‘Stagflasyon’ üzerine...-Ergin Yıldızoğlu-
“Stagflasyon” (durgunluk+enflasyon) kavramı, ekonomi politikası tartışmalarının başına oturdu. Gelin biraz yakından bakalım.
STAGFLASYON VE ‘STANDART MODEL’
Stagflasyon, ekonomi yönetiminde geçerli “standart modelinin” iflas ettiğini gösterir. Böyle bir durumu 1970’lerde, “ulusal Keynesçi” modelin tükenmesiyle (“Phillips eğrisi kırıldı” filan) yaşamıştık. O dönemin “standart modeli” terk edildi, kurumları tasfiye edildi, kaynakları egemen sermayeye aktarıldı, ideolojisi, siyaset rejimleri değişti. Ulusal dünya ekonomisi, ABD hegemonyasının basıncı altında yeniden şekillenmeye zorlandı. Yeni “standart model”, neoliberal küreselleşmeydi.
2008 finansal krizi o “standart modelin” de tükendiğini gösterdi. Ancak bu kez “küreselleştirilecek” yeni alanlar, özelleştirilecek kamu malları kalmamıştı. Dahası büyük güçler arası rekabet, kimi bölgelerde, kimi sektörlerde “sıkışma” yaratıyordu. Dünya ekonomisinin üzerinde büyük bir borç yükü, spekülatif köpük de oluşmuştu. “Standart modelin” yerini alacak bir modele ilişkin tartışmaları ise yeni başlıyor.
O “standart modelin” bir “bağımlı ülke” versiyonu, 1980’lerden bu yana, Türkiye’de de uygulanıyor. “Stagflasyon” tartışmaları “standart modelin” artık tükendiğini, ısrar etmenin yıkıcı olduğunu gösteriyor.
FANTEZİLER VE TUHAFLIKLAR
Ancak, Mehmet Şimşek, “standart modeli” dayatmaya devam ediyor. Ana akım ekonomistler bile rahatsız olmaya başladılar.
Stagflasyon, durgunlukla mücadele ederken enflasyonu, enflasyonla mücadele ederken durgunluğu kalıcılaştırma ikilemini getirir. Bu zor duruma karşın konu, talep, arz, ücret, kur, algı gibi bağımlı değişkenler üzerinden tartışılıyor. Bu değişkenleri belirleyen, “artık değer”, ikincil olarak da kâr oranları, emek verimliliği gibi dinamikler ilgi çekmiyor. Üretim gerilerken talebi baskılamak, “aşırı üretim”den söz ederken “aşırı talep”ten yakınmak, gibi tuhaflıklar hep bağımlı değişkenlerin ötesine geçememekten kaynaklanıyor. “TÜİK verilerine güvenemezken hangi ‘algı’ ile enflasyona karşı mücadele edilecek” sorusu da var.
Bir de “yanlış politika” fantezisi... Bu fantezi, ekonomi disiplini “Rasyoneldir”, “Hepimizin çıkarınadır” gibi yanılsamalara dayanıyor. Bu fanteziden kurtulmak için, o “rasyonalite hangi varsayımlara dayanır” diye sormak gerekir. “Hepimiz” kavramı ise ekonominin çıkarları çatışan sınıfların bir kümesi olduğunu gizleyen mükemmel bir ideolojidir: Bir politikanın “yanlışlığı”, ekonomiyi bir sınıfın yada sınıfların çıkarlarına göre yöneten bir “modelin” sonuçlarının, başka sınıfların çıkarlarıyla çatıştığı yerde, o sınıflar açısından “hepimiz” fantezisini destekleyen bir “yanlış tanıma” olarak gündeme gelir. Hem 2018’deki “yanlışa” hem de Şimşek politikalarının “yanlışlarına”, “kimin açısından” sorusuyla yaklaşırsak bunu görebiliriz: İlk “yanlış” politikalar, rejimin destek sınıflarının çıkarları açısından doğru politikalardı. Şimşek’in politikaları da sanayi üretimini, geriletiyor, tarımı tahrip ediyor ücretleri baskılıyor, işsizliği artırıyorsa aslında ne yapıyor? Sakın, uluslararası finans kapitalin ve dış kaynaklar olmadan değerlenemeyen kimi yerel sermaye gruplarının çıkarlarını savunuyor olmasın? Ancak başarılı olamıyor. Çünkü hukuk, ideolojik ortam bir yana, ülke ekonomisi yabancı sermayenin değerlenmesine olanak sağlayacak “artık değeri” üretemiyor.
“Stagflasyon”dan çıkabilmek için öncelikle ekonominin “artık değer” üretim kapasitesinin artması gerekir: Bunun için gerekli “yapısal reformlar” ise uluslararası sermayenin, ana akım ekonomistlerin düşündüklerinden çok farklı ve yeni “standart model” arayışlarına uygun olmalıdır.
Bu bağlamda, “kapitalist gerçekçilik” içinde kalarak bile kimi önerilerde bulunmak olanaklıdır: Kamu harcamaları, verimliği artıracak, emek dışı maliyetleri düşürecek, eğitimi, özellikle işgücü eğitimini, sağlık sistemini, teknolojik yenilenmeyi, inovasyonu geliştirici altyapı yatırımlarında yoğunlaşabilir. Temel gıda maddelerinin fiyatları denetlenebilir, gerekirse desteklenebilir. Ücretlilerin vergi yükü azaltılabilir, rant ve sermaye gelirlerine uygulanan vergiler artırılabilir. Ancak bugünkü rejimle bunlar olanaklı değildir.
/././
Avrasya’da koridor savaşları -Mehmet Ali Güller-
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Bakû’da yaptığı zirve, sadece iki ülkeyi değil, bölgeyi ve Avrasya’yı ilgilendiren sonuçlar doğurdu.
En önemli sonuç, elbette Kuzey-Güney Koridoru anlaşmasıydı. Hindistan, İran, Azerbaycan, Hazar Denizi, Rusya rotalı bu koridor, ABD’nin Rus enerji-politiğini çevreleme hamlesine karşı yeni bir hava koridoru özelliği taşıyor.
Zira Kuzey-Güney Koridoru, aynı zamanda Rus gazının Azerbaycan’a taşınmasını amaçlıyor. Bu da Moskova’nın Avrupa’ya dolaylı yoldan gaz ihraç edebilmesinde yeni bir yol demek. Elbette mevcut TAP ve TANAP’ın hacmi yetersiz ancak şöyle bir formül gündemde: Yaklaşık 50 milyar metreküp doğalgaz üreten ve bunun yarısını içeride kullanan Azerbaycan, Rusya’dan alacağı gazı içeride kullanıp, kendi ürettiğini Avrupa’ya satacak: Kazan-kazan!
Kuzey-Güney Koridoru anlaşmasının parçası olarak iki ülke, birlikte ortak gemi üretimi de yapacak. Modern petrol tankeri ve sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) gemileri inşa edecek iki ülke hem Karadeniz’de hem de Volga-Don Kanalı üzerinden Hazar-Azak rotasında ticareti artıracak.
KALKINMA YOLU VE ZENGEZUR KORİDORU
Peki Putin ile Aliyev’in Kuzey-Güney Koridoru, Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Türkiye’nin Irak’la Kalkınma Yolu projesi ve Azerbaycan’la Zengezur Koridoru projesi var.
Ancak Zengezur Koridoru beklemeye alınmış görünüyor. Zira Bakû ve Erivan, yakın zamanda bu konuyu barış antlaşması taslağından çıkarma kararı aldılar. Erivan egemenlik hakkının korunmasını istiyor ve koridorun Rus muhafızların kontrolünde olmasına karşı çıkıyor. İran da Ermenistan ile sınırının ortadan kalkmasına karşı olduğu için projeye sıcak bakmıyor.
Anlaşılan Aliyev ve Putin, Zengezur’un Batı’nın iştahını kabartacak şekilde bir bölgesel soruna dönüşmemesi ve çözüm zemininin olgunlaşması için konuyu beklemeye aldılar.
ABD’NİN ORTA ASYA-KAFKASYA KORİDORU PLANI
Kuzey-Güney Koridoru’nun önemli özelliklerinden biri, Hindistan’ı bölge projesinin içinde tutmasıdır. Zira ABD Hindistan’ı kendi projelerine eklemleyebilmek için olağanüstü çaba harcıyor. Örneğin Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail, Doğu Akdeniz, Avrupa rotalı Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru ABD sponsorluydu. 7 Ekim Aksa Tufanı ile birlikte rafa kalktı.
ABD demişken... Ufuk Ötesi okurları anımsayacaktır. Bu köşede yakın zamanda ABD’nin Orta Asya-Kafkasya/Karadeniz-Avrupa Koridoru planına dikkat çekmiştik. ABD Ticaret Temsilcisi Kathleen Tai, Kazakistan ve Özbekistan’a “alternatif orta koridor” teklif etmiş, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı James O’Brien, senato oturumunda yaptığı konuşmada Orta Asya’dan başlayıp, Ermenistan ve Azerbaycan toprakları üzerinden ilerleyip, Avrupa’ya ulaşacak ticaret koridorunu anlatmıştı.
KUŞAK VE YOL ÇATISI
Küresel güç mücadelesi açısından asıl konu şudur: ABD, Çin’in liderlik ettiği Asya’yı Avrupa ve Afrika’ya bağlayan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ni, küresel liderliğinin önündeki en önemli engel olarak görüyor. Washington bu nedenle Kuşak ve Yol’u çeşitli düğüm noktalarından kesmek ve alternatifler üreterek gelişmesini durdurmak istiyor. İşte ABD’nin Orta Asya - Kafkasya / Karadeniz - Avrupa Koridoru hedefi bu stratejinin gereğidir.
Haliyle genel tablo da şöyledir: Avrasya (Avrupa+Asya) coğrafyasında iki temel “yol” savaşı yaşanmaktadır: Asya’yı birbirine ve Avrupa’ya bağlayan yollar ile buna karşı ABD’nin geliştirmeye çalıştığı alternatifler.
Dolayısıyla yukarıda işaret ettiğimiz Kuzey-Güney Koridoru, Zengezur Koridoru, Türkiye-Irak Kalkınma Yolu, Türkiye’nin Kuşak ve Yol’la entegrasyonunu önerdiği Orta Koridor vb. koridorlar/yollar taktik düzlemde birbirleriyle çelişiyorsa da, stratejik düzlemde hepsi bölgenin projesidir ve kazan-kazan ilkesiyle tüm coğrafyanın birlikte yararlanabilmesine açıktır.
Tüm koridorları Kuşak ve Yol çatısına bağlayarak birleştirmek, Asya ve Avrupa ülkeleri için büyük kazanç olacaktır.
/././
Yeni anayasa ile Türkiye’yi anayasasızlaştırma -Mehmet Ali Güller-
Sorumuzu yanıtlamadan önce AKP’nin “yeni anayasa” hedefinin nasıl bir aldatmaca olduğunu ve aslında Türkiye’yi nasıl anayasasızlaştırdıklarını ortaya koyalım.
ANAYASA KARŞITLIĞI ORTAKLIĞI: AKP-MHP
- Türkiye’nin şu anda yeni anayasaya ihtiyacı yok, anayasaya uyan, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulayan yürütmeye/hükümete ihtiyacı var.
- AKP’nin “12 Eylül anayasası yerine yeni anayasa” sloganı gerçeği yansıtmıyor. Çünkü AKP hükümeti, anayasanın 177 maddesinin 134’ünü zaten değiştirdi. YÖK başta 12 Eylül’ün anayasadaki asıl izlerine ise hiç dokunmadılar.
- AKP hükümetinin her anayasa değişikliği, gerçekte anayasasızlaştırma hamlesidir. Bahçeli’nin “madem Erdoğan anayasaya uymuyor, biz anayasayı Erdoğan’a uyduralım” sözleri, bu sürecin özetidir: “Erdoğan için” anayasa yapılırken Türkiye anayasasızlaştırılmaktadır.
- Erdoğan-Bahçeli ortaklığı, fiilen bir “anayasa karşıtlığı ortaklığı”dır. Erdoğan, “Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum” diyebilmekte, Bahçeli ise kararını beğenmediği Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını isteyebilmektedir. Son örneği geçen hafta TBMM’de yaşandı; Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararı okunmadı, uygulanmadı.
YENİ REJİM İÇİN YENİ ANAYASA
- Türkiye’nin şu anda yeni anayasa ihtiyacı yok ama Erdoğan-Bahçeli rejiminin yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Çünkü dörtte üçünü değiştirdikleri anayasa, inşa etmeye çalıştıkları rejime engeller çıkarıyor, yasallık sağlamıyor.
- Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok ama Erdoğan’ın yeni bir anayasaya hemen ihtiyacı var. Anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanlığı yapmakta olan Erdoğan’ın dördüncüsü için şansı ve siyasi gücü yok. O nedenle “yeni anayasa” ile kendisine yeniden başkanlık yolu açmak istiyor.
ERDOĞAN’IN SOĞUTMA TAKTİĞİ
Erdoğan, 31 Mart 2024 seçiminde ağır mağlubiyet aldı, partisi ikinciliğe geriledi. Normal şartlarda birinci olan parti, halka dayanarak erken seçim talep eder ve bu mevcut tabloyu lehine kullanırdı.
CHP bunu yapamayınca, üstelik kendi ayağıyla bir “normalleşme” tuzağına düşünce Erdoğan 4.5 ayı “CHP’yi yumuşatma ve normalleştirme, siyasi mağlubiyeti soğutma” fırsatı olarak kullandı. Nitekim bunu açıkça da söyledi: “Bizim siyasette yumuşama, muhataplarımızın ifadesiyle normalleşme çabamız, aslında muhalefeti normalleştirme çabasıdır.”
CHP normalleşti; birinci parti gibi davranmıyor, 22 yıldır olduğu gibi ikinci parti rolünde izliyor.
NE YAPMALI?
CHP, AKP’nin “yeni anayasa” tuzağını bozmak ve Türkiye’yi anayasasızlaştırmasını önlemek istiyorsa, birinci parti gibi davranmak zorundadır.
İktidarın yoksullaştırdığı, ötekileştirdiği, dışladığı, her gün hakaret ettiği geniş kitle, şu anda CHP’den daha ileride.
CHP bu kitleyle eylem yaptıkları yerlerde, traktörlerle kapattıkları yollarda, ürünlerini döktükleri tarlalarda, ağaçlarına ve suyuna sahip çıktıkları doğada, sokaklarda, meydanlarda birleşebilirse “Erdoğan için yeni anayasa”yı önleyebilir. CHP yumuşamak yerine bu kitlenin sertleşme eğilimiyle birleşebilirse, AKP-MHP’nin “Türkiye’yi anayasasızlaştırma” sürecini bozabilir.
Dahası, erken seçimi dayatarak iktidar bile olur!
/././
Lider yorulmaz teşkilat yorulur -Miyase İlknur-
Halbuki liderin suçladığı beceriksiz kadroları da seçen liderdir. Kalibresi düşük liderler, kendisine rakip olmasınlar ya da eylem ve söylemlerine itiraz etmesinler diye çapsız insanları yakın çevresine doldururlar. O kadrolar da çapsızlıklarının farkında olduklarından kendi siyasal ömürlerinin liderin ömrüne bağlı olduğunun bilinciyle hareket eder liderin duymak istediği sözleri söyler, yanlışını gördükleri halde itiraz etmezler.
Sürekli “padişahım çok yaşa” denmesinden hoşlanan liderler, kendilerini uyaracak, başarılı olması için öneriler getirecek kadrolarla çalışmadığından doğal olarak hata yaparlar. Birinci sınıf yöneticiler birini sınıf kadrolarla çalışır, ikinci sınıf liderler ikinci sınıf kadrolarla. Eh, üçüncü sınıf liderler de üçüncü sınıf kadrolarla.
Hem lider hem kadro ikinci ya da üçüncü sınıf olursa başarısızlık kaçınılmaz olur. Halbuki lider, eksiğini gediğini kapatmak için birinci sınıf kadrolarla çalıştığında, o kadronun başarıları liderin hanesine yazar. Herkes, “Helal olsun adam tam lider. Nasıl bir kadro kurmuş ve nasıl başarılı politikalar üretiyorlar” der.
Cumhurbaşkanı ve AKP lideri Erdoğan, 2002’de iktidara geldiğinde kendisi dışında güçlü bir kadro ile yola çıktı. Yıllarca politikada pişmiş, feleğin çemberinden geçmiş, bürokraside önemli görevler almış o kadroyla birlikte Türk siyasi tarihinde hiçbir lidere nasip olmayacak başarılar elde etti. Tabii dünya konjonktürünün de katkısıyla. Ama bir süre sonra kerametin sadece kendisinde olduğuna inandı ve yeri geldiğinde kendisine itiraz da edebilen kadroları yavaş yavaş tasfiye etti.
BEN HARİÇ HERKES SUÇLU
MHP’nin başımıza bela ettiği cuhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen bu ucube rejime geçip de tek adam olunca artık ne kadroya ihtiyaç vardı ne de Meclis’e. Şeklen partisinde; MYK, disiplin kurulu, TBMM grup yönetimi gibi organlar ve organlara atanmış isimler elbette vardı. Ama organlarda atanmış isimler aynı zamanda bir iğneli fıçı üzerinde oturuyordu. Her başarısızlık ya da itiraz sonucunda hemen görevden alınıyor ve yerlerine başkaları geliyordu. İl ve ilçe başkanlıklarında da aynı devri daim sürüp gidiyordu.
Görevden alınanlar uslu durduklarında ve lidere sadakatlerini sürdürdüğünde bir süre sonra yeniden o görevlere atanmaları mümkün olduğundan kimse sesini çıkarmayıp sırasını bekliyordu.
Son iki seçimde AKP büyük kan kaybetti. 14 Mayıs seçimlerinde Erdoğan, ilk kez ikinci turda seçilirken partisi bir önceki seçime göre 7 puan oy kaybetti. Son yerel seçimlerde ise oy kaybı çok daha dramatik oldu. Kurulduğundan beri ilk kez bir seçimde AKP ikinci parti konumuna geriledi.
Erdoğan, son iki seçimdeki başarısızlığı lider olarak hiç üstüne almadı. Kendisi dışında herkes hatalıydı. Adaylar yanlış seçilmiş, teşkilatlar çalışmamış, milletvekilleri halktan kopmuş, parti yönetimi kibir abidesi haline gelmiş ve bu nedenlerle seçim kaybedilmişti. Oysa adayları seçen de milletvekilleri, il ve ilçe başkanlarını atayan da kendisiydi.
Partisinin 23.kuruluş yıldönümünde konuşan Erdoğan, “Yorulan arkadaşlar biraz kenara çekilip dinlensin” dedi.
Ya yorulan kendisiyse?
Ama yok, bizim gibi ülkelerde ya kafalar değişirse ya da liderler kalıbı değiştirse kangren olmuş sorunların ne olduğuna teşhis konulabilir.
/././
Edgar Morin’e göre İslam -Özdemir İnce-
Sosyolog, antropolog, tarihçi, filozof ve ekonomist kimlikleri bulunan Edgar Morin’in dilimize epeyce kitabı tercüme edilmiş ama galiba Uçuruma Doğru mu? (Vers l’abime)1 dilimizde henüz yayımlanmamış. Avrupalı yazarların İslam ve Müslüman ülkeler hakkında düşünceleri çok ilgimi çeker. Adını verdiğim kitabın 118. sayfasında yer alan “İslam” adlı makalesini okumanız için dilimize çevirdim:
***
[İslam da tek taraflı bir bakışa indirgenemez. Geçmişin tarihi bize, İslamın hem Endülüs’te hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyanlara ve Yahudilere karşı dini hoşgörü sahibi olduğunu açıkça öğretti. İslam, Bağdat Halifeliği zamanında dünyanın en büyük uygarlığını yarattı. Ancak şanlı geçmişe duyulan özlem, talihsiz bir şimdiki zamanın ortasında, yozlaşmış polis ya da askeri diktatörlüklerin ağırlığı altında, kalkınmacılığın, sosyalizmin, komünizmin başarısızlığından, ilerlemede ve Batılılaşmış bir gelecekte umut yitiminden sonra, bütün bu olanlar kimliğin dini köklerine geri dönüşüne yol açtı. Dahası, Filistinlilerin maruz kaldığı günlük aşağılanma ve baskı, maruz kalınan adaletsizlik (İsrail ve Filistin’deki çifte standartlar) karşısında muazzam hayal kırıklığı, aşağılanma ve öfkeye dönüştü. Bütün bunlar, yarı bağımlılık olsun ya da olmasın Arap devletlerinin güçsüzlüğü yüzünden ortaya çıktı. ABD’nin İsrail’e verdiği koşulsuz destek, bir yandan İsrail’in Amerika’nın aracı olarak görülmesine ve öte yandan da Amerika’nın, İsrail’in, daha geniş anlamda Yahudilerin aracı haline gelmesine yol açtı. Şaronizmin ağırlaştırdığı bu özdeşleşme, İsrail için olduğu kadar Amerika için de kaçınılmazdı. Ve bugünkü durumda, ezilmişlik duygusu, öfke, büyük bir geçmiş uygarlık için duyulan özlem, ümmetin büyük bir uluslararası İslam topluluğu olarak hayalini canlandırdı ve bir milyar Müslümanı, cihatçıların adam toplayacağı küresel bir üreme havuzuna dönüştürdü.
Bin Ladin, Mağrip’ten Pakistan’a kadar bütün gençler için, aynı zamanda Sodom ve Gomorra olan bir Babil’in kulelerini yıkan bir inanç süpermenidir; İslamın kurtuluşunun, ümmetin dirilişinin, hilafetin geri dönüşünün müjdecisidir. Böylece gelişimi henüz tahmin edilemeyen yeni bir Mesihçilik doğdu.
Bununla birlikte, ters yönde, en yüksek çağdaş Batı uygarlığına yönelik sayısız özlem var: Bireysel özerklik, siyasi özgürlükler, eleştiri hakkı, kadınların özgürleşmesi. Ama asıl savaş, büyük bir çoğunluğu, kimliklerini korumak, geleneklerine saygı ve Batılıların sahip olduğu olanaklara ve haklara erişmek isteyen çok sayıda İslamcının kafasının içinde olmakta. Zafer, kültürel kimlik ile dünya vatandaşlığını bireşimini (sentezini) yapacakların olacak.]
Edgar Morin ya çok iyimser ya da “balık kavağa çıkınca” dercesine bizimle dalga geçiyor. Şimdi, Amin Maalouf’un, Telos Yayınları’nı yönettiğim dönemde yayımladığım Arapların Gözünden Haçlı Seferleri’nin2 sonunda yer alan bölümü bulursam yazıyı benim yerime bitirecek.
“Haçlı Seferleri dönemi Avrupa açısından hem ekonomik hem de kültürel alanlarda tam bir devrim başlatırken Doğu’da bu kutsal savaşlar ve karşılığındaki ‘cihat’, uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açar. Her taraftan kuşatılan İslam âlemi kendi kabuğuna çekilir. Ürkekleşir, hoşgörüsünü yitirir, savunmaya çekilir, kısırlaşır; gezegen çapındaki evrim sürüp Müslümanlar kendilerini bu gelişmenin iyice dışında kalmış hissettikçe de söz konusu tavırlar kökleşir. Bundan böyle ilerleme, ‘öteki’ anlamına gelmektedir. Modernizm, ‘öteki’dir. Kendi kültürel ve dinsel kimliğini Batı’nın simgelediği bu modernizmi yadsıyarak ifade etmek zorunlu muydu? Yoksa tam tersine kimliğini kaybetme riskini göze alıp kararlı bir biçimde modernleşme yoluna girmek mi gerekirdi? Ne İran ne Türkiye ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi; bugün hâlâ cebri Batılılaşma evreleriyle, yabancı düşmanlığı rengine de bürünen aşırı gericilik evrelerinin birbirlerini, çoğunlukla da şiddet yüklü bir biçimde izlemelerinin nedeni işte bu çözümsüzlüktür.” (s. 242-243)
İlletli sorun nerede, kimde? Geçmişte, geçmişin koşulları içinde var olmuş güçlü iktidarın özlemini çekenlerin, o gücü çağı çağdaşlaştırmak yerine geçmişte ve o geçmişin tekrarlayan tekrarında arayanlarda. Ha Araplar ha AKP, aynı şey!
1 Editions de L’Herne, 2007.
2 Telos ve Yapı Kredi Yayınları.
/././
Başarıyı yönetim belirler -Öztin Akgüç-
Yönetim her alanda başarıyı işlevlerini, yerindelikle gerçekleştirmesiyle sağlar. Başarısızlık, genelde yönetimin yetersizliğinden, işlevlerin gereği gibi yerine getirilmemesinden kaynaklanır.
Yönetim; birbirini izleyen, etkileyen, planlama, strateji, politika belirleme, örgütleme, işgücü sağlama, özendirme, karar alma, uygulama, denetim, değerlendirme sürecidir.
Planlama, hedef belirleme, hedeflere ulaşmada karşılaşılabilecek engelleri öngörerek kaynakların etkin kullanımını kapsar. Belirlenen hedeflerin ulaşılabilir, nesnel olarak ölçülebilir, değerlendirilebilir olması gerekir. Dönemsel planlar yanı sıra uzun vadeli, ileri görüşlü perspektif planın hazırlanması, yönetimin görevidir.
Hedefe ulaşmak için strateji ve izlenecek politikaların belirlenmesi sürecin planlamayı izleyen aşamasıdır. Önemli olan hedef belirleme değil gerçekleştirmektir. Gerçekleştirecek olan da işgörenlerdir. Örgütlenme, işgören seçimi, görevlendirme başarıya gidişin temelidir. Örgütlenme anlayışı, filozofisi, işgören sağlanmasında aranan nitelikleri de belirler.
Hiyerarşik, kademeli, emir komuta, ast-üst ilişkilerinin belirlendiği düzen; emre, talimata, yönergeye uyum, disiplin gerektirir. Atamalarda, işgören seçiminde liyakat, yeterlilikten ziyade biat etme, görüş birliğine, uyuma itaat gibi özellikler aranır. Hiyerarşik düzen, faşizmin tercihidir.
Katılımlı örgütlenme yönetim anlayışında, ortak çalışma ortamı yaratılması, yönetici ve işgörenlerin birlikte sorunların çözümüne yönelik öneriler geliştirmeleri, açık bir tartışma ortamında görüş ayrılıklarının yapıcı yönde giderilmesi, örgütteki tüm beyinlerin katkısı ile yönetim etkinliğinin artması amaçlanır. Bu tür örgütlenme, yönetim anlayışında işgörenlerden, bilgi ve deneyim paylaşma, yaratıcı düşünce, eleştiri, inisiyatif alma, sorumluluk taşıma gibi özellikle aramaktadır. Katılımcı yönetim anlayışında, işgören, personel seçimi, görevlendirme farklı ölçütlere göre olmaktadır.
Katılımlı yönetim, işgörenin örgüte bağlılığını artırmakta, önemsenmek kişinin özgüvenini güçlendirmekte, düşünce, eleştiri yeteneğini, yaratıcılığını geliştirmektedir.
Sınav, eleman seçiminde bir ölçüt olmakla beraber sınav sonucu adayın eğitimi, dereceleri, deneyimini gösteren CV’si ile desteklenmelidir. Mülakat, karşılıklı görüşme, seçme, atama sürecinin son aşamasıdır. Amaç, değerlendirme, sınav sonucunu irdeleme, layık olanı seçme, hakça davranmak olmalıdır. Amacın gerçekleşmesi için görüşmecinin bilgili, deneyimli, önyargılı olmayan, komplekslerden arınmış bilge yeteneği gerekir. Aksi halde mülakat seçme değil, eleme aracı olur.
Görüşmeye çağrı tepki de doğurabilir. ABD’li ünlü ekonomist Galbraith’e atfen anlatılır. Görüşmeye çağırıldığında yanıtı “İmtihan mı edeceğim, imtihan mı olacağım” olmuş. Görüşmecinin adaydan daha bilgili olması, kişiliği, davranışları, soruları ile güven vermesi gerekir. Bunlar yabana atılmamalıdır.
AKP’nin mülakat ısrarının nedeni, iyiyi, yetenekli alanı seçmek değil, tarikat, cemaat, parti önerilerinin dikkate alınmasına yöneliktir.
CHP’nin yerel yönetimlerde örgütlenme, yönetim anlayışının katılımlı yönetim yönünde olması başarısızlığı getirir. Atamalarda nepotizmden, hısım, akraba kayırmasından kaçınmak yerinde olmakla beraber kişinin CHP’li olarak tanınması, CHP’li bir aileden gelmesi de atanmasına engel olmamalıdır. Merkez, yerel yönetim ilişkilerinde, ilkler merkez tarafından konmalı, uygulama inisiyatifi yerel yönetimde olmalıdır.
İşgören, eleman seçimi, görevlendirme, özendirme başarılı yönetimin önkoşullarındandır.
/././
Cumhuriyet - GÜNDEM
Mahkemeden bilime engel! -Merve Kılıç-
Bir ailenin bebeklerinden topuk kanı alınmasına izin vermediği olay yargıya taşındı. Mahkeme “alternatif tıpçı” Aidin Salih’i referans kabul edip aileyi haklı buldu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/saglik/kars-il-saglik-mudurlugu-cocugundan-topuk-kani-aldirmayan-aileye-dava-2240756)
Birleşik Kamu-İş'ten eğitim raporu... Hasan Kütük: Veliler müşteri, öğretmenler tahsildar, okullar ticarethane haline gelmiş
Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu Genel Mali Sekreteri Hasan Kütük, 9 Eylül'de başlayacak yeni eğitim öğretim yılına yönelik yaptıkları araştırmada eğitim masraflarının yüzde 88,8 arttığını tespit ettiklerini belirterek "Okulların açılmasıyla beraber çocuklar, veliler ve öğretmenleri zor eğitim-öğretim süreci bekliyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/birlesik-kamu-isten-egitim-raporu-hasan-kutuk-veliler-musteri-2240803)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder