güne kadar iktidardan müdahale gelmez ise…

“Emeklinin, taşeronun, staj mağdurlarının, kadınların gözü bu binada... Oyun çağındaki çocuklar, 10-14 yaşındaki çocuklar pamukta, fındıkta. Kurban olayım bu doğru bir bakış mı? Okumaları gerekiyor. Oyun parklarında olması gereken çocuklar çalışıyorlar” diye seslenen Atalay, bütün konuşması boyunca ne milli eğitim bakanına ne Erdoğan’a ne de iktidara yönelik bir söz söyledi: “Alandan sesleniyorum, uyarılarımızı, taleplerimizi kale alın, sızıntılarımızı giderin. Siz duyana kadar 81 ilden seslenmeye devam edeceğiz.” Peki ama bu “siz” kim, ona hiç değinmedi.

*   *   *

Atalay “Türk-İş sizsiniz. Kime inanıyorsanız, kimi istiyorsanız Allah aşkına onu seçin, seçtikten sonra da öbür seçim dönemine 6 ay kalana kadar kapı gibi yanında durun. Sandık geldiğinde de istediğinizi getirin.

Ama ondan sonra başınıza getirdiğinizin ne olur yanında durun. Zaman zaman bazı yerlerde arkadaşlarımız kendi evini taşlıyor. Onlara fırsat vermeyin. Onlar sermayenin eline koz veriyorlar” sözleriyle Türk-İş’in ve diğer konfederasyonların tabandan işçilerin bastırması ile harekete geçtiğinin ipuçlarını da vermiş oldu.

Tabanın tepkilerini yükseltmesi konfederasyonları ne kadar harekete geçirir ne kadar birlikte hareket etmeye zorlar onu süreç gösterecek. Ancak şimdiden görülen bir şey var ki işçi ve emekçilerin, üretici köylülerin güç geçtikçe sesini daha da yükselttiği, daha çok alanlarda olduğu ve olacağı… Konfederasyon ve sendika yöneticilerinin de bunu gördüğünü düşünüyoruz.

                                                        /././

Dr. Erhan Keleşoğlu: NATO’dan Türkiye’ye biçilen rol şu aşamada kenarda beklemesi -Şerif KARATAŞ-

Dr. Erhan Keleşoğlu: Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO'yu karşısına alacak, yani o kolektif güvenlik örgütünü tam anlamıyla karşısına alacak tutumdan kaçınıyor.”

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, İsrail ordusunun Gazze’ye yönelik saldırılarının başladığı 7 Ekim 2023’ten bu yana bölgeyi dokuz kez ziyaret etti. Bu ziyaretler “ateşkes”, “barış” gibi kavramlarla çevrelense de genellikle İsrail’e destek düzeyinde kaldı.

Bu ziyaretleri konuştuğumuz Dr. Erhan Keleşoğlu, İsrail’in bölgedeki suikastlarının gerilimi tırmandırmasına da işaret ederek, Blinken’ın olası bölgesel savaş riskini azaltmak istediğini söyledi. ABD’nin bölgeye askeri yığınak yaptığını da hatırlatan Keleşoğlu, ziyaretlerin asıl amacının ABD ve İsrail’in çıkarlarını korumaya yönelik olduğunu söyledi. Türkiye’nin NATO’nun lider ülkesi ABD’nin çıkarlarına ters düşmeyen bir çizgide kalmasının istendiğini de belirten Keleşoğlu, iktidarın da Gazze politikasını buna uygun mesajlar vererek yürüttüğüne vurgu yaptı.

Ortadoğu Uzmanı Dr. Erhan Keleşoğlu ile Blinken’ın ziyaretleri ve bölgedeki gelişmeleri konuştuk.  Keleşoğlu, Blinken'ın son ziyaretinin, Hamas Lideri İsmail Haniye’nin Tahran'da suikasta uğramasından sonra İran'ın misillemesi ve olası bir bölgesel savaş riskini azaltmaya yönelik olduğunu belirtti.  ABD’nin bölgedeki askeri yığınağına da dikkat çeken Keleşoğlu şöyle devam etti: “Bir yandan da diplomasi eliyle riski azaltmak ihtiyacını hissediyor. Çünkü Blinken şunu da biliyor ki, Netanyahu ateşkesten yana değil, savaşı uzatmak istiyor. Bunun farklı nedenleri var. Birinci nedeni, Netanyahu'nun kişisel, siyasal ikbali söz konusu. Netanyahu'nun isteği, mümkün olduğunca bu savaşı genişletmek, böylece uzun süre iktidarda kalmak. İkinci olarak İsrail, Filistin hareketini olabildiğince ezmek, uluslararası alanda kazanmış olduğu mevzileri yok etmemek için bu savaşı sürekli kılmak istiyor.”

Bunun çıkılmaz bir yol olduğunu söyleyen Keleşoğlu, “Tam da bu yüzden Blinken bölgeye ziyaretlerde bulunarak Netanyahu'yu ateşkese ikna etmek için elindeki kozları kullanmak istiyor, ama çok da başarılı olduğu söylenemez” dedi.

SUİKASTLAR BÖLGESELER SAVAŞ RİSKİNİ YÜKSELTİYOR

Son dönemde Filistin ve İranlı yetkililere yönelik suikastlar yaşandı. Bu suikastların sonuçlarına dair Keleşoğlu, “Bölgedeki gerginliğini arttırmaktan bölgeyi bir barut fıçısına çevirmekten başka bir sonuç doğurmuyor. Bölgesel savaş riskini arttırıyor” diye konuştu. İran’ın rejimin bekasını sağlamak için bölgesel ittifaklar kurduğunu hatırlatan Keleşoğlu, “Irak'ta, Suriye'de, Lübnan'da, Yemen'de kurduğu ittifaklar aracılığıyla bölgesel nüfuzunu artırma ve İslamcı rejimin bekasını sağlama arayışına girdi. Zira bölgesel nüfuzunun azalması İran açısından rejimin bekasına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak algılanıyor. Dolayısıyla İran, Hizbullah aracılığıyla, Husiler aracılığıyla İsrail'e diş göstererek bölgede önemli bir güç olduğunu hem uluslararası alana hem de içerideki muhalefete gösterme arzusunda” ifadelerini kullandı.

ÇİN DİPLOMASİYİ NUFÜZUNU ARTIRMAK İÇİN KULLANIYOR

Çin’in asıl olarak Uzakdoğu Asya'da bölgesel nüfuzunu artırma gayreti içerisinde olduğunu ve Tayvan'la da gerginliğin sürdüğünü belirten Keleşoğlu, “Çin'in Filipinler ile de zaman zaman gerginlikleri söz konusu ve ABD'nin bölgeye yaptığı yığınak malum. Çin açısından bölge aynı zamanda fosil yakıtlara kolay erişim kaynağı. O yüzden bu kaynaklarını devamlı kılmak için bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olma arzusunda. Aynı zamanda Çin'in bölgesel pazarlara, başta Avrupa olmak üzere lojistik açıdan bölgeye önem verdiği de malum. O yüzden diplomasi yöntemini kullanarak, yumuşak güç kullanarak o da bölgede nüfuzunu güçlendirme peşinde” diye konuştu. Ancak Keleşoğlu’na göre, Çin’in askeri olarak Ortadoğu’da (Batı Asya’da) bir nüfuz oluşturabildiğini söylemek mümkün değil.

"NATO TÜRKİYE’NİN KENARDA BEKLEMESİNİ İSTİYOR"

İran'ı çevreleme ve Çin'le mücadeleye ilişkin NATO kararları düşünüldüğünde, tüm bu gerilim içinde Türkiye'ye nasıl bir rol biçildiğine ilişkin sorumuza Keleşoğlu şöyle yanıt verdi:

“Türkiye bir NATO üyesi. Özellikle İran'ın nüfuzunun azaltılması için önemli bir ülke, NATO açısından. Ancak NATO'nun lider ülkesi ABD’nin bölgedeki çıkarları ve Türkiye'nin çıkarlarına ilişkin bir anlaşmazlık olduğu da ortada. Türkiye’ye biçilen rol esas itibarıyla NATO açısından şu aşamada kenarda beklemesi, en azından ABD çıkarlarına ters düşecek davranışlara girmekten kaçınması… Öyle çok büyük, NATO'nun ve ABD'nin tüm politikalarını bölgede hayata geçirme gibi bir misyon biçildiğini söylemek mümkün değil. Çünkü özellikle son 10 senedir ciddi çıkar farklılıkları olduğunu söylemek mümkün.”

Türkiye'nin son dönemde Irak ve Suriye'de attığı adımlara dair olaraksa, iktidarın güvenlikçi politikalar uyguladığına işaret eden Keleşoğlu, “Suriye ve Irak'taki politikaları da daha ziyade askeri ve güvenlik antlaşmalarına dayalı. Son dönemde hem Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle hem de Irak merkezi hükümetiyle yapılan anlaşmalar da güvenlik ve askeri iş birliğine yönelik anlaşmalar” dedi. Ankara’nın Rusya ara buluculuğunda Şam ile de görüşme arayışında olduğunu hatırlatan Keleşoğlu, “Esad rejimiyle bir yeniden ilişki testi için çaba gösterildi ama bu aşamada herhangi bir ilerleme katedilemedi” dedi.

BAKAN GÜLER’İN "NATO’YU KARŞIMIZA ALMAYACAĞIZ" MESAJI

Keleşoğlu, Milli Savunma Bakanı Güler'in “önceliğimiz NATO” açıklamasını şöyle değerlendirdi: "Türkiye'nin İsrail'e karşı tutumunda, Erdoğan hükümetinin içerideki sıkışmışlığı aşma gayretinin önemli payı olduğunu söylemeliyim. Çünkü ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Ve bu ekonomik krizi, kriz ortamında hükümetin siyaseten güç kaybettiğini 31 Mart yerel seçimleri sırasında da gözlemledik. Özellikle Yeniden Refah Partisi gibi İslami söylemleri dile getiren, daha radikal eleştiriler geliştiren ve AKP'nin eskiden bağ kurabildiği yoksul kitlelerle ilişkiyi kendine yöneltmeyi bilen bir partinin olduğu bir evrede Filistin meselesi Erdoğan hükümeti açısından başat bir yerde duruyor. O sebeple sert bir söylem kullanılıyor. Ancak İsrail’e karşı herhangi bir askeri veya zorlayıcı tedbirin gündemde olmadığını da söylemeliyiz elbette. Bu bağlamda Bakan Güler'in ‘önceliğimiz NATO’ açıklamasını malumun ilanı olarak görmek gerekiyor. Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO'yu karşısına alacak, yani o kolektif güvenlik örgütünü tam anlamıyla karşısına alacak tutumdan kaçınıyor. Çünkü NATO'nun lider ülkesi ABD'yle İsrail'in stratejik ittifakı çok belirleyici. ABD'yi böylesine doğrudan karşıya alacak eylemlerden Türkiye'nin de kaçınacağını ve NATO üyeliğinin altını bu bağlamda da çizdiğini söylememiz mümkün.”

                                                           /././

Bir kültürel değeri yaşatma sorunsalı: Reks (Rexx) Sineması -T.Gül Köksal-

İstanbul/Kadıköy’de konumlanan Reks (Rexx) Sineması’nın yaşatılması sorunsalı ulusal ölçekte bir yayın organında yer buluyorsa, olguyu daha da derinlikli sorunsallaştırmak önem kazanıyor. Zira gidişat o ki ve daha önce de defalarca yaşadığımız gibi, Reks Sineması’nın başına gelenler, başka yapıların başına da gelmeye devam edecek ve aynı reflekslerle varacağımız yer maalesef belli.

22 Ağustos 2024 tarihli Evrensel Gazetesi’nde yer bulan Şeyma Akcan’ın haberine konu olan Reks Sineması’nın yıkımı gündemde(1). Esasen bu haber yeni de değil. 2020’de Fırat Fıstık da yapının yıkımını ele almıştı(2). Akcan’ın haberinde de geçtiği üzere, yıkım kararı İstanbul 5 Numaralı Koruma Bölge Kurulu tarafından onaylandı ve Kurul yapıyı tescil etmedi. Yani ulusal envanter sistemine sokmadı. Haberin yeniden gündem olmasından sonra konu, bazı yayın organlarında da ele alındı(3). Ben de bu yazıda Akcan’ın haberine ilettiğim görüşleri tartışmaya açacak şekilde sorunsallaştırmak istiyorum.

Yazının “bir kültürel değeri yaşatma sorunsalı” başlığına konu olan Reks Sineması’nın mimarı Maruf Önal ve 20. yüzyıl modern mimarlık mirası kapsamından başlayarak, yapının mimari niteliğine dek detaylı olarak irdeleyebiliriz. Bunları, incelikli bir biçimde ele alan Arbil Ötkünç, Burcu Selcen Coşkun vd. akademisyenlerin çalışmalarından izlemek mümkün(4). Pınar Sezginalp’in yazısı da yapının tarihi ve mimarisi hakkında önemli bilgiler sunuyor(5).

Akcan’ın haberi için hazırladığı ve buraya da eklediğimiz kolaj görseli, sinemanın eski-yeni haliyle birlikte isminin de dönüşümünü gösteriyor. Eski görseldeki “Reks”, yeni görselde “Rexx” olmuş. Neden derseniz; işletme sahibi Viron Anas’a göre, Paris’teki “Grand Rex” Sinemasına öykünen ilk ismi, “x” harfinin Türkçe’ye “ks” olarak geçmesiyle önce Reks olmuş, yeni salonlar eklenerek yapı büyütülünce de ikinci bir “x” harfini almış, ama bu sefer Rekss yerine Rexx denilmiş(6). Değişim sadece isim veya mekânsal büyüklükte de değil, yapının tiyatrodan dönüşümü de bu hikâyeye dahil. Ve artık yeni bir dönüşümün eşiğindeyiz…

Şimdi metnin bütünlüğünü sağlamak amacıyla -tekrarlama pahasına- Akcan’ın haberine ilettiğim bazı görüşleri de buraya ekleyerek sorunları açmak istiyorum;

Sorunsal 1: Emek Sineması gibi Reks Sinemasını yaşatmak için de bir toplumsal direniş olabilir mi?

Reks (Rexx) Sineması her ne kadar mimarlık tarihinde önemli bir yer edinmiş, mimarlık eğitimi ve meslek örgütünde görevler almış Maruf Önal’ın eseri olması, mimarı adına meslek örgütü tarafından anma programı düzenlenmesi, modern mimarlık ürünü olarak tanımlanması, inşa edildiği yerdeki katmanlı tarihi dokuyu sürdürmesi ve farklı dönem müdahaleleriyle birlikte mekân tasarım niteliğini koruması gibi değerlere sahip olsa da toplumsal hafızadaki kullanımı da ayrı bir değer.

Yapı bir süredir yıkım talebi nedeniyle kullanım dışı. Kadıköy Çarşı yakınında, son derece aktif bir eğlence hayatının göbeğinde yer alan yapının kullanım değeri, değişim değeri karşısında geri plana atıldı. Gündelik yaşamın aktığı konutlar vb. yapılar gibi, kültürel değer taşıyan yapıların başına da bunların gelmesi kaçınılmaz. Zira kentleşme politikası bu şekilde işliyor. Hele de Kadıköy gibi toprak değerinin çok yüksek olduğu yerlerde.

Deprem gibi bir doğal olaya karşı yapının kullanımı öncelense, yapının iyileştirilmesi, gerekli statik güçlendirmelerinin yapılması elbette mümkün olurdu. Ancak daha önce Serkldoryan Bloğu ve Emek Sineması, Narmanlı Han, AKM, Mecidiyeköy Likör Fabrikası vb. örneklerde gördüğümüz üzere yapıyı güçlendirmek yerine yıkmak tercih ediliyor, çünkü yeni imar imkânlarından faydalanma olasılığı olacak bu şekilde.

Kültürel değerlerin korunması, yaşatılması, toplumsal bir karşılık buluyorsa anlamlı. Tarihi yapıların veya alanların, onları üreten toplumlarla organik bir bağı varsa, halklar halen bu değer üretiminin parçası ise, gündelik hayatlarının aktığı, karşılıklı bir değer atıf süreci varsa, diğer bir deyişle somut olan ögeler, somut olmayan değerlerle eş bir şekilde işliyorsa, yani metalaşmadan azade bir ilişki tesis edilebilmişse, zaten koruma dediğimiz şey de kendiliğinden süregidiyor demektir.

Reks Sineması, Kadıköylüler ve elbette sadece oranın ahalisi de değil, o yapıyı kullananlar, kullanmak isteyenler için bir değer olduğu müddetçe yaşayacaktır da. Yapıyı korumak için ilgili koruma kurulunun tesciline güvenmenin yetmeyeceğini, nice ulusal tescil altındaki yapının başına gelenler üzerinden biliyor olmamız lazım. Kaldı ki bu karar, kurul üyelerinin, kurul oluşum sisteminin, koruma yasasının, yasanın uygulama biçimlerinin vb. tartışılması gerektiğinin göstergesi.

Kapitalist kentleşme politikası kullanım değeri yerine dönüşüm değeri üzerinden ilerliyor ve bu bağlamda kültürel değer de ya metalaşma yoluyla bir artı değer üretim aracı haline geliyor ve o değeri üreten toplumdan, halklardan koparılıp piyasaya sürülüyor, ya da yukarıda saydığım örnekler gibi, tamamen yıkılıp kopyası inşa ediliyor.

Emek Sineması için ciddi bir toplumsal mücadele oldu ve ardından Gezi Direnişi gerçekleşti. Bu bağlamda Reks’i yaşatmak için de bir toplumsal direniş gerçekleştirebilecek zamanlarda olup olmadığımızı sorunsallaştırmayı önemli buluyorum.

Sorunsal 2: Akademik ve mesleki kurumların -meli, -malı ile biten açıklamaları bizi nereye taşır?

Koruma kurumları Reks Sineması için de bir bildiri yayımladı, açıklamalar yaptı (7). Ancak biliyoruz ki, hayat sokakta ilerliyor. Meslek insanları konuyu salt bir uzmanlık alanı olarak ele alıyorlar ve bu tutum çoğunlukla sahadan kopuk ilerliyor. Hatta nice örnekte olduğu üzere, uzmanlar bile müellifi veya danışmanı oldukları projeleri kamuoyuna açık, tüm şeffaflığı ile tartış(a)mıyorlar. Öte yandan sahadaki mücadele sadece hükümet ve sermaye grupları tarafından değil, uzman kurumlarca da gitgide marjinelleştiriliyor. Bu ikili durumun dönüştürücü bir şey üretmesi mümkün mü?

Sorunsal 3: Peki şimdi ne yapmalı?

En kısa ve doğrudan cevap, sorunsal 1 ve 2’nin ilişkiselliğini kuracak yeni yollar üretmek. Bu yolları üretmeye açık zeminler kurmak, dert edenlere alan açmak…

 1. https://www.evrensel.net/haber/526139/reks-sinemasinin-yikimi-kent-belleginin-kaybi

2. https://birartibir.org/kadikoyun-orta-yeri-sinema/
3. Açık Radyo programı; https://acikradyo.com.tr/kulturel-miras-ve-koruma-kim-icin-ne-icin/rexx-sinemasini-da-kaybetmeyelim; DOCOMOMO, ICOMOS_TR, KORDER ve TMMOB MO İstanbul Büyükkent Şubesi ortak açıklaması: https://www.mimarizm.com/haberler/gorus/rexx-sinemasi-modern-mimarlik-mirasi-olarak-korunmalidir_138185
4. Burcu Selcen Coşkun, 2010, İstanbul Reks Sineması (Poster bildiri), DOCOMOMO_TR Ulusal Çalışma Grubu Poster Sunuşları, Eskişehir.
5. http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=414&RecID=4410
6. agy
7. DOCOMOMO, ICOMOS_TR, KORDER ve TMMOB MO İstanbul Büyükkent Şubesi ortak açıklaması: https://www.mimarizm.com/haberler/gorus/rexx-sinemasi-modern-mimarlik-mirasi-olarak-korunmalidir_138185

                                                                            /././

Bahçeli’nin çözümü demokratik haklara saldırı! -Yusuf Karadaş-

Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe Başkanı Ali Koç ile görüşen MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin odasındaki “17-25 Aralık saati”, Cumhur İttifakındaki ortağından Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yeni bir ‘uyarı mesajı’ olarak okundu. Ancak Bahçeli, sosyal medya hesabı X üzerinden bu iddialara “FETÖ’nün ne 15 Temmuz silahlı kalkışmasını ne de 17-25 Aralık kumpasını hatırımızdan ve gündemimizden çıkarmak mümkün değildir” diyerek yanıt verdi ve bu fotoğrafın aslında Cumhur İttifakına bağlılığın bir ifadesi olduğunu söyledi.  Malazgirt zaferi kutlamaları için hafta sonu Ahlat’ta bir araya gelecek olan Erdoğan ve Bahçeli, Cumhur İttifakının “Şanlı geçmişin mirasçısı olarak ve güçlü bir şekilde devam ettiği” mesajını verecekler. 

Şurası açıktır ki, Bahçeli’nin dün iktidardan yolsuzlukların hesabını sormak için sabitlediğini söylediği saatin bugün ülkenin en büyük sermaye gruplarından birinin temsilcisiyle yaptığı görüşmede yeniden “görünmesi” ne tesadüftür ne de Bahçeli’nin söylediği gibi “FETÖ kumpasına dikkat çekmek” içindir. Aksine sergilenen fotoğraf Cumhur İttifakı içinde son dönemlerde daha da açığa çıkan çelişkilere ve ancak sonrasında yapılan açıklama ise, bu çelişkilere rağmen ittifak ortaklarının temsil ettikleri en gerici ve saldırgan sermaye güçlerinin çıkarları temelinde birlikte yürüme zorunluluğuna işaret ediyor. Bu bakımdan “17-25 Aralık saati” tartışmasının hemen ardından Bahçeli’nin yaptığı yazılı açıklamaya ve bu açıklamada gündeme getirdiği “önerilere” dikkat çekmek gerekiyor.

Bahçeli, yaptığı yazılı açıklama ile “DEM Parti’li milletvekillerinin maaşlarının kesilerek şehit ailelerine aktarılmasını, dokunulmazlıkların kaldırılmasını, Mecliste kürsü dokunulmazlığının sınırlanmasını ve Anayasa Mahkemesinin ya yeniden yapılandırılmasını ya da kapatılmasını” öneriyordu. Meclisin tamamen ‘sembolik’ bir organa dönüştürülmesini ve iktidarın kararlarını tartışacak yüksek yargı kurumlarının tasfiyesini amaçlayan bu önerilerle Bahçeli, Cumhur İttifakının faşist bir rejim inşası yönünde ilerlemesi gereken hattı da yeniden belirliyordu.

Burada bir diğer dikkat çekici nokta da işçi-emekçilerin zamlardan şikayet etmesini, insanca yaşayacak ücret istemesini “soğan edebiyatı, patates tantanası” diyerek eleştiren Bahçeli’nin emeklilerin 12 bin 500 lira aldığını DEM Parti milletvekillerinin maaşlarının tutarını hesaplarken hatırlamasıdır! Ancak emekliler yetmez; Bahçeli, DEM Parti’li milletvekillerinin maaşlarını yüksek enflasyon karşısında eriyen ücretlerine temmuz zammı isteyen işçilere, ürününü satamadığı için isyan edip eylem yapan çiftçilere de dağıtsın!

Bir yanda milyonlarca işçi-emekçi TÜİK verilerine göre bile yüzde 60’ın üzerinde olan enflasyon karşısında ezilirken her yıl milyarlarca lirayı bulan vergi borçları silinen Türkiye’nin en büyük 500 şirketi 2023’te önceki yıla göre net kârlarını yüzde 77.2 artırarak 965 milyar 800 milyon liraya çıkartıyor. Ama Bahçeli, DEM Parti’li milletvekillerinin maaşlarını hesaplayıp emeklilere dağıtmakla uğraşıyor. Çünkü tam da Kürt sorununu bir “terör sorunu” gibi göstererek ve Meclis çatısı altında demokratik çözümü savunan DEM Parti milletvekillerini hedef yaparak bu sömürü ve yağma düzeninin üstünü örtmeye çalışıyor. Başka bir deyişle Kürt sorununu yayılmacı emeller ve baskı yasaları üzerinden faşist rejim inşasının dayanaklarından biri ve bu sorun üzerinden kışkırttığı şovenizmi de vahşi kapitalist sömürünün ve sınıf çelişkisinin üstünü örtmenin bir aracı haline getirmeye çalışıyor.

Yaşadığı ekonomik ve siyasal sıkışmışlık arttıkça iktidar bloku içindeki çelişkiler de daha görünür hale geliyor. Erdoğan iktidarının işçi sınıfı ve emekçi halka karşı bir saldırı programı olan ‘Şimşek programı’nın uygulanabilmesi ve yeni anayasa yapımı konusunda elini güçlendirmek için CHP ile “yumuşama” hamlesini yapması ile Sinan Ateş ve Ayhan Bora Kaplan gibi emniyet, yargı, mafya ve siyaset ilişkilerini ortaya koyan davaların gündeme gelmesini ve bunlara karşı Bahçeli’nin rahatsızlığını yansıtan mesajlarını bu çelişkinin son dönemlerde öne çıkan yansımaları olarak değerlendirebiliriz. Ancak her iki tarafın birbirlerine karşı ellerini güçlendirmeye yönelik hamlelerinin sınırlarını, temsil ettikleri en gerici ve saldırgan sermaye güçlerinin çıkarları temelinde birlikte yürümek zorunda oldukları; birbirlerine muhtaç durumda bulundukları gerçeği belirliyor. Dolayısıyla bu çelişkilerin çözümünü de bu gerici çıkarlar temelinde işçi sınıfı ve halka karşı daha saldırgan politikalara sarılmakta, faşist rejim inşası yönünde yeni adımlar atmakta buluyorlar.

Bahçeli’nin eski partidaşı ırkçı Zafer Partisinin Lideri Ümit Özdağ, Koç’un Bahçeli’yi ziyaretinde “gözüken” ‘17-25 Aralık saati’ için “Parlamenter demokrasiye dönüş süreci başlamış durumda” yorumunu yapmıştı. Ümit Özdağ, Sinan Oğan ve geçtiğimiz günlerde Erdoğan ile görüşen Meral Akşener gibi gerici burjuva güçler iktidar bloku içindeki bu çelişkilere umut bağlayabilir ve bu çelişkiler üzerinden kendilerini pazarlamaya çalışabilirler. Ancak ülkedeki emek ve demokrasi güçleri için esas olan bu çelişkiler değil, iktidar blokunun sivri ucunu kendilerine yönelttiği ve faşist rejim inşasını da hedefleyen ekonomik ve siyasal alandaki çok yönlü saldırılarıdır.  

Bahçeli’nin “terörizmle mücadele” adı altında milliyetçi-şoven saldırganlığı yeni bir boyuta taşımaya ve Meclisten Anayasa Mahkemesine kadar her türlü demokratik kazanımın tasfiyesine dayanan önerilerini Erdoğan ve Bahçeli’nin Ahlat’taki Malazgirt zaferi kutlamalarında şanlı geçmişin mirasçısı büyük devletin temsilcileri olarak verecekleri ‘birlik’ fotoğrafı tamamlıyor. İktidar blokunun ülkeyi faşist bir rejime doğru sürüklemesi karşısında bütün emek ve demokrasi güçlerinin de demokratik, insanca yaşanabilecek bir gelecek için güçlerini ve mücadelelerini birleştirmek dışında bir seçenekleri bulunmuyor.

                                                          /././

Almanya yeniden ABD’ye nasıl bağımlı hale geldi? -Yücel Özdemir-

Emperyalist devletler arasındaki çelişkiler derinleşip savaşlara dönüştüğünde, bazı devletler kazanırken bazıları da kaybediyor. Savaşın kuralı bu. Almanya’nın, İngiltere’nin gerilemesi, Atlantik’in öte yakasındaki ABD’nin yükselerek Batı Avrupa üzerinde kontrolü sağlaması, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan yeni dünya nizamı ile gerçekleşti.

Savaşta yıkılan Almanya’nın kendisini toparlaması ve bağımsız bir güç olarak yeniden sahneye çıkma çabası 45-50 yıl sürdü. Almanya’nın ABD’ye karşı tavır almasının en önemli dönemeçlerinden biri Irak savaşındaki tutumu oldu. ABD’nin bütün ısrarlarına rağmen Fransa, Rusya ve Çin ile birlikte savaşa karşı çıktı ve ABD’nin peşinden sürüklenmedi. İşgal, ABD’ye güç kaybettirirken Almanya-Fransa eksenine güç kazandırdı. Dönemin Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, ABD’nin peşinden sürüklenmemeyi “Alman yolu” (Deutsche Weg) olarak tanımlamıştı. Schröder’den sonra başlayan 16 yıllık Angela Merkel dönemi de bu yoldan ilerledi. Merkel, ABD’den ayrı bir yol izlenebileceğini sıkça dile getirdi.

Merkel’den sonra Olaf Scholz’un başkanlığındaki SPD-Yeşiller-FDP koalisyonunun gelmesiyle Ukrayna savaşının başlaması, “Alman yolu”nun kapanmasına ve Soğuk Savaş yıllarındaki gibi “Amerikan yolu”nun açılmasına neden oldu.

ABD emperyalizminin yönetici sınıfları boş kesimlerden oluşmuyor. Uzun süredir “emperyalizm piramidi”nin tepesinde durarak başarılı bir şekilde yönettikleri için oldukça becerikliler. Bütün gelişmelere “kazan-kaybettir” formülüyle yaklaşıyorlar ve bu nedenle başarılı olmaya devam ediyorlar. Ukrayna savaşıyla bu formülünün en etkili olduğu yerlerden biri Almanya oldu.

Bu nedenle Almanya, ekonomik ve askeri olarak da ABD’ye katkı sağlıyor. ABD’nin 2026’dan itibaren Almanya’ya uzun menzilli Tomahawk füzeleri ve SM-6 savunma sistemlerini yerleştirmesini mevcut hükümet itirazsız bir şekilde kabul etti. Ayrıca, ABD geçen hafta “savunma” amacıyla Almanya’ya 5 milyar dolara 600 adet Patriot savunma sistemi satmayı onayladı.

ABD cephesinden bakıldığında bu akıllıca bir hamle: Önce Rusya’yı hedef haline getir, ardından da Almanya’ya 5 milyar dolara Patriot sat! Dahası, Tomahawks ve SM-6 sistemlerinin masraflarına Almanya’nın da ortak olması gerektiği öne sürülüyor. MDR’deki haberde NATO eski generallerinden Erhard Bühler’e göre, ABD Almanya’nın güvenliğini sağladığı için karşılığının ödenmesini de talep edebilir.

ABD’nin benzer “akıllıca” bir hamlesi de doğal gaz satışında yapıldı. Ukrayna savaşının önemli sonuçlarından biri, Rusya’dan Almanya’ya doğal gaz akışını sağlayan Kuzey Akımı I ve II hatlarının devre dışı kalması oldu. Ambargo nedeniyle devre dışı bırakılan hatlara daha sonra sabotaj düzenlenmişti. Sabotaj emrinin Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy tarafından bizzat verildiği öne sürülüyor. Almanya geçen hafta sabotaj ekibinde yer alan bir Ukrayna vatandaşı hakkında arama kararı çıkardı. Sabotaj eyleminden CIA’nın da haberdar olduğu basında yer aldı.

Savaş öncesinde ihtiyaç duyduğu doğal gazı ucuza Rusya’dan alan Almanya, bu sayede başta ABD olmak üzere rakiplerine karşı önemli avantajlar elde etmişti. Kuzey Akımı’nın Mimarı Schröder, biraz da buna güvenerek “Alman yolu”ndan gitmeyi savunuyordu. Kuzey Akımından doğal gaz akışı kesilince, ABD’den Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) akışı rekor düzeyde arttı. ABD Enerji Bakanlığı bu yılın başında, ülkede çıkarılan doğal gazın yarısının Avrupa’ya satıldığını açıkladı. 2023’te Avrupa’ya LNG ihracatı günde yaklaşık 7.7 milyar metreküpü (Bcf/d) buldu. Bu da ihraç ettiği LNG’nin yüzde 50’sine denk geliyor. 2021’de ABD’nin Avrupa’ya sattığı LNG ise 2 Bcf/d’nin biraz üzerindeydi. Almanya, inşa ettiği iki büyük istasyonla Avrupa’da ABD’den en fazla LNG alan ülke haline geldi. Almanya 2023’te günde 1.8.2024’te 1.6 Bcf/d LNG doğal gaz haline getirdi. Enerji Bakanlığının açıklamasında çok net bir bilgi var: “2023’te Almanya ithal ettiği LNG’nin yüzde 80’ini ABD’den aldı.”

Durum bu kadar açık ve net. Rusya’dan doğal gaz akışı durdukça, ABD’den LNG nakli, hem de çok pahalıya, artmış ve sonuçta kazanan ABD, kaybeden Almanya olmuştur.

ABD’nin Almanya’ya karşı diğer önemli hamlesi de dış ticarette oldu. Çin artık Almanya’nın en önemli ticaret ortağı değil. Federal İstatistik Dairesi tarafından yayımlanan bu yılın ilk yarısına dair verilere göre, Almanya’nın ihracatı 1.6; ithalatı ise 6.2 azaldı. Toplamda bir daralma yaşanırken, ihracatta ABD, Çin’i geçerek birinci sıraya yerleşti. İthalatta ise Çin 73.5 milyar avro ile henüz ilk sırada yerini korurken, ABD 46 milyar avro ile Hollanda’dan sonra üçüncü sırada. Uzakdoğu’daki emperyalist paylaşımdaki gerilimler göz önüne alındığında, ABD’nin yakın dönemde ithalatta da birinci sıraya yerleşmesi şaşırtıcı olmayacak.

Gelişmeler AB’nin “motoru” Almanya’nın hızla ABD’nin yörüngesine kaydığını, daha fazla bağımlı hale geleceğini gösteriyor. Almanya, bir taraftan devasa askeri harcamalarla hızla militaristleşirken diğer taraftan daha fazla ABD’nin etkisi altına giriyor. Bu politikanın faturası asıl olarak işçi ve emekçilere kesiliyor. ABD’den Patriot almak için bir kalemde 5 milyar dolar harcanırken, eğitim, sağlık, emeklilik, sosyal alanlardan “bütçe yok” denilerek kesintiler yapılıyor. Keza ABD’den pahalıya alınan LNG’nin faturasını da asıl olarak gazı kullananlar ödüyor.

Alman sermayesinin ABD’ye daha fazla bağımlı hale gelmek için izlediği askeri, ekonomik ve siyasi politikalara karşı, Almanya’nın da bir emperyalist ülke olduğu gerçeğini unutmadan, doğru bir temelde mücadele kaçınılmaz görünüyor. 1980’li yılların başında ABD’nin uzun menzilli ve nükleer başlıklı füzeleri Almanya’ya yerleştirmesine karşı, yüz binlerin katılımıyla verilen mücadele örnek alınabilir.

                                                            /././

                                            EVRENSEL - GÜNDEM

Almanya’nın Solingen şehrindeki festivale saldırı: En az 3 kişi yaşamını yitirdi

Almanya'nın Solingen kentinde düzenlenen bir festivalde bıçaklı saldırı yaşandı. Saldırıda 3 kişi hayatını kaybederken saldırıda 5'i ağır 8 kişi de yaralandı.(https://www.evrensel.net/haber/526367)

                                                                    ***
‘Baş kaldırmasak yüzde 20 zammı bile vermeyeceklerdi’-Metal işçisi bir kadın/ESENYURT-

Merhaba evrensel okurları. 

Ben Esenyurt’ta çalışan metal işçisi bir kadınım. Temmuzda asgari ücrete zam yapılmadı. Ama pazar, market fiyatları, faturalar derken her şeye fazlasıyla zam geldi. Ev kirasına zam sınırı yüzde 60 olacak dediler ama buna da kimse uymadı. Benim ev sahibim kiraya yüzde 100 zam yaptı. Çok deyince, “Sen çıksan başkasına 15 bine veririm” dedi. Ben de kabul etmek zorunda kaldım çünkü başka eve geçmek istesem öyle bir bütçem yok. Ama ne hikmetse patronlar bize hiç yüzde 100 zam yapmıyor. Çalıştığım fabrikada temmuzun başı gibi bölüm amirimizden zam istedik, “Patron vermiyor” diye bizi geçiştirdi. Sonra aslında patronla hiç konuşmadığı ortaya çıktı. Kendisi bizden altı kat daha fazla maaş alıyor, bizim hakkımızı da savunmuyor. Altında şirket aracıyla, yakıtı da şirketten olunca bizi anlaması zor oluyor. Fabrikanın başka bölümünde işçiler zam olmazsa işi bırakıyoruz dediler. Onların bölüm ustaları patronla konuşunca bütün işçilere yüzde 20 zam yapmışlar. Yüzde 20 zam ile çok bir şey değişmedi hayatımızda ama işçiler başkaldırmasaydı onu da alamayacaktık. Bu örnek gösteriyor ki biz işçiler yan yana gelirsek aslında yapamayacağımız şey yok.

                                                              ***

Elektrik kesintileri Foçalıları isyan ettirdi -Ramis Sağlam-

İzmir Foça’da alt yapı çalışması gerekçesiyle yaşanan elektrik kesintisine vatandaş isyan etti. Alt yapı çalışması ve kesintilerden dolayı esnaf zarar ederken, çevre sakinleri sağlık sorunları yaşıyor.(https://www.evrensel.net/haber/526276)

                                                                    ***
Ordu’da 5 ilçede maden için ÇED başvuruları reddedildi

Ordu’nun Ulubey, Gölköy, Mesudiye, Kabadüz ilçelerinde altın, gümüş, kurşun ve demir maden işletmeciliği için yapılan Çevresel Eti Değerlendirme (ÇED) başvuruları reddedildi. Perşembe ilçesindeki maden ruhsatı başvurusu ise iptal edildi. Ordu Çevre Derneği yaptığı açıklamada, “Öncelikle dernek olarak ilgili ilçelerdeki görüşmelerimizin ve özellikle de halkımızın birlik içinde karşı duruşlarının etkisini de önemsiyoruz. Halk birlik olunca kazanım da oluyor. Aybastı Perşembe Yaylası'nı da olumsuz etkileyecek Korgan'daki maden aramanın da iptal edileceğini umuyoruz” dedi.                              ***

CHP’li Ateş: İlk yedi ayda 64 bin esnaf, 41 bin şirket iflas etti

İlk yedi ayın ekonomik bilançosunu çıkaran CHP Bolu Milletvekili Türker Ateş, "İlk yedi ayda 64 bin esnaf, 41 bin şirket iflas etti. Şimşek’in dezenflasyon programı çalışmıyor” dedi.(https://www.evrensel.net/haber/526383)

(EVRENSEL)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder