25 Ağustos 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" +Sahaflar Çarşısı(XX) -25 Ağustos 2024-

Koç’lar Fenerbahçe’ye yan bakabilir mi? -Asaf Güven Aksel-

Başkan olmuşmuş Ali, demek ki Fenerbahçe artık onunmuş! Yok ya! Siyah Çoraplılar’ı bilir misiniz siz? İşgalci Harrington’un kıçındaki çubuklu voleyi?

Fenerime uğru yeşil tatlı pembe sürülmüş
Yanında ne ki Koç’lar Sabancı’lar
Cemal Süreya

Tabii, epey bir geçmişi var, ancak, geçen haftaki Göztepe – Fenerbahçe maçında yaşanan ve FB Başkanı Ali Koç’un darp edilmesiyle doruğa varan, hezeyanlı tartışma / saldırı / karşısaldırı ortamı, ülkenin spor gündeminde. Çok daha önemli nice siyasal ve toplumsal başlığın göbeğinde, belki de beklenen, bu tepişmeyi, bu curcunayı uzaktan izlemektir. Mantıklı olan ve yakışık alan, budur. O yüzden, bu yazıyı bir sapma, anomali, planlanmamış bir zorunda kalış kabul edin lütfen. Kelimeler kantara vurulmadan hoyratça savurulur olmasa, istemezdim böyle bir akış bozma.

Maalesef, insan ve “taraftar”ım. Fanatik, hatta yakın takipçi olmaktan hep çok uzaktım doğal olarak, ama, hepsi değilse de bir bölüğü, tuttuğu takımı dışa karşı acayip soğukkanlı ve ilgisiz pozla takip edip, “öhhöm, endüstriyel, 3 F, arkaik, borsa, bahis” gibi “hiç bilinmeyen” doğruları döktürüp duran, “hayatınız takımınızdan ibaret” uçlaştırmasıyla, gıpta ettiklerine tiksintiyle bakan, “sadece belgesel ya da upuzun metraj donuk film izleyen derin entelektüel” mertebesine de eremedim hiç. Taraftarlık irrasyonalitesi, akıl uyuşturuculuğu üzerine çok yazdım, konuştum hoş. Yazının sonunda bir-iki örnek olacak.  Demem o ki, “olayın bilincinde”yim kendi çapımda. 

Bu yazı, uzun zamandır yaygınlaştırılmış Fenerbahçe antipatisini kullanarak ve altı yıldır sermaye sisteminin sahiplerinden Koç ailesinin üyesi Ali Koç'un başkanlık etmesi üzerinden asırlık bir kulübe vurarak, muhtemelen gizlideki farklı takım taraftarlıklarını da "anti-kapitalist" hitabetle örtebildiklerini sananların, daha kötüsü, Fenerbahçe karşıtlığıyla, "sermayeyle mücadele görevinin bir kısmını" yerine getirdiğine kendini inandıranların somun pehlivanlıkları üzerinedir.

Göztepe Stadı'nda daha ligin 2. haftasında yaşanan ve korkarım kısa zamanda ülke için çok vahim çatışmalar tırmandıracak tablodan, "proletaryanın sermayeyi devirmesi" hazzı / esprisi türetecek kadar aklını yitirenlere ve buna alkışın yanlışlığını söyleyene "düşen patron savunuculuğu" isnat edecek kadar şirazesi kaymışlara dairdir. Ne keskin! Ne tavizsiz! Ne sınıf kinli! Gelir bir “devrimci proleter”, Ali Koç’u bi ittirir, hop, sermaye devrildi, oligark çöktü. Alkışlar, hayırlı olsunlar, zaferler! Ne köşeli histeri!

Aziz Nesin’in Sıvas’ta işi ne…. O kadının o saatte, o kıyafetle tek başına orada… Niye vakfın yüz sürdüğü hırkaya… tahrikler ve güruhlar… Artiz gibi sahanın kenarında… Git evinde sevin… Ne ilkeli!

Yanarım yanarım, holding kapısına dayanmaktansa, Fenerbahçe karşıtlığını sermaye düzeni karşıtlığına bağlamayı akıl edemediğimize yanarım. Çok basitmiş halbuki! Tabii ki siyaset yeşil çimlere de çıkar, ama sınıf kavgası, bu kadar da basit çalım yemez ki…

Neyse işte, bu yazı, artık kana dokunur, sinir bozar olmuş pervasızlığa dairdir, bir kendini savunmadır. Herkes Ali Koç’u kalkan edip bir kulübe ağzına geleni söylerken, “en nesnel haberler”de bile aymazca manipülasyon izi varken, buralara hiç girmeden, yanıtlamayı denemeden, sadece “hop!” demektir. Çünkü şimdi üzerinde tepinilen şey, yaşamı boyu Koç’ların düzeniyle cebelleşmiş bir çocuğun harcındaki safiyane sevdadır. Bu yazı, bunu sahiplenmedir, “hayasız” yağmaya itirazdır.

* * *

Hani bana yalan söylerdin ya baba / 

Özgür kırlangıçlardan söz ederdin ya / 

Hadi baba gene yap…

Kendinizi şu ufacık çocukla mı mukayese ediyorsunuz beyefendi?
Uzatma efendi, ilerleyin, vatandaş kapıda…

Otobüs biletçisi, bilet koçanlarının bulunduğu ahşap kutusunun üzerine doğru uzattığı, tokyo terlikli, sargılı ayağını, oturduğu bankonun altına çekti yine.

“Bak, ben de böyle çalışıyorum, makas battı, ne yapalım yani?” demişti uzatırken. Mukayese buydu. Kıyas kalemi de babasının gömleğine tutunmuş, dengede durmaya çalışan, tek ayaklı bendim.

Oh olsundu bana gerçi. O eşsiz iticilikteki Sunay Akın’ın tek kıskandığım şeyi, bana verse diye yalvarabileceğim nesnesi, müzesinde duran tenekeden trafik polisi, bir zamanlar benim en gözde oyuncağımdı. Trafik polisi diye bilindiğine bakmayın, o benim için Doğan Kardeş dergisinin uzaylı macera dizisi “AteşTop”taki kahraman Steve (Stif yazılır) ile, çoğumuzun ilk aşkı ve uzun yıllar âşık kalacağı, “umutsuz ölçüt” Venüs’ün bindiği uçan motosikletti.

Neyse, sen Asaf, onun dengede durup birkaç kez sürtünce ileri gitmesini sağlayan destek tekerleğini sök, tutturulduğu demir mil açığa çıksın, onu da yan yatmış bırak yere, sonra, koştururken aşıkkemiğini denk getirecek şekilde bas üzerine. Of! Mil, sen bi gir. Bak şimdi bile içim kalktı. Doğru hastaneye. 

Hani en büyük sen olurdun ya baba / Hani beni hep korurdun ya, ha-ha / Hadi baba gene yap 

Hastane ayrı fasıl. Sarıldı sarmalandı, sonra anlatsam daha iyi, hastanenin önündeki duraktan, kapılarından insan sarkan otobüse bindik. Arkadan binilir, öne doğru yürünürdü o zamanlar. Binilen yerde bilet alma bankosu olurdu. Biletçi, “ilerleyelim” diye bağırmakla da yükümlüydü, yer açılsın diye. Ben zorlanınca, babam ayağımı gösterip, anlayış istemişti. Ve bunlar yaşanmıştı. 

Babam da o aşırı kibarlığının elverdiğince az diklenince, “o zaman taksiye bindireydin oğlunu” diye bağırmıştı biletçi, ahşap kasasına vura vura… 

Babam susmuştu, ben acıyı boşlayıp ilerlemiştim, durağımıza gelince, şoför göz kırpmıştı bana, yolcuların kucağında uçtu-uçtu inmiştim.

Bana oh olsundu da, babama bağırdı adam ya!

Çok paramız olacağından baba / İşlerin iyi gideceğinden söz ederdin ya / Hadi baba gene yap

Zaten ayağım acıyor, bi de benim yüzümden, babama….  Derken, Mithat Amca geldi geçmiş olsuna.

Bayram sabahlarının, karneli okul paydoslarının, evden sonraki ilk durağı Mithat Amca.  Arnavut taşlı sokağımızın beş adımla geçilen karşı tarafındaki komşumuz, babamın gençlik arkadaşı. Karısı Perihan Teyze, gerçekten de mendille lokum verirdi. Mithat Amca, yüklü bahşiş sıkıştırırdı cebimize. Ablamların yancısı olan benim için en heyecanlı el öpme, başa koyma ziyareti buydu. Çünkü, her seferinde, beni biraz korkutan, biraz meraklandıran, klasik numarasını da yapardı Mithat Amca. İki elini birleştirir, başparmağını boğumundan kopmuş gibi birbirinden ayırıp yapıştırırdı birkaç kez. Hepsi gülerdi apışmış bakışıma…

Bir gün duyduk, hastalandı Perihan Teyze, sonra duyduk, öldü. O zamanlardan bilmiyorum tabii, nice sonra, babamın eşyaları arasındaki bir gazete kupüründen gördüm, Mithat Amca’nın verdiği ölüm ilanını ve tuhaf başlığını. “Alelâde Bir Ölüm”… Annem, iki kafadarın, o zamanlar daha sık görülen cafcaflı ilanlara, “çok acı kayıp, yeri doldurulamaz, tariflere sığmaz kederlere gark ederek” filana tepki olarak, böyle yaptıklarını söylemişti sorunca. Bilmem aslını….

Alelâde bir ölüm…

Neyse, babamla bakıştılar, kaş-göz ettiler, bende bir karış surat… Başparmağı sağlam koca bir el saçlarımı karıştırırken, bir çığlık koptu:

“Tieeeeeyyytttt! Denijde aşlan, kayada kaplan, vay mı Feneybahçe’ye yan bakan!” 

Çocuksun işte, o an gülüverirsin! Zaman geçip de teknoloji elverince izledim o dillerde dolaşan film sahnesini. Minnacık Feridun Karakaya’nın Cilalı İbo tiplemesini, 130 kiloluk Mithat Amca, nasıl da güzel canlandırmış meğer… Babam memur PTT Spor’luyuz, şehrimiz Mersin, İdman Yurdu’luyuz. Sadece adını duyduğum “Feneybahçe” ile hiç görmediğim kepli Cilalı İbo, gelmiş güldürmüşlerdi bu somurtuğu en küs gününde. Vay mıydı onlaya yan bakan!

Mithat Amca da alelâde öldü. Benim Fenerbahçeli olduğumu göremedi. Koç ailesinden filan olsa alelâde ölmezdi, kalın siyah çerçevesi, kocaman acılı puntosu olurdu…

İyi bir insan olmanın baba / Çok iyi olacağından söz ederdin ya / Hadi baba gene yap

Ah, Feridun Karakaya da öldü. Sahnedeyken salona cumhurbaşkanı Süleyman Demirel girince “Baba geldi!” türü sulu repliklerle oyunu kesip, gariban boyacı Cilalı İbo’nun onurunu çiğnemiş, tiyatro sanatına ve izleyicisine saygıyı yitirmiş ve bir çocuğun tutunduğu hep filiz bir dalı kırmış olarak, alelâdeliğe erişemeden….

Ama Fenerbahçe kaldı… Hani var ya, şimdi herkesin yan bakmaya cüret bulduğu Çubuklu… O kaldı.

O biletçi amcalarla dolu dört yan epeydir, sigara sapsarısı dişli ağzını kocaman açıyor, tokyo terliğini uzatıyor yüzüme, babama “taksiye bindireydin!” deyişi yankılanıp çoğalır gibi, “Fenerbahçe yok artık, o Koç Holding oldu! Senin Stif’le Ali Koç oynuyor şimdi, vuruyo kırbacı!” diye bağırıyorlar. Cilalı İbo yok. Mithat Amca öldü, Münir Amca da, babam da. Oyuncağımı Sunay Akın aldı… Ne yani, Fenerbahçe’m de mi…

Hiç öyle şey olur mu be. Koç’muş!

Turist Ömer ve bilumum garibanlar, duydu mu bunu? “Yamyam” kabile müritleri, “süt içse Vefasporlu olacak” yeşil kanlı Mr. Spock duydu mu? Sezercik, cam kırınca cezadan kimin gazıyla yırtacak, Hulusi Kentmen yargıçsa, torpil ne? Ayşecik, Sadri Baba’nın yumrukla lacivert olmuş gözüne, sarı bez basmayacak mı? “Aç kapıyı Veysel Efendi! Fener’in maçı var!” deyip her maça tüymeyecek mi bütün sınıf? Hababam güm güm güm! ne olacak? Emel Sayın’ın Münir Özkul’a ördüğü bere varken, Koç Ailesi mi mavi boncuklu bizim aileyi ele geçirecek? Yaşar Usta duydu mu bunu? Duysa, avcunu göğsüne vurmaz mı, “nah!” demez mi! Bu da mı ofsayt be abiler! Ha? Çizdik hepsini, Koç yazdık, öyle mi?

Yani artık, balıkçı barınağındaki umut, “Fener’e oyna totoyu” değil mi? Ayhan Işık, Sadri Alışık’ın efkârını, “boşver be, Fener üçüncü golü atmayacak mı sanki” deyimiyle dağıtmayacak mı kadehi vururken? “Valla, Fener’e gol olsun ki; bak, Fener küme düşsün ki; yalanım varsa Fener yenilsin” yeminleri geçersiz mi? “Şu külüstüre bi el atın Fenerbahçeliler” deyince kimse dolmuşu itmeyecek mi? Zeki Müren, Fenerbahçe’nin hatırı olmasa ehliyeti nasıl kurtaracak?

Fenerbahçe artık halkın değil, Koç Holding’inmiş! Saymakla bitmez Yeşilçam ”kordelaları”, duydu mu bunu? Yeşilçam vardı ya hani, o zamanlar, niyeyse bütün yoksulu, düşkünü, iyi insanı, bitirimi, bıçkını Fenerli olan. Niyeyse? Şimdi, sermaye nüfusuna mı kayıtlı hepsi? “Sporda halka dayanalım”cı Nâzım’ın “natürelman”cı monşerlerden çok kanının kaynadığı “eyvallah Fener’deniz”ciler biliyor mu bunu? Direniş parolası, “maksat, Fener’e gol olmasın an’nadın mı!” değil mi artık?

Kâbus görüp uyandığımda baba / Yanımda sen olurdun ya baba / Hadi baba gene yap

Bir ara, Mahmutpaşa’daki işporta tezgâhlarını kaldıran düzenleme getirecekti dönemin hükümeti. Arif Damar, haberi okuyunca “salak bunlar!” demişti. “Şiirle baş edebileceklerini sanıyorlar.” Boş baktığımı görünce açıklamıştı: “Orhan Veli’nin ‘cıvıl cıvıl Mahmutpaşa’ demişliği varken, yapamazlar! Şiir geçersizleşir mi hiç!”

Koç’a oyuncak olmuşmuş Fenerbahçe! Evet Arif Ağabey. Salak bunlar! Bizim sahaya tünel kazıp çıkan Kayserili “Milyonerler”den de salak! 

Daha 19 yaşında / Düşlerinde özgür dünya / Öptüğü çubuklu forma

Koç, Turist Ömer’i yenebilir mi, abilerim ablalarım!  Ondan öncekiler, hatta tribünler yığan hükümet ortağı bozkurt ulumalılar, yenebildi mi? Cemaat’i, Tayyip’i? Geçip gitmedi mi hepsi “gölgesiz”. Kim kaldı? Çubuklu! Efendim? Çubuklu! Gülen, yerinde durmayan, çocuk kaldı. Korkmayın, deli misiniz, endüstriyel futbolun sermayesini, Lefter yazdırır mı deftere ya, Sinyor Can kaptırır mı holdinge fularını, Selçuk, kapitalizme isyanı keser mi, Cihat “sarı kanarya”yı kafesletir mi? 

Hem, daha dündü, ne çabuk unuttunuz da, caydınız? Hatırlayın: Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz!

Başkan olmuşmuş Ali, demek ki Fenerbahçe artık oymuş! Haydi be oradan! Siyah Çoraplılar tarihini bilir misiniz siz? İşgalci Harrington’un kıçındaki çubuklu voleyi? Geçin hepsini, ben sağım ben, uçan motosikletim paslansa da bir meçhulde, hop yani! “Bütün goller yengen!”

Bu ülkeyi bırakır mıyız Koç’lara ki, takımımızı bırakalım. Takımımız, ülkemizdir! Fenerbahçe, sadece Fenerbahçe’dir. Sermaye her şeyi kirletir, hırs gözü köreltir, para tepeden konuşmaya başlar, kemik kırılır, bahis çarkı döner, duygu ölür, renkler solar… Sen bakarsın çubukluya, bir kulübü, başkanını, hadi hadi rakibini görürsün. Ben bakarım, hepimizin Hafize Ana’sının çıngırağı çalar….

Sonra bir “tiiieeyytt” duyulur, bir “bağırın ulan öyleyse” buyurulur, bir çocuk “çıkar sahaya, topu diker havaya”, bakarsınız ki ateşten doğmuş her köklü takım gibi, Fenerbahçe de, çullananları silkelemiştir. Yine o filmlerdeki gibi halk kalmıştır geride. Hiçbir nüfuz gücü, nüfus kütüğünü değiştiremez, ikâmetgâhı değişse de. Fenerbahçe benim, ben!

* * *

Gördüğünüz gibi, 3 Temmuz’dan, o gün bugün sürdürülen sistematik ablukadan, kursakta kalmış Fenerbahçe’yi “ele geçiremezsen yoklaştır” operasyonundan ve arkasındaki odaklardan, suikastlerden, yılışık, çirkin oyunlardan filan hiç söz etmedim. Diğerlerinin gözündeki mertekten de.  

Mesele Ali Koç, Aziz Yıldırım değildir, Fenerbahçe’dir. Dert, şunun bunun önünü açmaktan çok, Fenerbahçe’ninkini tıkamaktır. Niye mi? Anlatırız.

AKP iktidarında, bütün holdingler gibi ve düzenin köklü sahibi olarak yer yer de artı imtiyazlarla Koç’un semirmesi ile, sermaye kontrolü ve toplumsal nüfuz alanında bilek güreşinin sürmesinde çelişki olmadığı konusunu, ya da temel ekonomi-politiği, şimdilik kapsam dışı bıraktım.

Sadece "Kazanmak için her yol mübah"çıların, "dikensiz gül bahçesi"cilerin, çok bileşenli, futbolun âmir yapılarını ve resmî sportif idareyi, siyasal erki kapsayan; 

kuşatıcı medyalı, bol yalanlı, trol ordulu açık adresli senaryonun uzun bir süredir sahne aldığı, kaos ve çatışma ortamının, günah keçisi olarak karalanan takımının uğradığı haksızlıklara karşı; 

çoğu siyah-beyaz, masum, alnı terli filmlere sığınıp, incecik sesiyle  “ya ya ya, şa şa şa” diye bağıran kısa pantolonlu çocuğu üzmeyin, terbiyenizi takının demek istedim… 

Mithat Amca’ya şikâyet ettim, hoyrat biletçilere dil çıkardım, o kadar… “Manda Deviren” Bombacı Bekir de, sol ayağıyla frikiki gömecek daha, gör bak… O vursun da, biz Koç’u hallederiz. Öyle, arkadan ittim, “oligark” çime düştü kepazeliğiyle de değil.  

Çubuklu parçalı formalar da giymiş emekçiler tarih sahnesine örgütleriyle çıkıp, sermaye sınıfını gözünün içine  bakarak mülksüzleştirince... Perihan Teyze’ye söz, o devrilenlerin mülkleri içinde Fenerbahçe hiç olmayacak! 

https://youtu.be/mi8wQX2uSmg

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/asaf-guven-aksel/alex-ases-umut-asaf-guven-aksel-1210

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/asaf-guven-aksel/fenerbahce-dolayisiyla-erdogan-dan-ogrenmek-45837

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/asaf-guven-aksel/hala-fenerbahceliyim-44349

                                                               /././

Solda strateji ve Birinci TİP’in dersi -Aydemir Güler-

Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir. 

İki hafta önce solda strateji tartışmasına başlamış, 1960’lara değinmiştim. Diğeri, yani 1980’ler-90’lar, solda çoğunluğun karnından konuştuğu günümüzün şifrelerini çözmek açısından kritiktir. Ama bugün 1960’lardan kalan eksikleri tamamlamayı deneyeceğim. Bir köşe yazısına sığdığı ölçüde elbette…

*    *    *

Önceki yazıdan bir hatırlatma: “… TİP’in deneyimli Marksist kadroları, bu farklı dinamikleri uyumlu biçimde yan yana getirebilecek ve bir strateji doğrultusunda devrimci mücadeleye yönlendirecek enerjiye sahip görünmüyorlardı.” 

Peki, neden böyle oldu? Yetersiz miydiler? Beceremediler mi?

Söz konusu kadro hafife alınamaz. Esasını 1940’larda öne çıkan kuşak oluşturur. Mehmet Ali Aybar ünlenmiş, ilerici bir hukukçu ve entelektüeldir; 1950’lerde Tevkifatın dışında kalan komünistlerin önde gelenlerinden biri olacaktır. Behice Boran parlak bir Marksist akademisyendir; Parti 1950’deki barış örgütlenmesi açılımında sorumluluğu ona verir. Onlardan daha genç olan Sadun Aren 35 yaşında iktisat profesörü olmuş bir Marksist olarak genç devrimcilerce “hoca” olarak benimsenecektir. Nihat Sargın TKP’nin 1940’larda gençlik çalışmasının sorumlularındandır; TİP’in genel sekreterliğini üstlenir… Ve daha birçokları. 

Özetle ileri işçilerin kurduğu Birinci TİP, 1940’larda Reşat Fuat Baraner’in liderliğinde hareketlenen TKP’nin tezgâhından veya etki alanından yetişen devrimci aydınların ellerinin, onların çağrısına kapılıp Marksizme ve Partiye koşan başkalarının omuzları üstünde yükseldi. 

Açıkçası 1960’larda, “sola yönelen toplumsal hareketleri yönlendirme ehliyetine kim sahip” diye sorulsa, “Tarih” karşımıza aşağı yukarı bu kadroyu çıkarırdı. Ama olmadı… 

Yapamamalarının nedeni daha sonra Mahir Çayan’ın acımasız ama anlaşılır bir sertlikle, oportünizm, pasifizm, parlamentarizm diye saydırdığı “mahkumiyet kararında” yazılanlar değildir. TİP liderliğinin dışladığı devrimci gençler, tasfiyecileri hakkında “partili kimlikten devrimcilik değil bürokratlık çıkacağı” yolunda bir yargı salgılamışlardır.

Örneğin MDD’cilerin “Devrimci TİP” sloganı hiç somutlanmamıştır. Gençlikten türeyen siyasi yapılar arasında parti formuna en fazla Maocular yaklaşacaktı. Çoğunluk partici değil “cepheci” oldu ve sonradan kendi tarihlerini “hareket geleneği” olarak adlandırdılar. TİP’e yönelik en dinamik eleştiri, Parti’yi, elbette Sovyetler’e de bakarak “bürokratik bir mekanizma” olarak algılamıştır... Saygı duyulan “Lenin’in devrimci partisi” diye bir şey vardı elbette, ama Türkiye’nin devrimci demokrat gençliği bunu sanki fetiş haline getirdi. Parti kurmak yerine partileşme süreci yaşamaktı önemli olan!

Bütün bunlar TİP’in “yapamamış olmasını” açıklayamadı.

Sonraları Birinci TİP’in en zayıf olduğu yanı üstünden başka bir efsane üretildi. Buna göre TİP solun birliği demekti ve birlik bozulduğu için her şey batmıştı! Madem öyle yeniden birlik olunmalıydı… Oysa Birinci TİP, sadece başarılı olduğu, oylarını arttırdığı sürece devam edebilecek bir koalisyondu. “Birlik” olarak ise pek kırılgandı. Kaldı ki, “demokrasiyi genişletme ve emperyalizmi geriletme” hedefiyle kendini tanımlayan bir Partinin bütün ilerici güçleri “oldukları gibi” kapsamak istemesi, kimseyi biçimlendirmeye kalkışmaması, yani kırılgan bir koalisyon olarak yaşaması da gayet normaldi… 

Yeri gelmişken; on yıllarca birlik, birlik diyenlerin çok büyük çoğunluğu öyle bir partinin oluşabileceğine inanmadılar. Sloganın gizlediği asıl hedef, “en birlikçi” görünmenin sağlayacağı göreli üstünlüktü!

Birlik, bir de, farklı vektörlerin ortalamasının alınması, yani ileri olanın geri çekilmesi demekti. Giderek bütün geri tezlerin kostümü birlik kumaşından dikilir oldu!

Sorumuzun yanıtına gelebiliriz artık: Bir işçi sınıfı partisinin ihtiyaç duyduğu enerji kaynağı ancak siyasi iktidar mücadelesi olabilir. 

Bunu toy, maceracı veya kendi sağındaki güçlere tutunmaya varan bir “iktidar hevesinden” ayırt eden sosyalist iktidar perspektifidir. 1960’lar Türkiye’si bir devrimci kriz yaşamıyordu, ama geçen yazıda değindiğimiz dinamikler de demokrasinin genişletilmesi başlığına sığmıyordu. TİP liderliğinin hafife alınmaması gereken deneyim ve birikiminin, yükselen toplumsal dinamikleri bir mücadele programına bağlı olarak yapılandırmaya yetmemesinin nedeni burada gizlidir. İşçilerden gençlere, aydınlardan Kürt halkına, Alevilerden köylülere kadar bütün ülke köklü bir dönüşümü aramakta, ama TİP yönetimi adım adım, mümkün olduğunca az risk alarak ilerlemek istemektedir. 

Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir. 

Çünkü kapitalizmin düzeltilmesi, demokratikleştirilmesi burada gerçekçi değildir. Çünkü mümkün olan en geniş kesimleri kapsayan ortalamacılık veya “asgari müşterek” heyecan ve enerji üretmeye yetmez. Çünkü Türkiye başka yanları güdük, siyaset kurumu çok gelişkin bir toplumsal nesnelliğe sahiptir ve siyasetin özü iktidar mücadelesidir… O günden bu yana solun demokratikleşme programlarının hep fos çıkması rastlantı değil, ders tekrarıdır. İsterseniz şöyle diyelim, bizde reformizmden reform da çıkmaz. Reform için bile devrimcilik şarttır.

*    *    *

Birinci TİP’de bu düğüm çözüldüğünde iş işten geçmişti. Sosyalist Devrim tezi ve programı önce MDD’cilere, sonra Aybarcılara karşı ağırlık kazandı. Ama “SD’ci TİP” artık 1963-1967’ye daraltabileceğimiz altın yıllarında değildi.

Güçlenmiyor, patinaj yapıyordu. 

Elbette sosyalizm davası sürekli ileri gitmez. Geçici, hafif veya ağır yenilgilerden bağışık bir tarih olamaz. Ama zorlukların göğüslenebilmesi için işçi sınıfı partilerinde bir kritik faktör daha hesaba katılmalıdır: Merkezi kadrolaşma. İçinde ideolojik netlik, dönemsel ve kolektif özgün bir misyon; isterseniz bütün bunları içeren geniş anlamıyla “ekip ruhu.” Ama tarihsel bir ekip ruhu…

“Merkezi kadrolaşma” bizim cenahta siyasetin genelinde olduğundan defalarca daha fazla önemlidir. Kabaca, burjuva siyaseti olağan süreçlerde iktidardaki mülk sahibi sınıfların çeşitliliğini, farklılıklarını yansıtma platformudur. İşçi sınıfı siyaseti ise, emekçileri pusulasız bırakacak çeşitlilikleri, farklılıkları, eşitsizlikleri kontrol altına alma, enerjiyi hedefe odaklama etkinliğidir. 

Bir komünist parti önce perspektif ve programıyla kimliğini oluşturur. Bu unsuru, arada neredeyse hiç mesafe bırakmadan takip etmesi gereken faktör de merkezi kadrolaşmadır. Merkezi kadrolaşma canlı bir organizmada süreklilik taşıması gereken bir dinamiktir. 

Birinci TİP iktidar perspektifi/sosyalist devrim programı düğümünü çözdüğünde, parti üyeleri çoktan dağılmaya başlamışlardı. Parti artık sayısız irili ufaklı hizbin doluştuğu bir karmaşaydı. Üye çoğunluğu için TİP “asıl parti” değil geçici bir uğraktı. Kimileri aslını, “komünist partiyi” arıyordu. Birileri yeni parti kurmak için kafa kafaya vermişti bile. Parti olarak değil, öbekler halinde, işçi havzalarında kendilerince örgütlenmeye uğraşıyorlar, kendi yayınlarını çıkarıyorlardı. Bir dinamik olarak merkezi kadrolaşma sekteye uğramıştı, parti merkezi hiziplerden birine dönüşmüştü. 

1975’de kurulan İkinci TİP, deyim uygun sayılırsa, işte birkaç yıl öncenin merkez hizbidir. Sosyalist devrimci bir siyaset deneyimi olarak büyük öneme sahiptir. Ama 1970 dönemecindeki arayışlara yanıt üretebilme, kabarmaya devam eden toplumsal mücadelelerin öncülüğünü örgütleme şansına hiç sahip olamamıştır. En değerli özelliğine, yani SD’ciliğine yakışmayan bir biçimde 1977 seçim sonuçlarıyla bu deneyimin son perdesine geçilecektir. Devrimci bir parti elbette seçimde de başarı arar. Ama seçim başarısızlığı nasıl olur da, devrimcilerin kaderine el koyabilir! 

*    *    *

Programın “o kadar da önemli olmadığı” Türkiye solunda strateji tartışmalarının kurumasında bir dönemeç oluşturdu. Birinci TİP’in sosyalist devrimci üyelerinin büyük çoğunluğu 12 Mart çıkışında MDD-SD kavgasına sırtlarını dönmüşlerdi bile. DHD, İDD, UDD, UDHD… 

Bir işçi sınıfı partisi olarak kendini yeniden kuran ve gerçekten “Atılım’a” kalkan TKP’nin programı İleri Demokrasi formülüyle TİP deneyiminin gerisine çekiliyordu! MDD hareketi sol darbe projelerinin çökmesiyle tükenmişti, ama demokratik devrimcilik solun –İkinci TİP hariç- tamamına yayıldı! 

Bütün bunlar doktrin düzeyinde yani kitaba uygunluk üstünden tartışılmaya devam edildi elbette. Ama yaygınlaşan kanıya göre, bir yerden sonra ülke devrime doğru gidiyorsa, bütün bunların ne önemi vardı! CHP’yi oligarşiye veya küçük burjuvaziye bağlayabilir, milli burjuvaziyi ister orada ister dincilerde arayabilirdiniz. Bileşiminde “demokratik” sözcüğü asla eksik olmayan programların arasındaki ayrımlar pek az militana ilginç geliyordu. Eninde sonunda sol, nereden gelirse gelsin demokrasiyi alkışlamayacak mıydı?

Programı önemsizleştiren bakış giderek egemen hale geldi ve strateji tartışmaları da yalan oldu. Ulaşılan kitlelerin kalabalığı bu ayıbı kolaylıkla örtüyordu!

*    *    *

Lakin o sırada karşı cephede tarihsel bir strateji tartışması bağlanıyordu. 12 Mart çıkışındaki sosyal-demokrasi esintisi, yerini Milliyetçi Cephe’ye bıraktı. 1977 itibariyle Türkiye büyük sermayesi, egemen güçleri, emperyalist merkezler karşıdevrime karar vermiş görünüyorlardı. Kanlı 1 Mayıs’ta aslında Türkiye’nin bir iç savaş kaosunda faşist darbeye götürüleceği ilan edildi. 

Stratejisiz veya stratejisi demokrasiyi genişletmeye indirgenen sol, bir yandan kitleselleşmeye devam ederken, diğer yandan marjinalleşecekti. “Altın yıllarında” toplumun vicdanının ve geleceğinin, aydınlanmanın, ülkenin bağımsızlığının, emekçilerin hak arayışının… temsilini üstlenen solculuk, “huzur bozucu” taraflardan biri olarak algılanmaya başlanmıştı. Sol, iktidarda olacağı, toplumu yeniden biçimlendireceği bir gelecek vaat etmiyorsa sonuç başka türlü olabilir miydi? 

Ders tekrarı: İktidarı istemeyen reform bile elde edemez. En azından Türkiye’de böyledir!

Düzen ne yapacağına karar vermişti. Sol ise demokrasiyi genişletmenin ötesine geçemedi. Bu karşı karşıya gelişte hangi sınıfın üstün olduğu açıktı. Strateji tartışması esasen bununla ilgilidir. Sanıldığı gibi sol içi değil sınıflar arası bir konudur…

Sonra; büyük yenilgi. Üstelik iki aşamalı. 1980: Türkiye’de darbe. 1985: SBKP’de sonun başlangıcı. 

Bu koşullarda solun yeniden kurulması gerekiyordu. Yeniden kuruluş ise stratejisiz olamazdı. 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’lar bu açıdan hiç de verimsiz geçmiş sayılmaz…

                                                             /././

 Manda ve himaye edilmek isteyenler nasıl örgütleniyor? -Berkay Kemal Önoğlu-

"İşbirlikçi bazen doğrudan maddi çıkarı olduğu için satar ülkesini ama bazen de sadece sevmediği için, insanlığa duyduğu nefretten satar."

Tarihte öyle gayrimeşru siyasi pozisyonlar vardır ki bunların bırakın örgütlenmeleri açıktan dile getirilebilmeleri bile ancak işgal gibi ağır koşullarda, çok derin çöküş ve parçalanma anlarında, büyük felaket zamanlarında mümkün olabilir. Manda ve himaye talebi onlardan biridir. Sonuçta bu sıralanan koşullar olmaksızın makul karşılanıp toplumsallaşabilmesinin imkanı olmayan bir siyasi pozisyonu ifade eder. Ne mutlu ki bizim toplumumuzda, kelime olarak da, manda ve himayeye karşı özel bir hassasiyet, ciddi bir alerji mevcut. Himaye edilmek, büyük bir güce ipleri teslim etme fikri son derece itici. Fakat bir zamanlar, şimdi tahayyül etmesi zor belki ama bu topraklarda samimi hislerle, memleketin iyiliği için Amerika'ya veya İngiltere'ye resmen tabi olmayı öneren ve bunu örgütleyen siyasal aktörler de mevcuttu. Yani Türkiye’de işbirlikçilik bir zamanlar, tabiri caizse, utanmadan örgütlenebileceği bir zemin bulabilmişti.

Bugün ülkemizin bir büyük güç tarafından himaye edilmesini ve bağımsızlığının resmen ortadan kalkmasını kimsenin açıktan ileri süremeyeceğini gayet net söyleyebiliyoruz. Özel bir çıkarı bulunmadığı takdirde hiç kimse de böyle bir fikrin peşinden samimi bir inançla yürümez. ‘Olağan zamanlarda’ Türkiye’de mandacılık ancak başka bir söylemin içine gizlenerek, toplumdaki bazı duygular istismar edilerek, tarihsel süreç maniple edilerek ve düzenli bir dezenformasyonla siyasal alanda kendine yer bulabilir ve maalesef bugün tam da bunu yaşıyoruz.

Liberalizm son yıllarda toplumsal algıda hızla değersizleşmiş, itibar kaybetmiş olabilir. Sümüklü vaizle ortak bir altın çağ yaşayıp yine bağlantılı bir sürecin sonunda tepetaklak geriye düşmüş görünebilir. Ama bilinmelidir ki kapitalist Türkiye’de liberalizm asla etkisiz bir aktör haline gelmez çünkü kapitalist bir ülkede işbirlikçi ruh da asla ölmez.

Peki ama yukarıda ifade edildiği türden bir çöküş ve dağılma hali söz konusu olmadığında emperyalizme dönük teslimiyetçi bir tutum nasıl örgütlenme sahası bulabilir?

Bozgunculukla, çaresizlik hissi kanıksatılarak, bu ülkenin mücadele etmeye değmeyeceği fikri yayılarak, teslim bayrağı erkenden çekilerek…

İşbirlikçiliğin olağanüstü zamanlarda nasıl açıktan örgütlenme zemini bulabildiğini söylemiştik. Çöküş ve dağılma psikolojisine ek, teslimiyetçi bir duygunun da yerleşip yayılması bunun için şart. Aslına bakarsanız olağan zamanlarda mandacılık yolunu tutanlar da bu ülkeye baktıklarında çöküş ve dağılmadan başka bir şey görmedikleri için bu yolu ar etmeden yürüyebiliyor. Ne de olsa çöp kadar değeri yok bu ülkenin onlar için. Kuruluş tarihsel bir gerileme, cumhuriyet gayrimeşru bir gelişme, geride kalan 100 yıl bütünüyle kan ve gözyaşından ibaret bir parantez… Onlara göre bu ülke sevilemez. Onun için de bu ülkeyi insanıyla, toprağıyla, madeniyle, fabrikasıyla, bilimiyle, sanatıyla paketleyip satmak en iyisi…

İşbirlikçi bazen doğrudan maddi çıkarı olduğu için satar ülkesini ama bazen de sadece sevmediği için, insanlığa duyduğu nefretten satar. Kendini alıkoyamaz. Türkiye’deki alışılmış liberal portresi işte böyledir. Tepeden baktığı, kendini parçası görmediği emekçi halka dair en ufak bir inanç beslemez. İnsanlığa dair umudunu koruyabileceği bir tarihsel formasyona ve bilince zaten sahip değildir. Ürettiklerimize, biriktirdiklerimize değil onların anlamsızlığına, insanın boşluktaki savruluşuna, tarihin tekerrür ettiği safsatasına sırtını verir. Ve kendi cahilliğini, kolaycılığını ve itaatkârlığını bu ülkenin milyonlarca emekçisine mâl edip görmezden gelir. 

Bugün Türkiye’de her partiye yayılmış çeşit çeşit liberalin ne yazık ki en yoğun beslendiği zemin Türkiye toplumunun kendi ülkesinde deplasmanda olma duygusudur. Ümitsizlik “toplumu” götürüp “bireyi” getirmekte ve insanlığa değil sermayeye inanç beslenmesinin önü açılmaktadır. Üzerinde yaşayan insanlarıyla, doğası, kültürü, kaynaklarıyla bir ülkeye değil çok uluslu tekellere bağlılık, bunlar üzerinden bir kimlik inşası ve kurtuluş reçetesi işte bu deplasmandalık hissi ile ivme kazanabilmektedir.

12 Eylül’den bugüne kademe kademe ama özel olarak da AKP’li yıllarda bu “kendi ülkesinde deplasmanda hissetme” hali büyümüş; toplumun örgütlenme olanakları budandıkça, toplumsal dinamikler tasfiye edildikçe çok çeşitli kesimler için bu ülkeye aidiyet hissi de adım adım erozyona uğratılmıştır. Teslimiyetçilik toplumsal alanda bu olgudan beslenmekte, liberalizm yakın tarihi de bu bağlamda tahrif ederek kendi örgütlenmesine uygun bir okuma ortaya atmaktadır. HDP, DEVA ya da LDP fark etmeksizin bütün mecralardan liberallerin AKP’nin komünist olduğu iddiasını dile getirmeleri böyle bir tahrifatın ürünüdür. Üstelik ekonominin dümeninde AKP’li bir sömürge valisi varken bile bu iddialar varlığını koruyabilmektedir.

Yukarıda söyledik, kapitalist Türkiye’de koşulsuz piyasa egemenliğini yani Amerikan iktidarını savunanlar hiç bitmez. Türkiye gibi piramidin ortalarındaki bir ülkenin piyasa karşısında sıfır irade sergilediğinde koşulsuz Amerikan egemenliğine gireceğini dert etmezler. Bunun karşısında Türkiye’yi o kanlı piramidin üst katlarına taşıma hayali kuranlar, servetlerini katlamak için oynayacakları tehlikeli kumara Türkiye işçi sınıfını ortak etmeye çalışanlar da mevcuttur. İkisinin bir madalyonun iki yüzü olduklarını ve teknik olarak da temsil ettikleri eğilimlerin sonunda aynı kapıya çıkacağını başka bir yazıda işleyelim.

Ama bir de o piramidi sallayıp devirecek, zinciri zayıf halkasından kıracak olanlar var. Onların dünyasında kendi bacağından asılacak milyonlarca koyun yok, toplumu oluşturan insanlar var. Şirketlerin kutsal mal varlıkları da yok, bu ülkenin korunması gereken, kamuya ait kaynakları var. 

Eşitlikçi, güçlü, kalkınmış bir ülkede bağımsızlığına düşkün ve onurlu yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz. Bunun için sosyalizmi hedefliyoruz. Bu ülkeyi de işte böyle, en gerçek duygularla seviyoruz!

                                                                 /././

Nijer, Sahel Devletleri İttifakı ve Batı Afrika: Yeni aktörler kimler, Türkiye ne yapıyor? -Eray Yazıcıoğlu-

Nijer'deki darbeyle birlikte Batı Afrika'daki uluslararası ağırlıklar boyut değiştirme sürecinde. Türkiye'nin bölgede kritik girişimleri var. İtalya yeni açılımlarıyla Batı adına öne çıkıyor.

Geçtiğimiz yılki darbe öncesi Nijer, AB ve ABD müttefiklerinden biriydi. Örneğin, ABD buradaki askeri üs için yakın geçmişte 100 milyon dolar harcamıştı. Darbeden sonra yeni iktidarın ilk işi, Fransızlar başta olmak üzere pek çok Batı ülkesinin askerini ülkeden kovmak, askeri üsleri kapatmak oldu. Son olarak Almanya da ülkede kalan son 38 askerinin 31 Ağustos 2024 itibariyle ayrılmış olacağını açıkladı. 

Batı Afrika'da darbelerin öncesi ve sonrası

2015 yılında AB’nin yönlendirmesiyle Nijer, göçmenlerin Sahel bölgesini transit kullanarak Avrupa’ya geçişini yasaklayan bir yasa kabul etmişti. Geçtiğimiz yılın sonlarında bu yasa ilga edildi ve BM verilerine göre Nijer sınırlarından geçen göçmen sayısı kısa sürede yüzde 50 arttı.

Nijer, darbeden önceki yıl olan 2022’de yaklaşık 585 dolar ile Sierra Leone’nin (475) ardından kişi başına düşen yurt içi hasılası en düşük Batı Afrika ülkesiydi. Darbeden bu yana, yoksulluğun ve bağımlılığın temel kaynağı olarak görülen yabancı sermayeye müsamaha gösterilmiyor, doğrudan veya dolaylı olarak ülkeden çekilmeleri için baskı yapılıyor. İktidarın uyguladığı ihraç yasağının da etkisiyle, örneğin 2023’ün ilk çeyreğinde 117 milyon avro kar ettiği gözüken Fransız nükleer yakıt şirketi Orano, 2024’ün ilk yarısında 133 milyon avro zarar açıkladı. Diğer yandan, Kanada şirketi GoviEx ile olan anlaşma da Haziran itibariyle sonlandırıldı.  Fesihler, projelerin taahhüt edildiği sürede bitirilmemesine dayandırılsa da iktidarın Batı sermayesi karşıtlığı temel etken. Buna paralel olarak, boşalan alanlara yerleşmeye çalışan bir aktör de Türkiye. 

Yaklaşık bir yıl önce gerçekleşen darbeden bu yana, Nijer hükümetinin Türkiye’nin dahil olduğu bir dizi ülkeyle ilişkileri sıkılaştı. Bu kapsamda; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar ve MİT yöneticisi İbrahim Kalın bir ay önce Nijer’e ziyaret gerçekleştirdi. 
Görüşmeler üç temel çalışma grubunda yapıldı: Ekonomi ve ticaret; enerji ve madencilik; dış politika, güvenlik ve savunma. Görüşmeler sonucunda, Türk şirketlerin Nijer’deki petrol ve doğalgaz kaynaklarına yönelik çeşitli iyileştirmeler yapmasını kararlaştıran bir deklarasyon imzalandı. 

Nijer’e yapılan çıkarmayla neredeyse eşzamanlı olarak Somali ile Türkiye arasında hidrokarbon iş birliği anlaşması imzalandı ve hemen ardından Türkiye tarafından petrol ve doğalgaz aramak üzere keşif araçları bölgeye yollandı. Öte yandan; son yıllarda Somali’nin yanı sıra kıtada Libya, Ruanda, Etiyopya, Nijerya, Gana gibi pek çok ülke ile savunma anlaşmaları akdedildi. Nijer ile 2020’de, Togo ile 2021’de, Senegal ile de 2022’de çeşitli askeri iş birliği anlaşmaları imzalanmıştı. 

Yani her ne kadar Batı Afrika’daki darbelerle frekansı artsa da Türkiye’nin girişimleri yeni değil. Bu çabalar AKP’nin Türk şirketleri için yeni pazarlar bulma arayışının başladığı 2010’lara dayanıyor. Nijer özelinde, henüz 2012 yılında Erdoğan’ın gerçekleştirdiği ziyaretlerle bu yatırımların temeli atılmıştı. Bu ülkede, örneğin darbeden bir yıl önce, 2022 yılında Bayraktar TB2 satışları ile ilişkiler sıkılaşmış, Fransız basınına göre, Ankara’nın nüfuzunu genişleten bir etken olan bu drone’lar için Türkiye tarafından bir merkez üssü kurulması da gündeme gelmişti. 

Genel olarak bakılırsa, 2002 yılında 12 tane Türk elçiliği bulunan kıtada, AKP’li 20 yılın ardından toplam elçilik sayısının 44’e çıktığı görülüyor. Bunlarda Fethullahçıların Afrika’da yürüttüğü faaliyetlerin etkili olduğu açık, fakat 2016 sonrasında da artış sürdü.

Türkiye'nin girişimleri

Türkiye, kıtanın eski sömürgecilerine karşı artan öfkeyi uzun zamandır kullanmaya çalışıyor. AKP bunu kimi zaman dinsel referanslara dayanarak, kimi zaman tarihsel bağlarla, kimi zaman da salt daha iyi bir alternatif imajı çizerek yapıyor. Buna koşut olarak, farklı ölçeklerde olmakla birlikte kapitalist dünyanın tamamında eşitsizlikleri arttıran krizler, eski sömürgecilerin ve başta Fransa’nın bölgede daha aktif rol oynamasını önleyen, dolayısıyla Türkiye’nin önünü açan bir faktör. Emekçilerin talepleri gitgide daha yoğun bir şekilde hissedilir ve yoksullaşma artarken denizaşırı topraklara kaynak aktarmak iktidar için daha zor hale geliyor. Yaklaşık iki ay önce Avrupa Parlamentosundaki faşist zaferini takiben Fransa’da gerçekleştirilen seçimleri, Afrika politikası bağlamında, bu şekilde okumak gerekiyor. Zaten Yeni Halk Cephesi iktidarı da Fransa’nın kıtadaki faaliyetlerini azaltmaya gönüllü olacaktır yahut “kovulmalarına” daha az sorun çıkaracaktır. Aşağıdaki “Fransa’nın Girişimleri” başlığı, bahsedilen yeni konjonktür akılda tutularak okunmalı. 

Tersinden bakacak olursak, Türkiye’deki yoksullaşmaya paralel olarak AKP’nin sermaye sınıfının çıkarları adına bunca kamu kaynağını sınır aşırı harcamalara ayırabilmesi, Türkiye işçi sınıfının engel olamamasıyla da ilintili. Elbette bu durum apayrı bir incelemenin konusu. 

Kıtada Fransa’nın rızası hilafına yaşanan bu yükseliş, eski kolonyalistlerin ilgisini çekiyor. Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsünden Fransız Didier Billion, “bilhassa inşaat sektörü olmak üzere” Batı Afrikalıların gözünde Türkiye’nin güvenilir bir partner olduğunu, verdiği sözleri tuttuğunu ifade ediyor. 2023 yılında Türk işletmeleri Ticaret Bakanlığı verilerine göre 85.5 milyar dolar değerinde proje almıştı. Türkiye sermayesi, yeni pazarlara erişebilme ve buralarda kalıcı bir aktör haline gelme konusunda rüştünü çoktan ispatladı. Ancak unutulmaması gereken iki husus var. 

Birincisi, göreli farklar dışında ne Çin’in ne Rusya’nın ne de Türkiye’nin bölgede bağımlılık ilişkilerini azaltma çabası var. Afrika ülkeleri gerek bu yazının konusu olan Batı Afrika devletlerindeki gibi sıcak para ihtiyacı nedeniyle, gerek tarihsel Avrupa karşıtlığına dayanarak, gerekse hakikaten daha karlı anlaşmalar teşkil ettiği için “yeni kolonyal” devletlere alan açıyor. Örneğin, Somali ile yapılan petrol anlaşmaları neticesinde, muadili olan Batılılara nazaran Türkiye’nin Somali’ye daha iyi bir pay bıraktığı biliniyor. Fakat neticede bu ülkelerin yaptığı ticari anlaşmalar yeni kolonyal ilişkiler inşa ediyor ve bunları sürekli kılmayı amaçlıyor. 

Türkiye’nin bölgedeki geçmişi görece kısa olduğundan, benzer yol izleyen bir başka devlet olan Çin’i ele alalım. 21.yy. başında ÇKP tarafından duyurulan “Angola Planının” merkezinde olan Angola’ya, 2000-2022 arasında 45 milyar dolar borç verildi ve bunun bir kısmı petrolle ödendi. 2010 yılında Çin’in en büyük 2. petrol ihracatçısı olan Angola, 2022 itibariyle 8. sırada. Siyasi istikrarsızlık, zayıf altyapı, yatırımların düşük ve kesintili olması gibi sebeplerle Angola, Nijerya, Güney Sudan gibi ülkeler Çin için güvenilir birer partner olmaktan çıktı. Çin bu süreçte petrol alımlarını gitgide artan ölçüde Körfez ülkelerinden yapmaya başlarken, adı geçen ülkelere salt hammadde ihraç edebilen bir ekonomik yapı miras kaldı. Türkiye’nin Çin’den farklı bir vizyonla hareket ettiğini söylemek mümkün değil. 

İkincisi, Türkiye’nin bu cüretkar girişimleri yakın gelecekte Fransa ve diğer Batı ülkeleriyle daha büyük çaplı sorunlara yol açabilir. Çin, tedarik zincirlerinde ve genel itibariyle dünya ekonomisinde oynadığı rol itibariyle dokunulması imkansız bir aktör, Rusya ise zaten bir tecridin ortasında. Dolayısıyla en azından Türkiye’nin bölgedeki faaliyetinin sınırlanması yakın gelecekte Batı için öncelikli ve daha kolay bir hedef olabilir. Türkiye sermayesinin yayılımını durdurma gibi bir temayülü olmayacağı da düşünülürse anılan uluslararası sorunlar daha olası görünüyor. 

Türkiye ne yapıyor?

Afrika’da şu ana dek Türkiye’nin çabası, kıtayı nüfuz bölgelerine ayırarak belirli bir ülkede etki alanını genişletmek ve pivot ayağını oraya koyarak bölgede rol oynamak. Doğu Afrika’da bunu Somali vasıtasıyla uzun yıllardır yaptıktan sonra yakın geçmişte hedefe Nijer konmuş gibi görünüyor. Nijer ise Türkiye’yi, yaşadığı siyasi yalnızlaşmaya ek olarak enerji, savunma, ekonomi alanlarındaki krizler adına bir çıkış yolu olarak görüyor.

Nijer, Afrika’nın en büyük uranyum madenlerine sahip ve dünya çapında 7. büyük üretici konumunda. Reuters’e göre bir Türk diplomatın beyanı, Rusya’nın Rosatom firması tarafından Akkuyu’da inşa edilen nükleer santral için Türkiye’nin Nijer’den uranyum satın alma girişimi olmadığı yönünde. Bu beyanat doğruysa bile ilerleyen dönemde bu madenlerin Türkiye için ciddi bir nüfuz alanı teşkil edebileceği belirtiliyor. Zira nükleer enerji konusunda Rusya’ya olan bağımlılığı kaldıracağı gibi daha ucuza doğal kaynak temini de mümkün olabilir. 

Her ne kadar Nijer kadar olmasa da Türkiye’nin Burkina Faso ve Mali için de kritik girişimleri mevcut. Bu ülkelerde Türkiye’nin tarım, eğitim, savunma ve diğer alanlarda yaptığı yatırımların yanı sıra Türk drone’ları önemli bir konumda. 

Bu iki ülkenin tüm ihraç kalemlerinin yüzde 70’ini altın madenciliği oluşturuyor. Gel gelelim; demir, lityum, uranyum gibi madenlere de sahip olan Burkina Faso ve Mali’de hem Rusya’nın büyük çaplı madencilik anlaşmalarının bulunması, hem de Çin veya Batı merkezli şirketlerin hali hazırda pek çok madeni kontrol etmesi Türkiye’nin sahip olduğu olanakları azaltıyor. Nitekim, altın ve manganez madenlerinin ayrılmasına ilişkin görev yapan Türk bir şirketin izinlerinin ödemeleri yapmadığı gerekçesiyle Burkina Faso hükümetince feshi, son aylarda bu girişimleri daha da zora sokmuş görünüyor. 

Yine de bu ülkeler tıpkı Nijer gibi Fransızları kovduğu için çeşitli sektörlerde hala önemli olanaklar mevcut. Kısa aralıklarla yaşanan darbeler sonrası ekonomik yapının belkemiğini oluşturan Avrupalı/Fransız şirketlerin tasfiye süreci devam ediyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni pazarlara erişmesi ve Türkiye sermayesinin Nijer çıkarmasının devamında bu ülkelerin gelmesi olası gözüküyor.

Fransa'nın girişimleri

Yukarıda söz edilen geri çekilme bir kenara, Fransızlar bölgedeki tarihsel gücünü kaybetmekten elbette rahatsız. Nijer Devlet Başkanı Abdurrahman Tiani’nin geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamaya göre ülkeden kovulsalar da hem Nijer’de hem de çevre ülkelerde Batı karşıtı darbelere karşı yığınak yapılıyor. Benin ve Nijerya’da yeniden konumlanan ve Nijer’i “istikrarsızlaştırmayı” amaçlayan Fransız DGSE (Dış Güvenlik Genel Müdürlüğü) personelinden söz eden Tiani, ayrıca ülke içindeki muhalif grupları cesaretlendirdiklerini belirtti. 
Benin bilhassa bahsedilmeyi hak ediyor zira uzun süredir devam eden bir diplomatik çekişmenin konusu.

Bulundurduğu Fransız üsleriyle Nijer’in tepkisi çeken Benin, BADET tarafından kararlaştırılan yaptırımları son derece sert şekilde uygulamıştı. Nijer’e yönelik olarak Şubat’ta kalkan ambargoya rağmen iki ülkenin ilişkileri normalleşmedi. Ayrıca Beninese limanı üzerinden ham petrol ihraç etmeyi amaçlayan petrol boru hattının vanaları Niamey tarafından kesilmiş ve uzun süre böyle kalmıştı.

Fransa bölgedeki diplomatik ve/ya askeri sorunları alevlendirmeyi, böylece gitgide eriyen nüfuzunu korumayı amaçlıyor. Hali hazırda pek çok açıdan Fransa’ya tabi olduğu söylenebilecek Benin gibi Batı Afrika ülkelerinde Sahel Devletleri İttifakına ve anti-emperyalist yahut anti-AB toplumsal hareketlerin yükselebileceği diğer devletlere karşı yığınak oluşturuyor. Böylelikle hem bu ülkelerin daha büyük bir iktisadi ve siyasi bağlılık taşır hale gelmesini ve dolayısıyla Nijer gibi örneklerin çoğalmamasını, hem de mümkünse Sahel Devletleri İttifakının yok olmasını amaçlıyor. 

BADET'in akıbeti

BADET (ECOWAS - Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu), bölgede çok kısa aralıklarla gerçekleşen ve AB-ABD karşıtı nitelik taşıyan darbelerle fiilen zayıflamış gözüküyor. Burkina Faso, Mali ve Nijer bu çerçevede BADET’in “yabancı etkisindeki bir kurum olduğunu” öne sürerek bağlarını kesti. Üç devlet arasında “Sahel Devletleri İttifakı” adı verilen yeni bir savunma paktı imzalanmış durumda. Ayrıca 6 Temmuz tarihli mutabakat gereği bu üç ülke mevcut iş birliğini güçlendirmek amacıyla bir konfederasyon oluşturacak. Yapılan açıklamaya göre konfederasyonun amaçlarından biri; Türkiye, Rusya, Çin gibi samimi partnerlerle olan ilişkileri artırmak olacak.

Yeni bir siyasi ve iktisadi ortaklık ararken, Türkiye’nin bölgede oynaması beklenebilecek bir rol de BADET’in tekrar aktif bir rol oynamasına aracılık etmesi olabilir. Sözgelimi, geçtiğimiz ay Somali ile Etiyopya arasında gerçekleşen ve Etiyopya’nın Somaliland ile imzaladığı liman anlaşmasına ilişkin olan görüşmelere Türkiye tarafından aracılık edilmişti. 

BADET pasaportu, Topluluk içinde yer alan 400 milyon vatandaşın serbest dolaşımını, ayrıca gümrük vergilerinden muafiyeti sağlıyordu. Dolayısıyla, toplamda yaklaşık 75 milyonluk bir nüfusu kapsayan bu kopuş yalnızca Sahel Devletleri İttifakını değil, ticari hayata etkileri nedeniyle, kalan 12 ülkeyi de yakından ilgilendiriyor. Bir diğer husus ise her ne kadar nüfusları Topluluğun %20’sini kapsasa da ticaret yolları bakımından oldukça önemli yer tutmaları.

Yüzölçümü bakımından sadece Mali ve Nijer, BADET ülkelerinin toplam yüzölçümünün yaklaşık yarısını teşkil ediyor, buna karşın nüfusa oranları yaklaşık %13. Örneğin nüfus yoğunluğu çok yüksek olan ve BADET ülkelerinin toplam GSYH’sinin yarısını oluşturan Nijerya’nın diğer Topluluk ülkeleriyle olan ticaretinde veya Atlas Okyanusuna kıyısı olan BADET ülkelerinin Afrika’nın kalanıyla olan kara ticaretinde transit bölge niteliğindeki Nijer, Burkina Faso ve Mali böylelikle kendi çaplarını aşan bir önem taşıyor. 

Ayrıca Fransa ve ABD, bu geniş sınırlar sayesinde bölgedeki pek çok ülkeye doğrudan sınırı olan askeri üsler bulundurabiliyor veya çok yakın konumlanabiliyor, bu sayede bölgede çok daha etkin bir denetim icra edebiliyordu. Peşi sıra gelen darbelerle kaybettikleri bir imtiyaz da bu. 

Bölgedeki diğer aktörler

Sahel bölgesinde söz sahibi olmaya çalışan ve son yıllarda bilhassa Wagner aracılığıyla etkisini arttıran Rusya ise gerek bu grubun geçtiğimiz yıl iktidara el koyma girişiminin ardından önemli ölçüde inaktif hale gelmesi, gerekse Rusya’nın hala yoğun bir savaşın ortasında bulunmasından dolayı geri çekilmiş durumda. Bölgede yaşanan darbelerde Wagner’in ciddi rolü bulunduğunu biliyoruz. Tüm bunlara karşın, hala sattığı ucuz silahlar ve Batı’nın aksine katı koşullar sunmadan sağladığı askeri olanaklar nedeniyle Rusya önemli bir ortak.  

Bahsi geçmesi gereken bir diğer aktör ise Çin. Afrika’daki yatırımlarıyla eski kolonyalistlerden doğan ve doğabilecek boşlukları doldurma çabasındaki Asya ülkesi, Kasım ayında Benin ile petrol boru hattı inşaatı için anlaşma imzalamış, Geçtiğimiz Nisan ayında ise petrol satışları için Nijer’le anlaşmış ve gelecek satışlardan verilecek 400 milyon dolar bedeli önden ödeyerek yaşanan iktisadi sıkıntılara karşı iktidarın elini rahatlatmıştı. Bu ülkeyle, yaklaşık 125 milyon dolar değerindeki altyapı yatırımları anlaşması ise geçtiğimiz Mart ayında imzalanmıştı. Ayrıca, Çin ile Nijer 2008 yılından bu yana ortak bir petrol üretim anlaşmasını tatbik ediyor.

İtalya'nın rolü ve geleceği

Avrupa’ya yeni göç dalgalarının önlenmesi karşılığında Afrika ülkeleriyle iş birliğinin ve bölgeye yapılacak desteğin artırılması temelindeki yeni Mattei Planı, İtalya için işe yarayabilir gibi görünüyor. Bu Plan’ın duyurulmasına yakın bir dönemde, geçtiğimiz Ocak ayı içinde Erdoğan ve Meloni bir görüşme gerçekleştirmişti. İtalya’ya geçişteki ana güzergah olan Libya’da Ankara’nın askeri üs de dahil olmak üzere geniş bir nüfuz alanı mevcut. Dolayısıyla İtalya, Afrika ülkelerine ek olarak Türkiye ile de ittifak zemini arıyor. Sağcı Meloni hükümetinin öncelikleri arasında göçmen akınını önlemek bulunduğu için, bunu sağlayabilecek müttefikler edinmek adına çeşitli tavizler verebilir gibi gözüküyor. Ayrıca İtalya’nın AB içindeki çatlaklara oynadığı da bariz.

2023 yılında Libya ile 8 milyar dolar değerinde bir gaz anlaşması imzalayan İtalya, bu yıl ise geçtiğimiz aylarda Meloni’nin gerçekleştirdiği ziyarette eğitimden spora, sağlıktan yenilenebilir enerjiye dek geniş bir iş birliği anlaşması akdetti. Mattei Planının önemli bir parçasını teşkil eden bu anlaşmalar, yukarıda anılan çerçevede yorumlanmalı. Ayrıca İtalya’nın girişimleri Kuzey Afrika ile sınırlı değil.

Nijer’de yeni yönetim, çok daha az sayıda olan İtalyan askeri birliklerinin ülkedeki varlığından rahatsız olmadığını açıkça belirtmiş, öyle ki Kasım ayında askeri ataşe Franco Merlino’yu “iş birliğine yaptığı katkılardan dolayı” ödüllendirmişti. Bunun nedenleri arasında elbette Batı’yla bağ kurmayı sağlayacak unsur olarak görmeleri ve Fransızlara karşı duyulana benzer bir öfkenin mevcut olmaması var. Fakat İtalya da sürecin başından beri burada bir olanak görüyor ve Türkiye’ye benzer bir rol üstlenmeye çalışıyor. Örneğin, darbeden hemen sonra Fransa müdahale çağrısı yapmışken İtalya’nın çıkışı, bölgenin daha fazla destabilize edilmemesi gerektiği yönünde olmuş ve ilk fırsatta iktidarla diyalog aranmıştı. 

İtalya, MISIN askeri gücünün ülkedeki tek Batılı aktör olması sayesinde başka siyasi çıkarlar elde edeceğini de öngörüyor. Nijer ve darbelerin gerçekleştiği diğer ülkelerde artan Rus etkisinden rahatsız olan ABD, kendisinin de Fransa’ya yakın sayılacak kadar olumsuz bir imaja sahip olduğu bu bölgede doğrudan faaliyet yürütmekte zorlanıyor. Dolayısıyla İtalya’nın “öncülüğüne” göz yumması ve Batı adına İtalyanların çeşitli tavizler kazanmasının sağlanması ABD için de mantıklı görünüyor. 

                                                                 /././

Bir suç ve savaş kışkırtıcısı örgüt olarak NATO: Belgrad bombardımanı -Erhan Nalçacı-

Türkiye NATO üyesi olarak yapılan saldırıya F-16 uçakları ile katıldı, yapılan bombardıman uçuşlarının %2,2’sini 78 saldırı ile gerçekleştirdi.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Eylül ayından itibaren “NATO ve emperyalist savaş karşıtı bir kampanya” örme kararı aldı. Kampanya İncirlik Üssüne iki hafta süren bir yürüyüşü, resim ve karikatür sergilerini, çok sayıda paneli ve bir mitingi içerecek.

Bu kampanya çok yaşamsal bir aydınlanma çalışması olarak kabul edilebilir. Çünkü halkımız NATO’yu çok dış bir konu olarak kabul eder ve gündemine almaz genellikle veya NATO konusu uzmanların işidir, bu teknik konuya karışmanın anlamı yok, diye düşünülür.

Oysa NATO ve Türkiye’nin NATO üyeliği hepimizi ilgilendiriyor. NATO bir suç örgütü olmanın dışında halkımızı büyük bedeller ödetecek bir savaşa sürükleme potansiyeli de taşıyor.

Bu haftadan başlayarak acil gündemler bölmediği sürece NATO’nun suçlarını ve Türkiye’yi halkımıza ait olmayan bir savaşa sürükleme potansiyelini ele alacağız.

Bugünlerde tatilciler için Sırbistan çok gözde yerlerden biri, çünkü vizesiz girilebiliyor. Bir Avrupa ülkesi ziyareti için bugünkü vize kısıtlarında bulunmaz nimet!

Oysa bu ülke bundan 25 yıl önce Türkiye’nin de dahli olan büyük bir trajedi yaşadı. 

Bize özgünmüş gibi gelen düşünceler çoğu kez sermaye sınıfının aklımıza saldırısının sonucu oluşur. Bunu mantığımızı bozarak ve belleğimizi yok etmeye çalışarak yaparlar. Artık kimse turlara katılıp gitmeyi denediği bu ülke halkının başına gelenleri hatırlamıyor.

Balkan halkları İkinci Dünya savaşında hem faşizme hem kendi ülkelerinin kralcı, gerici çetelerine karşı emekçi sınıfların öncülüğünde bir partizan savaşı ördüler. Sovyetlerin faşizme karşı zaferi ile birlikte Balkanlarda feodalizme ve emperyalizme karşı sosyalizm rüzgârı esti. Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk’un yanında Yugoslavya federatif bir sosyalist cumhuriyet olarak doğdu.

Ancak Yugoslavya zayıf merkezi planlaması ve federatif yapısı ile burjuva düşüncesine ve toplumsal eşitsizliklere yol açan bir deneyim yaşadı. Dünyada 1989 karşı devrimi yaşandığında emperyalizm çoktan Yugoslavya’da mevziler elde etmişti.

ABD ve AB’nin programı şuna dayanıyordu: Yugoslavya parçalanacak, sermaye hegemonyası her köşesinde sağlanacak, parçalanmış devletler NATO ve AB üyesi olacaklar, Yugoslavya’nın her yeri ABD’nin askeri üsleriyle dolacak.

Bu programı engelleyecek güçlü bir işçi sınıfı öznesi kalmamıştı. Milliyetçilik ve rekabet temel siyasi unsurlardı.

Bugün halen incelenmeyi ve anlaşılmayı hak eden bir operasyon yürüdü. Milliyetçi ve dinci kışkırtma, faşist çetelerin Batı istihbaratı tarafından büyütülmesi, taşınmış şeriatçı çetelerin ortaya çıkışı ve terörü, medya yoluyla gerçekleri çarpıtma…

En nihayet halklar arasında büyüyen savaşa Batı emperyalizmi doğrudan müdahale edecek hale geldi. Sırbistan’ın resmi olarak parçası olan Kosova’yı ABD kopartmaya karar vermişti, buraya inşa edilecek büyük ölçekli ABD üssünün planları bile hazırdı. Ancak Sırbistan direniyordu.

ABD’nin Sırbistan saldırısı sonrası Kosova’da kurduğu 465 bin metre kareye yayılan Bondsteel Askeri üssü. ABD dışındaki en büyük ABD üssü olan Bondsteel’in imar planları henüz Belgrat’a bombalar düşmeden aylarca önce hazırlanmıştı. Ayrıca üssün etrafındaki onlarca kilometrelik alan ve köprüler bugün ABD tarafından kontrol ediliyor.

24 Mart 1999 tarihinde NATO kendi aldığı kararla Sırbistan’a saldırdı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı gerekiyordu savaş ilanı için ancak saldırı kararı BM Güvenlik Konseyine gelmedi. NATO Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrim sonrası uluslararası hukuku tanımıyordu.

Savaş mümkün olduğu kadar kara birliği kullanmadan Sırbistan’a diz çöktürmeye dayanıyordu, bu nedenle Sırbistan’daki enerji tesisleri, köprüler, fabrikalar, rafineriler, kente su temin eden tesisler gibi bütün altyapıya yok etmeye dönük alçakça bir hava bombardımanı gerçekleştirildi. Büyük bir sivil can kaybı yaşandı.

ABD’nin halkları aşağı gören mağrur ve ırkçı ideolojisi muhtemel işlenen cinayetlerde rol oynadı. Trenler, göçmen konvoyları, yolcu otobüsleri, evler, santrallar, Belgrad’daki Sırbistan Sosyalist Partisi’nin merkezi NATO bombardımanına hedef oldu. Sadece Radyo Televizyon Kurumu’na yapılan saldırıda 16 gazeteci öldü. Bugün İsrail’in çok sayıda gazeteciyi kasıtlı olarak öldürmesine giden yol o günlerde döşendi.

Sırbistan’ın teslim olduğu 10 Haziran’a kadar 78 gün içinde 2 bin civarında sivil öldürüldü.

Ancak NATO’nun uyguladığı vahşet burada bitmedi. NATO Sırbistan’da 15 ton kadar zayıflatılmış uranyum kullandı. Yani savaş örtülü bir nükleer saldırıyı içeriyordu. Uranyumun etkisiz hale gelmesi için 4,5 milyar yıl gerektiği düşünülürse Sırbistan’ın havası ve suyunun halen NATO’nun nükleer saldırısı sonucu kirletildiği anlaşılır.

Bu nükleer kirlilik Sırbistan’daki kanserden ölümleri dünya ortalamasının defalarca üzerine çıkardı, on binlerce kişinin bu nedenle yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor.

NATO hukuk tanımayan bir suç örgütü mü? Evet, sadece bu savaş nasıl bir suç örgütü olduğunu gösteriyor.
Gelelim savaş kışkırtıcılığına.

Belgrat bombardımanı esnasında 8 Mayıs’ta Belgrat’ta bulunan Çin Büyükelçiliği üç füzeyle vuruldu, yanıp yıkıldı. Dört kişi ölürken çok sayıda kişi yaralandı. ABD saldırının yanlışlıkla yapıldığını söyledi. Bu alçaklar sivilleri öldürürken hakikaten hata yapacak bir rahatlığa sahiptirler, ancak iş Çin Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği olunca hata yapmazlar, kasıtlı olarak karar alıp vurdular. Çin’in o dönem Sırbistan ile tarihsel bağları vardı ve muhtemelen el altından desteklemeye çalışıyorlardı.

Bugün olsa kesin yeni savaşa yol açacak bu olay hiç unutulmamakla birlikte Çin’in protestosuyla kapandı. Çin’in o zaman savaşı göze alacak hali yoktu, ayrıca Çin’in uzun vadeli stratejisinde Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmak bulunuyordu ve iki yıl sonra bu niyeti gerçekleşti.

Çiçeği burnunda Rus burjuvazisi ise o yıl halen ABD emperyalizminin işbirlikçisi durumundaydı ve Sırbistan saldırısına onay vermişti.

Ancak Çin büyükelçiliğine saldırı muhtemelen Çin ve Rusya arasında güvenlik iş birliğini ve dolayısıyla bugünkü emperyalist paylaşım savaşına giden yolu hızlandıran bir olay olarak tarihe geçti.

Şimdi suça ortak olmaya gelelim.

Türkiye NATO üyesi olarak yapılan saldırıya F-16 uçakları ile katıldı, yapılan bombardıman uçuşlarının %2,2’sini 78 saldırı ile gerçekleştirdi.

Tamam bu bir halka karşı işlenmiş suç, Türkiye burjuvazisinin ilkesiz çıkarcılığı ile ilişkilidir ancak emekçiler kendilerini sıyıramazlar. Çünkü bu suçu engellemek bizim görevimizdi, biz başaramadık.

NATO’ya ve emperyalist savaşa hayır. 

                                                             /././

İlya Repin’in Burlakları -Fide Lale Durak-

    Kapak Resmi: İlya Repin, 1870-73, “Volga’da Sal Çekicileri”, Rusya Devlet Müzesi- St. Petersburg 

'Volga’da Sal Çekicileri' resmi ile Repin’in hem ele aldığı konuların hem de biçimsel olarak ortaya çıkan yeni tutumunun ideolojik yaklaşımının bir sonucu olarak değiştiğini söyleyebiliriz."

Repin’in ikonik resmi “Volga’da Sal Çekicileri” Rusya’da gerçekçilik akımına dair önemli bir dönüm noktasıdır. Resmin diğer adı olan “Burlaki” yani Burlaklar, Rusya’da 17. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar mavnaları ve diğer gemileri çeken işçilere verilen isimdir. Repin, güneşin altında çalışan Burlakları resmederken her biri üzerinde ayrıca durmuş, duygularını, karakterlerini ortaya çıkaracak detaylara yer vermiştir. Resim, hem konusu hem de ele alınış yöntemi açısından sadece yapıldığı dönemde değil sonrasında da kendinden bahsettirmiştir. Gelin, Repin’in sanat hayatında da ayrı bir yere oturan "Volga’da Sal Çekicileri”ne yakından bakalım… 

Repin bu resmi yaptığında henüz Güzel Sanatlar’da öğrencidir ve dolayısıyla kariyerinin erken dönemindedir. Aslında bu tarihe kadar genelde İncil’de geçen anlatılardan dinsel ya da mitolojik resimler yapmıştır. Ama, 1860 yılında yapmak istediği başka bir resimle ilgili St. Petersburg yakınlarında küçük bir kasabaya, Ust-Izhora'ya geziye çıktığında Burlaklarla karşılaşır ve çok etkilenerek suluboya bir deneme yapar. Suluboyada istediği sonucu alamayınca daha fazla araştırma yapmak için Volga Nehri’ne gitmeye karar verir. Tüm yaz aylarını bu araştırma ile geçirecek olan Repin, Volga’ya yakın Samara adlı küçük bir kasabada kalır. Her gün Burlaklarla konuşmak ve onları yakından tanımak için yanlarına gider, onlarla vakit geçirir, ahbaplık kurar ve eskizler çalışır. Örneğin Kanin adındaki Burlağın önceden keşiş olduğunu öğrenir. Bu hikayeler biriktikçe Repin’in resmindeki karakterler de canlanmaya başlar. Burlaklar genelde topraksız, yoksul köylülerdir ve ilkbahardan, sonbahara kadar mevsimlik işçi olarak çalışırlar. Çünkü Volga nehri donduğunda çekilecek gemi de kalmaz. Aralarında gündelikçi olarak çalışan işçiler de vardır. Ortak noktaları ise o dönem Rusya toplumunun en alt katmanını oluşturuyor olmalarıdır.

                                                                                    İlya Repin, “Volga’da Sal Çekicileri” için eskiz

                                                                                                  İlya Repin, “Volga’da Sal Çekicileri” için eskiz

                                                      İlya Repin, “Volga’da Sal Çekicileri” için eskiz

Burlaklar resmi, tam da bu yüzden, Rusya İmparatorluğundaki toplumsal eşitsizliği en alt katmandaki işçiler üzerinde gösterdiği için soylulardan ve bazı sanatçılardan tepkiler almıştır. Örneğin Dostoyevski resim hakkında düşündüklerini günlüğüne şöyle yazar1:  

“Bir gazetede Bay Repin’in yedekçileri [Burlaklar] üzerine yazılanları okuyunca birden korkuya kapıldım. Bir kere, konusu ürkütücüydü: Yüksek sınıfların halka ödemediği borçlar [Narodnikler’in kavramı, halka manevi borçlu olmak anlamında kullanılıyor] üzerine bilinen sosyal düşünceyi en çok yedekçilerin yansıttığı kabul edilir bizde... Bu insanların tümünü, alınlarındaki o malum yaftayla üniformalı görmeye hazırladım kendimi; sonra bakın ne oldu. Neşeme bakılırsa tüm endişelerim boşunaymış: Su katılmadık yedekçilerden başkası değillermiş. Tabloda görünenlerden hiçbiri seyredene: ‘Ne kadar mutsuz olduğuma baksana, halka bir ölçüde senin de borcun var!’ diye haykırmıyor. Sadece bu bile ressamı çok başarılı kılabilir. Anlı şanlı bildik tipler: Öndeki iki yedekçi gülümsüyor gibi, hiç değilse pek ağlamıyorlar ve sosyal durumlarını hiç de düşünmüyorlar. Bir asker bozuntusu [Burlak] hile düzen peşinde, gizliden piposunu doldurmak istiyor.” 

Dostoyevski'nin gerici bir ideolojiye sahip olduğunu bilen okur belki de bu yorumlara şaşırmayacaktır; ama yine de devamında alt kademeye olan nefreti engel olunamaz biçimde ortaya saçıldığında sınıf düşmanlığı daha dikkat çekici hale geliyor. Alıntı kısmını uzatmak pahasına paylaşıyorum:

“Ancak Bay Repin’de bazı abartmalar gözden kaçmıyor: Özellikle giysilerde, sadece iki yedekçinin giysilerinde... Bu kadar perişan, paçavralar içinde olamazlardı: Örneğin gömlek, kazayla kıyma makinesine düşmüş gibi. Yedekçilerin ışıl ışıl giysilere bürünecek halleri yok. Elbette bu insanların nereden geldiklerini herkes biliyor: En azından basından sıkça öğrendiğimiz gibi, evlerinde yaşadıkları kış boyunca neredeyse bitki kabuklarıyla beslenirler; bahara doğru, hiç sözleşme yapmadan, sadece pirinç lapasına mavnalarda kürek çekmeye giderler. Daha çalışmaya başladıkları ilk günde açlıktan lapaya saldıran ve aşırı yemekten “çatlayarak” ölen yedekçiler olduğu biliniyor. Hekimler cesedi yarıp incelediklerinde, boğazına kadar lapayla dolu olduğunu görmüşler. Bazen böyle insanlarla karşılaşılıyor işte! Ama sükût altındır yine de, bir de böyle bir gömleği üzerinizden çıkardıktan sonra insan bir daha giyemez, zaten giyilecek hali de kalmamıştır.” 

Dostoyevski, gündelik hayatın resmedilmesinden rahatsızlık duyar, ressamları kültür eksikliği ile eleştirir. Ona göre sanatçıların gerçeklik takıntısı tartışmalıdır, zira şeylerin gerçekliğine ulaşılamaz. Felsefi olarak gerçeklik tartışmasına girmek yerine 1900’lerden bir Burlaklar fotoğrafına yer verip Repin’in resminde yer alan gerçekliğe geri dönelim.

                                    Volga Nehri Üzerinde Burlaklar, 1900’ler, Kaynak: Burlak - Vikipedi

Repin’in resimde ele aldığı gerçeklik sadece figürlerin gerçeğe yakın bir biçimde resmedilmesinden kaynaklanmaz. Aynı zamanda gerçeklik, geçmiş ve gelecekle olan ilişkisi bağlamında bir diyalektiğe oturur. Bu da onun değiştirilebilir olduğuna dair umutlu bir yaklaşımdır. Belki de bu umut kafasını kaldırmış ve yüzüne güneşin aydınlığı vurmuş genç Burlaktadır. Bu bakımdan ilk örneklerini Courbet ile Fransa’da görmeye başlayacağımız gerçekçilik ile bir birbirine yakındır.  

Dostoyevski’nin tespit ettiği üzere Burlakların kıyafetleri belki de abartılı bir biçimde eskidir, ana esere gelene kadar yapılan çalışmalara baktığımızda kıyafetlerin sanatçının birinci önceliği olmadığı ortaya çıkar. Repin, bazı çalışmalarda kıyafetlerle ilgili çok da detaya girmeden kabataslak resmetmiştir. Ancak ön çalışmalar ve ana resim arasındaki dikkate değer fark arka sağ tarafta görünen motorlu geminin son versiyona eklenmiş olmasıdır. Bu yavaş yavaş gündelik hayatta etkisi artacak olan Sanayi Devriminin işaretleridir. Motorlu araçlar yaygınlaştıkça fiziksel güçle çekilmesine gerek kalmayacak ve 20. yüzyılın başları itibariyle Burlaklık ortadan kalkacaktır. Repin, işçilerin yerine geçecek olan makinayı resme katarken, gelecek ile de simgesel bir bağ kurar.

                                                        İlya Repin, 1870, ”Volga’da Sal Çekicileri 1”

                                                        İlya Repin, 1872, “Volga’da Sal Çekenler” 

Resmin son versiyonu: İlya Repin, 1870-73, “Volga’da Sal Çekicileri”, Rusya Devlet Müzesi-St. Petersburg 

Geçmiş ve gelecek arasında kurulan bu bağ, yıllar sonra Sovyetler Birliği’nde yapılan bir propaganda posterinde de karşımıza çıkacaktır. 1950 yılında yapılan posterde, bir zamanlar gemilerin Burlaklar ile çekiliyor olduğu ama artık gelişmiş bir ülke olarak bu şartlarda insanların çalışmasına gerek kalmadığı, yaşlı bir Sovyet vatandaşı tarafından genç olana anlatılmaktadır. Şüphesiz biri geçmişi, öteki geleceği simgelemekte ve Repin’in ünlü resmi arkada tarihi bir belge gibi yer almaktadır. Meraklısı için posterdeki diğer detaylar şöyle: Posterin sloganı “Halkın Rüyaları Gerçekleştirildi”; masada Pravda gazetesi var, başlığı “Büyük Komünizm Projesi”; çocuğun okuduğu kitap Nekrasov’un “Rusya’da Kimler İyi Yaşar” adlı, halkın çektiği zorlukları anlatan şiir kitabı.

Repin’in Narodnikler’e duyduğu sempati ve aynı zamanda kariyerini tehlikeye atmamak için hiçbir zaman radikal davranmadığı biliniyor. Resimlerinde ise sıklıkla Narodnikler hakkında öykülere yer vermiştir. Bununla ilgili daha önce soL Portal’da yazılmış şu yazıya bakılabilir2.  

“Volga’da Sal Çekicileri” resmi ile Repin’in hem ele aldığı konuların hem de biçimsel olarak ortaya çıkan yeni tutumunun ideolojik yaklaşımının bir sonucu olarak değiştiğini söyleyebiliriz. Rusya’da bir ölçüde sanayinin gelişmesi ile ama aslında eşit bir toplumun yaratılması ile tamamen ortadan kalkan Burlaklar, kapitalizmin sosyalizmle kesintiye uğramadığı ve işçiliğin hep en ucuz şey olduğu ülkelerde belli versiyonları ile devam ediyor. Repin’in ünlü eserini anımsattığı için yıllar önce çektiğim bir fotoğrafı bu bağlamda paylaşmak istiyorum. 

Gerçeğin değişebilir olmasına... 

                                                         Fotoğraf: Endonezya, 2017 

  • 1.Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü I-II, Çev. Kayhan Yükseler, YKY, Nisan 2005
  • 2.İlya Repin'den yansımalar (sol.org.tr/haber/ilya-repinden-yansimalar-345820) 
                                                                              /././
Küba’da ten rengine dair bazı meseleler: Nereye gidiyoruz? -Reynaldo Miguel Jimenez Guethon-
Bu ırkçılık olgusunun nedenlerini tespit etmek ve her bölgenin somut gerçekliğine göre uyarlanmış eylemleri belirlemek gerekmektedir.
Küba Devrimi'nin zaferinden bu yana devlet, ten rengi ve diğer koşullar nedeniyle ya da kişisel özelliklerinden dolayı ayrımcılığa uğrayan grupların kırılganlıklarını ortadan kaldırmak için farklı faaliyetler yürütmeye başlamıştır. Zabala (2008), eşitlik ve sosyal bütünleşmeyi destekleyen köklü sosyal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerin gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu dönüşümler arasında özellikle kurumsallaşmış ırkçılığın, yani Küba'da ırk ayrımcılığının yok edilmesini amaçlayan bir dizi sosyal, ekonomik ve hukuki politikalar bütünü özellikle ilgi çekicidir. Bu dönüşümlerin sonuçları arasında, siyah ve melez nüfus da dahil olmak üzere mülksüz çoğunluğun yukarı sosyal hareketin hızlanması ve bunların toplumun sosyal ve sınıfsal yapısının dönüşümünde ifade bulması yer almaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan yeni değerlerin- hümanizm, dayanışma, eşitlik ve onur- ve farklı ırklardan ve sosyal sınıflardan insanların birbirleriyle girdiği toplumsal pratiklerin etkisi büyük önem taşımaktaydı; bu koşullar, devrimci bir dönüşüm atmosferinde ırk göreli ideolojisini ve ırksal ilişkileri büyük ölçüde değiştirdi.

Ten rengine dayalı eşitsizlik daha görünür hale gelmiş olsa da ırk ayrımcılığının ve ırkçılığın bugün hala mevcut olan kalıntılarının ortadan kaldırılması için hala kat edilmesi gereken uzun bir yol vardır. Kübalı genç nesillerin bu sorunu içselleştirmeleri ve akademik, siyasi ve sosyal kurumlarla birlikte bu eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmaları gerekmektedir. Küba devleti, bu sorunun çözümüne yönelik olası stratejileri geliştirmek için her türlü istekliliği göstermekte ve sorunun varlığını kabul etmektedir.

Küba Cumhuriyeti Anayasası, herkesin yasaklanmış ve kanunla yaptırıma bağlanmış olan ayrımcılığa uğramaksızın aynı haklardan, özgürlüklerden ve fırsatlardan yararlanmasını sağlayan eşitlik hakkının tanınmasını ve korunmasını destekler ve güçlendirir.

Kübalı genç nesillerin bu sorunu içselleştirmeleri ve akademik, siyasi ve sosyal kurumlarla birlikte bu eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmaları gerekmektedir.

Küba Cumhuriyeti Anayasası'nın farklı maddelerinde, ülkenin ırkçılık ve ırk ayrımcılığıyla mücadele konusundaki kararlı tutumu vurgulanmaktadır. Örneğin, Madde 16, Bölüm g’ye göre anayasa “insan haklarından yararlanılmasını savunur ve korur, ırkçılık veya ayrımcılığın her türlü tezahürünü reddeder”; Madde 42: “Herkes cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, etnik köken, ten rengi, dini inanç, engellilik, ulusal veya bölgesel köken ya da insan onuruna zarar veren bir ayrımcılık anlamına gelen başka herhangi bir kişisel durum veya koşul nedeniyle herhangi bir ayrımcılık yapılmaksızın yasalar önünde eşittir, yetkili makamlardan aynı koruma ve muameleyi görür, aynı hak, özgürlük ve fırsatlardan yararlanır.” (Küba Cumhuriyeti Anayasası, 2019:3,4)

Küba Devleti, Küba toplumunda hala var olan ırk ayrımcılığının gerçek izlerini azaltmak ve ortadan kaldırmak için gerekli mekanizmaları uygulamaya yönelik eylemlere öncelik vermektedir.

Küba'da ırkçılık ve ırk ayrımcılığıyla mücadeleye yönelik bazı somut eylemler:

1. 2009 yılında Miguel Barnet tarafından kurulan José Antonio Aponte Komisyonu'nun oluşturuldu. Komisyon, ırk ayrımcılığına karşı mücadele ve Küba'daki Afrika kökenlerini koruma için daimi bir çalışma grubundan oluşmaktadır.

2. Kasım 2019'da Küba Cumhuriyeti Devlet Başkanı başkanlığındaki bir Hükümet Komisyonu tarafından koordine edilen Irkçılık ve Irk Ayrımcılığına Karşı Ulusal Program onaylandı.

3. Temmuz 2021'de Küba sosyalist modelinin sosyal adalet ilkeleri ve hedefleriyle bağdaşmayan tezahürlerin, önyargıların ve algıların ortadan kaldırılmasına yönelik eylemlerin uygulanması amacıyla Irkçılık ve Irk Ayrımcılığına Karşı Ulusal Programın il komisyonları oluşturuldu.

4. Ten rengi farklılığına dayalı eşitsizlik konusunda farkındalık yaratan kamu spotları ve görsel/işitsel capsler daha sık üretilmeye başlandı.

5. Üniversiteler, araştırma merkezleri, sivil toplum ve devlet kurumları ırkçılık ve ırk ayrımcılığıyla mücadelede daha çok yer almaya başlandı.

Küba devleti, (...) ırk ayrımcılığının gerçek izlerini ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlere öncelik vermektedir

Öte yandan, Yuvarlak Masa adlı televizyon programına katılan bir grup aydın1, Küba'da ırkçılığın geldiği duruma değinerek, Küba'da ırkçılık ve ırk ayrımcılığına karşı mücadelede çalışmaları yavaşlatan veya engelleyen ana hususların altını çizmiştir:

  • Küba toplumunun etnik gerçekliğine ilişkin önyargı ve çarpık algının beraberinde getirdikleri konusunda yetersiz farkındalık.
  • Toplum psikolojisi üzerinde uzun süreli ve gizli etkileri olan geçmişten miras kalan davranış kalıpların devamlılığı.
  • Toplumumuzda ayrımcı tutum ve önyargıların kalıntılarının varlığını sürdürmesi konusunda 1962'den 1998'e kadar süren uzun süreli sessizlik.
  • İşgücü pazarında ırksal önyargıların yarattığı çarpıklıklar.
  • Etnik köken ve ten rengiyle ilişkili geçmişten kaynaklanan dezavantajlar, günümüzde Küba toplumunda hissedilir olmasına rağmen üzerine yeterince çalışılmamış ekonomik ve sosyal asimetrilere ve kırılganlıklara dönüşmektedir.
  • Öğretmen eğitimi de dahil olmak üzere Küba’daki okullarda konunun anlaşılması konusunda yeterli ilerleme kaydedilmemiştir. Yüksek öğretimdeki durumun daha derinlemesine incelenmesi gerekmektedir.
  • Küba toplumunun etnik farklılıklar ve ırkçılık karşıtlığı konusunda eğitilmesinde medyanın derinleşme ve uyum eksikliği.
  • Toplumumuzda ırkçılık karşıtı bir bilincin geliştirilmesi için verilen mücadelenin Amerika Birleşik Devletleri, Latin Amerika ve Karayipler gibi diğer halkların mücadelesiyle eklemlenmesi ihtiyacı.
  • Bölgeselciliğin basit bir folklorizm olmadığı, bölgesel veya yerel kökenlere ilişkin önyargıların yabancı düşmanlığıyla temas noktaları olduğu ve bunun ırk temelli önyargılardan çok da uzak olmadığı göz ardı edilemez (Fuentes T, García, D., 2020).

Zabala (2020) “2008-2018 arası on yılda Küba'da yürütülen çeşitli araştırmaların sistematizasyonu ve analizi” başlıklı yazısında, Küba’da ırkçılığa ve ırk ayrımcılığına karşı mücadelenin sürdürülmesi gerektiğine işaret eden bazı temel unsurları tanımlar:

1. Eğitim: Yükseköğretimde beyaz öğrencilerin oranının daha yüksek olması, mesleki-teknik eğitim ve ortaöğretimde siyahların biraz daha fazla oranda yer alması. Yükseköğretimi tercih eden, tamamlayan ve bu eğitime erişen beyaz öğrencilerin oranında kademeli bir artışın olması.

2. Meslek: Siyahlar ve melezler serbest mesleklerde ve devlete ait avantajlı işyerlerinde düşük oranlarda, vasıfsız basit mesleklerde yüksek oranlarda istihdam edilmektedir. Siyah ve melez kadınlar daha çok kayıt dışı işlerde çalışırken üst düzey yönetim pozisyonlarında beyaz olmayanların oranının daha düşük olması.

3. Gelir: Daha az avantajlı işler ve daha düşük işçi dövizi desteği nedeniyle siyahların ve melezlerin bireysel ve aile gelir durumları nispeten daha düşüktür.

4. Çevre ve yaşam koşulları: Siyah ve melezler geçici konutlarda, gecekondularda ve hijyenden uzak mahallelerde daha çok yaşamakta; konutlarında temel hizmetlere (ortak mutfak, su temini, kanalizasyon, tuvalet veya duş) ulaşım daha az ve kalitesiz olmakta, evde sınırlı ekipman bulunmaktadır.

5. Sağlık ve refah: Beyaz nüfusta sağ kalım oranlarının daha yüksek olması. Beyaz olmayan nüfusun ölüm nedenleri ve riskli davranışlar açısından dezavantajlı olması; akciğer tüberkülozuna bağlı daha yüksek morbidite ve mortalite riski ile adolesanlarında erken yaşta çocuk sahibi olma oranının daha yüksek olması.

6. Daha fazla sosyoekonomik dezavantajlar: Siyah ve melez nüfusta yoksulluk, kırılganlık ve dışlanma oranlarının yüksek olması.

Sonuç olarak, insanların zihinlerinde, günlük davranışlarında, ailelerinde ve farklı kademelerdeki yöneticilerde ayrımcılığın izlerini ve varlığını ortadan kaldırmanın karmaşık bir zorluk olduğunun farkına varmak gerekir. Ayrımcılığa yol açan durumların açıklanmasına, ayrımcılığa uğrayan tüm insanların farklı bağlamlarda sosyal ilerleme için aynı fırsatlara sahip olmadığının anlaşılmasına ihtiyaç vardır. Farklı toplumsal bağlamlarda dışlanmış veya kötü muameleye maruz kalmış kişiler lehine harekete geçilmesi gerekmektedir. Bu ırkçılık olgusunun nedenlerini tespit etmek ve her bölgenin somut gerçekliğine göre uyarlanmış eylemleri belirlemek gerekmektedir.

Bibliyografik referanslar:

Küba Cumhuriyeti Anayasası (2019). Havana.
Fuentes, T., García, D. (2020). Irkçılığa ve ırk ayrımcılığına karşı ulusal program: “Küba rengine inanıyorum”, http://www.cubadebate.cu/especiales/2020/03/11/programa-nacional-contra… adresinde.
Zabala, M. (2020). “Desigualdades por colour de la piel e interseccionalidad Análisis del contexto cubano 2008-2018”, Tensión y complicidad entre desigualdades y políticas sociales içinde. Küba bağlamının kesişimsel analizi 2008-2018. ISBN 978-959-7226-68-0 ISBN 978-959-7226-68-0 ISBN 978-959-7226-69-7
Zabala, M. (2008). “Análisis de la dimensión racial en los procesos de reproducción de la pobreza: el rol de las políticas sociales para favorecer la equidad social en Cuba”. CLACSO.

Yazar: Reynaldo Miguel Jimenez Guethon
Yayınlandığı Yer: Lajiribilla
Yayın Tarihi: 09/05/2024
Çeviri: Didem Kul

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak. 

  • 1.Mart 2020'deki Yuvarlak Masa toplantısına Kültür Bakan Yardımcısı Fernando Rojas, UNEAC Başkan Yardımcısı ve Aponte Komisyonu Başkanı Pedro de la Hoz, tarihçi ve Aponte Komisyonu Başkan Yardımcısı Rolando Rensoli ve oyuncu, profesör ve televizyon yönetmeni Raquel González katıldı.
  •                                                           
                                                                       /././
Sahaflar Çarşısı(XX) - Nadejda yarın şarkı söyleyecek -Özkan Öztaş-
Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Yusuf Şaylan'la birlikte Romain Gary'nin Polonya'da Bir Kuş Var romanını inceliyoruz. İkinci Dünya Savaşı'na ve partizanların mücadelesine yakından bakıyoruz.
1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken İkinci Dünya Savaşı'na, Avrupa'da faşizmin emekçi halklara verdiği zarara, çürümeye ve buna karşı verilen mücadeleye yakından bakmak istedik. Çünkü barış, gerçekten ne ile savaştığınızın bilincinde anlam kazanan bir kavram bir yanıyla. Onu teslimiyetten ayıran belki de en önemli şeylerden biri bu. 

Romain Gary, Leh asıllı Fransız bir yazar. Eserlerini Fransızca yazan Gary aynı zamanda Avrupa'daki yazarlar arasında İkinci Dünya Savaşı'nı en iyi anlatanlardan biri olarak biliniyor. Kendisini Emile Ajar adıyla yazdığı romanlarla da tanıyoruz. Kimi Avrupalı edebiyat eleştirmenleri onu bu takma isimle yazdığı eserlerden dolayı sahtecilikle yapmakla suçlarken kimi aydınlar ise onu yere göğe sığdıramıyor. Jean-Paul Sartre, Gary'nin kaleme aldığı ve Türkçeye "Polonya'da Bir Kuş Var" adıyla çevirilen eser için "En iyi direniş romanı" diyor. 

Biz de bu haftaki Sahaflar Çarşısı buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Romain Gary'nin eserlerine, yaşamına ve romanın geçtiği Polonya'ya yakından bakmaya çalışacağız. 

***

Yusuf Şaylan oturduğu masanın duvarına doğru sırtını dönmüş kapıyı görecek şekilde oturuyordu kafeye girdiğimde. Güneşli ve parlak bir Ankara günü. Ağustos'un son demleri pek bir güzel oluyor bu kentte. Gölge buldunuz mu serin serin esiyor. Malum, önümümüz Eylül. Sonbahara merdiveni dayadık. 

1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken İkinci Dünya Savaşı'na dair bir roman konuşalım diye düşündük. Hem tarihsel olarak hem de edebi açıdan kıymetli bir yerde duruyor Romain Gary'nin Polonya'da Bir Kuş Var romanı. Çünkü Polonya bir yanıyla devrimin ve karşı devrimin karşı karşıya geldiği bir hesaplaşmaya da tanıklık ediyor.

Bez çantasından çıkardığı kitapları masaya seriyor Şaylan. Çaylarımızı söylüyoruz. Gözlüğünü çıkarıp, kabını masaya koyuyor. Kitabın arasından çıkardığı notlarını sıraya dizerken "Haydi bakalım, başlayalım" diyor. 

Başlıyoruz...

'Özgürlük ormanların kızıdır'

Romain Gary'nin, partizanların direnişini anlattığı Polonya'da Bir Kuş Var adıyla yayınlanan eserinin bir başka ismi daha var: "Avrupa Eğitimi".

Zira Avrupa'da 1940'lı yıllardan sonra yükselen faşizm, tüm insanlık erdemlerini tehdit etmiş ve Avrupa medeniyetinin o güne kadar elde ettiği tüm ilerici birikimlerin, sermayenin çıkarları tarafından nasıl heba edilebildiğini göstermişti.

İşte Avrupa'nın yüzyıllara dayanan bu birikiminin karşısında yeni bir eğitim, yeni bir Avrupa okulu, yeni bir ekol daha doğuyordu. Modern düşüncenin ve aydınlanmanın tohumlarından biri olan Marksizm ve onun yeryüzündeki tezahürü olan sosyalist ülkelerin verdiği mücadele her şeye rağmen insanlığın erdemlerini temsil ediyor ve yeni insana olan inancını yitirmiyordu. 

Karşılaştığı tüm kötülüklere rağmen...

"Bak, 39. sayfada şöyle diyor kahramanlarımızdan biri, 'Özgürlük ormanların kızıdır. Orada doğmuştur, başı sıkıştığı zaman da gelip oraya saklanır.' Ne hoş değil mi? Partizanlar geniş, sonsuz, kışın bembeyaz kayın ormanlarının arasında saklanmış İkinci Savaş'ta. Bizim dağlarımıza benziyor partizanların ormanları. Dadaloğlu'ndan Köroğlu'na, sonrasında da 68 kuşağından gençler de dağlara sığınmış bizim memlekette.

Bu roman çok kıymetli. Bu buluşmaları okuyanlara çok yükleniyor ve çok fazla kitap öneriyoruz. Farkındayım. Ama başka çaremiz de yok. Okumak özen istiyor, ciddiyet ve emek istiyor. Üstelik hak ediyor da bunu. Bu sayfaları okurken üşüdüğümü söylesem inanır mısın? O kadar sahici ve o kadar gerçek bir anlatımı var. Tabii çevirisi de bir o kadar güzel.

Çocuk çağında insanlar bunlar. Kimisi 10 kimisi 15 yaşında. Ormanda partizanlık yapıyor ve Nazi ordularına karşı mücadele veriyorlar. Neyle? Düşmandan ele geçirdikleri silahlar ve bir çuval patates ile. Bir düşünsene. Patates ne kadar önemli bir şey haline gelebiliyor. Bir tane patatesi olana şanslı deniyor. Zor zamanların azimli insanları bunlar. Çocukları da diyebiliriz. Evet bu roman İkinci Dünya Savaşı'nda faşist orduların insanlığa verdiği zarara karşı Sovyetler Birliği'nin olağanüstü çabasını ve bunun en ufak birliklere dahi nasıl umut verdiğini anlatıyor. Biz de bu umudu küçük bir direniş örgütünün penceresinden okuyoruz"

                                                                   Romain Gary

'Ancak güzel düşleri olanlar güzel işler yapabilir'

Polonya her zaman kritik bir öneme sahip olmuş tarih boyunca. Ekim Devrimi'nin ilk yıllarında 1920'de Polonya'da Kızıl Ordu'nun aldığı yenilgi dünya tarihinde kalıcı izler bırakıyor. Pek tabii dünya devrimi açısından da. Tarihe böyle bakılmaz ancak 1920'de başka bir tarihi yazsaydık acaba İkinci Savaş hiç olmayabilir miydi ya da milyonlarca insan faşistler yüzünden öldürülmeyebilir miydi diye düşünüyor insan. 

Gözlüklerini burnunun kemerine sıkıştırıyor bir kez daha Yusuf Şaylan ve söze devam ediyor. 

"Polonya garip memleket. Avrupa'da gericiliğin merkezlerinden biri olarak kabul ediliyor. Devrim ve karşı devrim hep burada hesaplaşmış, Polonya topraklarında karşı karşıya gelmiştir. Üzerine bir de faşistlerin Polonya'daki Yahudi katliamları eklenince birçok sanatsal eserin konusu ve mekanı haline gelmiş Polonya. Bu açıdan Polonya'nın dünya devrim mücadelesindeki yerine dair Kemal Okuyan'ın Devrimin Göldesi'nde kitabını yeniden hatırlatmak iyi olacaktır. Bir de izleyenler hatırlayacaktır. Zafer Diper'in sahnelediği Yargı tiyatro oyunu da Polonya'da geçer. Bunu özellikle genç arkadaşlarımız tekrar sahnelenirse mutlaka izlemeli."

Bardağından bir yudum çay alan Şaylan sayfaları karıştırırken anlatımına devam ediyor.

"Polonya meselesi garip. Sosyalizmin çözülüşü yıllarında da garip örneklere vesile oldu. Mesela 1990'lı yıllarda sosyalizm çözülürken Polonyalı antikomünist işçi lideri Lech Walesa'yı bizim Zonguldak'taki işçi direnişi liderlerinden Şemsi Denizer'e benzeten kolay solcular çıkmıştı. Ama ne yazık ki hayat bu kadar mekanik değil. Şablonculuk yapmaya müsaade etmiyor sosyalizm mücadelesi. Ben böyle örnekleri görünce 'Sınıfla kalan' solculardan çok 'Sınıfta kalan solcular" diyorum.

Bunu şu nedenle anlatıyorum. Polonya sadece kendi tarihinde ve kendi dairesinde önemli olan bir yer değil. Dünya işçi sınıfı tarihinde de önemi olan bir yer. Mesela İkinci Savaş'ta, kitapta da bahsettiği üzere aslında iki tane direniş grubu var. Bir tanesi bizim partizanlar. İnsanlığın türküsünü söylüyorlar. Diğeri de Alman işgaline karşı direnen Polonyalı milliyetçiler. 'Ne olmuş canım, direniş işte!' demek olmuyor. Bu direnen milliyetçiler yeminli anti komünistlerdi ve Polonya'daki sınıf karşıtı mücadelelerde en önde yer aldılar her zaman." 

Yurtseverlik ve milliyetçilik

Yusuf Şaylan kitabın bahsinin geçtiği döneme dair ayrıntıları anlatırken Kızıl Ordu'ya ve milliyetçilik ile yurtseverlik arasındaki ayrıma dikkat çekiyor, kitaptan örnekler veriyor. 

"Bizim partizanlar dünyayı, savaşı ve mücadeleyi yakından takip ediyor bir yandan. Dinledikleri, duydukları tüm veriler takip ediyorlar. Tıpkı Nâzım'ın Bursa cezaevinde haritanın üzerinde toplu iğnelerle savaşın cephelerini radyodan aldığı bilgilerle takip ettiği gibi. 

Mesela bu savaş ne zaman bitecek sorusuna, romanda Stalingrad ve Volga'da süregiden savaşlardan bilgilerle cevap veriliyor. Şaşıran partizanlara ise açıklıyor roman kahramanları, 'Volga'da. Stalingrad'da... İnsanlar bizim için savaş veri­yorlar.' 'Bizim için mi' diye soruyor bir diğeri. 'Evet' diyor kahramanımız. 'Senin için, benim için ve milyonlarca insan için' diye. Bak bu muazzam bir ayrıntı. Çünkü Kızıl Ordu herkesin umudu bu dönem. Belki de her dönem.

Bunu romanda şöyle anlatıyor Dobranski karakteri, 'Yurtseverlik, memleket sevgisidir. Milliyetçilik, öbürle­rinden nefret etmek demektir. Ruslardan, Amerikalılardan, hepsinden... Dünyada büyük bir kardeşliğin temeli atılıyor, hiç olmazsa Almanlar bize bunu kazandırıyorlar' diyor.

Anlıyorsun değil mi? Bu milliyetçilik mi yurtseverlik mi tartışması bize has değil. Yolu sınıf mücadelesinden geçenlerin ortak derdi ve sorunu. Stalingrad'da mücadele edenler insanlık için mücadele ediyor. Polonyalı partizanlar biliyor bunu. Hamzatov'un şiirindeki dizesi gibi, çünkü ancak güzel düşleri olanlar güzel işler yapabilir."

                                                              Yusuf Şaylan

'Önemli olan hiçbir şey ölmez'

Romanın yazarı Romain Gary ilginç bir karakter bir yanıyla. 1914'te Litvanya'da Yahudi bir ailede dünyaya gelen yazar aslında tam savaşın ortasına doğuyor. Ailesi önce Varşova'ya taşınıyor. Babası 1925'te Romain Gary'yi ve ailesini terk edince annesi Romain'i alıp 1928'te Fransa'ya göç ediyor. Annesi tiyatro oyuncusu ancak Romain Gary'nin okuyabilmesi için terzilik yapıyor. Annesi ile olan bağı çok ilginç yazarın. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nda annesinin Romain için yazdığı mektuplar bunu biraz daha gözler önüne seriyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında yüzlerce mektup yazan annesi, cephede olan oğlu, annesinin ölümüne üzülmesin diye bu mektupları ölmeden önce komşusuna veriyor. Bu tarihsiz mektuplar her hafta Romain'e postlanıyor annesinin öldüğünü bilmesin diye. 

19 yaşında hukuk okumak için gittiği Paris'te İkinci Dünya Savaşı sırasında Hava Kuvvetleri'nde savaş pilotu oluyor. Polonya'da Bir Kuş Var romanı hemen 1945 yılında basılıyor ve çok ses getiriyor. 1956 yılında kaleme aldığı Cennetin Kökleri romanıyla Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü alıyor. Ardından birçok kitap kaleme alıyor. 

1970'li yıllara geldiğinde artık kendini sürekli tekrar ettiği ve artık yeni şeyler yazamadığı şeklinde eleştiriler alıyor. Özellikle hakim edebiyat çevresi Romain Gary ile karşı karşıya geliyor çünkü Gary'nin direnişi anlatan dili bu açıdan rahatsız edici görülüyor. O da bir çözüm buluyor. Emile Ajar adıyla müstear bir isimle yeniden yazıyor kitapları. Kendini tekrar eden ve yeni bir şey yazmadığı için eleştirilen yazarın bu yeni mahlasıyla yazdığı metinler çok seviliyor. Özellikle "Onca yoksulluk varken" romanıyla bu "gizli" kahraman yeniden Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'ne layık görülüyor. Ancak kurallara göre bir yazar yaşamı boyunca bu ödülü sadece bir kez alabileceği için ödülü yeniden almayı reddediyor ve kimliğini açıklıyor. 

Yusuf Şaylan yazarı anlatırken "En sonunda intihar ediyor. Bu da Stefan Zweig gibi. 1980'de dünyaya veda ediyor. Polonya'da Bir Kuş Var romanında aslında bu ikilemi sürekli görüyor okuyucu. İyiler ve kötüler, doğrular ve yanlışlar. Yazar aslında her şeyi olduğu gibi anlatıyor. Özellikle partizanları övüyor diyemem mesela. Çünkü her şey olduğu gibi anlatılınca partizanlar zaten öne çıkıyor. Önemli çünkü partizanların yaptıkları çabalar ve emekler. Janek karakterinin babasının söylediği 'Önemli olan hiçbir şey ölmez' ifadesi aslında romanın sonunda manaya kavuşuyor. Çünkü işin öneminin farkında olan ve buna göre mücadele eden yalnızca komünistler var" diyor.

                                          Yusuf Şaylan'ın önerdiği ek kaynaklardan bazıları.

'Nadejda yarın şarkı söyleyecek'

Roman bir yanıyla, sanatın her dalını öykülerin içine yerleştirerek devam ediyor. Bazen bir şiirde bazen de bir roman kaleme alan partizanın alıntıladığı Gogol karakterinde. Bazen oğlu Nazi askeri olan bir piyanistin evinde geçen dakikalarda direnişin çok boyutlu olduğunu anlıyor insan. Yazar bunları ince terazisinde çok güzel anlatıyor. 

Kitabın bir diğer adı olan Avrupa Eğitimi konusuna dikkat çekiyor tekrar Yusuf Şaylan.

"Avrupa'daki direniş görkemli bir direniş. Bizim edebiyatımız daha çok Bulgar direnişçilerini tanır çünkü daha çok oradaki örnekler Türkçe'ye çevrildi. Polonya da fena değildir çeviri örneklerinde. Bulgar edebiyatına da bir ara girmemiz gerekecek ilerleyen günlerde. 

Ama burada direnişçiler aslında yeni bir eğitimden söz ediyor. Bu eğitim Avrupa'daki o zamana kadar mevcut eğitimin yanında başka bir şey daha tarif ediyor. Eşitliğin ve özgürlüğün eğitimini. Emekçilerin yan yana, kol kola geldikleri bir dünyanın eğitimini. Bu eğitim sadece kitaplarda değil siperlerde, sığınaklarda, partizan savaşlarında veriliyor. 

Bir de tabii bu mücadele büyük bir efsane yaratıyor. Nadejda efsanesi. Romanda Nadejda hep bir gölge gibi üzerimizde. Her iyinin, her yurtseverin, her güzelin yanında ve mücadelesinde var izleri. Romanın sonunu anlatmayayım ama okuyanlar anlayacaktır Nadejda'nın neden yenilmez olduğunu ve her zaman kazandığını. 

Komünistler efsanelere pek sıcak bakmaz. Ama düşü olmayanın kavgası da olmuyor. Çünkü bizler için en büyük rüya en gerçekçi hedefimiz bir yanıyla. Nadejda işte bu terazide önemli bir yerde duruyor."

Romana eşlik kitaplar arasına birkaç roman daha öneriyor Yusuf Şaylan. Romain Gary'nin Uçurtmalar'ı, Boris Polevoy'un Ve O Döndü romanı, ve Charlotte Delbo'nun Auschwitz'in Külleri kitaplarını masaya bırakıyor yeniden. Sonra da ekliyor, "Burada yanımda değil bulamadım evde ama Bruno Apitz'in Kurtlar Arasında Çıplak romanını da eklemeli. Kıymetli bir roman" diyor.

Gözlüğünü çıkarıyor ve ince belli bardağındaki çayından bir yudum daha alıyor. Çaktırmıyor ama gözleri biraz nemli. Az önce okuduğu partizanların bölümünde sesi titremiş ve kitaba devam etmem için bana uzatmıştı. 

"Şurayı oku da öyle bitirelim" diyor. Kitabın sayfalarını çevirip eşlik ediyorum:

"Adı: Avrupa Eğitimi. Tadek Chmura önerdi bu adı. Bes­belli o ironik bir hava vermek istiyordu... Ona göre Avrupa eğitimi demek, bombalar, kırımlar, kurşuna dizilen rehine­ler, hayvanlar gibi inlerde yaşamaya mecbur bırakılan in­sanlar demekti. Ama ben meydan okuyorum. Özgürlüğün, özsaygının, insan olma onurunun bebe masalı, peri masalı olduğu söylensin istediği kadar... Gerçek şu ki tarihte anlar, şimdi yaşadığımız gibi insanın umutsuzluğa kapılmasını engelleyen, onun inanmasını ve yaşamayı sürdürmesini sağlayan ne varsa, bir sığınağa, gizlenecek bir yere ihtiyacı olduğu anlar vardır. Bu sığınak bazen bir kitap, bir şiir, bir müzik olabilir"

Ayrılırken kitapları topluyor Şaylan. İnsanların sığındığı şarkıları düşünüyoruz bir ayndan, kitapları ve şiirleri. Çünkü Nadejda'nın sesi hala duyuluyor uzaklardan da olsa. Bir gün elbet daha gür söyleyecek. Biliyoruz. 

                                                                   /././

                                                soL - GÜNDEM

30 Ağustos AVM'de kutlanacak: İstanbul Valiliği resepsiyon için Galataport'u seçti

İstanbul'da Valilik tarafından düzenlenen 30 Ağustos resepsiyonu bu yıl AVM sınırları içerisinde yapılacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/30-agustos-avmde-kutlanacak-istanbul-valiligi-resepsiyon-icin-galataportu-secti-394761)

                                                       /././

İç Anadolu sele teslim: Kırşehir'de sele kapılan çoban öldü, Kayseri'de 1 kişi kayıp

İç Anadolu Bölgesi'nde akşam saatlerinde etkili olan sağanak sele neden oldu. Kırşehir'de sele kapılan bir çoban hayatını kaybetti. Kayseri'deyse heyelan meydana geldi, 1 kişi kayıp.(https://haber.sol.org.tr/haber/ic-anadolu-sele-teslim-kirsehirde-sele-kapilan-coban-oldu-kayseride-1-kisi-kayip-394765)

                                                             ***

'Şimşek Programı'nın sefası Rahmi Koç'a, cefası WAT Motor işçisine

Akdeniz'deki yatında gününü gün eden Rahmi Koç, ekonomideki durgunlaşmanın faturasını işçilere ödetti. WAT Motor'da 200'e yakın işçi işten çıkarıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/simsek-programinin-sefasi-rahmi-koca-cefasi-wat-motor-iscisine-394758)

                                                                    ***

Bakan Tunç'tan 'sokak röportajı' çıkışı: Suç unsuru varsa yargılama olur

Bakan Tunç, Dilruba Kayserilioğlu'nun sokak röportajında kullandığı ifadeler nedeniyle tutuklanmasına ilişkin "Terör propagandası, şiddete teşvik ve suç unsuru varsa yargılama olur" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bakan-tunctan-sokak-roportaji-cikisi-suc-unsuru-varsa-yargilama-olur-394757)

                                                          ***

Arjantin'de Milei Kongre'de tahakküm kuramıyor: Kemer sıkmaya karşı yasa tasarısı kriz yarattı

Arjantin'de faşist devlet başkanı Milei'nin kemer sıkma politikalarına ters düşen emeklilik reformu tasarısı Senato'da onaylandı. Tasarıyı veto edecek olan Milei'nin Kongre'yle gerilimi derinleşiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/arjantinde-milei-kongrede-tahakkum-kuramiyor-kemer-sikmaya-karsi-yasa-tasarisi-kriz-yaratti)

(soL)


 
 


 

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder