Vergide sınıfsallık -Ali Rıza Aydın-
Kapitalizmin yasalarına karşı savaşım işçi sınıfının yasalarıyla verilecek. Bu savaşım verilemediği durumda kapitalizmin yasaları, iyileştirme maskesi altında eşitsizlik üretmeye devam edecek.
Toplumsal kaynakların sınırlı sayıdaki insanların elinde toplanması ve insanın insanı sömürmesinin başlamasıyla farklı yönetim modelleri ortaya çıkıyor ve halktan kaynak toplanarak gelirin yeniden dağılımının yolu açılıyor.
Günümüzde vergi ve benzeri yükümlülükler denilen bu kaynaklar tarihsel süreçte çeşitli biçimlerle kendini gösteriyor. Kölelik türü bedensel yükümlülüklerde borçlunun bedenini rehin gösterdiği dönemler yaşanıyor. Toprak, ürün, hayvan, silahlı insan gücü gibi çeşitli kaynaklar sınıflı toplumların araçları olarak ele alınırken toplumda “vergi sınıfları” ayrımları da yapılıyor. Seçme ve seçilme hakkı farklı ölçütlerle varlığa ya da vergiye bağlanıyor. Vergiler gelirin, ürünün, toprağın ve diğer kaynakların yeniden dağılımıyla zenginleşmenin, sermaye birikiminin önemli aracı durumuna geliyor. Yönetim ve denetim gücünü elinde tutanların emrindeki memurluk/askerlik benzer zenginliğe bağlanıyor. Yönetim ve denetimi elinde tutanlar halkın mal varlığıyla birlikte emek gücünü, hak ve özgürlükleri de elinde tutuyor. Bir yandan da halktan toplanan kaynakların halka kamu hizmeti olarak dağılması gündeme getiriliyor.
Yöneticiler tarafından kuralların konulduğu/değiştirildiği uzun dönemlerin ardından 1789’a gelindiğinde Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle, “kamu gücünün sürdürülmesi ve idare giderleri için ortak bir vergi”nin zorunlu olduğu, bu verginin “tüm vatandaşlar arasında güçleriyle orantılı olarak” dağıtılması gerektiği, “bütün vatandaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla, ortak verginin gereklerini belirlemek, buna özgürce rıza göstermek, kullanımını izlemek, miktarını, matrahını, tahakkuk biçimini ve süresini belirlemek hakları” olduğu öngörülüyor.
Bu öngörü, bugüne kadar burjuva devletlerinin “vergi hukuku”nun kaynağı olarak kullanıldı. 1982 Anayasasının “vergi ödevi” başlıklı 73. maddesi de özünü aynı yerden alır. Anayasaya göre, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.” “Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” Kanuniliğin esnetildiği bir hüküm de unutulmadı. Buna göre; “vergi resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirlediği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapma yetkisi cumhurbaşkanına” verilebiliyor. Yetki başkanlı rejimden önce bakanlar kuruluna veriliyordu.
Vergi konusunda 1789 Bildirisindeki “vatandaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla” belirleme hakları artık bütünüyle temsilcilerde. Yasama organı ve kanunla yetki verme yoluyla yürütme organı olan cumhurbaşkanı vergi konusunda belirleyici. Vergilerin mali güce göre toplanıp toplanmadığı, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, nerelere nasıl kullanıldığı konularında halkın toplumsal denetim hakkı yok. Denetimi bütçe ve kesinhesap kanunları görüşülürken Yasama Organı yapıyor. Halk ancak bireysel olarak hak arama özgürlüğü yoluyla yargıya başvurabiliyor. Bir de Anayasa Mahkemesi tarafından, kendisine iptal davası açılması ya da itiraz başvurusunda bulunulması durumunda anayasal denetim söz konusu. Mükellef hakkı ihlali savıyla bireysel başvuru ise adı üstünde bireysel. Bugünlerde başlayan ihbarcılık da bireysel.
Bu tür bireysel yolların gidip dayandığı yer devlet, yasama, yürütme ve yargı organları. Ki devlet artık vergi sorumlu ve yükümlülüklerini müşteri olarak görüyor. Vergi konusunda Anayasaya uymayan, Anayasayı uygulamayan devlet. Sermaye sınıfına vergi kolaylıkları, muafiyet, istisna ve indirim sağlayan, bunu yasalarla yapan devlet. Vergi yükünü sermaye sınıfının üzerinden alıp emekçilere yıkan devlet. Kamu giderlerini karşılamak üzere vergi topladığı halde, bu vergiyi sermaye sınıfına çeşitli yollarla transfer eden, gelirin yeniden dağılımında sermaye sınıfını kollayan devlet. Vergi ödemeyen şirketler devletin denetiminde. Bu şirketlerin vergiden kaçınma yolları için kurduğu vakıflar devletin denetiminde. Ulaşım, sağlık, eğitim gibi gereksinmeleri paralı yapan, halktan topladığı kaynaklarla kamu hizmeti yapmak yerine yap-işlet yoluyla patronları zengin eden devlet.
Emekçilerin hak gasplarına göz yuman, toplumsal üretim araçlarını özelleştirerek halkın elinden alıp özel mülk sahiplerine devreden, kamu hizmetlerini piyasalaştıran, sömürücü düzenini yaşatan, koruyan aynı devlet. Devlet sınıfsal, sermaye sınıfının, sömürünün aracı.
Kamusal gereksinimleri karşılamak için kişi ve kuruluşların mal varlıklarının bir bölümünün kamu gücüne dayanarak devlete geçirilmesi olarak tanımlanabilecek vergi, anayasal kaynağının ve amacının tersine, kamusal gereksinimlerin karşılanması yerine sömürü aracına dönüşmüş durumda. Hem mali güce göre alınmayarak, yükünü emekçilerin sırtına bindirerek hem de kullanımında kamusal gereksinmeler yerine sermaye sınıfına aktarılarak sömürüyü derinleştiriyor.
Verginin sömürü aracı olarak kullanılmasına yol açacak hukuksal düzenlemelere, işlemlere izin verilemez.
Kapitalizmin yasalarına karşı savaşım işçi sınıfının yasalarıyla verilecek. Bu savaşım verilemediği durumda kapitalizmin yasaları, iyileştirme maskesi altında eşitsizlik üretmeye devam edecek. /././
‘Kapitalist her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir’ -Kemal Okuyan-
TKP Genel Sekreteri Okuyan, İsrail’in, Sovyetler’in dağılmasının ardından kimsenin kural tanımadığı bir dünyanın "örnek devleti" olduğunu belirtti: "En küstah, en kıyıcı, en umursamaz, en zalim..."
Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’nin İran’ın başkenti Tahran’da kaldığı eve düzenlenen saldırı sonucu öldürülmesine ilişkin TKP’den “orman kanunlarını artık tek kural haline geldiğinin yeni bir kanıtı” yorumu yapıldı.
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada uluslararası alana belli kurallar gelmesini sağlayanın Sovyetler Birliği olduğunu hatırlattı, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası kimsenin kural tanımadığı bir dünyaya geri dönüldüğünü ifade etti.
İsrail’in tek ölçütün “güç” olduğu bir dünyanın “örnek devleti” olduğunu belirten Okuyan, bu devletin giderek var olma hakkını ve meşruiyetini yitirdiğini dile getirdi.
Uluslararası kuralsızlıkların kaynağının toplumsal eşitsizlikler olduğunu kaydeden Okuyan “Bu nedenle her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir” diye belirtti.
Kemal Okuyan’ın paylaşımı şöyle:
“Hamas lideri Haniye’nin Tahran’da öldürülmesi kuralsızlık ve orman kanunlarının artık tek kural haline geldiğinin yeni bir kanıtıdır.
Uluslararası alana belli kuralların gelmesi ve herkesin her istediğini yapamamasını sağlayan, emperyalist sistemin karşısına dikilen Sovyetler Birliği’ydi. Çatışmalar çıkıyor, siyasi cinayetler yine işleniyordu ama herkes silahlanmaya sistematik olarak karşı çıkan, toplumsal adaleti ve eşitliği savunan bir toplumsal sistemin baskısını hissediyor, kendisini çeki düzen veriyor, ayağını denk alıyordu.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra sıcak çatışmaların sayısı bir anda arttı, adım adım kimsenin kural tanımadığı bir dünyaya geri döndük.
Bugün dünyada biricik ölçü “güç”tür.
“Ben gider başka bir ülkede birilerini vururum. Başka bir ülkeyi işgal ederim. Sınırları tanımam. Ben haklıyım çünkü benim çıkarlarım her şeyin üstünedir...”
İsrail işte bu dünyanın “örnek” devletidir. En şımarık, en küstah, en kıyıcı, en umursamaz, en zalim. Giderek var olma hakkını, meşruiyetini yitiren bir ülkeden söz ediyoruz.
Ama unutmayalım, uluslararası alandaki kuralsızlıkların kaynağı toplumsal eşitsizliklerdir. Sorguladığımız, karşısına dikildiğimiz holdingler düzeni, kuralsızlıklar manzumesidir. Bu nedenle kapitalist her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir.”
(https://x.com/OkuyanKemal/status/1818560888963559690)
/././
Vasatlaşma çağı -Nevzat Evrim Önal-
Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalıyız...
Geçen haftaki yazımızda kapitalist sınıfın kuralsızlık eğiliminin toplumu bir bütün olarak nasıl kuralsızlaştırıp çürüttüğünü tartışmıştık. Bu hafta tartışmamızı, bu durumun kentli ve eğitimli bireydeki sonuçlarına doğru genişleteceğiz.
Günümüz kapitalist toplumunda orta sınıfı “Toplumun, hayatını insan onuruna yakışır biçimde yaşayabilecek maddi koşullara sahip ayrıcalıklı kesimi” olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu ayrıcalık birden fazla biçimde (kendi küçük mülküne sahip olarak, yüksek gelirli bir işte çalışarak vb.) elde edilebilir, dolayısıyla kelimenin gerçek manasıyla bir “sınıf”tan ziyade bir gri bölgeden, arada kalmışlık halinden bahsediyoruz.
Öte yandan orta sınıfa mensup bireyleri birleştiren bir ortak özellik vardır: Sahip oldukları ayrıcalık eğretidir; kapitalist toplumun belirsizliğe, krizlere ve kuralsızlığa eğilimli işleyişi içinde kolaylıkla kaybedilebilir ve birey yavaş yavaş ya da aniden yoksul işçi yığınlarının bir parçası haline gelebilir.
İnsanın maddi yaşantısı, duygu ve düşüncelerinin temelidir; dolayısıyla orta sınıfın ayrıcalıkları ve bunların eğretiliği, bu sınıfa mensup bireyin haletiruhiyesinin de temel belirleyenidir. Avucun içinde ama akıp giden; yumruğunu ne kadar sıksa o kadar hızlı akan kum tanelerini andıran ayrıcalığın bireyin psikolojisindeki başlıca sonucu strestir. Kentli ve eğitimli birey söz konusu olduğunda bu stres, bitmeyen ve beyhude, aynı zamanda çelişkili bir savunma güdüsü ve konfor arayışı yaratır: Birey bir yanda hayatın onun özerk ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurallı olmasını, diğer yandan bu kuralların onun konforunu ve hazlarını sınırlamamasını ister.
Ama maalesef toplumun tanrıları olan egemen sınıf maddi zenginliğin o kadar büyük bölümünü tekellerine almış ve hep daha fazlasını almaktadır ki, geriye kalan milyonlarca insanın tamamını insanca yaşatacak konfor olanağı mevcut değildir. Bu yüzden kentli ve eğitimli birey kendisini sürekli toplumdan kaçma, konfor alanını toplumun dışında, izolasyonda, yalnızlıkta aramak zorunda bulur.
***
Milyonlarca örnekten birini seçelim ve incelemeye devam edelim.
Tüm Twitter faaliyeti yukarıda anlattığımız haletiruhiyenin dışavurumu niteliğinde olan bir kişi, şöyle özet niteliğinde bir tweet atmış: “Hayatta öncelik daima kendimiz olmalıyız arkadaşlar. Önce kendi iyiliğimiz, önce kendi mental sağlığımız. Bir insan veya fikir size iyi gelmiyor mu, haydi güle güle.”1
Bu düşüncenin bencilliği, kendi ayrıcalıklarını kanıksayan hali meselenin kolay görünen kısmı. İnsanlar, tam da yaşamsal önceliklerinden dolayı, ücretine zam yapmayan ve işten atmakla tehdit eden patronlarına, halden anlamayan ve kiraya yapabildiği kadar zam yapan ev sahibine “haydi güle güle” diyemez. Kolay görünmeyen ve asıl tartışmak istediğim kısım ise şu: Bu her türlü sıkıntıdan kaçma ve dengeyi yalıtık bireyselliğinde arama halinin zorunlu sonucu vasatlaşmadır. İnsan nitelikli düşünceleri, incelikli estetiği ve olgun kişiliği ancak kimi zorluklar çekerek, ayrıca başka insanlara ve fikirlere katlanarak geliştirir ve içselleştirir. Sıradan insanı kalınlığıyla korkutan romanları ya da teorik metinleri, uykusunu getiren senfonileri ya da sanatsal filmleri kendi sıkılganlığınızla ve sürekli dağılmaya çalışan dikkatinizle mücadele etmeden, yani kendi üzerinizde bir disiplin kurmadan okuyamaz, izleyemez, dinleyemezsiniz. Bunları (ve bunlara yönelik eleştirilerinizi) sadece sizi onaylayan değil size itiraz eden, fikir ve değerlendirmelerinizi sorgulayan insanlarla tartışmadan içselleştiremez, “size ait” hale getiremezsiniz. Asabınıza hâkim olma becerisi kazanmadan, yani olgunlaşmadan bu tartışmaları soğukkanlılıkla mantıki sonucuna kadar götüremezsiniz.
Özetle, insanlardan kaçıp ıssızlaştıkça, gelişemezsiniz. İnsanı konfor değil aşılan zorluklar geliştirir. Orta sınıf, baş tacı yaptığı Nietzsche’den en azından bunu öğrenebilirdi, ama belli ki işine gelmiyor.
***
İçinde yaşadığımız dönemin düşünsel açıdan da estetik açıdan da ne denli vasat olduğunun farkında mıyız? Kapitalist toplumda (aslında sınıflı toplumların tümünde) düşünce ve estetik üretiminin esasen bir orta sınıf faaliyeti olduğu düşünüldüğünde; vasatlaşmanın sebebinin bu bireysel konfor saplantısı ve tüm zorluklardan tavşan gibi fıtı fıtı kaçma hali olduğuna eminim. Düşünce ve estetik üretenler insanlığı ilerletme ya da tarihe iz bırakma değil kendi bireysel konforlarını sürdürme (yani değişimden ziyade her şeyin olduğu gibi devam etmesi) motivasyonuyla hareket ettikçe; birincil meseleleri üretimlerinin içeriği ve dönüştürücülüğü değil düzen açısından beğenilirliği ve pazarlanabilirliği oluyor. Bu yüzden içinde yaşadığımız çürüme çağının vasatlığı kendisini en belirgin biçimde akademide ve sanatta gösteriyor.
Herhalde bunun ülkemizdeki en çarpıcı örneği edebiyat alanında yaşandı. Terazinin bir kefesine cumhuriyetin kuruluşundan 12 Eylül darbesine kadar geçen yıllarda Türk edebiyatının verdiği anıtsal eserleri; Yakup Kadri’yi, Yaşar Kemal’i, Kemal Tahir’i, Aziz Nesin’i koyun. Diğer kefesine de Nobelli Orhan Pamuk’u, Taraf paçavrasının başyazarı Ahmet Altan’ı, cemaat gelini Elif Shafak’ı, soyadında “t” olmayan katil Emrah Serbes’i yerleştirin. Vasatlığa ve kalitesizliğe teslim olmadıysanız, fark çok açık olacaktır.
Daha önemlisi ise şu: Bu vasatlaşmanın yaşanabilmesi için 12 Eylül’ün yaptığı alan temizliği, aydın kırımı bir ihtiyaçtı. Cücelerin köy meydanında caka satabilmesi için önce devlerin hapse atılması, sürülmesi, öldürülmesi gerekiyordu. Bu yüzden, günümüz liberal entelijansiyasının 12 Eylül eleştirisi babaya diklenen ve odasına gidip kapıyı çarpan ergen atarı; batı kurumlarına doğru dillendirdiği AKP eleştirisi de büyük ağabeyinden yediği dayağı bire bin katıp ağlaya ağlaya babasına anlatan, kollanıp şımartılmış küçük kardeş mızmızlanmasıdır.
Bu insanların hemen hepsi, gece yatağa yatıp kendisiyle baş başa kaldığında, ne denli niteliksiz olduğuyla yüzleşir. Kırk küsur yıl önce bu ülkenin, taşıdığı buğdayların ağırlığıyla başı eğik duran başaklarla dolu bir tarla olduğunu, 12 Eylül’ün hasata fırsat vermemek için tarlayı sürüp geçtiğini, kendilerinin de bir daha pek sulanmayan bu tarlada biten faydasız otlar olduğunu bilir. Aydın olmadığını ama aydın kanıyla sulanmış topraktan beslendiğini, koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi denen keçinin teki olduğunu bilir.
Tüm bunları bilir, ama kişiliksiz olduğu için ertesi gün uyandığında kaldığı yerden düzeni aklama işine devam eder.
Ama ayrıcalıkları eğreti olduğu için hep tedirgindir. Bu yüzden vasatlığını dokunulmaz kılmak ister. Bu yüzden eleştirinin her türünü “aydın despotizmi” diye damgalamaya çalışır. Bu yüzden nitelikli niteliksiz her düşüncenin birbiriyle aynı değerde olduğu saçmalığını savunur. Bu yüzden emperyalist merkezlerle kurduğu fon ilişkileri sorgulandığında önündeki mama tası dürtülmüş kedi gibi tıslar. Çünkü ürettiği vasat düşünceler ve vasat estetik düzen tarafından korunup kollanmazsa, kitapları sermayenin zincir kitapevlerinin çok satan raflarına konmaz ve metrolardaki billboardlarda reklamı yapılmazsa, batı akademisinin postmodern düşüncelerini papağan gibi tekrarladığı makaleler kerameti kendinden menkul “prestijli” dergilerde basılmazsa, uyduruk fikirleri “uzman görüşü” diye sermaye televizyonlarında parlatılmazsa alkış alamayacağını ve daha önemlisi, allah korusun, her emekçi gibi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalacağını bilir. Bu yüzden kalemi eline her aldığında ya da konuşmak için ciğerlerine her nefes çektiğinde emperyalist hiyerarşide olabildiğince yüksekteki bir egemene yaranmaya, kapısına kul olmaya çalışır.
“Okumuş karanlık” işte bu vasat alçaklıktan fışkırır.
***
Yani orta sınıf haletiruhiyesi ile düşünsel-estetik vasatlaşma arasında diyalektik bir kısır döngü var. Orta sınıf saflarından çıkan ve sömürü düzenini ideolojik olarak desteklemeyi meslek edinmiş entelektüeller, bu düzende hasbelkader ayrıcalıklı bir yaşam sahibi olmuş ve en büyük kaygısı da elindeki bu (düzenin egemenlerinin sahip olduklarıyla karşılaştırıldığında hayli dandik) ayrıcalıkları kaybetmek olan insancıkların kaçış güdülerini ve konfor arayışlarını pışpışlıyor. Düzen de kendisine büyük ideolojik fayda sağlayan bu kısır döngüyü koruyor ve besliyor. Bu yüzden her şeyin kalitesizleştiği bir vasatlaşma çağında yaşıyoruz.
İnsanlığın geleceğine dair biraz olsun dert taşıyan herkes ise bu bataklıkta boğulmamaya, insanlığını yitirmemeye, vasatlığa teslim olmamaya çalışıyor. Ama bu çaba da elde kalan kırıntıları korumaya yönelik ve sonunda kaybetmeye mahkûm.
Bu yüzden ben çözümün savunma değil saldırıda olduğunu düşünüyorum.
Bizi kuşatan karanlık, beka stratejisini orta sınıf bireyin ayrıcalıklarını ve konforlarını savunma kaygısı üzerine kuruyor. Çelişkili bir dünyada çelişkisiz hayatlar yaşamaya çalışan, her türlü gerilimden patolojik biçimde kaçanlar huzuru düşünsel ölümde arıyor ve sonunda buluyorlar. Ne var ki üretip yaydıkları ölü düşünceler etkisini sürdürüyor. O zaman biz de buraya saldırmalıyız. Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalı, oturdukları camdan evleri taş yağmuruna tutmalıyız.
Lovecraft haklı; “ölü düşüncelerin tuhaf bedenlerde yaşadığı toprak lanetlidir.” Üzerimize çökmüş laneti kaldırmak için bu hortlakların kalbine kazık çakmalı, cenazelerini gömmeli ve ideoloji dünyasında yeni, devrimci düşünceler için mevziler zapt etmeliyiz.
Öğretmenlik mesleğinin yaşadığı sorunları konuşurken hemen hemen herkesin etrafından dolaştığı cümle burada düğümleniyor: "Eskiden" diye başlıyorlar ve bugün içine düştükleri hali yabancılaşarak anlatıyorlar. Belki de sadece bu sayede tahammül edebiliyorlar yaşanan onca kötü örneğe.
Onlarca yıl eğitim alıp üniversitede eğitim fakültelerinde dirsek çürütüp, diplomalarını alıp öğretmenlik mesleğini yapamayanların öyküsü. Artık meslekleri dışında iş bulanlar şanslı sayılıyor. Ataması yapılmadığı için inşaat şantiyelerinde çalışan öğretmenlerin başına gelen iş kazaları artık günlük haberlerin "alışıldık" başlıkları arasında girmiş durumda.
Yaşananları ve ataması yapılmayan öğretmenlerin farklı uzmanlık alanlarında çalışmak zorunda kalırken başlarına gelen iş kazalarını konunun muhatapları ile soL için konuştuk.
'En son 10 yıl önce tahtanın karşısında öğrencilere ders verdim'
Ataması yapılmayan öğretmenlerin sorunları kanıksanmış durumda artık.
Türkiye'de eğitim fakültelerinden mezun olan binlerce öğretmen, atanma beklentisiyle yıllarını geçirirken büyük ekonomik ve psikolojik zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Öğretmenlerin yaşadığı bu sorunlar, sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal ve ekonomik açıdan da önemli etkiler yaratıyor haliyle.
Onur 2013 yılında Ankara Üniversitesi'nden mezun bir öğretmen. Sosyal Bilgiler Öğretmeni. Bir süre geçici işlerde çalışmış sonra da köyüne dönmüş. Köyünde tarımda ve inşaat işlerinde çalışarak hayatta kalmaya çalışıyor. Ailesine ait bir evde yaşıyor. Şanslı sayılanlardan yani.
"Bir sürü hayalle gelmiştim Ankara'ya oysaki. Özel eğitim kurslarında ders verirken mesleğimden iğrendim resmen. Buralarda üç otuz paraya çalışacağıma memleketime dönerim diye düşündüm. En azından masrafım olmaz. Şimdi bakınca garip geliyor. Düşünsene en son 10 yıl önce ders vermişim. 10 yıl önce tahtanın karşısında önlüğümü giydim. Şimdi başka birinden bahsediyormuşum gibi geliyor bana. Garip yani."
Onur, 2009 yılında ilk kez üniversiteyi kazandığında memleketin ücra bir yerinde okuma yazmayı öğretme hayali varmış. Belki Türkçe konuşmayı ilk kez öğrenecek, kısa traşlı saçlarıyla, mavi önlükleriyle öğrencilerini hayal ederek başlamış derslerine. Mezuniyetine yaklaştıkça da bu hayalden gittikçe uzaklaştığını söylüyor.
'Kabahat bizdeymiş gibi bir de atanamayan öğretmen dediler adımıza'
"Eskiden bir kıymeti varmış mesleğin. Şimdi de öyle anlatır ya mesleğin büyükleri, köylerde öğretmenlerin kapısını çalan öğrenciler, bir sıcak ekmek biraz peynir getirir falan. Filmlerde görünce gözlerimi kaçırıyorum gerçekten. Ben okula başladığım yıllarda 'Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu' vardı. Eylemlerine katılırdım, destek verirdim. Sonra atanan her biri geride kalanı boğulur gibi bıraktı gitti. Ataması yapılmayan yüz binlerce öğretmen kaldı geride.
Basında falan çıkıyor ya 'atanamayan öğretmen' diye. Vallahi sinir oluyorum. Bak artık inşaatlarda ya da tarlada çalışıyorum. Öğrendiğim hiçbir şeyi iş hayatımda kullanmıyorum. 25 yaşında şantiyelerin, tarlaların, demirin, çimentonun, pancarın ya da buğdayın cahili olarak başladım çalışmaya. Yaşıtlarım zehir gibiydi. Ben ise soruyorum bu ne tohumu ne ilacı diye. Yazık değil mi onca emeğe. Sonra kalkıp 'atanamayan öğretmen' diyorlar. Kabahat bende mi? İmkan vardı da ben mi atanamadım mesela. Sosyal Bilgiler Öğretmenliği'ne 500 kişi alacaklarsa 30 bin öğretmen yetiştirenler de kabahat yok mu?
Böyle olunca okuldaki bir öğretmenimiz geliyor aklıma. Kulakları çınlasın. 'Çocuklar sizin bir kabahatiniz yok. Atansanız da atanmasanız da birer öğretmensiniz artık. Bir çoğunuz atanamayacak ama bu sizin öğretmen olduğunuz gerçeğini de değiştirmeyecek' demişti.
Ama mezun olunca iş baskısı, geçim sıkıntısı, atanan arkadaşlarının sosyal medya paylaşımları, ailenizin 'E sen artık çalışmayacak mısın?' diye gözlerinizin içine bakması çok can yakıcı. İntihar edenler ayrı bir dünya... Şimdi bakıyorum sınıf arkadaşlarıma çok azı öğretmenlik yapabiliyor. Gerisi benim gibi. Hayatta kalmaya çalışıyor."
Onur bu sözlerle anlatıyor hayatını. Şimdilerde Kırşehir'de. "Ankara iş bulsan gelir miydin?" diye sorunca da "Bugün özel okullarda çalıştığım parayla öğrenci hayatımdaki kaliteyi dahi yakalayamam" diyor gülerek. konuşurken kalite kelimesini vurgulayarak söylüyor.
Yaşadıkları tercih değil bir zorunluluk. Kabahatin öğretmenlerde olmadığı ise herkesin malumu.
23 yaşında ataması yapılmayan beden eğitimi öğretmeni Fedai Altun inşaat işçiliği yapıyordu. Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinde yaşayan Fedai Altun, Dilek Mahallesi’ndeki mezarlıkta elektrik trafosu boyarken hayatını kaybetti.
Cumhuriyetin en temel çıktılarından biri eğitimin aynı zamanda bir istihdam politikası olması. Devletin her yurttaşa iş güvencesi vermesi gerektiğine dikkat çekiyor Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay.
Konuya dair soL'a verdiği demecinde, "Bugün bu ülkede eğitim zorunlu mu? Evet zorunlu. O zaman mezunlarının ne iş yapacaklarına da bir çözüm üretmesi gerekir bu düzenin. Ama cumhuriyetin, aydınlanmanın, eğitimin ayaklar altına alındığı bir dönemde mezunlarının da ne iş yapacağını düşünmesini beklemek çok makul değil elbette. Oysa cumhuriyetin temel felsefesinde yurttaşlarının eğitiminden iş hayatına değin geçen süreçte devletin planlaması vardır. Eğitim ile istihdam arasındaki bağ kopmuş durumda. Planlama falan yok. Sonuçta eğitim denilen şey bir yerden sonra mesleki yeterliliği belirler. O zaman eğitimin istihdam ile bağını yeniden hatırlatmak gerekiyor. Bu cumhuriyetin erdemidir ve bu erdem bugün ayaklar altına alınmıştır. Üzülerek belirtmek isterim ki öğretmenlerin mesleklerinden umudu kalmamıştır bugün. Mezunların neredeyse yarısından fazlası iş bulamıyor. İş bulmak bir tür piyango gibi, şans gibi bir şeye dönüşmüş durumda. Olan ne yazık ki bu ülkeye oluyor. Cumhuriyetin kazanımları ayaklar altına alınırsa, eğitimin, aydınlık gelecek yaratmanın, öğretmenlerin ayakta kalması mümkün olur mu?" diyor.
Ülkede son 20 yılda yaşanan gerici değişimler ve müfredata yapılan müdahaleleri şimdilerde Öğretmenlik Meslek Kanunu ile görevi başındaki öğretmenler için tasarlıyor iktidar. Geriye de tek bir soru kalıyor: Cumhuriyeti olmayan bir ülkenin neden bir öğretmene ihtiyacı olsun ki?
İş kazalarında yaşamını yitiren öğretmenler
Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeterli sayıda kadro açmaması nedeniyle binlerce öğretmen, ya düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda kalıyor ya da işsiz kalıyorlar. Öğretmenlerin büyük bir kısmı, geçimlerini sağlamak için geçici ve güvencesiz işlere yönelmek zorunda. Bu durum, öğretmenlerin ekonomik sıkıntılar yaşamasına, borçlanmalarına ve maddi güvencesizlikle başa çıkmak zorunda kalmalarına neden oluyor.
Ataması yapılmayan 26 yaşındaki İngilizce öğretmeni İlyas Bul, 14 Ekim 2023 tarihinde Mersin’de yapımı süren Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nin (NGS) inşaat sahasında yüksekten düşerek yaralanmış ve kaldırıldığı hastanede yaşamını kaybetmişti. Bul'un hayatını kaybetmesinin ardından Akkuyu Nükleer A.Ş, iş cinayetine ilişkin açıklamada bulunmuş ve benzer örneklerde de işçilerin kötü çalışma koşulları nedeniyle sıkça gündeme gelen şirket, iş cinayetinin sorumluluğunu üstlenmemişti.
İlyas Bul'un yaşadığı sorunları meclis gündemine taşıyan DEM Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan da yaşanan iş cinayetlerinin iktidar açısından ne kadar önemsiz olduğunu dile getiriyor. soL'a konuşan Bozan bu durumu şu sözlerle anlatıyor:
"İlyas bul 26 yaşında ataması yapılmayan bir öğretmendi ve Mersin’de yaşıyordu. Ataması yapılmadığı için hiç bilmediği bir iş alanı olan Akkuyu Nükleer Santrali‘nde çalışmak zorunda kaldı. 14 Ekim 2023 tarihinde iş cinayeti sonucu yaşamını yitirdi. Çalışma ve Sosyal güvenlik Bakanlığı’na İlyas Bul'un ölümü ile ilgili verdiğimiz soru önergesine ne tesadüf ki öğretmenlik meslek kanunu görüşmelerinin yapıldığı tarihte cevap verildi. Aslında bize gönderilen bir cevap değildi sadece bir kağıt parçasından ibaretti. Çünkü sorduğumuz hiçbir soruya cevap verilmemişti. Soru önergesine bakanlığın verdiği cevap bile iktidarın iş cinayetlerine ve ataması yapılmayan öğretmenlere bakışını açık şekilde ortaya koyuyor.
26 yaşındaki İlyas Bul olması gerektiği şekilde ataması yapılsaydı, mesleği olan öğretmenliği yapabilseydi bugün yaşıyor olacaktı. İlyas Bul’u öldüren aslında bu sistem ve iktidardı. İktidarın 22 yıllık yanlış eğitim politikaları nedeniyle bugün yüz binlerce öğretmen atama bekliyor. İktidar atama bekleyen öğretmenlerin sorunlarını çözmek bir yana, hali hazırda öğretmenlik yapanların kazanılmış haklarını ellerinden almaya çalışıyor. Aynı şekilde birçoğu ataması yapılmadığı için özel sektörde çalışmak zorunda bırakılan öğretmenlerin sorunlarını da çözmekten çok uzak. Özel sektör öğretmenlerini asgari ücret veya asgari ücretin altında çalışmaya mahkum eden sistemini devam ettirmeye çalışıyor."
Ataması yapılmayan öğretmenler uzmanlıkları dışında çalışırken iş cinayetine kurban gidiyor
Ataması yapılmayan öğretmenler iş bulabilmek için inşaatlarda veya farklı işlerde çalışmak zorunda. Bu da uzmanlık alanlarının dışında çalışan öğretmenlerin iş kazalarına daha çok maruz kalmasına sebep oluyor.
soL'a konuşan İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Uzmanı Fide Lale Durak ataması yapılmayan öğretmenlerin deneyim sahibi olmadıkları alanlarda çalışırken güvenlik önlemlerinin patronların inisiyatifine bırakıldığına dikkat çekiyor.
İSG Uzmanı Durak, süreci şu sözlerle anlatıyor:
"İş cinayetleri sonucunda yaşamını kaybeden atanamamış öğretmenlerin genelde inşaat, fabrika ya da madencilik gibi tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Bu sektörlerde risklerin yüksek ve çok sayıda olması iş kazalarının yaşanma olasılığını ve şiddetini artırıyor. Yani, yaşanan kazaların ölümle sonuçlanma olasılığı birçok çalışma alanına göre daha yüksek. Bu yüzden, tehlikeli ve çok tehlikeli olarak belirlenmiş iş yerlerinde çalışacak mesleklerin bazıları için mesleki yeterlilik şartı getirildi.
2018 yılında yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararnamesine göre; Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) 'ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak teknik ve meslekî alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek; denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek üzere' kuruldu. Buna göre MYK tarafından mesleki yeterlilik eğitimi ve sertifikası gereken 204 meslek var ve bunların çoğu makine, inşaat, otomotiv, enerji gibi sektörlerde karşımıza çıkıyor. Mevzuat ilk çıktığında madenciliğin olmaması ise dikkat çekiciydi, sonradan eklediler. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasasında ise bu konuya 17. maddede yer verilir. Dolayısıyla, kaynakçı, kalıpçı sıvacı ya da MYK’nin listesindeki mesleklerden herhangi birini yapacaksanız bu sertifika olmadan çalışamazsınız.
Yukarıda sıraladıklarımız elimizdeki yasa ve buna bağlı zorunluluklar. Peki pratikte nasıl işliyor? Öncelikle MYK gerekliliklerini sorgulamak iş yerlerine bırakılmış. Devlet bir yasa çıkarıyor ama bunun uygulanması patronların inisiyatifinde denebilir. Elbette usulüne uygun çalışan iş yerleri de vardır. Ancak en kuralına uygun yerde bile, MYK sorgulaması yapan İSG Uzmanları ile ana işi yönetenler arasında gerilim olur. Mesleki yeterlilik ya gereksiz görülür ya da zaman baskısı ile hemen iş başı yapılması istenir."
Ataması yapılmayan öğretmenler, tahtanın önüne geçip öğrencileriyle buluşacakları günleri artık bir hayal olarak görüyor. İnşaatlarda ve benzeri işlerde çalışıp hayatta kaldıkları süre zarfında bu hayalden gittikçe de uzaklaşıyorlar.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder