27 Ağustos 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -27 Ağustos 2024-

 Bir mekan, bir ülke: Ankara Tren Garı (II)-(Dosya): Dönüşüm -Gamze Yücesan Özdemir/Özkan Öztaş

Osmanlı'dan cumhuriyete, cumhuriyetten bir alışveriş merkezine dönüşen Ankara Tren Garı üzerine yaptığımız incelemelerin ikinci yazısında AKP’nin yarattığı yıkıma ve dönüşüme yakından bakıyoruz.

Osmanlı'dan miras kalıp Cumhuriyet'le birlikte dönüşen, sonunda kendisini bir AVM olarak bulan Ankara Tren Garı üzerine yazı dizimizin ikinci bölümünde, tren garındaki sermaye müdahalesine, AKP’nin yarattığı yıkıma ve dönüşüme yakından bakıyoruz.

                                                          ***

Artık o tarihi mekanda bir alışveriş merkezi, yeni dönemin simgesi olarak Ankara'ya meydan okuyor.

Eski gardan bu yeni alışveriş merkezine bir üst geçitten geçiliyor. Üst geçit, bir nevi zaman tüneli gibi. Yürürken geride yıkılmış bir cumhuriyeti, demiryolcu kimliğini, parlak mermerlerinde ve camlı kubbesinde genç bir ülkenin kurtuluş, kuruluş ve aydınlanma mücadelesini geride bıraktığınızı anlıyorsunuz. Markalarla bezeli reklam panolarının arasından girilen mekân, içinden tren geçen bir alışveriş merkezi olmasıyla kıvanç duyarcasına sizi karşılıyor.

Adına alışveriş merkezi yerine AVM Gar deniyor. Öyle adlandırınca, koca bir alışveriş merkezi, tüketim, para ve nesneler dünyasının üzerine bir örtü çekiliyor. Örtü, altındakini gizleyemiyor.

Eski mekanı yeni mekana, eski ülkeyi yeni ülkeye bağlayan zaman tüneli. "Keyifli alışveriş", "seçkin markalar" ve "Enfes tatlar" gibi duyurular, yeni mekanın tanıtımında öne çıkan vurgular. Fotoğraf: M.F. Arıkan

Bu yeni garın adı YHT, yani Yüksek Hızlı Tren Garı.

Eski Ankara Garı'nda çalışan emekçiler yeni yapılan AVM Gar için "sosyete" kavramını kullanıyor. "Orası sosyete, burası gar" diyorlar. Haklılar da.

Ancak AKP iktidarının tercihi net ve bu konuda ısrarcı. Eski Gar'da bir yaşam alanı kalmamış. Artık bir kahve içecek yer dahi yok örneğin. Hatta etrafa serpiştirilmiş üç beş banktan başka oturacak yer dahi yok. Bekleme salonu tadilatta, gar meyhanesi kapalı. Mekan, öksüz.

YHT Gar'ın üst katı AVM olarak tasarlanmış. Burada restoranlar ve markalar yer alıyor. İçeride demiryolcular değil garsonlar karşılıyor sizi.

Mekânda bir tren, yolculuk, mesafe, hasret, kavuşma, ayrılık, bavul gibi imgeler neredeyse hiç yok. Onun yerine fırsat menüleri, alınan ikinci ürünlerin etiketin yarı fiyat olduğu indirim kuponu ya da haftanın ucuzluk listeleri karşılıyor sizi.

Çalışanların hemen tümü taşeron sistemiyle çalışıyor. Her yıl işten çıkarılıp tekrar işe alınıyorlar. Bu sayede çalışanların kıdem tazminatı gibi haklardan da mahrum kalması sağlanıyor. Bu da patronlara diledikleri gibi hareket etme imkanı sunuyor.

Çalışanlara “Ne zamandan beri burada çalışıyorsunuz?” sorusunu sorduğunuzda önce bir durup düşünüyorlar. İlkin dudaklarından “Son girdi çıktıya göre mi yoksa toplamda mı?” sorusu dökülüyor. Kimisi yedi, sekiz yıldır burada çalışsa da “Son girdi çıktıya göre sekizinci aydayım” diyor çaresizce.

Her şeyin markalarla ve her yerin alışveriş için planlandığı bu yeni mekânda çalışanlar da bu alışveriş merkezinin tüketim nesnelerinden biri olarak görülüyor patronlar için.

Artık üst kata kimliğini veren hasretle sizi bekleyen yakınlarınız değil, iştahla sizi bekleyen markalar. Fotoğraf M.F Arıkan

'Siz yoksa benim fotoğrafımı mı çekiyorsunuz?'

Mekânda kayıt alırken bir çalışan geliyor yanımıza. "İzniniz var mı?" diye soracağını tahmin ediyoruz eski gar deneyiminden sonra. Zira eski garda çekilen her fotoğraf için görevliler gelip mekânı neden fotoğrafladığımızı ya da bunun için iznimiz olup olmadığını sordu. Bir tür kurumsallık, kamusallık, sahiplenme tavrıyla hareket ediyordu herkes.

Ancak bu sefer aldığımız karşılık şaşırtıyor bizi.

"Beyefendi! Beni neden çekiyorsunuz!"

Fotoğrafı çeken arkadaşımız ise şaşırıyor. Çünkü bırakın kişiyi çekmeyi, yanlışlıkla kadraja dahi girmemişti tepki gösteren kişi. Sadece eldeki fotoğraf makinasını görmüş ve tepki göstermişti.

Çalışan görevliye kendisini çekmediğimizi söyledik. Çektiğimiz fotoğrafları da gösterince kendisini güvende hissetti. Belli ki bir art niyeti de yoktu. Ama birkaç sorumuz olacaktı kendisine. Biraz beklemesini rica ettik.

Görevli kadına neden böyle bir kaygı duyduğunu ya da bu itirazda bulunduğunu sorduk.

"Kusura bakmayın valla. Herkes sizin gibi anlayışlı değil. Çoğu zaman gizli gizli fotoğraflarımızı çekiyorlar. Çok fazla tacizciye, sapığa denk geliyoruz. Siz de bizi anlayın olur mu? Sizlik bir durum değil" diyor. Kamusal bir mekânı kollamaktan, kişinin kendi bedenini kollamaya indirgenen bir değişim, bizi ilk karşılayan.

Hemen yanı başındaki tarihi yutan yeni mekanda, yapay bir nostalji yaratılmaya çalışılıyor. Sanat tarihinde büyük yeri olan gar fotoğraflarını, artık mekandan kopuk, AVM damgalı enstantaneler ikame ediyor. Fotoğraf: M.F Arıkan

'Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol'

Yahya Kemal Beyatlı'nın, Sessiz Gemi şiirinin bu dizesini yazarken çok düşündüğünü ancak işin içinden çıkamayacağını anladığında ahengi bozmamak için şiirin dizesini bu haliyle bıraktığı söylenir. Zira Türkçe'de, gidenin arkasından kol değil el sallanır. Ancak şair "Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol" dizesinin devamına kafiyeyi bozmamak için kol yazmak zorunda kalır.

Yahya Kemal Beyatlı, eskiden olduğu gibi İstanbul’dan Ankara’ya geldiği bu yeni, treni yolcusuyla kavuşamayan alışveriş merkezindeki garı görseydi, herhalde mevzuya sessiz tren şiiriyle devam ederdi.

Koca AVM Gar'ın salonu aslında Yahya Kemal şiiri gibi. Burada kavuşma ve ayrılık sahnesi yaşanmıyor. Zira yolcular ve onu uğurlayanlar treni göremiyor. Tren bir alt kattan çıkıyor yola ve sizi ayıran güvenlik koridorundan sadece biletli yolcular geçebiliyor. Görevliler bu durumun istisnasının hasta ve sakat yolcular olduğunu söylüyor. Ancak yine yanına refakatçı inemiyor yolcuların. Bir görevli eşlik ediyor yolculara oturacağı yere kadar ve güvenlik koridoru içine yaşanıyor vedalaşmalar.

Mekânda yolcu, uğurlamalar, vedalaşmalar, demiryolcu gibi imgeler neredeyse yok. Birkaç gözü yaşlı yolcu yakını ve valiz görmeseniz buranın bir tren garı olduğunu söylemek neredeyse imkânsız hale gelecek.

Eski gar çok açık ki kamucu yanıyla öne çıkıyor. Her ne kadar tasfiye edilmiş olsa ve artık kullanılmasa da gar gazinosuyla, kapısı kilitli eski meyhanesiyle, müzesiyle ve berberiyle bir tren garı görünümü veriyor hâlâ. Ancak yeni mekânda piyasa, meta ve birey üçgeninde bir sıkışma mevcut.

Mekanın iç tasarımı da gar değil, AVM mantığını yansıtıyor. İnsanlar birbirleriyle ve kendileriyle baş başa kalmasın, markalar ve ürünler dünyasının içine dalsın isteniyor. Fotoğraf: M.F Arıkan

Çalışanlara soruyoruz "Siz demiryolcu musunuz?" diye. Şaşırarak bakıyorlar yüzümüze. Neredeyse tamamı sözleşmeli çalışan.

"Belediye işçileri bile geçti sözleşmeye, bir biz kaldık" diyor içlerinden biri. Bilet gişesinden güvenliğe, kontrolörden restorandaki garsonuna kadar herkes taşerona bağlı çalışıyor. Çalışanlardan biri "Ben hayatımda hiç demiryolcuyum demedim. Hiç böyle bir şey hissetmedim. Burada tren görmeden çalışıyor çoğumuz" diyor.

AVM Gar artık tanıklıkların ve cumhuriyetin kurumsal hafızasının mekânı değil. Üstelik içinden de değil, gözden ırak alt katından tren geçen bir alışveriş merkezinden ibaret.

Eski garın yenik düşmüşlüğünü kanıtlarcasına, yeni tren garının yani AVM'nin önü curcuna. Metro durakları, alt geçitler, simitçiler, taksiler, kalabalık bir devinim ve içeride bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar.

Ama AVM'de yer alan mağazalar da kâr etmiyor. Zira buraya kimse alışveriş için gelmiyor. Malum, insanlar sevdikleriyle vedalaşırken ya da onlara kavuşurken akıllarına bir de tişört ya da kazak almak gelmiyor. Bu bağlamda en çok işleyen mekanlar haliyle bekleme alanları, kafeler ve restoranlar.

Yüksek Hızlı Tren projesiyle birlikte ilk tren seferleri her ne kadar 2009 yılında başlasa da AVM Gar’ın açılışı 2016'da. Ancak mağazaların ve yeni merkezin boş kalacağı öngörülmüş olacak ki devlet “yolcu garantisi” verilen işletmeler arasına dahil etmiş burayı.

29 Ekim 2016 tarihinde hizmete giren, 20 yıl yüklenici firmaya işletme hakkı tanınan ve 14 yıl için de yolcu garantisi sağlanan Ankara YHT Garı’nda devlet her yıl zarar ediyor. Çünkü firmalara halkın bütçesinden para aktarılıyor. Garın işletmecisi olan Kolin-Limak-Cengiz grubuna geçen süre zarfında garanti edilen yolcu sayılarına ulaşılamadığı için ödenen tutar 53 milyon doları geçmiş durumda.

Hükümet, AVM Gar'ı da "yolcu garantili" sattı. Patronlar riski gördü, devletse bu simgesel dönüşümü daha çok önemsedi, "varsın insanlar gelmesin, ben onlardan aldığımı size vereceğim" dedi. Kolin-Limak-Cengiz grubuna garanti kapsamında 53 milyon dolar ödendi. Şimdiye dek. Fotoğraf: M.F Arıkan

Kocaman mekânın ve metrelerce yükseklikte bir binanın altında ezilen işçiler göze çarpıyor yeni tren garında.

Garsonlardan biri "Çok bilmiyorum ama burası gar değil sanırım. Önceden AVM'ymiş iflas etmesin diye gar yapmışlar" deyince mekânın bağlamından ne kadar koptuğunu anlıyor insan. Önce AVM, sonra gar geliyor artık çalışanların zihninde.

Bütün ihtişamı, parlak camları, büyük aydınlatmaları ile bu bina garip bir şekilde insana kaybettiklerini anımsatıyor. Yıkılan ve yerine yenisi kurulamayan cumhuriyet değerleri bunun başında geliyor.

AKP’nin gar projesi çok boyutlu. Başka neleri görünür kılıyor diye düşününce bir sürü kavram çıkıyor ortaya. Para, rant, sermaye, yandaş, beşli çete gibi kavramlar bir yana, kanla ve cinayetle yükselen, gözü dönmüş, yıkıcı bir proje duruyor karşımızda.

Yeni yapılan AVM Gar'ın açılış göreni 10 Ekim 2015 tarihinde yaşanan gar katliamıyla yapıldı demek yanlış olmayacaktır. Çünkü eski gardan zihinlere yolcular ve yolculuklarla değil, katliam ve cinayetle kazınmış bir imge kaldı. AKP yeni garı patronlara peşkeş çekerken, emekçiler eski garı hak arama mücadelesi ve kaybettikleriyle andıkları bir mekân haline getirdi.

Bu dönüşüm patronların iştahını kabartmış olacak ki Ankara Garı’ndan sonra aynı kurgu İstanbul Söğütlüçeşme ile devam edecek. Açılış tarihi “müjdelenen” proje benzer şekilde bir gar ya da istasyon değil, alışveriş merkezi olarak tasarlanıyor.

                                                          /././

AKP, tarımı da zevahiri de kurtaramaz -Oğuz Oyan-

Bir siyasi parti düşünün, IMF/DB’nın ülke tarımını dünya tekellerinin sömürüsüne sunma programını büyük bir sadakatle uygulamış, muradına da büyük ölçüde ulaşmış.

Bir siyasi parti düşünün, IMF/DB’nın ülke tarımını dünya tekellerinin sömürüsüne sunma programını büyük bir sadakatle uygulamış, muradına da büyük ölçüde ulaşmış. Sonuç ne olabilirdi ki? Özetleyelim.

Tarım nasıl çökertildi?

  • Tarımsal girdi üreten ve fiyatları dengeleyen tüm kamu iktisadi teşebbüsleri dünya girdi tekellerinin (ve IMF-DB) talepleri doğrultusunda elden çıkarıldığı için çiftçi girdi desteğinden mahrum bırakılmış,
  • destekleme kurumları da tasfiye edilince başta küçük çiftçiler olmak üzere tüm üretici kesimler üretimden soğutulmuş,
  • 5488 sayılı 2006 tarihli Tarım Kanunu gereği çiftçiye ödenmesi gereken tutarın yıllardır sadece beşte biri destekleme bütçesine girebilmiş, (örneğin yüksek enflasyona rağmen 2024’de pamukta prim hiç arttırılmamış, buğdayda yalnızca yüzde 12 arttırılmıştır!),
  • destek görmeyen çiftçi tarımsal topraklarını ve traktör gibi üretim araçlarını ipotek ederek bankalara aşırı borçlanmış (2024’de tarım destekleri 91,5 milyar TL’de kalırken, çiftçinin banka borçları 620 milyar TL’yi aşmıştır),
  • deniz ve demiryolu yerine karayolu taşımacılığı gibi ilkel ve pahalı bir model seçildiği ve aracılar çok olduğu için çiftçinin eline geçen fiyatlar ile kentsel tüketicinin ödediği fiyatlar arasında kapanmaz uçurumlar oluşmuş,
  • mevcut girdi fiyatları enflasyonuyla tarımda üretim yapılamaz duruma gelinmiş,
  • çünkü maliyetlerini bile karşılayamayan fiyatlarla satış yapmaya zorlanan üreticiler giderek ürünlerini toplamadan tarlada/dalında bırakmayı daha az zararlı görmeye başlamışlar,
  • çiftçinin kooperatif örgütlenmesi teşvik edilmediği, var olanlar da tasfiye edildiği veya güçsüzleştirildiği için piyasa güçlerinin girdi ve ürün piyasalarındaki sömürüsüne karşı direnme mevzileri yok edilmiş,
  • güdük destekler bile zamanında ödenmeyince, üstelik üretim planlaması yapılabilmesi için birkaç yıl önceden açıklanmayınca, çiftçilik en istikrarsız faaliyet türüne dönüşmüş,
  • 2006 tarihli Tarım Kanunu’nun öngördüğü “fark ödemesi” sistemi hiç uygulanmadığı için gelir istikrarsızlığına çare olabilecek hiçbir araç devreye sokulmamış,
  • çiftçi çocukları bu cehennemi döngüden kaçtıkları için tarımsal üreticilerin ortalama yaşı 57’ye yükselmiş,
  • 2000 sonrasında 3,5 milyon kişiye varan bir tarımsal üretici kitlesi üretimden/tarımdan kopmuş,
  • 2000 sonrasında 30 milyon dönüm civarında tarım arazisinin ekilip biçilmesinden vazgeçilmiş,
  • Girdide dışarıya tam bağımlılıktan sonra, Türkiye tarımsal ürünlerde dahi net ithalatçı olmuş, böylece IMF/DB programının kritik hedefine ulaşılmıştır…

ve şimdi AKP yönetiminin aklına “zevahiri kurtarmak” (yani “iş yapıyor gibi görünmek”) gelmiş. Üstelik bu da iyimser bir yorum. Böyle bir niyeti olduğu dahi kuşkulu.

5403 sayılı yasa ve ilgili yönetmelik tuzaklarla, çelişkilerle, boşluklarla dolu

Yapılan nedir? 2005 tarihli 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu”nun 8/K Maddesine 23/3/2023’te ek fıkralar eklemişlerdi, şimdi 22 Ağustos 2024 tarihli “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” (bu yazıda Yönetmelik olarak bahsedilecektir) yoluyla bunu uygulamaya geçirmek istiyorlar.

Bunun arkasında iki olası amaç olabilir. İlk amacın iyiniyetli olduğunu ve tarımsal üretimin arttırılmasının istendiğini düşünelim. Peki ama yukarıda sıraladığımız sorunların yaratıcısı kim? Ve bu sorunların hangisine çözüm getirilmiş oluyor? Sadece ortaya çıkan sonuçla, yani tarımsal üretimin giderek terkedilmesiyle ilgilenilmiş oluyor ve “acaba ekilmeyen/biçilmeyen arazileri başkalarına kiralasak palyatif bir çözüm bulmuş olur muyuz” üzerinden bir alıştırma yapmaya girişilmiş oluyor. Akla gele gele, klasik dönem Osmanlı toplumunda bağımlı köylü tipi reayaya dayatılan “toprağını üç yıl üst üste boz bırakması halinde çiftinin elinden alınıp bir başkasına verilmesi” uygulaması geliyor. Kapitalizmin uluslararası sömürü ağları içinde ve bağımlı iktidar kafalarıyla yaratılmış bir sorunla Ortaçağın feodal sisteminin getirdiği çözümle başa çıkılabileceği sanılıyor. Çok yazık. Üstelik buradan işlenmeyen arazilerin önemli bir bölümünün üretime kazandırılacağı sanılıyorsa daha da vahim. Üretimden kaçışın sürdüğü, çiftçiliğin kazançlı bir faaliyet olmaktan çıktığı, toprakların işlenmemesinin çok çeşitli iktisadi, toplumsal ve iktisat-dışı nedenlerinin (hukuki, demografik, vs.) de bulunduğu bir ortamda işlenen toprak yüzölçümünün arttırılması mümkün olabilir mi, kısmen olsa bile bir çözüm olabilir mi? Bizce olmaz.

İkinci amaç ise AKP’nin iş yapma tarzına ve talan mantığına daha yatkın olanıdır. Ama önce ilgili yasaya ve yönetmeliğe daha yakından bakalım.

5403 sayılı yasa tuzaklarla doludur. Kiralamadan kalkıp kamulaştırmaya kadar gidebilecek yollar açıktır. Biraz daha yakından bakalım. 5403 sayılı yasada ve özellikle “Tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi” başlığını taşıyan 8. Maddesinde 2014 yılında önemli değişiklikler yapılmıştı. Bunlar daha çok toprakların miras yoluyla bölünmesine karşı önlemleri içeriyordu. Geçen 10 yılda bu yöndeki uygulamaların -varsa- ne kadar etkili olduğunu ölçebilecek sayısal verilere sahip değiliz. Ancak 2014 değişiklikleri içinde yer alan 8/K maddesinin birinci fıkrasının son iki cümlesini aktarırsak “kiralamayı” aşan niyetlerin varlığına işaret etmiş oluruz. Bu son iki cümlede, “Bu Kanunun uygulanması ile ilgili olarak, ihtiyaç duyulması hâlinde, yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğünün altındaki tarımsal arazileri yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğüne çıkarmak veya mülkiyetten kaynaklanan ihtilafları gidermek amacıyla kamulaştırma ile satım işlemleri Bakanlığın talebi üzerine Maliye Bakanlığınca ilgili mevzuatına göre yerine getirilir. Kamulaştırma ve alım işlemleri gerektiğinde Hazineye ait taşınmazların trampası suretiyle de yapılabilir”.

8/K maddesinin izleyen dört fıkrası yasaya Mart 2023’te eklenmiştir ve burada konu edilen “kiralamaya ilişkin” Yönetmelik’in dayanağını bu fıkralar oluşturmaktadır. (Yönetmelik, 8/K maddesinin birinci fıkrası yokmuş gibi hazırlanmış, ama o fıkra orada duruyor!). 8/K 2. Fıkrasına göre, “Bakanlık; Hazinenin özel mülkiyetinde veya Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan tarım arazileri hariç olmak üzere, mülkiyeti gerçek ve tüzel kişilere ait olup, hisselilik, mülkiyet ihtilafı, parçalılık, tarımsal faaliyete son verilmesi, göç veya başka bir sebeple üst üste iki yıl süreyle işlenmeyen tarım arazilerini tespit ederek, ekonomiye kazandırılması ve kamu yararına kullanılması için bu arazileri kira geliri arazi maliklerine ait olmak üzere ve arazinin vasfının değiştirilmemesi şartıyla sezonluk olarak rayiç bedelden aşağı olmamak üzere kiraya verir”. (Yönetmelik m.10’da, “Rayiç kira bedelinin tespitinde kullanılacak ortalama birim kira değeri kiralanacak parselin eğimi, yerleşim yerine, pazara ve yola mesafesi gibi objektif kriterler dikkate alınarak ve gerekçeleri belirtilmek kaydıyla yüzde 15 oranına kadar artırılıp azaltılabilir” hükmüyle Arazi Kiralama Komisyonu’na önemli bir yetkinin aktarıldığı görülmektedir).

Kiralamada öncelikli gruplar olarak, “kiraya verilecek arazinin bulunduğu yerleşim yerinde ikamet edenler ya da 5488 sayılı Tarım Kanununun 3’üncü maddesinde belirtilen sivil toplum kuruluşları ve meslek odaları” (8/K/3) tanımlanmakta, “öncelikli gruplardan istekli çıkmaması halinde diğer isteklilerden en yüksek teklifi verene kiralanır” (8/K/4) denilmektedir. Peki 5488’de sivil toplum örgütleri nasıl sayılmaktadır? Şöyle: “Tarımsal alanda faaliyet gösteren kooperatif, birlik, dernek ve vakıflar ile gönüllü̈ kuruluşlar”. Bunların hangi somut kuruluşları kapsadığını belirlemek, 23 yıllık iktidarında çiftçinin çıkarlarına odaklanmadığı bilinen bir siyasi yönetimine ait olacaktır! İktidara yakın dernek, vakıf ve gönüllü kuruluşların pek karanlık bir sicilleri olduğu da biliniyorken! Kaldı ki, 5488 sayılı kanunda “meslek odaları” ifadesi geçerken, Yönetmelik bunları teke indirmektedir: Ziraat Odaları! (Yönetmelik, m.4). Yani çoğunlukla iktidarın arka bahçesine dönüşmüş Odalar! Bu bile STK bahsini kuşkuyla karşılamaya yeter.

8/K’nın beşinci fıkrasında yer alan “Arazi maliklerine veya hak sahiplerine ulaşılamaması halinde kira bedelleri araziye özgülenerek bir kamu bankası nezdinde açılacak vadeli hesaba yatırılarak nemalandırılır. Mülkiyeti ihtilaflı arazilerde ihtilafın giderilmesi halinde biriken kira geliri ve ferileri hak sahiplerine dağıtılır” hükmündeki muğlaklık (hak sahibinin/sahiplerinin belirsizliği) Yönetmelik’le de çözüme kavuşturulabilmiş değildir.

Bütün bunlara bakıldığında, AKP uygulamalarından aşına olduğumuz keyfilikler, rant ve yandaş kollama öncelikleri göz önüne alındığında, üreticilerin ve (mülkiyet) hak sahiplerinin çıkarlarının yeterince korunabileceği konusunda haklı kuşkular oluşmaktadır. Nasıl ki 2012’de 30 ilde/büyükşehirlerde 16.220 köy bir çırpıda mahalleye dönüştürülerek köy tüzel kişiliğine ait on binlerce arazi özel çıkar sahiplerinin talanına açıldı, nasıl ki meralar önemli ölçüde yağmalandı, kent arazileri yandaşlara peşkeş çekildi, bu defa da “işlenmeyen tarım arazileri” muğlak ifadesi ardına sığınarak özel ve tüzel kişilere ait tarım arazilerinin önemlice bir bölümü pekala AKP’ye yakın çevrelere, yerli ve uluslararası şirketlere kiralama ve kamulaştırma yöntemleriyle sunulabilir kıvama getirilmektedir! İşlenmeyen verimli tarım arazilerinin envanterini çıkaran, ilgili tarım il/ilçe müdürlüklerinden özel bilgilere ulaşabilen fırsatçıların en fazla AKP il/ilçe örgütlerine, AKP iktidarının tepelerine yakın olmaları bir sürpriz olur muydu?

Sonuç: AKP gitmeden olmaz, ama o da yetmez 

IMF programının başlangıç yıllarında üretimi terk eden çiftçi sayısında patlama yaşanmıştı. (Dünya Bankası’nın 2001-2007 arasında uygulanan Doğrudan Gelir Desteği projesi tam da bunu istiyordu). Daha sonra bu eğilim duruldu. Hatta biraz da kentlerden kırsala tersine göç bile yaşandı. Ama son yıllarda tarımsal üretimi terk etme ikinci bir patlama yaşanıyor. Burada asıl etken ekonomik ve sosyaldir. Çiftçilik üreticinin kazanç sağlayabildiği bir faaliyet alanı olmaktan çıkmıştır/ çıkmaktadır. Yüksek girdi ve kredi maliyetleri ama düşük ürün fiyatları yani iç ticaret hadlerinin tarım aleyhine dönmesi, bitkisel ve hayvansal üretimde verimlilik sorunlarının çözülememesi ve belirsizlik etkenlerinin giderilememesi çiftçileri bu geleneksel faaliyet alanından soğutmuştur. Küçük-orta çiftçilerde aile içi ikame olanakları da giderek azalmaktadır: Çiftçi çocukları tarım dışı faaliyetlere ve refah düzeylerini yükseltecekleri kentsel alanlara yönelmektedir. Kırsal göçün hâlâ sürmesinin güncel bir nedeni de budur.

Tarımda işlenmeyen alanların çoğalmasının ardında 2000’lerin öncesinden gelen bir yığın hukuki sorun da vardır. Mülkiyetlerin miras veya göçle parçalanması, esasen çok parçalı “tarımsal işletme” sorununu daha da büyütmektedir. Küçük parçalar üzerinde tarım yapmak verimsiz olduğu ölçüde topraklar terk edilmektedir. Hızlı demografik artışa bağlı nedenler on yıllar önce mülkiyet bölünmelerini hızlandırarak olumsuzluk üretirken, şimdi de zayıf nüfus artış hızı tarımsal işletmelerin sürdürülmesi bakımından sorun yaratmaktadır.

Tarımsal toprakların tarım dışı faaliyetlerin (kentleşme, turizm, sanayi) artan baskısı altına girmesi de işlenmeyen tarımsal arazilerin miktarını ve payını yükselten önemli etkenlerden biri durumuna gelmiştir. AKP iktidarı bu olumsuz gidişatı frenleyici değil teşvik edici bir rolde olmuştur.

Ekonomiye bağlı olsun ekonomi-dışı olsun, bütün bu olumsuzluklara karşı çözümler düşünülebilirdi. Arazi toplulaştırması faaliyetlerinin şimdiye kadar çok daha ileri aşamalara varması gerekirdi. Bunun gerektirdiği bütçenin ve teşkilat yapısının eksiksiz olması beklenirdi. Tarım ekonomisi alanında neler yapılabileceğine ise, bu yazının başlangıcında sayılan olumsuzlukların nasıl giderileceğinin düşünülmesiyle başlanabilir. Tarımsal toprakların ve çiftçilerin en fazla korunmaya alınması gereken zenginliklerimiz olduğu gerçeğinin kavranması şartıyla elbette. CHP bile bu noktaya henüz gelebilmiş değildir.

Tarımı ve tarımsal üreticiyi öncelikle korumak, ülkenin gıda egemenliğini savunmak gibi (toplumcu ve bağımsızlıkçı) stratejik hedefleriniz yoksa, hiçbir çözüm üretemez ve sonuçlarına katlanırsınız. Bu sonuçların en vahimi de tarımda ithalata ve özellikle de dünya girdi/gıda tekellerine bağımlı olmaktır. Burada kamuculuk (yani çiftçiye daha fazla parasal/ayni destek ve rehberlik) yetmez, devletleştirmelerin ve yeni KİT’ler oluşturulmasının devreye girmesini, gübrede, tohumda, yemde, ilaçta ithalat bağımlılığının sonlandırılmasını gerektirir. Her durumda ilk adım kamuculuk yönünde atılmalı, tarımsal destekler GSYH’nin şimdi olduğu gibi binde 2,2’sine değil binde 20’sine yükseltilmelidir. (Yani 2024 için 91,5 milyar TL değil 832 milyar TL’lik bir tarımsal destek bütçesinden söz ediyor olmalıydık bugün). TC Ziraat Bankası’nın tamamen bir çiftçi bankasına (hatta bir tarımsal kooperatif bankasına) dönüştürülmesini, çiftçilerin kooperatiflerde örgütlenmesini gerektirir. Ulaştırma politikalarının sadece sanayi ve madencilik değil tarımı da içeren tüm üretken sektörlerin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesini şart koşar. Bütün bunlar da AKP’nin gönderilmesinden daha fazlasını, yani çok daha köklü bir siyasi dönüşümü gerektirir.                                            /././

Hatay'da deprem sürüyor: Halk kentinin yeniden kurulmasını istiyor -Neval Oğan Balkız*-

Deprem bölgelerinin sorunlarının çözülmemesi, yaratacağı olası ekonomik, sosyal sonuçlar ile toplum için gerçek bir beka sorunu yaratır! Şehir hakkının tarihsel anlamı bunu anlatır.

Fransız sosyolog ve felsefeci Henri Lefebvre’in verdiği tanıma göre “şehir hakkı” yalvarıp dilenerek kazanılacak bir hak değildir1. Dayatarak almamız gereken bir haktır. Şehir hakkı kentsel mekâna dair kolektif bir taleptir, orada var olanı ele geçirmektir, ama bununla kalmayıp kentsel mekânı alt sınıfların ihtiyaç ve emellerine uygun olarak yeniden şekillendirmek veya yeni baştan inşa etmektir. Şehir hakkı budur.  Ancak bu anlamda kavranır ise şehir ve arazi planlarında, şehir çalışmalarında kendine yer açmaya başlar ve bütün halkın şehir ve arazi planlarına müdahil olma hakkı hâline gelir. 

Şehir hakkının katılımcı demokrasi fikriyle  kurduğu yakın ilişkide dönüştüğü içeriği, Lefebvre reddeder. “Ben bu katılım sözünü asla kullanmam, alt sınıfların müdahalesi derim,” çünkü bir şeye katılmak, başkalarının yani egemenlerin yönettiği bir oyuna dahil olmaya benzer: Oyunu organizatörler, müteşebbisler, inşaatçılar ve onlarla kol kola yaşayan seçilmiş temsilciler yönetmektedir ve halk zaten düzeni belirlenmiş bir şeye dahil olmaya davet edilir. Katılımcı demokrasinin tanımladığı şehir hakkı; “zaman ve mekânla sınırlı bir haktır ve yalnızca belirli ve geçici bir an için spekülatörleri, organizatörleri ve onların siyasi müttefiklerini alt sınıfları şehrin kenar mahallelerine itelemeyi sürdürmekten alıkoymaya yarar ancak”. Oysa şehir hakkı, “katılma değil, kentsel mekânın yeniden şekillendirilmesine fiilen müdahil olma hakkıdır.”

Şehir hakkı, içinde yaşayan halkın çoğunluğuna hizmet edecek bir şehre sahip olmak için sakinlerin kamusal alanları işgal etme hakkıdır. Yani; alt sınıfların, eğitimli orta sınıflarla, bugün artık kendileri de kapitalizmin kurbanları arasına katılmış olan esnafla dayanışma içinde şehri alt sınıflara hizmet eder hâle dönüştürülmesi; şehri dönüştürmek için onun seçkinci kullanım tarzının değiştirilmesi, altyapı ve tesislerin kolektif ve demokratik biçimde kullanılmasının sağlanması; sosyal ilişkilerin ticarileşmesinin tedricen azaltmasına çalışılması ve kentsel mekânın kullananların yararına işlemesinin sağlanmasıdır. Şehrin alınıp satılan bir ürün hâline gelmesinin önlenmesi ve “kullanımı esas alan bir pratiğin ürünü olduğunu anlatan bir çaba olarak şehir fikrine dönülmesidir. Lefebvre’nin şehir hakkı’nın aksine, günümüzde, kapitalizminin (ve siyasal biçimi katılımcı demokrasinin) kentsel politikası yani “sosyal meseleleri kentsel mekânı planlayarak çözme” fikri; şehir düşünürü, bilim insanı, Jean-Pierre Garnier’e göre; “bir arada yaşamayı sağlamak, ayrımcılığa karşı mücadele etmek, halkı katılım ve katılımcı demokrasi vasıtasıyla kentsel gelişmeye dahil etmek amacıyla yürütülür” gibi görünür, ancak bütün bu iddialar,  “mevcut iktidarı meşrulaştırmaya hizmet eden, gerçek sorunları, neoliberal politikaları dert etmeyen, bölük pörçük reformlara havale eden söylencelerden” oluşuyor. Yani günümüz kentsel politikası, düşünür Jacques Rancière’in tanımladığı şekliyle, toplum polisliğidir, yani toplum polisliğinin ekonomik, mali, kurumsal veya ideolojik her yolla ama aynı zamanda da mekânsal ve en nihayetinde baskıcı şekilde planlı organizasyonudur!

Yaşanılan depremler ve gelişen süreç, şehir hakkı, kentsel politika kavramlarını ve içeriklerini, şehir hakkı için mücadele biçimlerini yeniden ve yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor! 

Depremin üzerinden 'on sekiz ay' geçti!

6 ve 20 Şubat'ta gerçekleşen depremler sonrasında en büyük can kaybı ve yıkımı yaşayan kent olan Hatay’da, özellikle Antakya, Samandağ, Defne, İskenderun, Arsuz, Kırıkhan ilçelerinde tam anlamıyla bölgesel bir çöküş gerçekleşti. Binlerce insan yaşamını yitirdi, binlerce kişi sakat kaldı, insanlar evlerini, sermayelerini, işyerlerini, makine ve üretim araçlarını, donanımlarını, tüm ekonomik üretim değerlerini ve gücünü kaybetti.

Kentin yüzde sekseni yok oldu, üretim yapısı derinden etkilendi. 103 saniyede 24 bin 147 insan öldü, kent nüfusu 141 bin 403 azaldı, 89 bin 25 bina kullanılamaz hale geldi, 13 bin 517 bina yıkıldı, 12 hastane işlevsiz hale geldi. Halen 217 konteyner kentte 177 bin insan yaşamaya çalışıyor!

Bu süreçte yurttaşlar, diğer deprem bölgelerinde olduğu üzere ama daha belirgin olarak Hatay öznelinde, merkezi ve yerel idarelerin deprem sırasında ve sonrasındaki tüm süreçlerde sergiledikleri ihmal ve eksikliklerin, önlem ve müdahale, arama ve kurtarma eylem ve işlemlerindeki gecikmelerin, yetersizliklerin, hazırlıksızlığın, koordinasyonsuzluğun, doğa olayı depremi tüm halk kesimleri için nasıl  ölümcül bir yıkıma dönüştürdüğünü gördü, siyasal ayrımcılığı yaşadı.

Kentin ve kentleşme olgusunun, piyasa düzeninde "rant" elde etme ve paylaşma amacıyla düzenlenen, işletilen bir organizasyon, bir meta görülmesinin yıkıcı sonuçlarını, yaşanan acıların "sınıfsal" yapısını ve depremin "ekonomi politiğini" acıyla sınanarak anladı!

Hatay hâlâ depremde!

Geldiğimiz noktada, 2022 yılı vergi rakamlarına göre Türkiye’nin en çok vergi veren 6’ıncı, 2023 yılı rakamlarına göre, deprem koşullarında olmasına karşın 9. kenti olan Hatay; TÜİK’in 14 Ağustos 2024 tarihinde açıklamış olduğu “2023 İç Göç İstatistiklerine” göre deprem sonrasında, 164 bin 247 kişi ile ülke bazında en çok göç veren üçüncü, deprem yaşayan kentler arasında birinci sırada yer alıyor.

Hatay halkı olarak bizler depremin üzerinden geçen on sekiz aylık süreye rağmen halen;

-Kişisel/toplumsal güvenlik sorunu,

-Güvenli ve sağlıklı, kalıcı barınma olanaklarının sağlanması,

-Yetersiz temiz su ve suya erişim sorunları, sağlıklı gıda temini ve sürdürülebilirliği,

-Doktor, hastane, aile sağlık merkezi ve ilgili alt yapısıyla sağlık hakkına erişim sorunu (Türk Tabipleri Birliği ve SES'in Deprem 18.Ay Raporu verilerine göre: depremde 12 hastane işlevsiz hale geldi, 56 ASM yıkıldı, 63 hekim öldü, birinci basamak sağlık hizmeti kamu binalarında yürütülmez oldu. Aile hekimlerinin maaşları yarı yarıya düştü. Aile hekimliği kadroları boş kaldı. İl müdürlüğü Haziran rakamlarına göre 26 kişilik kadro açığı var, boş kadrolara yalnızca bir başvuru yapılmış durumda Temmuz ayında ise boş kontenjan sayısı 41 oldu. ASM‘lerin hizmet vermesi gereken nüfus ise 60 bin. İktidar, birinci basamak sağlık hizmetlerini öncelikli görmüyor. Ağır çalışma koşulları, alt yapı eksiklikleri, mesleki baskı ile hekimler istifaya ve göçe zorlanıyor. Tıp fakülteleri hastanelerinin plastik cerrahi, göğüs cerrahisi, tıbbi onkoloji bölümleri hoca ve asistan hekim yokluğundan kapanmış durumda)

-Yıkımların yarattığı çevre felaketinden, atıkların mevzuata aykırı toplanması ve ayrıştırılması ile yarattığı olağanüstü tehlikeli ve kalıcı kimyasal kirlilik,

-“ÇED gerekli değildir” kararlarıyla açılma izni verilen 54 adet taş ve iki adet maden ocağının yaratacağı patlama gürültüleri, milyonlarca metreküp toz ve yeraltı suyu kayıplarına, şehir içinde yerleşim yerleri arasında, okul binalarının, su kaynaklarının yakınına keyfi olarak kurulan beton santrallerinin yaratacağı toz ve hava kirliliğinin neden olduğu ve olacağı çok boyutlu sağlık sorunları,

-Çocukların güvenliğini tehdit eden ağır koşullar, ebeveyn ölümleri, çocukların refakatsiz kalması, ailelerinden ayrı düşmeleri ile istismar ve ihmale maruz kalma risklerinin ciddi oranda artması,  

-Derinleşen yoksulluğun, ekonomik ve sosyal eşitsizliğin yarattığı koşullarda, çocuk işçiliğinin artması ve eğitim hakkına erişimin engellenmesi, uyuşturucu kullanımının yaygın hale gelmesi,

-Deprem dirençli yapılaşmanın gerektirdiği mikro bölgeleme ve statik, jeofizik ölçümler yapılmadan girişilen “ihaleci inşaat” mantığının yarattığı yaşamsal tehlikelere, evlerinizi “devlet olarak biz inşa edeceğiz” söyleminden, “biz para verelim vatandaş kendisi inşa etsin” söylemine evrilen, şimdi ise, bütünüyle keyfi kararlarla verilen “rezerv alan” ilanlarıyla, bu alanlarda az hasarlı binaların da yıkılmasıyla, insanların mülkiyet haklarını ihlal eden, “mülksüzleştirme” tedirginliği yaratan, hukuken belirsiz ve şeffaf olmayan süreçlerin derinleştirdiği barınma krizi,

-Kültürel doku ve mirasın korunması, kentin tarihsel kültürel sosyolojik hafızasının korunması,

-Sanayicinin, esnafın, üreticinin çiftçinin, hizmet sektörünün giderek derinleşen mali ve finans sorunları,

-Halkın geçim standartlarının düşmesi ve sürdürülemez duruma gelmesi, esnafın, ödemesi gelmiş kredi, vergi, prim, harç borçları, halk “olağan yaşam koşullarındaymış gibi” kamusal hizmet olması gerekirken yüksek zamlı fiyatlarla ödediği su, elektrik, doğalgaz faturaları, ulaşım giderleri,

-Her kademe memur, öğretmen, doktor ve görevli personelin tayin ve görevlendirme sorunları, görev yapacakları depreme dayanıklı, güvenli okul, hastane, konteyner vb. ihtiyaçlarının karşılanması, güvenli ve ucuz ulaşımın sağlanması, ilgili alt yapı sorunlarının giderilmesi ve sağlıklı hale getirilmesi,

-9 Eylül’de başlayacağı belirtilen eğitim öğretim döneminde, sorunları çözülmüş, yapısal güvenliği sağlanmış yeterli sayıda okulun hazırlanması,

-Halkın artan travma ve stres ile baş etmesini sağlayacak olanakların yaratılması,

-“Kayıtlı oldukları yerde bulunamayan” 730 bin Suriyeli’nin tartışma yarattığı koşullarda, başta Suriyeli’ler olmak üzere göçmen deposu haline getirilen, yaklaşık olarak her üç kişiden birinin göçmenlerden oluşan kentin bozulan sosyal, kültürel dengesinin yarattığı tedirginlik, güvensizlik koşulları,

-Deprem sonrası süreçte; tarım alanları, orman arazileri, zeytinliklerin yaygın şekilde, hukuka aykırı olarak, imara açılması ve talan edilmesi gibi, (Antakya/Dikmece örneğinde olduğu gibi; tarım alanları ve zeytinlikler, kamu yararı olmaksızın, acele kamulaştırma kararları ile Defne /Toygarlı örneğinde olduğu üzere, herhangi bir yazılı idari işlem, kamulaştırma kararı dahi olmadan, mülk sahiplerine tebligatlar yapılmadan, yer tespitlerinin neye göre ve hangi gerekçelerle yapıldığı da kuşkulu bir şekilde, hukuk genel ilkelerine, mevzuata ve mülkiyet haklarına aykırı olarak köylü ve çiftçinin ellerinden alınıyor, açılan davalarda verilen yürütme durdurma kararları da uygulanmıyor.) tüm bu alanlar başta olmak üzere, çok yönlü, çok boyutlu yaşamsal eksiklik, yoksunluk ve sorunlar içinde bulunuyor!

Ancak, Hatay halkı, bu koşullarda dahi yaşamı kurmaya, üretmeye dirençle devam ediyor! Haklarını savunmak, sürekli değişen gündem ve diğer yakıcı sorunların gölgelediği, depremin yarattığı yıkıcı koşullarındaki kendi gerçekliğini duyurmak, anlatmak için sürekli alanlara çıkıyor! 

Hatay ne bekliyor?

Hatay halkı, imarı, kent planlaması, tarihi, kültür ve sanat dokusu, sağlık, eğitim, çevre ve halk sağlığı, ulaşım, tarım, ticaret, sanayi teknolojisi ile engellisi, yaşlısı, kadını ile yaşanılır, insan merkezli, kentin oluşturduğu ortak değerden herkesin ayrımsız yararlanacağı bir şehir, (özellikle yıkım gören Antakya, İskenderun, Kırıkhan, Arsuz, Samandağ, Defne’si ile) bir Hatay’ın adım adım kurulmasını istiyor!

Yukarıda sayılan yaşamsal ihtiyaç ve sorunların giderileceği koşulların yaratılması, yaşam koşullarının sağlıklı hale getirilmesi ve iyileştirilmesini;

-Sanayinin, küçük sanayinin, ticaret, turizm, KOBİ, hizmet sektörü ve tarımsal faaliyetler desteklenerek, üretimin sürdürülmesi koşullarının kalıcı olarak oluşturulmasını, sektörlerin desteklenmesini, ucuz kredi, belli sürelerle vergi, prim, harç muafiyeti getirilmesini, 31 Ağustos'ta sona ereceği açıklanan sektörel bazda bu muafiyeti sağlayan “Mücbir Sebep” halinin koşulların gerektirdiği kadar uzatılması,- en az üç yıl-) arazi, yatırım ve ihracat teşviki gibi destekler sağlanmasını, üretimin ve istihdamın sürdürülür hale gelmesini istiyor. 

Tarımda kamusal kitleri özelleştirilmesi, üreticinin örgütsüz kalması ve belli tekellerle, zincir marketlerle, tüccarlarla, çok uluslu şirketlerle baş başa bırakılması, artan maliyetler, üreticiye yetersiz ve geç ödenen destekler, üretim alanında baskılanan ürün fiyatları, üreticinin alandan çekilmesi, tedarik zinciri ve tekelleşme sorunu, süregelen ithalat, üretimi kolaylaştırma yerine, raf fiyatlarını denetleme çabası ile ülkede tarım çökertilmiş olan tarımda, derhal bu neoliberal politikalara, (iki yıl üst üste işlenmeyen  tarım arazilerinin belli koşullarda Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından gerçek veya tüzel kişilere kiraya verilmesi vb gibi tarım alanlarını tekellere aktaracak yerli üretim ve üreticiyi daha da yok edecek uygulamalara) son verilmesini istiyor! (Depremde üretim araçlarını, donanımlarını, tüm ekonomik üretim değerlerini ve gücünü büyük oranda kaybeden Hatay, Türkiye’nin en verimli ovalarından Amik Ovası’na kurulmuş bulunuyor. Ancak Hatay’da sadece 2021 yılında, il toprak koruma kurulu tarafından 2 bin 700 dekar arazinin amaç dışı kullanım izni veridi, bunun yüzde 16,7’si konut için talep edildi. 2005-2020 döneminde Hatay’da tarım alanlarında yüzde 16,9 oranında azalma olduğu düşünüldüğünde, böylesi uygulamaların kentin yaşam kaynağı olan tarım üretimi ve istihdamı açısından gelecekte yaratacağı sonuçlar daha iyi anlaşılır.)

-Çiftçi ve köylüye mazot, tohum gübre, damızlık hayvan, ürün desteği ve karşılıksız destek ödemesi yapılmasını, üretimi ve üreticiyi koruyan kamucu tarım politikalarının belirlenmesini, yönetimlerde liyakatlı kadroların olmasını, yerel ürünlerin ülke pazarlarına taşınmasını, tarım alanlarının ekilmesinin bir şekilde sağlanmasını ve hayvan varlığının korunmasını,

-Topraklarının, ovalarının, meralarının, zeytinliklerinin, dikili arazilerinin, üretim alanlarımızı ödünsüz koruyan arazi kullanım planları yapılmasını,

-Girdi maliyetlerini düşürüp, destek miktarlarını artırarak ve zamanında ödeyerek, alım fiyatlarını maliyet üzerinde vererek, uzun vadeli tarımsal üretim planlamasının yaşama geçirilmesini,

-Kuraklığı da dikkate alarak, sulama planlaması yapılmasını, 

-Tarımsal ARGE yatırımlarının arttırılmasını, 

-İş gücü potansiyelini değerlendirecek eğitim ve istihdam planlamasının yaşama geçirilmesini,

-Tarımsal KİT’ler yeniden yapılandırılmasını, üreticiyi özel sektörün insafına bırakmayan, kamucu bir düzenleme ve yapının oluşturulmasını,

-Gıda tedariklerinin üretici ve tüketici kooperatifleri üzerinden gerçekleşmesini, üreticinin kâr ederken tüketicinin ucuz, yeterli, sağlıklı gıdaya erişmesinin sağlanmasını istiyor ve bekliyor!

Deprem ve sonrası bu koşullar, bu sorunlar ve bağlantılı tüm konularda kamucu somut talepler ve faaliyet programları üretmeyi ve derhal uygulamayı öncelikli ve zorunlu kılıyor!

Deprem bölgelerinin sorunlarının çözülmemesi, giderek geç kalınması, yaratacağı olası ekonomik, sosyal sonuçlar ile toplum için gerçek bir beka sorunu yaratır! Şehir hakkının tarihsel anlamı bunu anlatır. 

*Hukukçu/Akademisyen Antakya depremini yaşayanlardan

Özel çevre koruma bölgesi ilan edilen Karaburun'da tarlalara neler oluyor?  -Serdar Kızık-

Cumhurbaşkanı kararnamesiyle 5 yıl önce özel çevre koruma bölgesi ilan edilen bir yerde, ilgili kurumun neler olup bitiğine dair bir denetçisi, gözetmeni var mı acaba?

Saip’in kadim köy kahvesi toplantılarında konu, bir ay önce gündeme getirildi. İzmir Karaburun’da yeni bir sorunla daha karşı karşıyayız.

Tarım alanlarının yağmalanması…

Göz önünde yaşanıyor söz konusu olumsuzluk. İlçenin girişinde, Saip’le Ambarseki arasında, anayolun üstündeki tarım alanları, hafriyatçı şirketlerle bozuluyor. 

Yani, inşaat sektörünün bir parçası, kendine yeni bir alan açıyor…

Küçük “sanayi alanı” benzeri bir yapılaşma oluşuyor.

Köylüden kiraladıkları tarım arazileri kazılıyor, verimli topraklar alınıyor (bir iddiaya göre satılıyor), yerine yol seviyesine kadar molozlar dökülüyor, duvarlar örülüyor, depo görünümlü inşaatlar yapılıyor…

Ağaçların söküldüğü iddiaları da var bu arada…

                                   Yol boyunca çok sayıda tarım arazisinin üzeri moloz kaplı.

Şimdi, burası bir ilçenin girişi.

Her yerleşimde giriş, yeni gelenlerde bir intiba uyandırır ya, önemlidir.

Şantiye görünümlü bir giriş, başta ilçe yöneticileri olmak üzere, turizmcisini, esnafı, tüccarı, kasabayı “markalaştırma” derdinde olanları, daha önemlisi yaşayanların tümünü ilgilendirir diyeceksiniz ama…

Ses var mı, ses?

Yalnızca Saip kadim köy kahvesindeki toplantılarda konuşulduğunu duydum…

Neler oluyor? 

Tarım alanları bozuluyor, topraklar taşınıyor (mülki amirin, tarım ilçe müdürlüğünün ilgi ve yetki alanı olmalı).

Moloz dökülüyor, depolar oluşturuluyor (ruhsatları var mı bilmiyoruz) inşaat faaliyetleri sürüyor (yerel yönetimin ilgi ve yaptırım alanı olmalı).

Karayolları güvenlik alanı ihlal ediliyor, değiştiriliyor (yetkinin kimde olduğu adı üstünde).

Göz önünde, hâlâ molozları görmek mümkün.

Kuşkusuz kaymakam da, belediye başkanı da, ilgili tüm kurumların yetkilileri de görüyordur. Bir değerlendirme, bir açıklama yapmalarını beklemek, hakkımızdır.

Bu gelişmeyi Belediye Başkanı İlkay Girgin Erdoğan’a sordum. Haberinin olduğunu, durumu Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkililerine ilettiğini söyledi…

Sahi, Karaburun özel çevre koruma bölgesiydi, bir de olmasa ne manzaralarla karşılaşırdık kim bilir? 

Cumhurbaşkanı kararnamesiyle 5 yıl önce özel çevre koruma bölgesi ilan edilen bir yerde, ilgili kurumun neler olup bitiğine dair bir denetçisi, gözetmeni var mı acaba?

                                                                            /././

                                                 soL - GÜNDEM

İsrail polisi film gösteriminden korktu: Komünist Partisi'nin bürolarını kapattı

İsrail Komünist Partisi’nin Hayfa bölge sekreteri Rim Hazan polis tarafından ifadeye çağrıldı.
Muhammed Bekri’nin ‘Cenin Cenin 2’ filminin gösterimini engellemek için Hayfa’daki Hadaş bürolarını kapatan polis, İsrail Komünist Partisi’nin bölge sekreterini ifadeye çağırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/israil-polisi-film-gosteriminden-korktu-komunist-partisinin-burolarini-kapatti-394785)
                                                          ***
Kuvvet komutanları Erdoğan'ın konuşmasından sonra davet edildikleri sahneye çıkmadı


"Malazgirt Zaferi’nin 953. Yıldönümü Kutlama Programı"nda AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konuşmasının ardından protokol üyeleri sahneye davet edildi. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da sahneye davet edilen isimler arasında yer aldı. Ancak komutanlar davete icabet etmeyerek sahneye çıkmadı. Komutanların, dün HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu'yla birlikte yer aldıkları fotoğrafa gelen tepkiler nedeniyle sahneye çıkmadıkları öne sürüldü.(Yapıcıoğlu'yla yan yana fotoğraf) "Malazgirt Zaferi’nin 953. yıldönümü etkinlikleri" nedeniyle Bitlis’in Ahlat ilçesinde bulunan Erdoğan, dün Selçuklu Meydan Mezarlığı’nı ziyaret etmişti. Erdoğan'a, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici ve HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu eşlik etmişti. Cumhurbaşkanlığı tarafından ziyarete ilişkin paylaşılan fotoğraflarda, Hava Kuvvetleri Komutanı Ziya Cemal Kadıoğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu'nun, başta "Hizbullah ve PKK’ye terör örgütü demiyorum" diyen Yapıcıoğlu olmak üzere siyasi parti genel başkanlarıyla aynı karede yer alması dikkat çekmişti.

                                                              ***

Bursa’da TÖB-SEN’den, kayıt parası isteyen okul yönetimine suç üstü

 Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da sahneye davet edilen isimler arasında yer aldı. Ancak komutanlar davete icabet etmeyerek sahneye çıkmadı.

Okulların açılması yaklaşırken birçok devlet okulunda velilerden “bağış” adı altında yasadışı olarak kayıt parası alınmaya devam ediliyor. Bursa’nın Osmangazi ilçesindeki Faik Yılmazipek İlkokulu yönetiminin, çocuklarını okula kaydettirmek için gelen velilerden okulun perde vb. ihtiyaçları için “bağış” adı altında kayıt parası istediği, bu parayı vermeyen velilerin çocuklarını okula kaydettirmediği ortaya çıktı. Bu durumu belgeleyip suç duyurusunda bulunansa, bir süre önce ÇEDES projesine karşı sendikal faaliyetleri gerekçe gösterilerek hakkında “sürgün ve kınama” cezası verilen okulun öğretmenlerinden Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası (TÖB-SEN) Bursa Şubesi Başkanı Serkan Bebek oldu. 
Bebek ayrılış işlemlerini yapmak üzere gittiği Faik Yılmazipek İlkokulu’nda kendilerinden her bir çocuk için istenen 750 liralık kayıt parasını ödemedikleri için kayıtlarının yapılmamasına tepki gösteren üç veli ile karşılaştı. Velilerin rızalarını alarak video kaydı alan Bebek konuya ilişkin bir de tutanak tuttu.Okula polis çağıran Bebek, bu sırada okula gelen müdürün, veliler tutanağı imzalarken apar topar üç velinin çocuklarının kaydını yaptırdığını belirtti. Avukatıyla birlikte polis merkezine giden Bebek, Faik Yılmazipek İlkokulu müdürü hakkında, velilerden usulsüz şekilde para topladığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Bebek ayrıca müdür hakkında Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne de idari suç duyurusunda bulunacağını belirtti. Serkan Bebek, söz konusu okulun çevresindeki tarikat yapılanmasına ve uyuşturucu kullanımına karşı velilerle birlikte bir basın açıklaması yaptıktan sonra okuldaki velilerden biri tarafından “din düşmanı” denilerek hedef gösterilmişti. Bunun ardından İl Milli Eğitim Müdürlüğü müfettişlerince yapılan teftişte Bebek’in ÇEDES karşıtı sendikal faaliyetleri hedef alınmış, Bebek’e sürgün ve kınama cezası verilmişti.     
                                                                              ***
Burdur'da kısır, küpeli ve engelli köpekleri toplayan belediyeye tepki: 'Onu almayın, o yaşayamaz'
Burdur ve Kütahya’da CHP’li belediyeler sokaktaki küpeli köpekleri toplamaya başladı. Burdur Merkez’de mahalleliler Efe adını verdikleri engelli köpeğin alınmasına gözyaşları içinde itiraz etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/burdurda-kisir-kupeli-ve-engelli-kopekleri-toplayan-belediyeye-tepki-onu-almayin-o-yasayamaz)
                                                           
                                                         
(soL)



Okula polis çağıran Bebek, bu sırada okula gelen müdürün, veliler tutanağı imzalarken apar topar üç velinin çocuklarının kaydını yaptırdığını belirtti.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder