27 Ağustos 2024 Salı

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + İş Bankası… -27 Ağustos 2024-

 

Emeklilikte yeni bir adaletsizlik kapıda: Ne zaman emekli olmalı? -Aziz Çelik-

AKP’nin oluşturduğu ucube emeklilik sistemi daha da adaletsiz hale geliyor. 2024 yılının ikinci yarısında emekli olanlar 2025 yılında emekli olacaklardan yaklaşık yüzde 30 daha fazla aylık alacak. Aynı şartlara sahip emekliler arasında uçurum artacak. Ancak hükümet bu sorunları çözmek yerine emekliye bedava şezlong ve şemsiye müjdesiyle meşgul!

Türkiye’de emeklilik sisteminin adaletsizlikler bitmek bilmiyor. 2006/2008 yıllarında AKP hükümetleri tarafından çıkarılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (SSGSSK) ile emeklilik sisteminde büyük adaletsizlikler ve haksızlıklar yaratıldı.  Zaman içinde yapılan yamalar ile bu adaletsizlikler giderilmedi. Tersine arttı! Şimdi emeklilikte yeni bir adaletsizlikle yüz yüzeyiz. Bir süredir kamuoyunda “ne zaman emekli olmalı” tartışması yapılıyor. Emekliliği hak edenler açısından 2024 yılında emekli olmanın 2025 yılında emekli olmaya göre ciddi biçimde avantajlı olduğu belirtiliyor.

Bu konu epeydir yazılıp çiziliyor ancak ne SGK ne de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı bu konuda bir açıklama yapmadı. Anlaşılan emekliye halk plajlarında bedava şezlong müjdesi daha çok ilgilerini çekiyor. Çok soran oluyor. Ne zaman emekli olmak avantajlı? 2024'ün ikinci yarısında mı, 2025'in ilk yarısında mı? Önce özetle yanıtlayayım: Ucube emeklilik sistemi nedeniyle maalesef durum budur ve 2024 yılında emekli olmak çok daha avantajlıdır.

5510 sayılı SSGSSK’deki kurallar nedeniyle 2024 ve 2025'te işçi ve Bağ-Kur emeklileri için inanılmaz bir adaletsizlik ortaya çıkacak!  Emekliliği hak eden ve aynı şartlara sahip iki işçiden biri 2024'ün ikinci yarısında diğeri 2025'in ilk yarısında emekli olduklarında aralarındaki yaşlılık aylığı farkı yüzde 30 civarında olacak! Bu fark enflasyon oranına göre birkaç puan yukarı veya aşağıda inebilir ama yüzde 30’luk fark kaçınılmaz ve bu fark daha sonra da korunacak büyük bir fark.

UCUBE VE ADALETSİZ SİSTEM!

2024'ün ikinci yarısında emekli olan 2025'te emekli olandan ömür boyu daha fazla emekli aylığı alacak. Hem de öyle böyle fazla değil! Emeklilik sistemi tepeden aşağı adaletsiz ve eşitsiz! 2024 ve 2025 emeklileri arasındaki fark bunlardan biri. O yüzden emekliliği hak edenler için 2025’i beklemeden emeklilik başvurusu yapmak yararlı olacak.

Eğer yaşlılık aylığı şartlarını bir hafta veya birkaç ay farkla tamamlayamamış iseniz ve 2024’te başvuru yapamıyorsanız büyük adaletsizlik ortaya çıkacak. Bir hukuk devletinde böyle saçmalık olur mu demeyin! Bu ucube sistemde oluyor. Gelin sosyal güvenlik hukuku labirentlerinde kaybolmadan bu fark nasıl ortaya çıkıyor yalın biçimde anlatmaya çalışayım.

5510 sayılı Kanunla getirilen yeni sosyal güvenlik (özellikle de emeklilik) sistemi çok sayıda adaletsizlik içeriyor. Aylık bağlama oranlarının (ABO) ve güncelleme katsayısının düşürülmesi ve emekli aylık artışlarının sadece enflasyona bağlanması bu adaletsizliklerden en önemlileri. 2024-2025 döneminde gündeme gelen aylık eşitsizliğinin sırrı aylık bağlama sisteminde yatıyor.

Yeri gelmişken söyleyeyim bu anlatacaklarım esas olarak işçi ve Bağ-Kur emeklilerini kapsıyor. Ekim 2008 öncesi memuriyete girenler eski sisteme göre emekli oluyor. Bu konu onları ilgilendirmiyor. 2008 sonrası memuriyete girenler ise henüz emekli olabilecek durumda değil. O yüzden onlar da bu konunun dışında. Ancak bir grup memur var ki onlar bu kapsama giriyor. Bu gruptakiler Ekim 2008 öncesi işçi veya kendi hesabına çalışan olup Ekim 2008’den sonra memur olanlar. Eğer bunlar 2024 yılı ikinci yarısı itibarıyla yaşlılık aylığı bağlanma koşullarını taşıyorsa bu durum onlar için de geçerli. Kısaca bu mevzu asıl olarak işçi ve Bağ-Kur sigortalılarını, kısmen de memurları ilgilendiriyor.

AYLIKLAR NASIL HESAPLANIYOR?

Bilindiği gibi 5510 sayılı Kanun ile yaşlılık aylığı bağlama sistemi köklü biçimde değişti. Yasanın 29. maddesine göre işçi ve kendi hesabına çalışan sigortalılar ile Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten sonra (Ekim 2008) ilk defa sigortalı olarak çalışmaya başlayan memurların yaşlılık aylığı, ortalama aylık kazancı ile aylık bağlama oranının çarpımı sonucunda bulunan tutardır. Dolayısıyla yasaya göre karşımıza iki önemli unsur çıkıyor: Ortalama aylık kazanç ve aylık bağlama oranı (ABO).

Yasaya göre ortalama aylık kazanç, sigortalının her yıla ait prime esas kazancının, kazancın ait olduğu yıldan itibaren aylık talep tarihine kadar geçen yıllar için, her yıl gerçekleşen güncelleme katsayısı ile güncellenerek bulunan kazançlar toplamının, toplam prim ödeme gün sayısına bölünmesi suretiyle hesaplanan ortalama günlük kazancın otuz katıdır.  Aylık bağlama oranı ise sigortalının malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına tâbi geçen toplam prim ödeme gün sayısının her 360 günü için yüzde 2 olarak uygulanıyor.

Ortalama aylık kazancın bulunması için ise güncelleme katsayısı önem taşıyor. Öyle ya 30 yıl önceki prime esas kazancın bugünkü değerinin bulunması gerekir. Peki güncelleme katsayısı nedir ve nasıl hesaplanır?

5510 sayılı Kanun’a göre güncelleme katsayısı her yılın aralık ayına göre Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan en son temel yıllı tüketici fiyatları genel endeksindeki (TÜFE) değişim oranının yüzde 100’ü ile sabit fiyatlarla gayri safi yurtiçi hasıla gelişme hızının yüzde 30’unun toplamına (1) tam sayısının ilâve edilmesi sonucunda bulunan değeri ifade eder. 2008 öncesinde büyümenin yüzde 100’ü hesaba katılıyordu. AKP bunu yüzde 30’a indirdi.  Bir güncelleme katsayısı örneği verelim: İlgili yılda enflasyon yüzde 50 ve büyüme yüzde 5 gerçekleşirse güncelleme katsayısı 1,515 olur (% 50 TÜFE + %1,5 büyüme=51,5. Buna 1 tamsayısını eklersek güncelleme katsayısı 1,515 olur.

Her yılın pirime esas kazancı ile o yılın güncelleme katsayısı çarpılarak prime esas kazancın güncel değeri bulunur. Bu işlem her yılın prime esas kazancından başlayarak günümüze kadar getirilir ve böylece güncellenmiş toplam pirime esas kazanç bulunur. Bulunan güncellenmiş prime esas kazanç toplam prim gün sayısına bölünür (örneğin 9 bin gün). Ardından bu miktar 30 ile çarpılarak güncel prime esas aylık kazanç bulunmuş olur. Sonra da güncel prime esas aylık kazanç hak edilen aylık bağlama oranı (yüzde 50, yüzde 60) ile çarpılarak emekli aylığı hesaplanıyor. Bu karmaşık aylık hesaplama sistemini şöyle özetlemek mümkün:

Geçmiş prime esas kazançlar * güncelleme katsayısı= Güncel prime esas toplam kazanç

Güncel prime esas toplam kazanç/toplam prim gün sayısı * 30= Güncel ortalama aylık kazanç

Güncel ortalama aylık kazanç * Aylık bağlama oranı (ABO) = Aylık tutarı

2024-2025 FARKININ NEDENİ

Ancak bu hesaplama sisteminin önemli bir boşluğu var. Bu boşluk özellikle yüksek enflasyon dönemlerinde ortaya çıkıyor. Sadeleştirerek anlatmaya çalışayım. Yılın ilk yarısında başvurduğunuzda bir önceki yılın TÜFE ve büyüme oranları bilindiği için güncelleme işleminin yapılması zor değil. Ancak yılın ikinci yarısında yaşlılık aylığına başvurduğunuzda ne olacak? Örneğin aralık ayı içinde başvurdunuz. İlgili yılın TÜFE oranı henüz belli değil. Son güncelleme katsayısı ne olacak? Özellikle yüksek enflasyon dönemlerinde bu durum çok önemli. Buna mevzuatta bir çözüm bulunmuş (5510/29 son fıkra) ancak bu çözüm şimdi büyük bir soruna yol açıyor.

Kanuna göre yukarıda anlattığım şekilde hesaplanan aylığın başlangıç tarihinin yılın ilk altı aylık dönemine rastlaması halinde ocak ödeme dönemi için gelir ve aylıklara uygulanan artış oranı kadar artırılarak, yılın ikinci altı aylık dönemine rastlaması halinde ise öncelikle ocak ödeme dönemi, daha sonra temmuz ödeme dönemi için gelir ve aylıklara uygulanan artış oranları kadar artırılarak sigortalının aylık başlangıç tarihindeki aylığı hesaplanır. Karmaşık gelmiş olabilir sadeleştirmeye çalışayım. Eğer yılın ilk 6 ayında emekli olduysanız bir önceki yılın güncelleme katsayısı belli olduğu için güncelleme işlemi yapılacak ve ardından emekli aylıklarına yapılan artış oranı kadar aylığınız artırılacak ve elinize geçecek emekli aylığı olacak.

Bir örnekle anlatayım: Diyelim 2025 yılı ilk yarısı içinde emekliliğe başvurdunuz. TÜFE tahmin edildiği gibi yüzde 38 olursa ve büyüme de yüzde 5 olursa (38+1,5 -yüzde 5’in yüzde 30’u-) 2024 yılında uygulanacak güncelleme katsayısı 1,395 olacak. Yılın ilk yarısında başvurduğunuz için ayrıca ilk altı aylık zammı da (tahminen yüzde 11-12) alırsınız.

Eğer Aralık 2024’te başvurursanız ne olur? Henüz 2024 yılı TÜFE belli olmadığı için hesaplanan aylığa 2024 yılı güncelleme katsayısı yerine emekli aylıklarına 2024 ocak ve temmuz döneminde yapılan artış oranları ayrı ayrı uygulanır ve başvuru tarihindeki aylığınız bulunur. Bilindiği gibi Ocak 2024’te emeklilere yüzde 49,25, temmuz ayında da yüzde 24,7 zam yapılmıştı. Böylece 2024 yılı için aylığınız yüzde 86,1 oranında artar.  Aralık 2024’te bu aylığı alırsınız. Ocak 2025’te ise ayrıca tahmini yüzde 11-12 civarındaki 2025 ocak zammını alırsınız.

YÜZDE 30 CİVARINDA FARK!

Böylece eğer 2024 yılı için enflasyon yüzde 38 ve büyüme de yüzde 5 olursa Aralık 2024 ayında emekli olanlar yüzde 33, eğer enflasyon yüzde 40 ve büyüme yüzde 5 olursa yüzde 31 oranında daha fazla zam alırlar. Örneğin Aralık 2024’te emekli olan 20 bin TL emekli aylığı alabilecekken, Ocak 2025’te başvurursa 15 bin lira civarında aylık alabilir. Bu oranlar enflasyon ve büyüme oranlarına göre bir miktar değişir. Ancak her durumda 2024 güncelleme katsayısı 2024 yılında emeklilere yapılan artışların çok altında kalacağı için emekli aylıkları arasında yaklaşık yüzde 30 fark kaçınılmaz. Daha sonra yapılacak zamlar bu aylıkların üzerinde oransal yapılacağı için bu fark yıllarca devam eder.

Bu acayip fark her yıl ortaya çıkmaz. Bu farkın nedeni yüksek enflasyon dönemlerinde emekli aylıklarına yapılan zamlarla TÜFE oranları arasındaki farktır. Bu fark EYT yasası öncesi de ortaya çıkmıştı. EYT yasası Aralık 2022’de çıkarılsaydı EYT’liler daha yüksek emekli aylığı alacaktı. EYT yasasının Mart 2023’te çıkarılması nedeniyle önemli bir fark ortaya çıkmıştı. Bu konuyu 23.1.2023’te  “Emeklilerin kaybı artıyor” başlıklı BirGün yazımda ele almıştım.

Kısa bir sürede ikinci kez ortaya çıkan bu ciddi fark emekli aylıklarındaki sorunları daha da büyütecektir. Bunun çözümü mümkündür. “Son yılın güncelleme katsayısı ile o yılın ocak ve temmuz döneminde aylıklara yapılan artış oranlarından hangisi büyükse o uygulanır” benzeri bir düzenleme sorunu çözecektir. Bu soruna kısa vadede emekliler lehine bir çözüm gelir mi? Bence çok mümkün değil. Bu yüzden siz siz olun emekliliği hak ettiyseniz 2024 yılı sonuna kadar başvurunuz yapın.

Aksi halde inanılmaz bir adaletsizlik ortaya çıkacak ve bu adaletsizlik yıllar boyunca devam edecek. Emekliği birkaç ay fark nedeniyle bir yıl sonraya kalanlara yapılan bu adaletsizlik kabul edilemez. Yaş, aylık ve statü farkları nedeniyle emeklilikte zaten devasa adaletsizlikler yaşanıyor. Bir gün geç işe girenler 17-20 yıl daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Emeklilik koşullarını bir ay geç tamamlayanlar yüzde 30 daha az aylık alabiliyor. Memuriyete bir ay geç giren yeni memurlar (Ekim 2008 sonrası) eski memurlara göre büyük bir ayrımcılık yaşıyor. Emekli aylıkları yerlerde sürünüyor. SGK bir açıklama yapmıyor. Bakan Bey ise hâlâ “emekliler yılı” diyerek ve halk plajlarında şezlong-şemsiye emeklilere bedava müjdesiyle ortalıkta dolaşabiliyor ama emeklilerin sahici sorunlarından söz etmiyor. Emeklilik sisteminin sorunları kangren haline geldi. Öyle şezlong-şemsiye ile çözülemez! Bu ucube emeklilik sisteminde bir devrim şart!

                                                              /././

Bir şayianın anatomisi -Hayri Kozanoğlu-

Bakan Şimşek’in istifa ettiği iddiaları, Türkiye ekonomisinin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Söylentilerin yarattığı çalkantı, bir gecenin değil, AKP iktidarının süregelen politikaların sonucu niteliğinde.

Geçtiğimiz hafta ekonomi Mehmet Şimşek’in istifa ettiği söylentileriyle çalkalandı. Hatta asıl fırtınanın pazartesi günü kopacağı iddiaları servis edildi. Ancak böyle bir durum ortaya çıkmadı, aksine finansal piyasalarda bir toparlanma gözlendi. Bu istifa iddiasının sol, muhalif çevrelerle bir ilintisinin olmamasına karşın, sert mesajların havada uçuşması iktidar içi bir hesaplaşma izlenimi veriyor.

İsterseniz işin dedikodu kısmını bir yana bırakıp, bir ekonominin böyle mesnetsiz haberlere karşısında neden bu denli kırılgan hale geldiğini adım adım irdeleyelim:

Birincisi, 2018’de başkanlık sistemine geçildikten sonra tüm yetkiler tek bir kişinin inisiyatifine terkedildi. Kolay kolay yerinden oynatılamayacağı düşünülen damat Berat Albayrak bile bir sosyal medya paylaşımıyla kayıplara karıştı. Ardından, finansal piyasaların nabzını iyi tutan Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal sınırlı bir faiz artırımına gitti diye bir anda görevinden alındı. Erdoğan’ın şöyle veya böyle galip çıktığı 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasındaki Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin akıbeti de farklı olmadı. Tüm bu nedenlerle, şu anda ekonominin dümenini elinde tutan Mehmet Şimşek’in de yolun sonuna geldiği senaryolarının her zaman alıcıları bulunabilir. Bu haberler bazı çıkar çevreleri veya AKP içindeki rakipleri tarafından köpürtülebilir.

ŞİMŞEK FİNANS SERMAYESİ İÇİN ÖNEMLİ

İkincisi, neoliberal kurguda hükümetler içinde uluslararası finans çevrelerinin teminat kabul ettiği, onların dilinden anlayan, içlerinden gelmiş sembolik bir figür daima bulunur. Bu kişi bazen merkez bankası başkanı, çoğunlukla etiketi ülkeye göre değişen ekonomi veya maliye bakanı olur. Başbakan/cumhurbaşkanı genelde sağdan gelen, “sermaye dostu” bir şahsiyet de olsa, kendini seçen geniş halk kesimlerinin taleplerine tamamen kulağını tıkayamayacağı için,  finans kapitalin has elemanı bir sigortaya gerek duyulur. Türkiye ekonomisinde 2001 krizinden sonra IMF destekli kemer sıkma programını tasarlayan ve uygulayan Kemal Derviş böyle bir kredibiliteye sahipti. Bugün de yıllarca Londra’da Amerikan Yatırım Bankası Merrill Lynch’te çalışmış, tahvil ve hisse senedi piyasalarının işleyişini çok yakından bilen Mehmet Şimşek finans sermayesinin gözünün içine baktığı figür. Atanmış bir kişi olduğu için kendini sorumlu hissettiği bir seçmen kitlesi de bulunmuyor. Son Enflasyon Raporu sunumunda Fatih Karahan’ın, “22 Mart ile 2 Ağustos tarihleri arasında, brüt rezervler 26.5 milyar dolar artış gösterirken, net döviz pozisyonumuz 93.1 milyar dolar iyileşti. 2 Ağustos itibarıyla brüt rezerv düzeyimiz 150 milyar doların üzerine çıktı” şeklinde aktardığı yoğun sermaye girişleri bir yönüyle 31 Mart seçimleri öncesi dövize yönelim nedeniyle %50’ye çıkarılan politika faizinin yüzü suyu hürmetine, bir yönüyle de Londra ve Wall Street’in muteber adamı Mehmet Şimşek ve ekibine duyulan güvenin nişanesi olarak gelmiş olmalı.

Üçüncüsü, daha evvelki yazılarımızda işaret ettiğimiz gibi, sermaye kesiminin büyük bölümünün, özellikle Odalar Birliği etrafında örgütlü Anadolu sermayesinin Şimşek’in uyguladığı politikalardan hoşnutsuzlukları var. Ancak Temmuz’da asgari ücretin sabit tutulduğu, diğer ücretlerin sınırlı artırıldığı süreç sona erene kadar seslerini fazla çıkarmamayı, işlerine gelen politikalar hayata geçirilirken “gölge etmemeyi” tercih ettiler. Şimdi şikâyetlerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Çünkü öz sermayesi güçlü/yabancı para ile borçlanan büyük sermayenin aksine, TL kredi kullanıyorlar. Düşük ücretler sayesinde ihracata ağırlık verseler de, Şimşek’in sürekli tekrarladığı TL’nin reel değer kazanması (dövizin reel değer yitirmesi) ilkesinden hoşnut değiller. Sınırlı da olsa üzerlerine düşen vergileri ödemekten kaçınıp, sürekli vergi affı/ertelemesi talebinde bulunuyorlar. Son tahlilde AKP’nin/Cumhur İttifakı’nı desteklemeye devam etseler de, Erdoğan’ın hışmından korksalar da, Nurettin Nebati zihniyetini Mehmet Şimşek çizgisine tercih ediyorlar. Önümüzdeki aylarda, ekonomi soğudukça sermayeler arası bu gerginliğin kendini daha fazla hissettirmesi beklenebilir.

PİYASA MANİPÜLASYONA DAYANIKSIZ

Dördüncüsü, Türkiye ekonomisi iyice finansallaşmış bir yapıya sahip. Bu sayede kolaylıkla döviz alıp satabilir, kaldıraçlı işlemler yapabilir, düşeceği öngörüsüyle açığa finansal varlık satışına yönelebilir, yani “kısa pozisyon” alabilirsiniz. Ortamın spekülasyonlara açık olduğunu hissettiğiniz bir noktada önce finansal piyasalarda konuşlanır, sonrasında yalan haberler yayabilirsiniz. Bu tarz bir istifa söylentisinin dövizde bir kıpırdanmaya, borsada bir düşüşe yol açması halinde zaten bu kervana katılacak, panik halinde hisse satışı/döviz alımı yapacak çok sayıda sade yatırımcı çıkacaktır. Nitekim geçtiğimiz hafta dolar 34 TL’yi, euro 35 TL’yi aşarken, borsa endeksi de Pazartesi kapanışının %4 altına, 9668 puana geriledi. Hem de doların tüm diğer rezerv paralara karşı değer kaybettiği günlerde.  Ayrıca Merkez Bankası’nın dövizi bu düzeylerde tutabilmek için ne kadar satış yaptığını da bilemiyoruz. Beyhude de olsa, hem dedikodu yayıp hem de piyasada buna uygun pozisyon alanların üzerine gidilmesini talep ediyoruz.

Beşincisi, finansal piyasalardaki bu çalkantı, küresel piyasalarda Türkiye benzeri ülkelerin cazibe kazandığı bir dönemde koptu. Çünkü ABD’deki, merkez bankalarının Davos zirvesi kabul edilen Jackson Hole sempozyumunda FED Başkanı Jay Powell, “ABD faiz oranlarının düşürülmesi zamanının geldiğini” açıkça beyan etti. Avrupa ve İngiliz Merkez Bankaları faiz indirimlerine zaten önceden başlamışlardı. Faiz indirimleri bir yandan göreceli olarak getirisi yüksek Türkiye benzeri ülkelere ilgiyi artırırken, bir yandan da borçlanma maliyetlerinin düşmesi nedeniyle tüm küresel borsalara doping etkisi yapma potansiyeline sahip. Nitekim geçtiğimiz hafta Brezilya reali, Şili pesosu, Tayland, Kore ve Malezya yerel paraları değer kazanırken, TL hızla irtifa kaybederek diğer “yükselen ekonomilerden” ayrıştı. Öte yandan piyasaların “normalleşmesi” halinde, zamanında hamle yapanların büyük getiriler sağlaması olanağı doğdu. En basiti hafta başında 33 TL’den dolar alanların %3.3 getiriyle Cuma 34 TL’den bozdurması gibi…

Altıncısı, ekonomide tüm durgunluk belirtileri kendini göstermeye başladı; üretimde yavaşlama, işsizlikte artış, ödenemeyen borçlarda kabarma gibi.  Ancak yavaşlamanın ve bunun ekonomik göstergelere yansımasının henüz bir kriz dönemi kıvamına ulaşmadığını söylemek olanaklı. Her ne kadar yetersiz de olsa, Temmuz’daki emekli ve kamu çalışanı ücret artışları, ele geçen nakdin çoğalması nedeniyle şimdilik bir “para aldatması” yaratabiliyor. Sonbaharla birlikte kemer sıkma programının vahim sosyal etkilerinin derinleşmesi bekleniyor. Piyasacı yorumcular Erdoğan’ın adını telaffuz etmeden, “siyaset” kod adıyla, “önümüzdeki aylarda siyasetle Şimşek arasında gerilim artabilir, siyaset tabandan gelen baskılara boyun eğebilir” yollu yorumlarla, aslında aba altından sopa gösteriyorlar. Cumhurbaşkanı’nın halktan gelen tepkiler sonucu dezenflasyon programında bir gevşemeyi dayatması halinde, sıcak paranın ülkeyi terk edeceğini, programın çökeceğini, tüm makro dengelerin alt üst olacağını ima ediyorlar. Gerçekten de önümüzdeki aylarda Saray ile ekonomi ekibi arasında iplerin gerileceği bir sürece girebiliriz. Ama karşılıklı tavizlerle bir orta yol mu bulunur, yoksa kopuşlar mı yaşanır, bunu ekonomik konjonktürdeki gelişmeler ışığında zaman gösterecek.

BİRLEŞİK VE ÖRGÜTLÜ MÜCADELE ŞART

Son olarak, her iki senaryo da; yani geniş halk kitlelerinin canını yakan bu “istikrar” programında sonuna kadar ısrar edilmesi de; vazgeçilip döviz kurunun patladığı, enflasyonun çığırından çıktığı bir çöküş tablosunun yaşanması da çıkarımıza değil. Açıkçası bu kavgada sözde muhalif,  “mahcup Şimşekçiler” gibi taraf değiliz. O nedenle, emekçi kesimlerin taleplerini yansıtan, faturayı uzun yıllar bu sistemden nemalananlara ödeten kamucu bir ekonomi programın savunulmasından başka çıkar yol göremiyoruz. Böyle bir kulvara girilmesi de haliyle yoğun, uzun toplumsal ve siyasal mücadeleler, buna uygun birleşik örgütlenmeler gerektiriyor.

                                                        /././

Kimin kafası daha karışık? -Selçuk Candansayar-

“On a tué des rois pour moins que ça…” Türkçesi, “Bundan çok daha azı için kralları öldürdük!” Geçen hafta X’teki Türkçe hesaplarda beğeni ile paylaşılmaya başladı bu slogan. X’te sloganın olduğu duvarın fotoğrafını ilk kim paylaşmış olabilir diye araştırdığımda, kendisini “gelecekteki sanatçınız” diye tanıtan kimliği belirsiz ama 14 bine yakın takipçili Fransızca bir hesaba ulaştım. İlk o mu paylaştı, fotoğrafın orijinali kime ait, ilk ne zaman, neredeki duvara yazıldı belli değil. Sosyal medyada ulaşılan kaynağın, gerçek hayatta da doğru kaynak olup olmadığı bilinemez. Belki uzun yıllar önce yazılmış bir duvar yazısıydı, kim bilir?

Sloganı paylaşanın anonimliği, altına yazı yazanların gerçekte kim/ler oldukları, bu sloganı beğenmelerinin, yeniden göndermelerinin, alıntılamalarının, beğenmelerinin ya da eleştirmelerinin sanal olması ve bağlamının belirsizliği değil önemli olan. Bu değişkenleri bilmek önemsiz demiyorum; sanalda olanın gerçeklikte olanla etkileşimi üzerine düşünmek daha önemli diyorum.

Sloganı ilk paylaşanın profilinde “her şeyi Macron’a yükle” ifadesi var. Altına yazılan bazı yanıtlar ise çok daha ilginç. “Bundan daha mı az? Bu kadar mı? Aşırı solun aptallık düzeyi ve kültürsüzlüğü büyüleyici”, “Onu yazan muhtemelen iki kez Macron'a oy verdi ve 7'sinde Rönesans'a oy verecek”, "Kendilerini 19. yüzyılın solu sanan İslami-solcular…” ve “Okula geri dön, seni zavallı komünist!”

Fransa’da geçen ay yapılan iki turlu genel seçim öncesinde yapılmış bu paylaşım. Hani ilkini sağcıların önde tamamladığı ama ikinci turda kendisini sol ittifak olarak beyan eden “Yeni Halk Cephesi”nin kazandığı seçim.

KAFASI KARIŞIK OLMAYAN VAR MI?

Bu paylaşım ve altındaki yanıtlar Türkiye’de süregiden siyasal duruma ne kadar benziyor değil mi? Durmadan mevcut siyasi partilerin toplumun gerçek sorunlarına çözüm getirebilecek ideolojilere sahip olmadıkları söylenip yazılıyor. Peki ama toplumu oluşturan “gerçek bireylerin” yaşadıkları politik-ideolojik tutarsızlıkları ne yapacağız? Gerek yukarıdaki slogan çevresinde dönen okumuş yazmış insanların, gerekse yoksul ve eğitimsiz olanlar olsun; günümüzde kendisi ve içinde yaşadığı toplum için “ortak iyi”nin ne olduğu konusunda Türkiye’de de kafası karışık olmayan var mı?

Macron’a oy istediği anlaşılan birini aşırı sol bulan biri de var. Fransız devrimine yapılan göndermeye İslami Solcu etiketi yapıştıran başka biri de. Toplumun 1789’dan çok daha derin bir yoksulluk, yoksunluk içinde olduğunu düşünerek yorum yapana kesin Macron’a oy vermiştir diye yapıştıran bir başkası da.

Türkiye farklı mı? Son seçimden birinci çıkan CHP’nin yeni Genel Başkanı neredeyse kendisini “Dev Genç” geleneğine ilişkilendirecek sloganlar kullanırken, bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimleri için kendisiyle birlikte CHP’den adaylığı tartışılan iki kişiden biri MHP’li, diğeri ise tam bir ideoloji legosu! Dahası genel başkanlığı süresince CHP’yi sağa çeke çeke, neredeyse merkez sağın sağına götüren eski Genel Başkan da parti içi muhalefet bayrağını açmış durumda, en yakınındaki eski Belediye Başkanı ise solculuğuyla övünüyordu başkanlığı zamanında! DEM özelinde Kürtlerin durumu daha da tutarsız; Yola “Kürdistan”da sosyalist devrim diye çıkanlar, sosyalist Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’ın hapiste olduğunu unutmuş, parlamenter siyasete gömülü durumdalar.

Neoliberal dönemin baskın kişilik tipi sanıldığı gibi “narsisistik” değil, “kolaj kişilik” olarak adlandırılabilecek bir tip. Mutfakta, yatakta, sokakta cinsiyetçi söylemiyle bu kişilik tipini “parodileştirirsek”; teoride solcu, iş yerinde liberal, sokakta milliyetçi, camide dindar ya da kamusal alanda dindar, iş yerinde kapitalist, siyasette yağmacı gibi sayısı çeşitlendirilebilecek akışkan kolajlar.

Duvar yazısına verilen yanıtlardan ikisi çok ilgi çekici ve bu kargaşa gibi görünen karmaşayı açıklayacak ipuçları taşıyor. İlki, “19. yüzyıl solcusu” ifadesi, ikincisi ise “zavallı komünist”. Zavallı komünist’i haftaya bırakmak üzere, ilkine dönelim. Ta 1998 yılında Komünist Manifesto’nun yayınlanışının150. yılı nedeniyle yazılan bir makalede yazar, “19. yüzyıl sonunda uyuyan bir insan şimdi uyansa ve çevresinde olup bitenlere baksa, sosyalist devrimin eli kulağında diye düşünür” diye yazmıştı. 26 yıl sonra bugün, bu ifade çok daha doğru değil mi? Çeyrek yüzyıl boyunca üretim-tüketim ve bilim-teknoloji alanlarındaki tüm gelişmelere karşın, toplum az sayıda sömüren ve çok sayıda sömürülen olarak iki ana gruba ayrılmış durumda. 19. yüzyılın devrim yapan burjuvalarının yerini ise artık bir tür “yeni feodal” olarak adlandırılan E. Musk, J. Bezos gibiler almış durumda. Olsa olsa tek fark düzeni değiştirmek isteyenlerin burjuva devrimcileri değil, karşı devrimciler olması.

Koşullar 19. yüzyıla benzer olsa da devrimci mücadele o zamanın devrimci mücadelesi olmamalı. Öyle olsa, hala Spartaküs isyanını tekrar etmeye çalışıyor olurduk. Önce, zamanımızın devrimcisini tanımlamalıyız, zamanımızın “komünistini”!

                                                                 /././

İş Bankası…-Fikri Sağlar-

AKP yönetiminde 23 yıl sonra geldiğimiz vahim durum, ekonominin çökertilmiş olmasıdır…

Tarımsal üretim durmuştur…

AKP şimdi, köylünün toprağına göz dikti, yandaşa peşkeş çekmek istiyor…

Üretmeyen bir ekonomide işsizlik, sefalet ve açlık vardır…

Bir sonraki kırılma, karmaşa, çatışma ve kaosu getirecektir…

Nereye ve hangi kuruma baksanız çürümüş ve dökülmektedir…

∗∗∗

Devlet, laik demokratik sosyal hukuk devleti olmaktan çıkmıştır…

Eğitim tamamen hurafelere bağlı, bilimden ve insanlıktan uzak bir duruma getirilmiştir…

Utanmasalar, kız çocuklarının okula gitmesini yasaklayacaklar…

Orta öğrenimde her öğrencinin Kuran’ı ezberleyen hafız olması istenmektedir…

Engin kültürümüz, yüksek ahlaki değerlerimiz, toplumsal dayanışmamız, inancı, kendi çıkarları için kullanan din tüccarlarının ahlaksızlığıyla yok edilmeye çalışılıyor…

Bir yandan da “ayaklar altına aldıklarını “söyledikleri milliyetçiliği köpürtmek için belinde kılıç, elinde ok, at üzerinde kalan bir yaşam öneriliyor…

Geçmişi yaşatmak, geçmişte yaşamakla olmaz…

Geçmişin dersleri, geleceği aydınlatmalıdır…

Hep at üzerinde kalmayı özlerseniz, bir gün atın üstünden (!) düşersiniz…

∗∗∗

Sürekli Cumhuriyet düşmanlığı yapanlara, 22 yılda yıkamadığınız bu ulu Çınarın, çok önemli dallarından biri olan İŞ BANKASINI örnek olarak göstermek isterim…

∗∗∗

Dünyanın en önde gelen bankalarından biri olan İŞ BANKASINI, Mustafa Kemal Atatürk’ün o eşsiz öngörüsüyle bu Cumhuriyet için kurdu.

Mustafa Kemal Atatürk Türkiye İş Bankası'nın Yeni Cami Şubesi'ni ziyaretinden sonra çıkarken. (16.06.1928)

Ve dün 100. Yılını kutladı…

Kutlu olsun…

Kuran ve bugüne getirenlere, verdikleri emekleri için şükran borçluyuz…

∗∗∗

1924 İzmir Birinci İktisat Kongresi’nde alınan kararlar sonrasında Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle kurulan İŞ BANKASI, cumhuriyet döneminin ilk ulusal bankasıdır

Bankanın kuruluş işlemi, bankacılıkta tecrübeli, İktisat Vekilliği yapmış ve o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekilliği görevini yürütmekte olan Celal Bayar’a verildi…

Bakanlar Kurulu, 20 Ağustos 1924 tarihli ve 820 sayılı kararname ile Türkiye İş Bankası sözleşmesini onayladı…

26 Ağustos 1924 günü kurulan İş Bankasının ilk Genel Müdürü Celal Bayar oldu…

O gün iki şube ve 37 personel ile hizmete başlayan bankanın nominal sermayesi 1 milyon TL olarak belirlendi…

∗∗∗

Bugün banka hisselerinin, Yüzde 28.09'u Atatürk’e, %31,79'u halka açık olup, çoğunluk hissesi olan %40,12'lik oran ise, Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı’na yani Banka Çalışanları ve emeklilerine aittir…

Aslında İş Bankası, Banka çalışanlarının emeği, halkın sahiplenmesi ve Atatürk ilkelerinin gücüyle bugüne gelmiş başarılı bir Cumhuriyet projesidir

Atatürk, “Ben Cumhuriyeti, Akıl ve halkla birlikte kurdum. “Demişti…

İş bankası, Atatürk’ün “Cumhuriyeti nasıl kurduğunu” anlatan öz değişine uygun en etkin örnektir…

∗∗∗

İş Bankası dünyada AKP’yle itibarını kaybeden Türkiye için, övünülecek az sayıda kalmış değerlerimizden biridir…

1924 yılında o zamanın 1 milyon lira sermayeyle kurulan İŞ Bankası, şimdi 2,5 trilyon Türk lirası aktif büyüklüğe ulaşan bir değer kazanmıştır…

Çok Başarılı yönetim sergileyen İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran, Bankanın 100. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle yaptığı açıklamada, “Bankanın bugün, 20 bin çalışanı ve 1042 şubesi bulunduğunu, 285 milyar liralık öz kaynak büyüklüğüne ulaştığını “açıklıyor…

Aran, “11 ülkede 22 yurt dışı şube, 3 banka, 2 temsilcilik esasında bölgesel bir bankaya dönüşen İş Bankası’nın, aktif büyüklük, kredi ve mevduatta özel bankalarda birinci banka konumunu sürdürmesini gururla” açıklıyor…

Hakan Aran Ayrıca,” mobil bankacılık uygulaması İşCep’in “dünyanın en iyi mobil bankacılık uygulaması” seçilmesinin, 100 yılda Bankanın nereden nereye geldiğinin güzel bir göstergesi olduğunu” vurguluyor…

∗∗∗

The Banker dergisinin açıkladığı sıralamaya göre “İŞ BANKASI,” ana sermaye bazında dünyanın en büyük 181. Bankasıdır…

∗∗∗

Hakan Aran’ın açıklamaları, AKP İktidarının kin ve nefretle ezdiği Cumhuriyet değerlerinden yana olanların, geleceğe umutla bakabilmelerini sağlayacak…

Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti kuran ATATÜRK’ÜN var ettiği İŞ BANKASININ emin ellerde olduğunu hissettiriyor…

Türkiye İş Bankası, 100. yılını kutlayarak ikinci yüzyılına böylece ihtişamlı bir şekilde adım atıyor…

∗∗∗

Bir itirafta bulunmak isterim, dünya çapında kurumsallaşmış bir büyük kuruluş olan İŞ Bankasının “mudi’si “değilim...

Atatürk’ün askeri ve milletvekili olan dedem Süleyman Fikri Mutlu, hep İŞ Bankalıydı… Eşim Serap’ta bu aile geleneğini sürdürüyor…

Ben, Mersin İleri İlkokulu 4. Sınıfındayken yazdığım tarımla ilgili kompozisyondan ödül aldığım ve çiftçilikle uğraşan babam da “bizim bankamız” dediği için, fanatik bir Ziraat Bankalıyım

Hoş, Ziraat Bankası da çiftçinin bankası olmaktan çıktı ama hep içimde bir umut var!

Elbet bir gün Ziraat Bankası da İŞ Bankası gibi, çiftçiye destek veren, tarımı büyüten, köylüyü koruyan yani gerçek işlevine dönen dünya çapında bir banka olur…

∗∗∗

“AKP varlığında zor!” denilebilir.

Ama önemli olan zoru başarmak!

İş Bankası güzel bir örnek…               

                                                      /././

Avrupa sağında Amerika karşıtlığı artıyor: Sağcı, orta sınıf, zengin İsviçre’de ABD çatlağı -Benedict NEFF-

                                           
İsviçre’de de sık sık savaş karşıtı eylemler düzenleniyor.

Amerikan karşıtlığı uzun bir süre boyunca solun alanıydı. Şimdi Köppel ve Höcke gibi aşırı sağcı politikacılar da bu koroya katılıyor. Ukrayna işgalinden bu yana sağcı, orta sınıf İsviçre’de bir çatlak oluştu. Amerika’nın reddi sağdan, soldan ve dışarıdan geliyor.

Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden bu yana sağcı, orta sınıf İsviçre'de bir çatlak oluştu. Temmuz başında Zürih'teki Marriott Hotel'de düzenlenen bir tartışma gecesi bunu her zamankinden daha açık bir şekilde ortaya koydu. İki gazeteci ve uzun süredir yol arkadaşı olan Roger Köppel (“Weltwoche”) ve Markus Somm (“Nebelspalter”) Rusya hakkında tartışsalar da Amerika hakkında daha çok yorum yaptılar. Geçmişte iki meslektaş arasında siyasi farklılıklar yokmuş gibi görünüyordu. Ancak şimdi temelde iki farklı dünya görüşüne sahip olduklarını ortaya koydular.

Rusya'nın Ukrayna'ya sadece emperyalist bir dürtüyle saldırdığı fikrine karşı çıkan Köppel, aksine Doğu Avrupa'da “NATO'nun ilerleyişi”nin durumu zehirlemiş ve akla gelebilecek en gereksiz savaşa yol açtığından ve  “Doğu'ya karşı bir haçlı seferinden” söz etti. Somm ise savaşın ana nedenini Ukrayna'nın bağımsız bir ülke olmak istemesi ve bunun Rusların işine gelmemesi olarak niteleyerek “Putin Ukraynalıların tüm korkularını doğruladı, eğer NATO üyesi değilseniz, Ruslar tarafından saldırıya uğrarsınız” dedi.

MALİKANENİN SÖMÜRGECİ EFENDİSİ

Bu, Amerika'nın rolü hakkındaki tartışmaların başlangıç noktasıydı. Köppel, “Büyük güçler yırtıcı hayvanlar gibidir, kendi bölgeleri vardır” görüşüne yer verdi. Somm ise bu denkleme karşı kendini savundu: “Rusya, Amerika'dan farklı ölçekte bir yırtıcıdır.” Tarafsız İsviçre'nin de Batı'nın bir parçası olduğunu ve Amerika'nın Batı'nın değerlerini savunduğunu vurguladı. Köppel ise “Batı'nın değerler topluluğu söz konusu olduğunda midem bulanıyor” diyerek öfkeyle tepki gösterdi ve “malikanenin sömürgeci efendisi tavrından” söz etti.

Köppel bunun yerine Amerika'nın Afganistan ve Kuzey Afrika'daki savaşlarına atıfta bulunarak büyük alkış topladı - salondakiler çoğunlukla kendi hayran kitlesi gibi görünüyordu. Köppel, Moskova'nın dünyadaki tek kötülük olduğu fikrine veda edilmesini gerektiğini belirtirken, Moskova'nın kesilip atılabileceği ve böylece insanın kendisini mükemmel bir dünyada olacağı görüşünün “Hollywood fikirleri” olduğunu vurguladı. Somm, Köppel'in göreceliliğini eleştirip iki güç arasındaki farklarda ısrar etti: “Amerikalılar 1945'te savaşı kazandılar ve tek bir metrekare bile almadılar. Ruslar ise Avrupa'nın yarısını ilhak etti.”

Somm bu sözleri nedeniyle yuhalandı ve alay konusu oldu. Bir noktada Köppel, saygıdeğer meslektaşına son ve tuhaf bir saldırıda bulundu. Uyanmış kültürünü aşırı ahlakçılık olarak tanımladı ve ardından Somm'a şöyle dedi: “Sizin hatanız uyanmış bir dış politika vaaz ediyor olmanız. Sizin vaaz ettiğiniz şey iptal edilmiş bir kültürdür.” Öte yandan Somm, yaşam tarzlarının çoğulculuğundan yanadır.

Sahnede yer alan iki görüş, burjuva siyasetinin nerede bittiğini ve yeni bir şeyin nerede başladığını açıkça gösterdi. Buna anti-Amerikancılık diyelim, değer göreceliliği diyelim, kendini inkâr diyelim.

BATININ ÇÖKÜŞÜNÜ TEMSİL EDİYOR

Kariyerini özgür, demokratik İsviçre'de ve dolayısıyla Batı'da serbest gazeteci ve girişimci olarak yapan Köppel, kendisini mümkün kılan kültürün avantajlarını tanımayı reddediyor. Batı'ya karşı kampanya yürütmek için Batı'nın özgürlüklerinden faydalanılabilir - bu da mümkün, ancak SVP'li bir politikacı bu rolde pek inandırıcı görünmüyor. Sonuçta Köppel, her zaman kınadığı Batı'nın çöküşünü temsil ediyor.

Elbette, Amerikan karşıtı bir ton benimseyen neredeyse tüm sağcılar gibi, “büyük bir Amerika hayranı” olduğunu vurguluyor. Aynı zamanda Rusya'yı gelenek, aile, vatanseverlik, savaş, din ve erkeklik gibi değerlerle uyanmış, kendini beğenmiş bir Batı'ya karşı konumlandırıyor. Sonunda Somm'u woke kültürüyle suçlaması da komik çünkü Köppel'in kendisi de uyanık bir kültüre doğru eğilimler gösteriyor. Sahnede veya metinlerinde “Batı sömürgeciliğini” kınadığında, uyanmış bir aktivist ve postkolonyal çalışmalar öğrencisinin tonuna Somm'dan çok daha yakın duruyor.

   Markus Somm (solda) ve Roger Köppel (sağda)

ABD KENDİNİ NASIL SEVİMSİZLEŞTİRİYOR?

On yıllar boyunca Batı'yı sömürücü bir güç olarak görenler çoğunlukla sol görüşlü aktivistler oldu. Sağcı Avrupalılar ise Amerika'yı komünistlere karşı bir koruyucu ve demokrasinin garantörü olarak gördüler. Vietnam, Afganistan ve Irak'taki bir dizi Amerikan savaşı Avrupa'daki şüpheciliği arttırdı ve haklı olarak bu ülkenin itibarını zedeledi. Buna ek olarak, küçük devletler genellikle her şeye müdahale eden ve kendi avantajlarını elde etmek için her zaman müzakerelere ağırlığını koyan bir dünya polisinden rahatsız. - İsviçre bunun etkilerini bankacılık sektöründe hissetti. Amerika, Avrupalıların egemenliğini koruyan ama aynı zamanda münferit durumlarda bunu defalarca kısıtlayan bir güç olarak kendini göstermiştir.

Amerikalıların savaşçı müdahaleleri de mülteci dalgalarına yol açmıştır - burada da birçok sağcı politikacı Amerikalıların yaptıklarının bedelini ödemek zorunda oldukları izlenimine sahiptir. Öte yandan Avrupa sömürgeciliğinin sonuçları göz ardı edilme eğilimindedir.

VASALLAR VE KÖLELER

Ancak şimdi, Ukrayna'daki savaşın arka planında, Amerikan suçları öncelikle Rus suçlarını görelileştirmek ve önemsizleştirmek için kullanılıyor. Muhafazakar politikacılar, İsviçre ve Almanya gibi liberal, demokratik ülkelerin doğal olarak Amerika'ya Rusya'dan çok daha yakın olduğunu kabul etmekte zorlanıyorlar. Kökenlerini küçümseyen solcu politikacılar için olağan durum. Ancak kökenlerini inkar eden muhafazakar politikacılar seçmenleri kuşkulandırmalı. Çünkü Rusya'yı Amerika'ya karşı savunmaya hazır olan herhangi birinin güvenilir bir liberal zihniyete sahip olmadığı açıktır.

Alman AfD'sinde bu durum yakın zamanda Georg Pazderski ve Joana Cotar gibi ılımlı siyasetçilerin istifalarına da yansıdı. Sonuncusu partinin “Rusya, Çin ve İran'daki diktatörlük ve insanlık dışı rejimlerle” yakınlaşmasını gerekçe olarak gösterdi. Rusya'nın yanında yer alan sağcı politikacılar değerlerle değil, sadece hukukla ilgilendiklerini söylemeyi severler. Bu ülkelerde insan haklarının ne kadar kötü durumda olduğu düşünüldüğünde bu argüman özellikle alaycı bir hal alıyor.

AfD şu anda neredeyse oybirliğiyle çok kutupluluğu savunuyor. Kulağa harika geliyor. Ancak Çin ve Rusya gibi devletlerin nüfuz kazanması halinde dünyanın daha iyi bir yer olacağına inananlar muhtemelen yanılıyor. AfD'li siyasetçi Björn Höcke, Carl Schmitt'in ardından Amerika'yı Avrupa'da yeri olmayan “yabancı bir güç” olarak tanımlıyor. Buna ek olarak Amerikalılar “Alman-Rus işbirliğini” de engelleyecektir. Almanya'nın Amerikalıların kölesi olduğu iddiası AfD'nin standart söyleminin bir parçası. Köppel “köle” ifadesinin daha uygun bir terim olduğunu düşünüyor.

GALİPLERE KARŞI KIZGINLIKLARI VAR

AfD'nin Almanya'yı özgürleştiren ve Nazilerden arındıran Amerikalılara duyduğu minnettarlık tükenmiş gibi görünüyor. Belki de hiçbir zaman bu kadar belirgin değildi. Aksine, Almanya'nın en sağcı kampında Nazi Almanya'sını yenenlere karşı bastırılmış ya da açık bir kızgınlık var gibi görünüyor. Hatta bazıları Almanya'nın işgalinin devam ettiğine inanıyor. Kısa bir süre önce yasaklanan “Compact” dergisinin kurucusu Jürgen Elsässer, Ramstein'daki Amerikan hava üssünü “ABD'nin Almanya üzerindeki yabancı egemenliğinin en küstah sembolü” olarak görüyor. Bir zamanlar Der Spiegel'de Amerikan yaşam tarzını “20. yüzyılın en başarılı kitle imha silahı” olarak tanımlayan Richard David Precht de tekrar tekrar felsefi destek sağlıyor.

Almanya'da 2024 yılında yapılan bir araştırma, ABD'ye yönelik eleştirel tutumun en çok AfD ve Sahra Wagenknecht'in partisi BSW destekçileri arasında yaygın olduğunu ortaya koydu. BSW de “vasallar” söylemine aşina. Parti, Avrupa seçimleri için hazırladığı programda Avrupa'nın “artık ABD'nin dijital kolonisi olmaması” gerektiğini de ifade etti.

"AMİ, GİTME ZAMANI" YAZARIYLA AYNI GÖRÜŞÜ SAVUNMAK

Roger Köppel “Weltwoche” adlı programında, iki kampı - AfD ve BSW - bir araya getiriyor. Bir yandan kendisi de bir bağlantı, diğer yandan da her iki tarafa da konuşma şansı vermeyi seviyor. Björn Höcke'ye röportaj sorusu: “ABD karşıtı mısınız?” olmuş, Höcke'nin cevabı "Hayır, değilim" olmuştu.

Oskar Lafontaine (Wagenknecht'in eşi ve “Spiegel ‘in çok satan kitabı ‘Ami, Gitme Zamanı’nın yazarı) de Weltwoche’ye düzenli olarak katkıda bulunuyor. Lafontaine, birkaç hafta önce şöyle yazmıştı: “İnanılır gibi değil: Ortadoğu'yu petrol ve doğalgaz rezervleri açısından enkaza çeviren ABD, şimdi de Rusya ve Çin'in Ukrayna'nın hammaddelerine erişimini engellemek için son Ukraynalıya kadar savaşıyor.” Ukraynalıların ne pahasına olursa olsun Rus egemenliğini engellemek istedikleri için ülkelerini gönüllü olarak savunduklarını mı? Bahsetmeye bile değmez.

Amerika'nın reddi soldan ve sağdan geliyor ama aynı zamanda dışarıdan da geliyor - Batı'da yaşamak isteyen ama Batı'yı küçümseyen Arap ülkelerinden gelen göçmenler, gevşek bir anti-liberal koalisyon olarak Batı'yı zayıflatma potansiyeline sahipler. Bu durum özellikle göreceli davranan sözde burjuva politikacıları düşündürmelidir. Kendi kültürlerinden vazgeçmemeleri konusunda uyarıyorlar, ancak burjuva politikacıları kendi kültürlerinden çoktan vazgeçmiş görünüyorlar.

Neue Zürcher Zeitung’dan çeviren: Kazım Doğan

                                                        ***

                                             Birgün - GÜNDEM

Artık kimseyi ikna edemez

Ülke yangın yerine dönerken Erdoğan’ın, “Yoksulluk ve yasaklar geride kaldı” sözleri tepki çekti. Kamuoyu araştırmacıları seçmenin bu sözlere inanmadığını, Erdoğan’ın tabanı konsolide etmeye çalıştığını vurguluyor.(https://www.birgun.net/haber/artik-kimseyi-ikna-edemez-554941)

                                                                     ***

DSÖ'den M Çiçeği Virüsü açıklaması

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus, M çiçeği virüsü salgınlarının kontrol altına alınabileceğini ve durdurulabileceğini söyledi.(https://www.birgun.net/haber/dso-den-m-cicegi-virusu-aciklamasi-554965)

                                                         ***

Tonya halkı kurdu, AKP’liler batırdı -Kayhan Ayhan-

Trabzon’un Tonya ilçesinde 1968 yılında kurulan Tonya Süt Ürünleri Kooperatifi’nde üretim durdu. 55 yıldır üreticiyi destekleyen kooperatifin kapanması yöre halkını da olumsuz etkileyecek. Halk, işletmesine sahip çıkacak.(https://www.birgun.net/haber/tonya-halki-kurdu-akpliler-batirdi-554944)

                                                       ***

Ayrıcalık işleri başkanlığı -Mustafa Bildircin-

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Martı’nın ailesinin kitaplarının Diyanet Yayınları’ndan bastırıldığı ortaya çıktı. Martı’nın 23, Martı’nın kardeşi ve annesinin de ikişer kitabını Diyanet Yayınları’ndan basıldığı öğrenildi. (MATBAA HİZMETİ AİLE BOYU) TDV Yayınları’ndan 11, DİB Yayınları’ndan ise 12 olmak üzere toplam 23 kitabının basımını sağlayan Huriye Martı’nın annesinin ve kardeşinin kitaplarının da başkanlık aracılığıyla bastırılması dikkati çekti. Eşini kurasız hacca götürmesine ve Mekke’de lüks otelde konaklamasına karşın Martı’nın annesi Mediha Ürkmez’in iki, kardeşi Ahmed Ürkmez’in de yine iki kitabının TDV Yayınları’ndan bastırıldığı kaydedildi. Buna göre, Mediha Ürkmez’in, “Sevgiyle Eğitim” ve “Bir Gence Anne Baba Olmak” kitapları ile Ahmed Ürkmez’in, “Ahlak Ekseninde Hadis” ve “Yarın Öğretmen Olduğunuzda” isimli kitapları TDV Yayınları tarafından basıldı. Martı’nın annesi ve kardeşinin kitaplarının basıldığı Diyanet’e bağlı yayınevleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanlık Müşaviri ve Dini Yayınlar Genel Müdürü Fatih Kurt ile Başkan Yardımcısı Burhan İşliyen’in de kitapları için de çalıştırıldı. Kurt’un 12 kitabı, İşliyen’in ise beş kitabı DİB ve TDV yayınlarından çıkarıldı.(AİLE SAADETİ) Başkan Yardımcısı Huriye Martı, Konya Selçuk Üniversitesi’ndeki kadrosunu, görevlendirmeyle Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne aldırdı. Ahmed Ürkmez’in Pamukkale Üniversitesi’ndeki kadrosu ise 2022’de Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne alındı. Ürkmez’in, Martı’nın sorumlu olduğu Diyanet TV’ye de konuk olması, “Martı, Diyanet TV aracılığıyla kardeşinin görünürlüğünü artırmak istiyor” yorumlarına neden oldu.(https://www.birgun.net/haber/ayricalik-isleri-baskanligi-554940)

                                                                ***

Milyonluk ihale tek adrese -Mustafa Bildircin-

Gaziantep Belediyesi’nden 6 Şubat depreminden sonra organizasyon ihalesi alan Eyüp Uluçay’ın, ihale becerisi sürüyor. Uluçay’ın belediyeden Ağustos 2014-Ağustos 2024 arası aldığı ihalelerin tutarı, 33,5 milyon TL’ye ulaştı.(KİŞİYE TESLİM) İhale kayıtlarına göre, Eyüp Uluçay AKP’li Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nden toplam 33 ihale aldı. Uluçay’ın Ağustos 2014-Ağustos 2024 dönemini kapsayan 10 yılda aldığı ihalelerin toplam sözleşme bedeli ise 33 milyon 566 bin 878 TL olarak hesaplandı. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin Uluçay’a verdiği ihalelerden bazıları ise şöyle: • 300 adet çift için nikah organizasyonu (2016): 722 bin 430 TL, • Ramazan organizasyonu hizmet alımı (2018): 1 milyon 57 bin TL, • Su sporları festivali hizmet (2018): 691 bin TL, • Hırdavat, spor, mefruşat ve temizlik malzemesi alımı (2020): 1 milyon 855 bin TL, • Organizasyon hizmeti alımı (2024): 4 milyon 852 bin TL

                                                     ***

RTÜK’ten hukuksuzluğun itirafı -Mustafa Bildircin-

Herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın yayın kuruluşlarına, “Yapıcı ikazda” bulunduğunu belirten RTÜK, kendi sözlerini yalanladı. Soru önergesi kapsamında bilgi veren RTÜK, “Yapıcı ikaz gibi bir uygulama yok” yanıtını verdi. Halkbank’ın, suç örgütü lideri olmakla suçlanan Ayhan Bora Kaplan’ın şirketine kredi verdiğini ortaya koyan haberlere, 5 Haziran 2024 tarihinde erişim engeli getirildi. RTÜK Başkanlığı’nın yanı sıra Halkbank Yönetim Kurulu Üyesi de olan Ebubekir Şahin, haberlerin ardından medya kuruluşlarına, “Ceza uyarısı” yaptı. Şahin, 6 Haziran’da sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Uyarılar sansür değil, yayıncı kuruluşun lehine olacak yapıcı ikazlardır” dedi.(https://www.birgun.net/haber/rtukten-hukuksuzlugun-itirafi-554945)

                                                              ***

Herkese yasak, ona serbest

Toplumun farklı kesimlerine pek çok kez hakaret eden Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendisine “züppe” diyen CHP’li Tuncay Özkan’a 250 bin liralık tazminat davası açtı. Açıklama yapan Erdoğan’ın avukatı, "Özkan aleyhine, Sayın Cumhurbaşkanımızı hedef alan mesnetsiz ve düzeysiz açıklamaları nedeniyle 250 bin TL’lik manevi tazminat davası açılmıştır" ifadelerini kullandı.

Erdoğan’ın önceki gün muhalefeti hedef alarak "gösteriş müptelası" demesine CHP İzmir Milletvekili Tuncay Özkan yanıt verdi. Erdoğan’a ‘züppe’ diyen Özkan, “Sarayda otur, tahta kurul, dolarlar, milyarlar oyuncağın olsun, israflık, müsriflik yoldaşın, zenginler senin arkadaşın bize mi diyorsun ‘gösteriş müptelası’ diye?” ifadelerini kullandı.

AKP’li Mahir Ünal da Özkan’ın bu sözlerini alıntılayarak adalet bakanını göreve çağırdı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla Özkan hakkında İzmir başsavcılığının soruşturma başlattığını duyurmuştu. Erdoğan’ın avukatı Hüseyin Aydın yaptığı açıklamada, "CHP İzmir milletvekili Tuncay Özkan aleyhine, Sayın Cumhurbaşkanımızı hedef alan mesnetsiz ve düzeysiz açıklamaları nedeniyle 250 bin TL’lik manevi tazminat davası açılmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanına hakaret suçundan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına  şikayet dilekçesi sunulmuştur." ifadelerini kullandı. Özkan’a yönelik sosyal medyada yandaşlar linç kampanyası başlattı.

AKP Elazığ Milletvekili Mahmut Rıdvan Nazırlı, Özkan’ı ağır ve açık açık yazdığı küfürle hedef aldı. Söz konusu tweetin linki: https://t.co/I0yiOA8ax8

Pek çok sosyal medya kullanıcısı ise siyasette çirkinleşen üsluba tepki gösterdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çeşitli dönemlerde sarf ettiği, “Sürtük, çapulcu, ayyaş, zillet, çirkef” sözlerini hatırlatan yurttaşlar, AKP’li Nazırlı’nın küfürlü paylaşımına sert eleştirilerde bulundu. Nazırlı’nın X’te yaptığı paylaşım, kuralları ihlal ettiği gerekçesiyle X platformu tarafından kaldırıldı.

(BİRGÜN)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder