28 Ağustos 2024 Çarşamba

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Ağustos 2024-

 Müjde! Yoksulluk sona erdi…-Ali Ufuk Arıkan-

"Unutmayacağız, hatırlayacağız ve öfke duyacağız ki, halkımızı yoksulluğa iten bu düzenden, yoksulluk bitti diye halkımızla dalga geçenlerden hesap soralım."

14 Mart 2012, açlık çeken ve soğuktan titreyen iki çocuğunu ısıtmak için cebindeki son parasıyla, 6 lirayla oduncuya giden Emine Akçay’ı hatırlıyor musunuz?

O odunlar yanmayınca, saç kurutma makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalışan ve makineyi oğluna bırakıp aramızdan ayrılan Emine’yi…

Sadece 26 yaşındaydı ve AKP, 10 yıldır iktidardaydı…

***

Mart, 2015, Ailesinin geçimini kestane ve antep fıstığı satarak sağlamaya çalışan 61 yaşındaki Cemil Bozkuş’u hatırlıyor musunuz?

Borçla aldığı fıstıklar ve kestanelerle geçimini sağlamak isterken, belediyeden kurtaramadı yakasını. 61 yaşında, borçlarını ödemek ve ailesini geçindirmek isterken, geriye şu notu bırakarak aramızdan ayrıldı:

“Benim ölüm sebebim zabıtalar. Bir cinayet işlendiği zaman bir ekip almaya gelir, bir tablayı almaya on ekip gelir, bu mu adalet?”

Cemil amca hayatını kaybettiğinde, AKP 13 yıldır iktidardaydı.

***

Kasım 2019, İstanbul’daki dört kardeşi, 'Dikkat siyanür var' yazılı bir uyarı notu bırakarak aramızdan ayrılan Yetişkin ailesini hatırlıyor musunuz?

Hayatları sonlandığında öğrendik hikayelerini. Sayfalarca yazıldı, çizildi.

Bakkala veresiye borçlarının ayrıntılarını, ödenemeyen borçları, icraları, yaşanan büyük yoksulluğu. 

Sonunda aramızdan ayrıldıklarında, tüm ülke bu gündemi konuştuğu sırada, Boğaziçi Elektrik Dağıtım AŞ (BEDAŞ) ekipleri eve gelerek, 607,16 liralık elektrik faturasının iki aydır ödenmediği gerekçesiyle elektriklerini kesti, hatırlıyor musunuz?

Bu olay yaşandığında, AKP 17 yıldır iktidardaydı.

***

Hatırlarken de, hatırlatırken de, yazarken de ağır, çok ağır öyküler… Hepsi bu düzenin bizim omuzlarımıza yüklediği hayli ağır yükler.

Peki, neden bu öyküleri yeniden hatırlamak, hatırlatmak gerekti?

AKP iktidarının ve Erdoğan’ın Cumhuriyet’in tasfiyesi sonrası en çok kullandığı sloganlardan birisiydi 'Yeni Türkiye' sloganı.

Özgüveni yerine gelmiş iktidarın, iştahı kabarmış patron sınıfının sloganı olarak benimsendi, onların seviye atlamış düzenini oldukça iyi tarif ediyordu.

‘Eski’den kalan, eser miktarda da olsa devletçilikten, cumhuriyetçilikten, laiklikten, halkçılıktan kurtulmak için ‘yeni’ye ihtiyaçları vardı, kurdular.

İşte bu ‘yeni’nin lideri Erdoğan, önceki gün Ahlat’ta yapılan törende, ‘Yeni Türkiye’nin başarılarını anlatırken, “yokluk ve yoksullukların olduğu o eski günler artık bir daha gelmemek üzere tamamen geride kalmıştır” diyebildi.

Yukarıdaki bu öyküleri hatırlatmak istememizin nedeni, gözümüzün içine baka baka sarf edilen bu sözler oldu…

Dahası var, çok daha fazlası ama ağır, yazmak da ağır, hatırlamak da ağır, hatırlatmak da…

Unutmayacağız ve mutlaka hesap soracağız demek zorundayız!

Bu ‘Yeni Türkiye’nin son 10 yılda 695 çocuk işçinin katili olduğunu da,

“Onlar giderse ne yaparız” diye hayıflandıkları göçmen işçilerden, ucuz iş gücünden vazgeçmeyen patronların, kaçak bir maden ocağında çalıştırıp, burada iş cinayeti sonucu ölen Vezir Mohammad Nourtani’yi, ormanlık bir alana götürüp üzerine benzin döküp yaktığını da,

Ülkede Koç’u, Sabancısı, Rönesans’ı, Yıldız Holding’i, Anadolu Holding’i eşsiz servetler biriktirip kâr rekorları kırarken tüm bunları yaşadığımızı, açlık sınırının 20 bin, yoksulluk sınırının 65 bin liraya dayandığı ülkemizde milyonlarca emekliye ölüm sınırında 12 bin 500 liralık bir maaş verildiğini, milyonların 17 bin liralık asgari ücretle açlığa itildiğini de unutmayacağız.

Unutmayacağız, hatırlayacağız ve öfke duyacağız ki, halkımızı yoksulluğa iten bu düzenden, yoksulluk bitti diye halkımızla dalga geçenlerden hesap soralım.

Evet, soracak bir hesabımız var, listenin daha da kabarmasına müsade etmeden, Emine için, Cemil amca için mücadeleyi büyütmekten, patronların düzenini başlarına yıkmaktan başka bir çıkışımız yok.

                                                       /././

'Söndürme uçaklarından daha büyük sorunlarımız var': Yangınla mücadelede yeni stratejiler neler? -Emre Alım-

Artan, büyüyen ve ormanlardan kentlere uzanan alevler, mevcut yangın yönetim politikalarını sorguya açıyor. Bilim insanları ağaçlandırma ve söndürme yöntemlerinde radikal değişilikler öneriyor.

Gelibolu Yarımadası Milli Parkı, Çanakkale'nin rüzgarı bol ve nemi düşük bir köşesinde. Önemli bir bölümü makilik alandan oluşan park için 1980'li yıllarda bir ağaçlandırma seferberliği başlatıldı. Sonraki yıllarda ekilen çamlar serpildi ve beklenen orman ortaya çıktı.

25 Temmuz 1994, Gelibolu'da hâlâ pek çok kişinin unutamadığı bir tarih. O gün Milli Park'ta başlayan yangın neredeyse 3 gün sürdü. 4 bin hektar kül oldu.

Yangın sonrası yeni bir ağaçlandırma seferberliği başladı. Kül rengi toprağa yeniden çam fidanları ekildi. Aradan bir 20 yıl daha geçti. 26 Temmuz 2013'te aynı noktada yeniden alevler yükseldi.

Tekrar ağaçlandırıldı, sonuç yine değişmedi. Son olarak 20 Ağustos'ta 700 hektar yandı. Bölgeden sorumlu memur basına verdiği demeçte alanı hızla doğal görünümüne kavuşturulacaklarının sözünü verdi. Kısır döngüde yeni tur başladı.

              Çam ağaçlarından oluşan orman örtüsünde hızla büyüyen son yangın 25 saatte söndürüldü.

'Yangın da deprem gibi öngörülebilir'

Periyodik hale gelen bu yangınlarla mücadelede hata nerede yapılıyor?

Bunu anlayabilmek için yangın ekolojisi denilen alandaki birikime dikkatle bakmak gerekiyor.

Çalışmalarını Hacettepe Üniversitesi'nde sürdüren yangın ekoloğu ve biyolog Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu, yangın yönetim politikasında muhafazakar yaklaşımların terk edilmesi gerektiğini savunuyor. Bunu Çanakkale örneği üzerinden şöyle açıklıyor:

"Orası yine ağaçlandırılırsa yine yangın olacak. Bu aynı deprem gibi öngörülebilir. Orasının kızılçam ormanı olması isteniyor. Hayır, her yer kızılçam olmayabilir. Bazı yerler milyonlarca yıllık süreç sonucunda, doğal yangın rejimi gereği makilik olabilir. O da doğal bir alandır. O makilikler çok daha az şiddetli yanar ve zararı da az olur."

Büyük yangınlar neden arttı?

Bugün bozkırlarda bile ağaçlandırma kampanyaları mevcut. Yalnız ağaç olmayan bölgeleri ağaçlandırma ısrarı Türkiye'ye özgü değil. Afrika savanları da ağaçlandırılmaya çalışılıyor. Benzer kampanyalar dünya genelinde düzenleniyor. Ancak artık pek çok ülke bu politikadan vazgeçmeye başladı. Sebebi "yanıcı madde yükü"nü artırıyor olması. Tavşanoğlu son yüz yılı buradan hareketle özetliyor: 

"Sadece yangınları söndürmek için mücadele veriliyor, bunun için milyonlarca lira harcanıyor ama neticede ana olgu gözden kaçıyor. O da şu: Orman olmayan bölgeleri ağaçlandırınca buralarda yanıcı madde yükünü artırıyoruz. Bir yangın normal az şiddette olacakken, küçük bir alanı yakacakken; biz yanıcı materyali kesintisiz hale getirdiğimiz, miktarını artırdığımız için yangının şiddetlenebiliyor, daha uzun sürebiliyor, kontrolü zor oluyor.

Üstüne ağaçlandırma yaptık iyice artırdık. Sıcak hava dalgaları daha şiddetli ve daha sık oldu. İnsan faktörü her zaman var tabii. Sonuçta biz yangına dirençli bir ortamdayken 100 yıl içinde kendimizi yangına hassas bir pozisyona getirdik."

Yangın sonrası müdahale kaş yaparken göz çıkarabilir

Çağatay Tavşanoğlu'na göre sorun, milyonlarca yıl içerisinde o bölgenin koşullarına göre gelişen, evrimleşen doğal bitki örtüsüne müdahaleyle başlıyor. Yangınların ardından ormanların gelişimini izleyen bilim insanları hep aynı kanıya varmış: "Yangın sonrası müdahale ne kadar artıyorsa biyoçeşitlilik o kadar olumsuz etkileniyor."

Sivil toplum örgütleri ve yurttaşlar, yangın bölgesini yeniden ağaçlandırmak istediğinde önce toprağı sürüyor, ardından ekime başlıyor. İşte bu işlem bilim insanlarının uyardığı "müdahalenin" kapsamına giriyor. Yangın sonrası ağaçlandırmanın sadece fidan çıkmayan alanlarda, yangına dayanıklı doğal türlerle uygulanması gerekiyor. Tavşanoğlu'na göre bunun dışındaki alanlara tohum atmak ve doğanın kendini yenilemesine izin vermek yeterli.

"Yangınlar Akdeniz’de doğal bir faktör, milyonlarca yıldır var. Oradaki bitkiler, hayvanlar ona göre evrimleşmiş. Yangından sonra kendilerini hayatta tutabiliyorlar. Bugün yaşlı gördüğümüz bütün ormanlar, hiçbir ormancılık müdahalesine maruz kalmadan yangın sonrasında meydana geldi. Doğa bir şekilde kendini yeniliyor."

Yangın mücadelede bir araç: Evrim

Sanılanın aksine Akdeniz’de bir orman yangınından sonra orman yok olmuyor. Çünkü kızılçam ve buradaki diğer bitkiler yangına uyumlu evrimleştiler. Akdenizli tohumlar, yangın sonrası yağışlarla çimleniyor ve yeniden fide oluşumu yaklaşık bir yıl sonra başlıyor. Yangın sonrası orman ekosisteminin kendini tekrar oluşturabilmesi için yanan ormanlardaki toprak yüzeyinin korunması gerekiyor.  

                                                        Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu

Yangın sonrasında ağaçların kesilmesi yaygın bir uygulama. Eskiden bunu yalnızca Orman Genel Müdürlüğü personeli yapıyordu. Son yıllarda "dikili satış" denilen bir ihale yöntemiyle yanan alanlar parsellere bölünüyor ve müteahhitlere teslim ediliyor. İki uygulama arasındaki farkı Çağatay Tavşanoğlu anlatıyor:

"Eskiden oradaki ağaçların kütükleri ekonomiye kazandırmak için alınırdı, rejenerasyonu sağlayacak kozalaklı dallar da alana serilirdi. Bu alandaki doğal gençleşmeyi hızlandıran bir yöntemdi. Son yıllarda hem yetişilemediği için hem dikili satış yöntemi nedeniyle yeterli denetim yapılamıyor. Doğayı bilmeyen işçilerle kesim yapılıyor. Çok defa tanık oldum, dalları kenarlara atmışlar. Orada tohumlar, kozalaklar, birçok materyal var toprağa karışacak. Sonra 'burada neden çam çıkmadı' diyorlar? Tekrar ağaçlandırmak zorunda kalıyorlar. Yine biyoçeşitliliği kaybettiğimiz bir döngüye giriyoruz."

'Söndürme uçaklarından daha büyük sorunlarımız var'

Sözü yangından öncesine getiriyoruz. Bu yaz çıkan orman yangını sayısı neredeyse geçen yılın beş katı. "Bu artışı nasıl bastıracağız" diye soruyoruz.

Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu net bir cevap veriyor: "Türkiye olarak yeni bir yangın çağına girdik. ‘Yangınları durduralım’ demek ütopik çünkü öyle bir ortam yok. Şu anda patlamaya hazır bomba şeklinde bekleyen ormanlar var."

Yangınlardan kaçınmak mümkün görünmüyor. Tavşanoğlu'na göre bu 100 yılda yaşanan değişikliğin bir sonucu. Üstelik bir de iklim değişikliği var. 

Bir başka faktör de AKP. Ormanların yüzde 68'i AKP döneminde tahsis edildi. Ormanlarda eskisinden çok daha fazla maden, konut, turistik tesis var. Özel sektörün insafına terk edilen elektrik iletim hatlarından çıkan yangınlar, tek başına ormanların yüzde 20'sini yakıyor. Daha geçen ay Diyarbakır'da 15 kişi bu yüzden öldü.

"Doğayı korumaya yönelik hemen hemen bütün yasalar ortadan kaldırıldı" diyen Çağatay Tavşanoğlu, gelinen noktada kentleri korumanın önemine dikkat çekiyor.

"Şu an yangından korunmayla ilgili en büyük sorun kentler. Geyikler, kurtlar yangından kaçabiliyorlar. Ama bizler ve küçükbaş-büyükbaş-evcil hayvanlar yangına adapte organizmalar değiliz.

Kentlerle doğal alanlar arasına neden yanmaz bölgeler oluşturmuyoruz da dağdaki yangın şehre kadar gelip mahalleyi yakıyor. Bu büyük bir başarısızlık. Hâlâ ormanlarda yangından kaçış rotaları yok.

Uçak ve helikopter mevzu eleştirilecek bir konu ama daha büyük sorunlarımız var. Buzdağının altında konuşulması gereken çok şey var."

İzmir'de 15 Ağustos'ta başlayıp 3 gün süren yangın yerleşim yerlerine kadar ulaştı. 3 mahalle boşaltıldı ama 16 ev küle döndü

'Politika değişikliği için bir yangında 100 kişinin ölmesini mi beklemeli?'

Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu'na göre artık yangınlarda başarısızlığın ölçütü büyüklüğü değil insana, şehirlere, köylere ve ekonomiye verdiği zarar olmalı.

Büyük yangınların kaçınılmaz olduğunu yineleyen Tavşanoğlu, yerleşim yerlerine uzak noktalardaki bazı yangınları kabul etmemiz gerektiğini söylüyor.

"Örneğin helikopter ya da uçağın tüm yangını söndürmesi için ilk 10 dakikada orada olması lazım. Aynı anda 50 yangının çıktığı bir ülkede bu bazen zor olabiliyor. 

Çok nadir bitkilerin olduğu hassas ekosistemler varsa oraları korumamız, bazı yerlerin yanmasını kabul etmemiz gerekir. Şu anda bunu kabul etmiyoruz. Başarı kriteri olarak yangınları küçük tutmayı öngörüyoruz.

Bu konuda deneyimli olan Kuzey Amerika’da yerleşim yerlerine uzak noktadaki yangınlara müdahale etmiyor, yanmasına izin veriyorlar. Çünkü biliyorlar ki başarısız olacaklar."

Önerilen politika değişiklikleri yangınla mücadelede eforun azaltılması anlamına gelmiyor. Yangın sonrası oluşacak etkilerin azaltılması, yangını önleme ve yangına hazırlıklı olma arasında dengeli bir paylaşım yapılması gerekli görülüyor. 

Çağatay Tavşanoğlu, Türkiye'de bu keskinlikte bir politika değişiminin kolay olmayacağının farkında. "Bakanlığın içinde de böyle düşünenler var ama henüz yeterli değil" diyor.

Tavşanoğlu on yıl önce, büyük yangınların artacağına dair uyarıda bulunan isimlerden. Sahada elde ettikleri bilimsel bilgi ve bulgulara dayanarak bugün de "geleceği öngörebiliyoruz" diyor ve soruyor: "Politika değişikliği için bir yangında 100 kişinin ölmesini mi beklemeli?"

https://haber.sol.org.tr/haber/hem-cok-sicak-hem-cok-kurak-bir-yaz-iklim-degisikligi-ve-el-nino-etkisi-393849

https://haber.sol.org.tr/haber/dogal-yanginlar-icin-yeni-politikalar-3227

https://haber.sol.org.tr/haber/yanginlar-aldi-basini-gidiyor-mudur-koltugu-bos-1-yilda-5e-katlanan-alevler-nasil

                                                                 /././

Ahlat’tan Yetenekli Bay Yücel’e uzanan yollar -Fatih Yaşlı-

"Ahlat’tan bu küfür manzumesine uzanan bir yol var ve o yollar hep aynı yere sol düşmanlığına, antikomünizme çıkıyor. Bu yolları kesmek, kapatmak durumundayız."

Rejim inşa edenler o rejime uygun insanı da imal ederler; bunun için eğitim sistemiyle oynanır, tarih yeniden yazılır, diziler, filmler çekilir, medya kullanılır, yeni milli günler, yeni törenler, yeni gelenekler icat edilir, amaç kendi “makbul vatandaş”ını yaratmaktır. En son kabine toplantısının Ahlat’ta yapılması ve Malazgirt Zaferi kutlamalarının içine yerleştirilmesi elbette ki bir tesadüf değildir; yeni rejim, geçmişte Fethullahçı çeteyle birlikte icra ettikleri “Kutlu Doğum Haftası”nı hatırlayarak söyleyecek olursak, bir süredir kendi “milli günlerini” icat etmekte, buradan kendi yeni resmi tarihini yazmaktadır.

Ahlat’ın birinci boyutu budur ama bir de ikinci boyutu vardır; orada verilen fotoğraf yeni rejimin devlet mimarisinin fotoğrafıdır. İktidar partisi ve ortakları MHP, BBP, HÜDA-PAR’ın yanı sıra başta kuvvet komutanları olmak üzere devlet ricali yan yana boy göstermekte, rejime karakteristiğini veren Türk-İslam sentezci parti-devlet özdeşliği tablosu ele güne karşı sergilenmektedir. Böylece AKP ve Cumhur İttifakı kendisini devletin sahibi ve hem yerli hem milli olarak sunabilirken karşısındaki herkesi gayri millilik ve gayri yerlilik çuvalına doldurup kolaylıkla terörist, vatan haini, bölücü ilan edebilmektedir.

Üçüncü boyut ise tarihseldir ve o tarihsellikte sol düşmanlığı, antikomünizm vardır. Türkiye İslamcılığına ve Türk sağına kapılar sol düşmanlığıyla, antikomünizmle açılmıştır, İslamcılar ve ülkücüler de o kapılardan girip iktidar olmuşlardır. Erdoğan antikomünist şebekenin içerisinden yetişip gelmiştir. Yanına aldığı Bahçeli keza öyledir, MHP sola karşı paramiliter bir güç olarak teşkilatlandırılmış, antikomünist bir sokak gücü olarak sahneye çıkmıştır. BBP, ülkücü milliyetçiliğin İslami bir fraksiyonudur, Muhsin Yazıcıoğlu’nun öncülüğünde MHP’den kopmuştur ve şimdi başında o fotoğrafta gördüğümüz Mustafa Destici vardır. Genel Başkanlığını Zekeriya Yapıcı’nın üstlendiği HÜDA-PAR ise Kürt ilericiliğine, Kürt siyasetinin içerisindeki sol damara karşı 90’larda sahaya sürülmüş bir ölüm çetesinin yasal uzantısıdır.

Yanlarındaki kuvvet komutanlarını da tabloya dâhil ederek söyleyelim, bu tablo devletle Türk sağı arasında Soğuk Savaş’la birlikte sola karşı kurulan antikomünist mutabakatın bugün vardığı yerin görünümüdür. 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezinin bugün rejimin kurucu ideolojisini oluşturması ve devletin resmi ideolojisi haline gelmesidir. Antikomünizm Türkiye’nin zehridir, antikomünizmin sonucu olarak 12 Eylül’de halka kemer sıktırılırken icat edilen Türk-İslam sentezi, bugün halkın boğazını sıkan Şimşek programının da hamisidir. Türk sağı, Türkiye’nin sermaye düzeninin bekasını vatanın, milletin bekası yalanıyla örtmeye ve o düzenin muhafızlığını yapmaya devam etmektedir.

Sol düşmanlığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağın, Türk sağının alamet-i farikasıdır; ancak sol düşmanlığı Türkiye’de sadece Türk sağına özgü değildir, örneğin Kürt sağına baktığınızda da sola, sosyalizme, Türkiye’nin ilerici birikimine yönelik bir düşmanlık, bir husumet görebilirsiniz. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir küfür metnini, bir sahtekârlıklar manzumesini bunun en iyi örneklerinden biri olarak okuyabiliriz. Müslüm Yücel tarafından yazılan bir yazı bize sol düşmanlığıyla antikomünizmin boyutlarını ve vardığı yeri göstermesi açısından son derece önemli ipuçları vermektedir.

“Türk Entelektüelleri” adlı bu yazı baştan sona milliyetçiliğin ve ırkçılığın damgasını vurduğu, kör bir nefretle yazılmış, dili ve anlatımı bozuk, argümandan yoksun, iddia ettikleriyle hakikat arasında neden-sonuç ilişkisi ve illiyet bağı kuramayan, berbat ötesi bir metindir. Ama yazıya asıl karakteristiğini veren şey, yazarının söylediği yalanlardan ve düşünsel sahtekârlığından kaynaklı olarak ahlaksızca bir metin olmasıdır. Yetenekli Bay Yücel demekte bir sakınca göremeyeceğimiz yazar, nefretinin merkezine Nâzım Hikmet’i koymuş ve onun hakkında hepsi kolaylıkla çürütülebilecek sayısız yalanı bir hezeyan haliyle okuyucunun üzerine boca etmiştir. Üstelik bu yalanların kolayca çürütülebileceğine dair bir endişe de taşımamış, bundan da en ufak bir utanç duymamıştır.

Yetenekli Bay Yücel Nâzım'la ilgili yalanlarına “Bana göre yüz yıldır başımıza gelen bütün belaların adresi, Nâzım Hikmet’tir”  cümlesiyle başlamaktadır ama buradaki “biz” kimdir, başımıza gelenler nelerdir, Nâzım neden bunların adresidir, tüm bunlara dair herhangi bir açıklama yapmamaktadır. Hemen devamında ise ilk yalan gelir, Yücel Nâzım’la ilgili yalanlar zincirinden hemen önce Halit Ziya Uşaklıgil’in oğlunun Mustafa Kemal’in hediyesi olan bir tabancayla ve bir nehir kıyısında intihar ettiğini söyler. Oysa Vedad Uşaklıgil silahla değil ilaç içerek intihar etmiştir ve intihar ettiği yer de bir nehir kıyısı değil Türkiye’nin Arnavutluk Büyükelçiliği’dir.

Yetenekli Bay Yücel, Nâzım'ın siyasette CHP-MHP’de karşılığını bulduğunu öne sürer; buna delil olarak ise Türkeş’in bir zamanlar yaptığı bir konuşmada onun “Davet” adlı şiirinin “Dört nala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/bu memleket bizim” adlı dizelerini okumasını gösterir. Bu dizelerin aslında bir işgalcilik övgüsü olduğunu söyledikten sonra ise bütünüyle alakasız bir şekilde Osmanlı’daki kardeş katline geçer. Dediğim gibi Yetenekli Bay Yücel sadece yalancı değildir; olaylar arasında neden-sonuç ilişkileri de kuramaz, cümleler kendi akışı içerisinde herhangi bir somut yere bağlanmaz.

Türkeş’in “Davet”ten bir dize okuması Nâzım'ın MHP’de karşılık bulduğunu mu gösterir peki? Elbette ki hayır, 1930’lardan günümüze siyasetçisiyle, ideoloğuyla, edebiyatçısıyla Türk sağının bir numaralı düşmanı her zaman Nâzım Hikmet olmuştur. Türkeş’in hocası Atsız Nâzım’dan her zaman “Nâzım Hikmetof” diye bahsederdi, Necip Fazıl her zaman kendisini Nâzım’dan daha büyük bir şair olarak görürdü, Peyami Safa en büyük polemiklerini Nâzım’a karşı yaptı, Türk sağı hayatı boyunca da öldükten sonra da hep Nâzım’la uğraştı, hep ona saldırdı, onu itibarsızlaştırmaya çalıştı, çünkü o Türkiye’de komünizmin sembolüydü.

Devam edelim, Yetenekli Bay Yücel Nâzım’ın 1915 yılında Yahya Kemal’in talebesi olduğunu, onun ilk şiirinin yayınlandığı tarihte İstanbul’da Ermeni aydınların idam edildiğini söyler ki asıl söylemek istediği şey Nâzım’ın bu idamları görmezden geldiğidir. Oysa Nâzım 1915’te henüz 13 yaşında bir çocuktur, şiire yeteneği vardır ama henüz bir politik bilinci hele hele sol bir politik bilinci hiçbir şekilde yoktur. Bay Yücel hemen ardından zamanda bir sıçrama yaptıktan sonra 1925’e gider ve Nâzım’ın yazdığı Piyer Loti şiirine geçerek “maddeden ayrı bir ruha inansaydım eğer, şarkın kurulduğu gün, senin ruhunu, köprübaşında çarmıha gerer, karşında cıgara içerdim” dizelerini alıntılayıp bunun bir şiir olmadığını söyler. Yetenekli Bay Yücel’e göre bu bir şiir değil “linçin, katliamların ayak sesi”dir. 

Oysa bu şiirin bambaşka bir derdi vardır. Yetenekli Bay Yücel’in olanca cehaletiyle “kimine göre oryantalisttir” dediği Piyer Loti “kimine göre oryantalist” değildir, oryantalizmin sembol ismidir. Oryantalizm, yani Şarkiyatçılık nedir peki? Batı sömürgeciliğinin sömürgelerine bakma biçimidir, Batılı Beyaz Adamın Doğu’ya baktığında görmek istediğidir. Beyaz Adam Doğu’ya baktığında egzotik şehirler, saray, harem, fes, nargile vs. görür, Doğu’yu böyle tahayyül eder. Edward Said 1978 yılında yayınlandığında büyük olay yaratan ve çığır açan “Oryantalizm” adlı kitabında oryantalizmi bütün boyutlarıyla anlatır. İşte Nâzım daha 1925 yılında Loti üzerinden ve Said’e çok benzer bir şekilde sömürgeciliğin ideolojisi olan oryantalizmi eleştirmekte, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı Doğu halklarının özgürlüğünü savunmaktadır; mesele linç, katliam falan değildir yani, bunlar Yetenekli Bay Yücel’in karanlık hayal dünyasının mahsulleridirler. Bu karanlık hayal dünyası bu şiirden 6-7 Eylül olaylarına uzanır ve aslında bir Fransız olan Piyer Loti’yi gayrimüslim sandığı için midir bilinmez ama Nâzım’ın şiiriyle 6-7 Eylül arasında “linç” üzerinden bir bağlantı kurmaya çalışır, 6-7 Eylül’ün Nâzım’ın savunduğunu iddia ettiği “linç” anlayışından kaynaklandığını söyler. Dediğim gibi Yetenekli Bay Yücel olaylar arasında sahici nedensellikler kurmaz, çünkü onun için amaca ulaşmada her yol mubahtır ve buna seri halde yalan söylemek de dâhildir.

Sıradaki yalan başka bir şiirle ilgilidir; Yücel Nâzım’ın “Korsan Türküsü” adlı şiirinden “Karıştı Madrid orospularının kanı kanımıza” dizesini alır ve “aşksız evliliği fuhuş olarak gören Marksizm’den böylesi bir şair çıkmamalı. Dahası bir şair bunu dediği an, ırza geçme bir hak sayılır” şeklinde bir hezeyan cümlesi daha kurar. Oysa Nâzım bu şiirde korsanların ağzından konuşmakta, bir korsan hikâyesi anlatmaktadır; kanı Madrid orospularının kanına karışanlar, Afrika’dan Avrupa’ya köle taşıyan, gemileri yağmalayan, vurgun peşinde koşan korsanlardır. Bilal’e anlatır gibi anlatmak gerekirse, şairin, yazarın yarattığı kahramanın düşünceleri ve söyledikleri yazarın kendi düşünceleri ve söyledikleri değildir; öyle olsa Abdi Ağa’nın düşünceleri Yaşar Kemal’in düşünceleri olurdu.

Ancak Yetenekli Bay Yücel burada da kalmaz ve Nâzım’ın bu dizelerinden Kayseri’de geçtiğimiz aylarda sığınmacılara karşı düzenlenen pogrom girişimine uzanarak “bu şiirin bugünkü karşılığı: Kayseri’de bir kıza tecavüz edildiği iddiasıyla halk sokağa çıktı” der. Yücel’in doğru düzgün cümle kuramamasını geçerek söylüyorum, eğer hepimizin tanıklık ettiği bir göz göre göre delirme değilse bu, korkunç bir alçalma halidir. 1925 yılında yazılmış bir şiirden bir dizeyi cımbızlayıp Kayseri’deki saldırılarla ilişkilendirmek için başka bir dünyada yaşamak gerekir çünkü.

Ve tüm bunların, tüm bu yalanlar manzumesinin zirve noktası gelir hemen: Yetenekli Bay Yücel Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan “Eskiden İstanbul’da, Beyoğlu’nda gavur dükkancılar/ Frenkçe de yazarlardı levhalarına/ Bak şimdi, yasak ettiler bunu, iyi oldu/ Türkçe yazmalı, Türkün ekmeğini yiyenler…” dizelerini alıntılayarak Nâzım’ın dil yasağına da karşı olmadığını söyler ve bu dizeleri de bugüne bağlayarak “son mısraı biliriz, son mısra devlet-mafya merkezli dizilerde kullanıldı” der. 

Peki gerçek nedir, bunlar Nâzım’ın kendi düşünceleri midir? Tabii ki hayır. Şiirin bu kısmında cezaevindeki üç kişi, yani Çopur İhsan Bey, Asri Yusuf ve Bakkal Sefer kendi aralarında sohbet etmektedir. Cezaevinde olmalarının nedeni ise karaborsacılık, dolandırıcılık, kalpazanlıktır. Burada Nâzım, bir kez daha Bilal’e anlatır gibi anlatmak gerekirse başkalarını konuşturmaktadır, söyledikleri kendi düşünceleri değildir. Bırakın dil yasağını savunmayı, burada gayrimüslimlere yapılanlar, Yetenekli Bay Yücel’e benzeyen tiplerin, yani üç sahtekârın konuşmaları üzerinden eleştirilir, Türk sağının “Türk’ün ekmeğini yiyenler…” edebiyatıyla inceden dalga geçilir. 

Yetenekli Bay Yücel devam eder ve Nâzım’ın Kuvayı Milliye Destanı’nı affedilme beklentisiyle, yani hapisten çıkmak için yazdığını söyler; doğru mudur yalan mıdır bilemeyiz, ancak doğru olsa ne olur? 1938’de sahte bir davayla içeri atılmış ve yıllardır cezaevinde yatmakta olan bir insanın böyle bir işe kalkışması anlaşılır bir şey değil midir? Kaldı ki Kuvayı Milliye Destanı “ısmarlama” bir şiir değildir; Milli Mücadele üzerine yazılmış en iyi şiirdir ve Nâzım orada hikâyenin merkezine yoksul halkı, köylüleri, işçileri yerleştirir; emperyalizme karşı asıl savaşanların bunlar olduğunu söyler. Yücel belki kendisi daha iyi bildiğinden, Nâzım’ın Mustafa Kemal’le ilgili dizeleri için “nasıl yaltaklanacağını bilmemek de acıdır” der. Doğrudur,  Kuvayı Milliye Destanı’nda Mustafa Kemal’e yönelik bir yaltaklanma yoktur;  şiirde o, savaşın içinde ve olduğu gibi resmedilir.

Yetenekli Bay Yücel’in çukurun en dibine doğru indiği yer ise “Nâzım, yaltaklanmayı sever; Ahmet Hamdi Tanpınar ve ikide bir Adnan Menderes’ten para isteyen Necip Fazıl’dan eksik kalmaz” dediği yerdir. Buna kanıt olarak ise “Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak/ Diyetimi istiyorum, alacağım da.” dizelerini gösterir. Yücel’in sanki Nâzım Menderes’ten Necip Fazıl misali para istiyormuş gibi göstermeye çalıştığı şey, bir Kore savaşı gazisinin Menderes’e seslenmesinden başka bir şey değildir oysa ve şiirin adı da “KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ”dir. Yani Nâzım burada NATO’ya üyelik adına Kore’ye yollanan yoksul halk çocuklarının hesabını sormaktadır, Menderes’ten bir lütuf, bağış, ihsan talep etmemektedir, ona yaltaklanmamaktadır. 

Yetenekli Bay Yücel yazının sonunda Nâzım’ın Stalin için o hayattayken ve öldükten sonra söylediği birbirine zıt şeylerden söz ederek bunu liderlere yönelik yaltaklanmasına örnek olarak gösterir ve sonra da onun siyasi duruşunun sorunlu olduğunu, Marksizm’le ham bir ilişki kurduğunu, geniş bir okuması olmadığını söyler. Konuya dair son cümleler ise ibretliktir: “Bugün hala Nâzım’dan söz ediyorsak, onun komünist bir şair olması değildir; siyaset ayıklanınca görülen adamdır, hoştur, güzeldir.” Oysa Nâzım’ı Nâzım yapan şey onun komünist bir şair olmasıdır, Marksizm’e dair bilgisine dair zırvalara ise hiç girmiyorum bile, bu Yücelgillerin haddi değildir. 

Yetenekli Bay Yücel’in normalde üç beş kişiden başka kimsenin okumayacağı bu uzun küfür manzumesini sosyal medyada paylaşarak yüzbinlerce kez okunmasına vesile olduğum için özür dilemeli miyim acaba diye soruyorum kendime son birkaç gündür ama hayır, görülmeli, okunmalı ve bir de cevap yazılmalıydı. Çünkü Ahlat’tan bu küfür manzumesine uzanan bir yol var ve o yollar hep aynı yere sol düşmanlığına, antikomünizme çıkıyor. Bu yolları kesmek, kapatmak durumundayız. Türkiye’nin bir sol damarı, ilerici, devrimci bir birikimi var; o damarı, o birikimi yıllardır didik didik ederek biz kendimiz zaten eleştiriyoruz ama tıpkı Yılmaz Güney’e yapılanlar örneğinde olduğu gibi bunun sağ tarafından bir itibarsızlaştırma projesi olarak karşımıza gelmesine izin vermeyeceğiz. Türk ya da Kürt hangi etnik gruptan olduğu fark etmez, bu memleketin solunun Türk’üyle Kürt’üyle hep birlikte yarattığı sol değerlere kim saldırırsa saldırsın önüne çıkacağız, karşı duracağız, cevabını vereceğiz. Buradayız.

                                                                     /././

                                                soL - GÜNDEM

AKP'li belediyeden Espressolab'e kıyak: Tarihi binayı restore edip kullanımına verdi

AKP'li Ortahisar Belediyesi 1892 yılında inşa edilen Hüseyin Galip Efendi Kütüphanesi'nin binasını restore etti, sonrasında tarihi binayı açtığı ihale şartlarını karşılamayan Espressolab'e kiraladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpli-belediyeden-espressolabe-kiyak-tarihi-binayi-restore-edip-kullanimina-verdi-394794)

                                                      ***

Protestonun adı bile yetti: Yemeksepeti dayanışmayı suç saydı, motokuryeleri işten çıkardı

Protesto ihtimalinden dahi korkan Yemeksepeti, bir dayanışma grubuna üye olan 7 motokuryeyi işten çıkardı.(https://haber.sol.org.tr/haber/protestonun-adi-bile-yetti-yemeksepeti-dayanismayi-suc-saydi-motokuryeleri-isten-cikardi)

                                                              *** 

Bakanlıktan Polonez patronuna para cezası: 'Sendika hakkı engellenemez' 

Müfettişler, 145 işçiyi sendikalı oldukları için işten atan Polonez'e 2 milyon lira ceza verilmesini istedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bakanliktan-polonez-patronuna-para-cezasi-sendika-hakki-engellenemez-394799)

                                                               ***
Ekümeniklik krizi: AKP ve MHP, 'çaktırmadan' Batı'nın Ukrayna operasyonuna nasıl omuz verdi?

Patrik Bartholomeos ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski'nin işbirliğine AKP ve MHP de ortak oldu. Batı'nın Ukrayna operasyonu ilmek ilmek işlendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ekumeniklik-krizi-akp-ve-mhp-caktirmadan-batinin-ukrayna-operasyonuna-nasil-omuz-verdi-394795)

                                                            ***

Trump Afganistan işgalinin sebebini itiraf etti: Çin

ABD'nin Bagram Hava Üssü’nden çekilmesinin yanlış olduğunu söyleyen Trump, "Burası Çin’in nükleer silah ürettiği yerden bir saat uzaklıkta. Her şeyi bıraktık, şimdi Çin kontrolünde" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/trump-afganistan-isgalinin-sebebini-itiraf-etti-cin-394792)

                                                             ***





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder