Umutla umutsuzluk arasında 2024 -Ayşen Uysal-
Bir yılı daha geride bırakırken yine çok ağır sorunlarla karşı karşıyayız. 2015’ten beri gelen yıl biteni aratırcasına hep çok zordu. Gerçi çoğumuz bu zaman dilimini ömrümüzden çıkarmayı tercih ederiz herhalde. Güzel şeyler de olmadı değil, ama acılar hep çok ağır bastı. Günden güne gözümüzün ışığı söndü, yüzümüzdeki gülümsemeler silindi. Gülmek en devrimci eylemdi, ama bizim eyleyecek takatimiz kalmadı. Son birkaç haftada yaşadıklarımız 2024’e dair umudumuzu tamamen yok etmese de umutların azalmasına neden oldu bile.
Savaşlar ve yükselen ırkçılıkla kararan gökyüzümüz, hukuksuzluk, kuralsızlık, belirsizlik ve keyfilikle puslanan ufkumuz... Aşağıya bakıyoruz Filistinli kırımı, yukarıya bakıyoruz savaş ve ırkçılık, sağımız solumuz ekokırım, gündelik yaşamımız tahammülsüzlük, saygısızlık ve liyakatsizlik… Bir yanda üzerinden silindirle geçilenler, diğer yanda dünya yansa kılını kıpırdatmayıp kendisinden başkasını düşünmeyenler. Tam insandan ve insanlıktan umudumuzu keseceğiz, ama bir de bakıyoruz bir yerlerden kardelenler çıkıvermiş. Yine hadi sarıl bakalım umuda.
Böyle demişken Netflix’de gösterime giren, 2023 ABD yapımı, Sam Esmail’in yönetmenliğini yaptığı, Julia Roberts’ın başrollerinde yer aldığı Dünyayı Ardında Bırak filminden söz etmemek olmaz. Filme dikkatimi çektiği için gazeteci arkadaşım sevgili Nazlan Ertan’a çok teşekkür ederim. Bu filmi izlemesem olmazmış. İnsandan umudunu kesmiş, hatta insandan nefret etme noktasına gelmiş bir kentlinin insanın hırsına dair sözleri ile başlıyor film. Ailenin dünyası ani bir kararla, her işi ve hırslarını geride bırakıp hafta sonu tatiline çıkmaları ile değişiyor. New York kent merkezinden çok da uzak olmayan cennet bir köşede (Long Island) şahane bir evde çok güzel başlayan tatil, teknoloji bağımlılığımızı ve iklim krizinin, terör saldırılarının, siber saldırıların, komplo teorilerinin, vs. peşimizi hiçbir yerde bırakmayacağını bir tokat gibi bizim ve onların yüzüne çarparak devam ediyor. Sahi, internet, televizyon vesaire iletişim araçları olmasa ne yapardık? Cevabı filmde.
Filmin benim için en çarpıcı kısmı, insanın insana olan güvensizliğini ve bu güvensizliğin ne boyutlara ulaşabileceğini çok iyi resmetmesiydi. Bir yanda paylaşmayı bilmeyen bencil insan, diğer yanda iklim krizi başta olmak üzere krizlere karşı kolektif mücadelenin gerekliliği. Seninle de olmuyor sensiz de misali. Film, güvensizlikten birbirimize lazımıza uzanan bir hikayeyi örüyor. Dayanışma dayanışma diyerek sloganlaştırmadan, ince ince yapıyor bunu. Dayanışma iktidar ilişkilerinden azade değil, filmde gördüğümüz ise çok yalın bir “Birbirimize lazımız” fikri.
“Üst sınıflar felaketleri önceden haber alabilir, ancak son kertede felaketlerden kaçamaz, sadece olanakları sayesinde biraz korunabilir” fikri de filmde çok iyi işlenmiş. Sahip olduğu olanaklar üst sınıfları bir yere kadar korur, “Biz bize lazımız” onlar için de geçerli, diyor film.
Filmdeki geyik figürünün ünlü yazar Erlend Loe’nun kült romanlarından Doppler’i düşündürmemesi imkansız. Zaten Loe da bu romanında modern insanın eleştirisini yapıyor. İyi aile, iyi ev, iyi ve başarılı iş üçgeninden kaçan ve ormana sığınan modern insan figürü romanının merkezinde. Tıpkı, başarı peşinde koşan ve işini hayatının merkezine koyan modern insanın eleştirisiyle başlayan Dünyayı Ardında Bırak filminde olduğu gibi.
Birbirimize lazım olduğumuzu idrak ettiğimiz, “başarı” ve iş için birbirimizi kırıp geçmediğimiz, sevdiklerinizin ciddi sağlık sorunlarıyla sınanmadığınız bir yıl olsun. 2024 iyi bir yıl olsun. Bu ülkede ve bu ülkeyle nasıl olacaksa artık… Mutlu yıllar.
/././
Çin istilasına yol! -Bülent Falakaoğlu-
Sanayi Bakanlığının HIT-30 kapsamında HIT-batarya programında sunacağı teşvikşer ve hibeler | Grafik: Sanayi BakanlığıÇinli firmalara kıyak bitmiyor.
Bir gün bakıyorsunuz ki… Çinli otomobil üreticilerine uygulanan yüzde 40’lık vergi bir firma için kalkmış; Çinli BYD’ye vergi kıyağı yapılmış.
Firma, elektrikli otomobil üretiminde dünya liderleri arasında, ‘Bu kıyak neden? diye sorduğunuzda cevap hazır: Türkiye’de fabrika kurma karşılığında!
İyi de… Bu durum Türkiye’de yerli elektrikli otomobil Togg’un önünü kesmez mi? İşte bu soruya cevap yok.
Ayrıca…
İndirim sadece Türkiye’de üretilecek otomobillere gelmedi. BYD’nin Çin’de üretilen araçlarına, ‘yatırım sözü’ karşılığında daha şimdiden vergi indirimi getirildi.
‘Halk vergi ile soyulurken neden en az 100 milyar liralık vergiden vazgeçildi?’
Bu soruya da cevap yok!
***
Bir gün bir bakıyorsunuz ki… ‘e ticaret kanunu değiştiriyoruz’ denilerek Trendyol’a kıyak hazırlığı yapılıyor.
‘Lisans ücretleri düşürme’, ‘yatırımları üzerinden vergi muafiyeti’ gibi düzenlemelerle milyarlarca dolarlık vergilerden vazgeçilecek.
Trendyol malum, Çinli Alibaba Groupun…
‘DEV AÇIK’ VE SEMİREN KEMİRGEN
Türkiye 2005 yılından itibaren Çin’le artan bir dış ticaret açığı ile karşı karşıya.
2023 yılındaki açık 2005 yılındakinin yedi katı.
Türkiye geçen yıl Çin’e meyve, hububat, ham madde vs. sadece 3.3 milyar dolarlık satış yaptı. Ama Çin’den 43 milyar dolarlık alış yaptı.
Bir satılıp 15 alınıyor yani!
Geçen yıl verilen ülke ekonomisinin verdiği dış ticaret açığının yüzde 40’ı, Çin ile bu dengesiz ticaretten kaynaklandı.
‘E bu yüzden ülkemizde fabrika kurmasını sağlıyoruz’ tezi de gerçeği yansıtmıyor; hatta gizliyor!
Özetleyelim….
Çin elektrikli otomobil ve SUV araçlarla dünya ölçeğinde atakta. Düşük fiyatlarla pazarda ilk sırayı şimdiden ele geçirmiş durumda.
Financial Times’ın aktardığına göre…
Avrupa elektrik araç piyasasında, Çin’den gelen araçların satışları 2020’de 1.6 milyar dolardan, 2023’te 11.5 milyar dolara yükselmiş.
Bunların piyasa payı da dört kat artarak yüzde 8’e ulaşmış.
Üstelik bu defa bazı ülkelere doğrudan yatırım yaparak araçları üretme yoluna gidiyor. Tabii araçların parçalarının önemli kısmını Çin’den getiriyor; üretim yapılan ülkedeki tesis montaj yapıyor.
Meseleye, ‘Ne güzel ülkemize yatırım yapılıyor’ diye değil… “Çin’in pazar kavgasının, yayılmacı emellerinin aparatı oluyoruz’ diye bakılmalı.
PİL İŞİ YAYILMACILIĞIN BİR PARÇASI
Böyle bakmak yerine her gün bir Çinli firmaya kıyak yapılıyor.
Yiğit Akü ile… Çinli Ganfeng’in, lityum pil üretim fabrikası kurması için de teşvik yağacak.
Çinli firma harcayacağı 500 milyon doların 300’ünü teşvik olarak geri alacak. Üstelik başka kıyaklar da cabası! Ayrıntıları bugün ekonomi sayfamızda yer alan Muhabirimiz Andaç Arıduru’nun haberinde…
Çin’in bu hamlesi Türkiye’yi elektrikli araç üretiminde bir üs olarak hedeflemesiyle ilgili.
***
Bu arada sadece Çin’in montaj sahası olunmayacak bir de doğa talanı yaşanacak.
Lityum-nikel-kobalt madeni üretimi de patlıyor…
Balıkesir, Çanakkale, Bursa ve Eskişehir havzası delik deşik edilecek.
‘Geleceğin petrolü veya beyaz altını’ denilerek ülke doğasının enkaza çevrilmesini izleyeceğiz.
Tonlarca harcanacak su sonrası tarım için su bulanamamasını da…
Dünyada örnekleri yaşanıyor!
***
Ucuz emek peşkeşi de yanında olacak.
Çin merkezli Alibaba Groupun yüzde 87 paya sahip olduğu Trendyol’da gördük… Esenyurt’ta bulunan deposunda sendikalaşanlar kapı önüne kondu.
İşçiler günlerce hem depo önünde hem de firmanın Maslak’ta bulunan genel merkezi önünde direniş yaparken devlet hiç oralı olmadı.
Çinli firmaya, ‘Burası babanızın çiftliği mi yasal haklar var, uymak zorundasınız’ diye hesap soracağına tersini yaptı; ‘Emeği dilediğince sömürebilirsin’ mesajı verdi!
***
Havalimanından tünele, köprüden şehir hastanesine ‘Tek kuruş harcamayacağımız’ denilen mega projelere şimdi para yetiştirilemiyor.
Trilyonlarca liralık kamu ihalesi yapılıyor ama karşılığında kamu hizmetinde nitelik artmıyor. Sadece ihaleyi kapan bir avuç yandaş zenginleşiyor!
Bakmayın ‘teknolojik atılım’, ‘büyük dönüşüm’ anlatısına… Şimdi de kıyaklarla Çin’in istilasının önü açılıyor.
/././
Meksika'da yargı reformu tartışmaları -Ertan Erol-
Meksika’da Başkan Andrés Manuel López Obrador’un partisi olan Morena’nın ve Başkan Adayı Claudia Sheinbaum’un seçimleri ezici bir biçimde kazanmasının üzerinden üç ay geçmiş bulunuyor. Morena sadece başkanlık seçimlerini kazanmadı aynı zamanda ülkenin tek parti hakimiyetinden koparak kademeli demokratikleşmeye başladığı 1990’lardan bu yana ilk defa kongrede de nitelikli çoğunluğu elde etti. Dolayısıyla hem federal düzeyde hem kongrede hem de eyaletler düzeyinde Morena güçlü bir temsil kabiliyeti edinirken aynı zamanda anayasayı değiştirebilecek bir gücü de elde etmiş bulunuyor.
Hiç şüphesiz, Morena’nın kongrede elde ettiği nitelikli çoğunluk muhalefet cephesinde büyük bir endişeyi de beraberinde getirdi. Muhalefet, kongredeki temsil gücünün partiler tarafından elde edilen oy oranlarını yansıtmadığına işaret ederek 1 Eylül’de açılacak olan kongrenin meşruiyetinin olmadığını iddia ediyor. Aynı zamanda muhalefet anayasa mahkemesine de bir başvuru yapmış durumda. Ancak mevcut seçim ve ittifaklar sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıkan kongre kompozisyonu seçim kanuna uygun ve anayasal. Bu yüzden de anayasa mahkemesinin yapabileceği pek fazla bir şey bulunmuyor.
Kongredeki nitelikli çoğunluğun ilk önemli sonucu ise yargı reformu olacak. Obrador’un başkanlığı süresince hayata geçirmeye çalıştığı yasal reformlarda karşılaştığı en önemli engel partisinin ve ittifakının mecliste nitelikli çoğunluğa sahip olmamasıydı. Dolayısıyla başkanlık döneminin en önemli yasal düzenlemelerinden biri olarak gördüğü yargı sistemindeki yapısal reformu kongreden geçirememişti. Obrador’un yargı reformunu gerçekleştirmek için ortaya koyduğu plan A, plan B gibi stratejilere ise partisinin ve ittifakının kongrede çoğunluğu elde etmesi ile artık gerek kalmamış bulunuyor.
Tartışılan yargı reformunun en önemli unsurlarından biri anayasa mahkemesi üyelerinin, hakimlerin ve savcıların doğrudan seçimle halk tarafından seçilmesinin öngörülmesi. Aynı zamanda anayasa mahkemesi üyelerinin görev süreleri kısaltılarak aldıkları oy oranına göre belirlenmesi planlanıyor. Reform disiplin ve atama gibi konulardan, mahkemelerin yapılarına kadar birçok yenilik ve değişikliği içeriyor.
Muhalefet kadar, yargı mensuplarının da reforma karşı çıktığını söylemek mümkün. Bu bağlamda yargı üyeleri geçtiğimiz hafta süresiz grev kararı alarak ülkenin başkent dahil birçok eyaletinde eylemler gerçekleştirdiler. Bu grev ve eylem kararı Başkan tarafından illegal olarak nitelendirilse de halen grev devam ediyor.
Yargı reformuna gelen tepkiler arasında ABD’nin Meksika Büyükelçisi Ken Salazar’ın yaptığı açıklamalar ise belki de en tartışma yaratan konulardan biri oldu. Trump döneminin yarattığı hasarı gidermek üzere Biden’ın özel olarak Meksika’ya atadığı ve Obrador ile kısa zamanda iyi kişisel ilişkiler kurmayı başaran büyükelçi bu defa öngörülen yargı reformunun büyük sorunlara sebep olacağı, ülkedeki yargıyı siyaset içine çekeceği, dış müdahalelere açık hale gelerek tarafsızlığı etkileyeceği yönünde eleştirilerde bulundu. Aynı zamanda Salazar yargı reformunun iki ülkenin ticari ilişkilerine de zarar vereceğini iddia etti. Sheinbaum’un seçilmesinin ardından Meksika’da dalgalanma yaşayan piyasaları teskin edici açıklamalarda bulunmuş olan Büyükelçinin bu yorumu tabii ki büyük bir ağırlık taşıyor. ABD halen Meksika’nın en önemli ticari partneri ve ülke ihracatının büyük bölümünü ABD’ye yönelik yapılan ihracat oluşturuyor.
Başkan Obrador ise Büyükelçinin açıklamalarına sert tepki göstererek açıklamaların ülkenin iç işlerine müdahale etmek anlamına geldiğine işaret etti. Seçilmiş Başkan Sheinbaum ise ABD’de de hakim ve savcıların seçimle göreve geldiğini ve büyükelçinin kendi kendisi ile çeliştiği yorumunda bulundu. Büyükelçinin yorumları Meksika’da muhalefete mi yoksa reforma meşruiyet verici bir etki olarak hükümete mi yarar tartışılır. Ancak her halükarda, yeni hükümetin yargı reformunu gerçekleştirmek ile ekonomik olarak mevcut durumu muhafaza etmek arasında bir ikilem yaşaması kaçınılmaz görünüyor.
/././
İstikrar programının ‘koalisyon’ fotoğrafı -Hakkı Özdal-
Arslan Başer Kafaoğlu DPT ve hesap uzmanlığı yapmış bir maliye bürokratı, ama aynı zamanda Türkiye kapitalizmini iyi takip eden bir köşe yazarıydı. İlk baskısını Kasım 1981’de yapan “24 Ocak Uygulamaları ve Bazı Gerçekler” başlıklı kitabı, adından da anlaşılacağı üzere, 24 Ocak 1980 tarihli ekonomik kararların ardından geçen bir buçuk yılı değerlendiriyor, programın sahiplerinin söyledikleriyle gerçekler arasındaki farklara dikkat çekiyordu.
Neredeyse 45 yıl önce yazılmış bu kitabın bugün ile şaşırtıcı şekilde örtüşen yanları var. Daha başlarken şöyle diyor örneğin Kafaoğlu: Sigaraya, süte, demire, elektriğe, kömüre, akaryakıta, inşaat malzemesine durmadan hem de belimizi kıran zamlar geliyor. Öte yandan “hayat pahalılığı artışı yavaşlıyor” diyen resmi sözcüden geçilmiyor.
Yüksek enflasyon gerçeğini, ancak ‘baz etkisi’ ortaya çıkacağı zaman ve geriye dönük olarak itiraf eden siyasetçilerden yakınıyor. “Nasıl oluyor da gübreye, elektriğe, akaryakıta, demire, kiralara yüzde 90-100 zam gelirken yaşamın sadece yüzde otuz oranında pahalandığı savlanıyor ve belgeleniyor” diye soruyor. 24 Ocak kararlarıyla ‘kamu maliyesini güçlendirme’ adına vergilerin artırılmasını eleştiriyor ve hiçbir olumlu sonuca yol açmadığını söylüyor. Firmalar borçlarını ödeyemiyor, konkordatolar artıyor, işsizlik ve pahalılık artıyor… Kafaoğlu bir yerde, bugünün Türkiye’sinde birebir tekrarlanabilecek şu sözleri yazıyor: “24 Ocak’tan bu yana ücretlilerin, üretici köylülerin sıkıntıları çeşitli vaadlere karşın azalmamış, artmıştır.”
Bu kısa kitabı, Türkiye kapitalizminin kriz ve emekçi sınıflara saldırı döngüsüne dair pratik bir karşılaştırma metni olarak sahaflarda ya da “dijital kopyalarda” bulmayı önererek bugüne doğru gelelim…
24 Ocak kararları, tıpkı Haziran 2023’ten beri yürürlükte olan Şimşek Programı ve bir yılını yakında geride bırakacak olan Orta Vadeli Program (OVP) gibi, emeğiyle geçinen tüm kesimlere, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ücretlilere ve küçük üreticilere, köylü ve küçük esnafa bir saldırı programıydı. 1980’in ilk yarısındaki toplumsal koşullar ve sınıf güç ilişkileri çerçevesinde uygulanabilmesi çok zordu. Bu zorluk, sermaye sınıfı ve devletin birbirini “avuçları patlarcasına” alkışladığı iş birliğiyle aşıldı: 12 Eylül darbesinin aleni şiddetiyle, döktüğü kanla!
Bugün 1980 yılının ilk yarısındaki sosyal-politik koşullarda değiliz. 12 Eylül toplumu dönüştürmede epey mesafe kaydetti; kendi doğrudan sonucu olan bir neoliberal İslamcılık aracılığıyla ülkenin son çeyrek asrını da belirleyen motor kuvvet olmayı başardı.
Ama işçi sınıfı ve onun müttefikleri için, özgül çıkarları sermaye düzeniyle açık çelişkide olan kesimler için bu tür ‘dayatma program’ dönemleri politik sıçrama dönemleridir aynı zamanda. Üretici köylülerin birdenbire yurt sathında yayılan eylemleri; işçi sınıfının sendikal bürokrasinin en geri katmanlarını bile ‘temsili miting’ tertiplemeye zorlayan hoşnutsuzluğu gibi gelişmeler bu yönde ilk işaretlerdir. Bu işaretlerin taşıdığı potansiyel sermaye sınıfı ve onun politik iktidarını rahatsız eder elbette.
İşte geçtiğimiz pazar günü, esas gündemi “esnek çalışmanın yaygın ve kalıcı hale getirilmesi” olan kabine toplantısı başlamadan önce, Bitlis-Ahlat’ta, Malazgirt temalı ve hamaset dozu epey yüksek bir milliyetçi mukaddesatçı müsamere yapıldı. İlçedeki Selçuklu Meydan Mezarlığı da bir fotoğraf podyumu gibi kullanılarak çeşitli pozlar verildi. Erdoğan ve kabine üyeleri, Erdoğan ve Bahçeli, Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı ve diğerleri…
Bunlardan bir tanesi diğerlerine göre daha dikkat çekiciydi. Bu karede Erdoğan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, MHP lideri Devlet Bahçeli, Mustafa Destici (BBP), Zekeriya Yapıcıoğlu (Hüda-Par) gibi “Cumhur İttifakı” ortaklarının yanı sıra Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Ziya Cemal Kadıoğlu ile birlikte görülüyor…
Siyasal iktidarın bileşenleri ve kuvvet komutanları! Türk-İslamcı “4’lü masa” ile Ordu!
“İstikrar” programlarının uygulanması istikrarlı, varlığının uzun süreceğine kanaat getirilmiş iktidarlar ile mümkündür. 12 Eylül böyle bir ihtiyaca binaen “istikrarsız” görüntüyü dağıtan bir etkiyi amaçlamış, bunu doğrudan cunta ihdas ederek yapmıştı. Şu bahsi geçen fotoğraf da ‘dosta düşmana’ böyle bir mesaj vermeyi mi amaçlıyordur? Zira gelişmeler gösteriyor ki tıpkı 24 Ocak kararları gibi Erdoğan-Şimşek programı da uygulamada kalabilmek için giderek daha fazla siyasal zora ihtiyaç duyacak…
/././
AfD'nin aile politikası -M.Sinan Birdal-
Fotoğraf: Valodnieks/Wikimedia Commons - AfD’nin 2017 seçim afişi, “Yeni Almanlar mı? - Onları kendi başımıza yapıyoruz.”Aile politikası yükselen neofaşizmin toplumu biçimlendirme hamlesinin merkezinde yer alıyor. 25 Haziran 2017 tarihli AfD parti programı “Çocuklara yönelik hoş geldin kültürü: Aile desteği ve nüfus gelişimi” başlığı altında Türkiye siyasetini takip edenlere tanıdık gelecek bir söylemi tekrarlıyor:
“Yerleşik partiler tarafından uzun süredir alternatifsiz kabul edilen nikahsızlık ve çocuksuzluğun dramatik bir şekilde artması ve normal, orta büyüklükteki ailelerin ortadan kalkması, yerli nüfusumuzun her sene hızla aşağı yukarı 250 bin kişi kadar azalmasına yol açıyor. AfD bu kendi kendini ortadan kaldırma eğilimine karşı koyuyor ve Almanya toplumunu aile ve çocuk dostu olarak yeniden şekillendirmek istiyor.”
AfD’nin ve AKP’nin erkek egemen aile politikaları birçok benzerliğe rağmen önemli bir fark arz ediyorlar: Nüfus politikasında göçün rolü. AKP’nin aksine (ve Türkiye’deki muhalefetin bir kısmına paralel olarak) AfD azılı bir göç karşıtı siyaset izliyor. Programın ana başlığındaki “hoş geldin kültürü” (Willkommenskultur) kavramı esasında Almanya’ya gelen göçmenlere yönelik icat edilmiş bir kelime. AfD’nin ters yüz ettiği kavram bu bağlamda “Göçmenlere değil çocuklara hoş geldin” diyor. AfD’nin nüfusu “öz kaynaklarla üretme” hedefi AKP’nin “3 çocuk + göç” politikasından bu açıdan ayrışıyor. Bu farkın çeşitli sebepleri var: Bir, Türkiye ve Almanya’nın uluslararası iş bölümündeki jeopolitik konumları bu iki ülkedeki milliyetçi muhafazakarlığın göçe ilişkin farklı konjonktürel politikaları benimsemesine sebep oluyor. İki, Türkiye toplu nikah törenleri, yeni evlilere mali destek, en yüksek makamlardan üç çocuk talepleri ve evlilik dışı her türlü tercihi kriminalizasyonu göç politikalarına ek olarak sürdürüyor, ancak bir türlü başarıya ulaşmıyor. Göç destekli nüfus politikası bu başarısız damızlık siyasetini ikame eden bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Üç, Türkiye’de çeyrek yüzyıla yaklaşan AKP iktidarı karşısında AfD’nin yerleşik sistemin sınırlarını zorlayan siyasi konumu ve dayandığı toplumsal kesimlerin farklılığı. Dört, Almanya ve Türkiye’deki erkek üstünlükçü politikalar arasındaki göçe ilişkin farklılıklar iki ülke arasındaki mülteci anlaşmasıyla da örtüşüyor ve iki hadise de ilk noktada dile getirilen jeo-ekonomi-politik ilişkiye dayanıyor. Bu mukayeseyi detaylandırmayı başka bir yazıya bırakarak şimdilik AfD programına odaklanalım. Program, yukarıdaki girişten sonra iki somut teklifi kırmızıyla işaretliyor:
“Dolayısıyla aile politikası kendisiyle ilgili tüm siyasi alanlar, özellikle sosyal, mali politikalar ve eğitim politikası için ölçüt oluşturmalı.”
“Bu nedenle çocuk dostu bir toplum ve devlet milletinin (Staatsvolk) desteklenmesi devlet hedefi olarak anayasaya yazılmalı.”
Bu peşrevin ardından program yedi alt-başlık belirliyor:
1) “Çocukların baba ve anneye ihtiyaçları vardır: Tek başına yetiştirme ideal değildir.” AfD sadece diğer ebeveyni çocuğun eğitiminden dışlamayanlara “dayanışma cemaati” vasıtasıyla destek sunmayı vadediyor. Yalnız çocuk yetiştirmenin normal ve ilerici olduğu “Propagandasını yapan örgütlerin” mali desteğinin kesilmesini savunuyor.
2) “Babaları güçlendirmek”: Henüz hiçbir partinin erkek ve babaları hedefleyen bir siyaset benimsemediğinden yakınan program, mevcut hukuk çerçevesinde birçok babanın çocuklarıyla daha fazla vakit geçiremedikleri için mağdur olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla babalık haklarını güçlendireceğini söylüyor.
3) Üç yaş altındaki çocukların ebeveynleri tarafından büyütülmeleri gerektiğini iddia eden program kreş ve bakıcıların yanında ebeveynlere doğrudan mali destek sözü veriyor.
4) Program kürtaja karşı çıkarken “doğmamış çocukların yaşama hakkını” savunduğunu iddia ediyor. Kürtajın bir insan hakkı olduğunu savunan her türlü düşünceyi reddediyor.
5) Parti çocuk yapmayı cesaretlendirmek için nikah kredisi, konut desteği, genç aileler için eğitim teşviki geri ödemesinde indirim, eğitime erişim kolaylığı, ulaşım ve doktor maliyetlerinde destek, mesleki eğitimdeki gençlere ikinci konut vergisi için ek ödemeler gibi vaatler sıralıyor. Vergilendirmede sadece ebeveynlerin geliri değil çocuk sayısının da hesaba katılarak çocukların yoksulluk sebebi olmaktan çıkaracağı sözünü veriliyor.
6) Parti, feminizm ve kuir teori gibi toplumsal cinsiyet eleştirilerini anayasa düşmanı bir ideoloji olarak tanımlıyor. “Toplumsal cinsiyet ideolojisi” olarak yaftalanan bu eleştirel düşüncelerin kadın ve erkek arasındaki “Doğal farkları marjinalize ederek” ve cinsiyet kimliğini sorgulayarak, klasik aileyi bir rol modeli olarak ortadan kaldırmayı hedeflediğini öne sürüyor. Partiye göre bu düşünce anayasanın koruma altına aldığı ve egemenliğin sahibi olan, devlet milletini üreten aile ve evlilik kurumlarına karşı çıkıyor. Parti sadece “baba, anne ve çocuklardan” oluşan bir aile kurumunu destekliyor.
7) Cinsiyetin toplumsallığı tezinin bilimle alakası olmayan ideolojik bir yaklaşım olduğunu öne süren parti, toplumsal cinsiyet araştırmalarına mali desteğin kesilmesini ve disiplinle ilgili tüm profesörlüklerin ilgasını talep ediyor.
Görüldüğü gibi bu program neredeyse birebir AKP’nin söylemiyle örtüşmekte. Ancak sadece AKP değil, dinden ziyade biyolojiyi öne çıkararak LGBTİ+ düşmanlığı yapan farklı çevrelerin taleplerini de kapsamakta. Bu haliyle sağıyla soluyla yeni bir hegemonik cephe tarif ediyor. Böylece aile politikasının “ideolojik tutkal işlevi” ekonomi-politik işlevini tamamlıyor.
/././
Gazze’de ‘iyi polis-kötü polis’ oyunu! -Yusuf Karadaş-
Gazze’de ateşkesin sağlanması yönünde ABD, Mısır ve Katar’ın ara buluculuğunda yapılan görüşmelerin Kahire etabından da bir sonuç çıkmadı. İlk etabı Katar’ın başkenti Doha’da yapılan ateşkes görüşmelerinin özellikle İsrail’in Mısır ve Gazze Şeridi arasında tampon bölge oluşturan Philadelphia (Salahaddin) Koridoru’ndaki işgalini sürdürme ısrarı nedeniyle çıkmaza girdiği belirtiliyor. İsrail, Mısır ve Gazze şeridi arasındaki Philadelphia (Salahaddin) Koridoru’nun yanı sıra kuzey ve güney Gazze’yi birbirinden ayıran Netzarim Koridoru’ndaki askeri işgalini de devam ettirmek istiyor. Gazze’de çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 40 binden fazla kişiyi katleden ve kentin büyük bir bölümünü yıkıma uğratan İsrail’in buradaki işgalini sürdürme ısrarı, aslında İsrail-Filistin sorununun nereden kaynaklandığını ve neden çözülmediğini de açıklıyor.
Ümit Kıvanç, Gazeteduvar’da ‘Ateşkes oyalamacası, barış yalanı’ başlıklı yazısında bugün ateşkes ve barış görüşmelerinde olup biteni doğru anlamak için geçen yıl yayımlanan ve İsrail’in Gazze savaşında nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair önerileri içeren bir raporu yeniden gündeme getirmişti. ‘İsrail İstihbaratı’ adını taşıyan bir think-tank kurumu tarafından hazırlanan rapor, “Hamas yenilgiye uğratıldıktan sonra” Gazze’nin Abbas yönetimine devredilmesine bile karşı çıkıyor ve İsrail’in Gazzelileri sürüp buradaki işgalini kalıcılaştırmasını savunuyordu.
Bugün Netanyahu gericiliği ve İsrail siyonizmi, Trump’ın 2020’de ‘Yüzyılın Anlaşması’ adı altında İsrail ile iş birlikçi Arap rejimleri arasındaki ilişkileri geliştirmek amacıyla gündeme getirdiği Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın işgal altında olmayan bölgelerinde tamamen kuşatma altında ve sembolik bir ‘Filistin devleti’nin kurulmasını bile kendileri için tehdit olarak görüyor. Bu temelde Gazze’de soykırıma varan katliam ve işgalini sürdürme konusunda tereddüt göstermiyor.
Peki, ABD emperyalizminin başını çektiği ‘ara bulucular’ gerçekten ateşkes ve barış için mi uğraşıyorlar? Ya da soruyu şöyle soralım: İsrail siyonizmini Ortadoğu’daki hegemonyasının ve çıkarlarının korunmasının temel dayanağı olarak gören ve bu temelde ona desteğini kesintisiz bir biçimde sürdüren ABD emperyalizmi, ateşkes ve barış konusunda gerçekten ‘ara bulucu’ olabilir mi?
Düşünün ki, Biden yönetimi bir yandan Gazze için ‘ateşkes planı’ hazırlayıp bu planı kabul etmesi yönünde Netanyahu üzerinden baskı oluşturmaya çalıştığını söylüyor. Ama öte yandan aynı günlerde İsrail’e 20 milyar dolarlık yeni silah satışı anlaşmasını onaylamaktan da geri durmuyor.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırı ve işgalinin başladığı günden bugüne ABD emperyalizmi İsrail-Filistin sorununda ‘iyi polis’i oynuyor. ABD Dışişleri Bakanı Blinken, geçen yılın ekim ayından bu yana geçen on ayda ateşkes ve barış için çabaladığı izlenimini yaratmak üzere bölgeyi (Ortadoğu) defalarca ziyaret etti. Ancak Blinken’in ziyaret ve temasları asıl olarak ABD’nin bölgedeki iş birlikçilerini kontrol altında tutmaya ve savaşın bölgesel bir savaşa dönüşmesini engellemeye yönelik girişimler olarak anlam kazandı.
ABD’nin Mısır ve Katar ile birlikte ara buluculuğa soyunduğu son Doha ve Kahire görüşmeleri de başkanlık seçimlerinin yaklaştığı bir dönemde Biden yönetiminin süreci ‘kontrol’ altında tutma politikasına hizmet etmenin ötesine gitmedi.
Diğer ara bulucular da dikkat çekici: 1978’de İsrail ile barış imzalayan ilk Arap ülkesi olan ve bugün de bu politikasını sürdüren Mısır ve ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri üssünün (El-Udeyd Hava Üssü) bulunduğu Katar.
Doha’da yapılan ateşkes görüşmelerine katılan ABD Dışişleri Bakanı Blinken, buradaki görüşmelerinden sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile de bir telefon görüşmesi yapmıştı. İktidar yanlısı medya kuruluşları bu telefon görüşmesi ile ilgili haberlerinde görüşmenin “Karşı tarafın talebi ile gerçekleştiği” ve “ABD’nin Türkiye’nin rolüne verdiği önemi” gösterdiği vurgularını öne çıkardılar. Oysa daha önce bu köşede yayımlanan “Blinken tutuyor, Netanyahu vuruyor, Fidan bakıyor” yazısında da belirtildiği gibi ABD emperyalizmi, İsrail’in saldırı ve işgali devam ederken sürecin kontrol altında devam etmesini sağlıyor ve Türkiye gibi bölgesel iş birlikçiler de zaman zaman itiraz seslerini yükseltseler de oynadıkları rol bu süreci izlemekten öteye gitmiyor.
Burada Türkiye’deki Erdoğan iktidarının bu süreçte nerede durduğunu ve nasıl bir rol oynadığını anlamak için önemli bir başka gelişmeden de söz etmek gerekiyor. 13-17 Ağustos tarihleri arasında Türkiye ve ABD, Ddoğu Akdeniz’de TCG Anadolu savaş gemisinin de yer aldığı ortak bir deniz tatbikatı gerçekleştirdi. Her fırsatta Türkiye’nin savaş gücü ve silahlanmasını öve öve bitiremeyen medya organları nedense bu tatbikatı görmek istemedi. Çünkü özellikle Gazze’deki işgal ve saldırılarının bir devamı olarak İsrail ve Lübnan Hizbullah’ı arasındaki gerilimin tırmandığı ve bölgesel savaş senaryolarının konuşulduğu bir dönemde Türkiye-ABD’nin doğu Akdeniz’de ortak bir tatbikat gerçekleştirmesi, Türkiye’nin tarafını ve kendisine biçilen olası rolü de açığa vuruyordu.
Bu durum İsrail’in en büyük destekçileri olan ABD ve NATO’ya bağlılığını her fırsatta dile getiren Erdoğan iktidarının iç kamuoyunu yatıştırmaya dönük söylemler ötesinde Filistin konusunda neden etkili bir adım atmadığını, atamadığını da açıklıyor.
Netanyahu kendi iktidarı için bir beka sorunu olarak gördüğü Gazze’deki katliam ve işgalini sürdürürken ABD emperyalizmi de ateşkes ve barış konusundaki beklentileri canlı tutmaya dönük girişimlerini sürdürüyor. Bu iyi polis-kötü polis oyunuyla bir yandan Filistin’deki işgalin devam etmesi ve öte yandan da ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki hegemonya ve çıkarlarının güvence altına alınması amaçlanıyor. Mısır ve Katar’dan Türkiye’deki Erdoğan iktidarına kadar Filistin’in dostu gibi gözüken bölgesel rejimlerin rolü ise, bu oyunun kontrolden çıkmadan devam ettirilmesine hizmet etmekten öteye geçmiyor. Bu oyunu boşa çıkarmanın, Filistin’deki işgal ve bölgedeki emperyalist hegemonyaya son vermenin yolu ise; işçi sınıfı ve halkların tarih sahnesinin önüne geçmesinden, liman işçilerinde ve dünyanın birçok ülkesine yayılan kitlesel halk gösterilerinde örneklerini gördüğümüz mücadele ve dayanışmayı büyütmesinden geçiyor.
/././
Değerden eşitsiz gelişmeye...-Koray Y.Yılmaz-
Yakın zamanda tek tük rastladım ama eskiden daha sık rastlardım, “Yazarımız izinde olduğu için bu haftaki yazısını yayımlayamıyoruz” minvalindeki ifadelere. Takip ettiğim yazarların sütunlarını o hafta küçük bir kutucuk içine daraltılmış ve içine yukarıdaki ifadelere benzer şeyler yazılmış bir şekilde görünce az biraz “ekilme” hissine kapılmıyor değildim doğrusu. Tahmin edebileceğiniz üzere bu girişin nedeni benim de senelik izinde olmam. Şüphesiz büyük bir okur kitlesine sahip olduğumu düşünmüyorum ama yine de bu köşeyi takip edenlere o tanıdık “ekilme” hissini yaşatmak istemedim. Ancak itiraf etmek isterim ki tatildeyken köşe yazmak da kolay bir iş değilmiş. Ben de oluşan bu durumu vesile bilerek size hem yeni çıkan bir kitabı hem de kitaptaki makaleleri yazmış olan kişiyi tanıtmak istiyorum. Bu tanıtma çabası Marksizme dair önemli tartışma başlıklarını da içereceği için okuyucu açısından da yararlı olacaktır.
Londra’da kendisi ile tanışma fırsatı da bulduğum, Marksist düşünürler arasında özellikle ekonomi alanındaki katkılarıyla çok sağlam bir yer edinmiş olan, makalelerini lisansüstü derslerimde de kullandığım John Weeks’ten bahsediyorum. John Weeks 2020 yılında hayatını kaybetti. Geriye birçok kitap ve makale yanı sıra kişisel ve kurumsal anlamda ciddi bir mücadele mirası bıraktı. İşte bu mirasın küçük de olsa bir bölümü Ben Fine, Simon Mohun ve Alfredo Saad-Filho tarafından 2024 yılında “From Value to Uneven Development: Selected Writings by John Weeks in the Marxist Tradition (Değerden Eşitsiz Gelişmeye: Marksist Gelenek İçinde John Weeks’in Seçme Yazıları” başlıklı kitapta bir araya getirildi.
Weeks doktorasını 1969 yılında Michigan Üniversitesinden almış, Nijerya’nın sanayileşmesi üzerine çalışmış ve bir süre orada ders de vermiştir. Amerikan Üniversitesinde Marksist İktisat anlatırken 1979’da Sandinista Hükümetine danışmanlık yapmak üzere üniversiteye ara vermiştir. Profesör Weeks günümüzde hâlâ etkili bir örgütlenme olan “Union of Radical Political Economics’in (Radikal Politik İktisat Birliği)” 1968’deki kuruluşunda da yer almıştır. Akademik uzmanlığı bu satırların yazarı gibi kalkınma ekonomisidir. 1990'da Londra Üniversitesi “School of Oriental and African Studies (Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulunda)”, “kalkınma çalışmaları” lisansüstü programını kurmuş ve 2006’da emekli olana kadar da derslerini sürdürmüştür. Benim orada bulunduğum 2012-2013 yılları arasında Profesör Weeks ile SOAS’ta karşılaşmak mümkündü. Kendisi ile tanışmak ve seminerlerine katılmak, ki o zaman kriz ve AB üzerine çok kafa yoruyordu, oldukça keyifliydi.
John Weeks’in seçme eserlerinin yer aldığı söz konusu kitap iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm Değer Teorisi Üzerine Denemeler başlığını taşıyor. Bu bölümde Weeks’in dört ayrı çalışması sunulmuş. Çalışmalar genellikle o dönem oldukça yaygın olan farklı kriz açıklamaları arasındaki tartışmalara yönelik. Dönem çok ilginç, bir yandan akademide hakim bir Keynesçilik söz konusu, bir yandan krizden büyük oranda Keynesçilik sorumlu tutuluyor, bir yandan Marksizm yükselişte ama bir yandan da Yeni-Ricardoculuk Marksizme ciddi eleştiriler yöneltmiş. Bu ortamda Weeks’in çalışmaları özellikle iktisat alanında Marksizmin takip eden yıllardaki ana aksını belirleyecek nitelikler taşıyor. Özellikle farklı kriz açıklamalarının teorik ve politik eleştirisi, üretim alanına yapılan vurgu ve kâr oranları analizinin öne çıkarılması bu yöndeki unsurlar olarak öne çıkıyor.
Değinmek istediğim ilk çalışmasında, ki kitaptaki ilk makaledir, Weeks, kapitalizmde kriz analizine odaklanmış ve krizin analizinde üretim alanını öne çıkarmıştır. Ona göre sorun kapitalizmin üretim alanında ortaya çıkan çelişkileriyle ilişkilidir. Burada da Weeks’in asıl vurgusu belli bir ölçüde Fine-Harris’ten etkilenerek ifade ettiği kâr oranlarının düşme eğiliminedir. Dönemin eksik tüketimci kriz analizlerini eleştiren Weeks böylelikle Keynesçi, sosyal demokrat ve Yeni Ricardocu politika seçeneklerini de üretimden ziyade dolaşımla ilişkili sorunlara odaklanarak kapitalizmi yanlış tahlil ettikleri için eleştirmektedir. Weeks’in bu çalışmada bir diğer önemli tespiti ise emperyalizm ile ilişkilidir. Emperyalizm analizinin pazar arayışı vurgusu ile dolaşım alanına saplanıp kaldığını ancak emperyalizm konusunda temel meselenin kâr oranlarının düşmesi ile ilişkili olduğunu ifade etmiştir. Ona göre emperyalizm kârlılık üzerindeki baskıya karşı koyan bir eğilimi temsil etmektedir.
Değinmek istediğim ikinci yazıda ise Weeks, eksik tüketimci kriz açıklamalarının yanı sıra krizleri “kâr sıkışması” ile açıklayan yaklaşımları da eleştiriyor. Weeks kâr sıkışması yaklaşımını sınıf mücadelesini merkeze alması bağlamında bir “ilerleme” olarak kabul etse de bu yaklaşımın aynı zamanda Ricardo lehine, Marx’ın politik ekonomiye katkısını bütünüyle reddettiği için gerçekte geriye doğru büyük bir sıçrama olduğunu vurguluyor.
Kâr sıkışıklığı hipotezinin özü son derece basittir: Birikim sürecinde, işsizlerden oluşan yedek ordu azalır, bu da reel ücretlerin yükselmesine yol açar böylelikle de kârlar azalır. Weeks bu analize katılmıyor: Ona göre “Birikim süreci yedek orduyu akut bir emek kıtlığına yol açacak kadar azaltmak zorunda değildir, yedek ordu azaldığında ve bunun sonucunda reel ücretler yükseldiğinde, bu işçi başına artı değerin azaldığı anlamına gelmek zorunda da değildir…” Anlaşılacağı üzere Weeks kâr sıkışması analizine pek bir paye vermek niyetinde değildir.
Kitabın ikinci bölümü kalkınma ve azgelişmişlik konularına ayrılmış yedi yazıdan oluşmaktadır. Yer sınırımızı zorlamamak adına ikisinden kısaca bahsedelim ve gerisini meraklı okuyucuya ve kitabı Türkçeye çevirmeye niyetlenebilecek yayınevlerine bırakalım.
İkinci bölümün ilk yazısı olan Değer Yasası ve Azgelişmişliğin Analizi’nde Weeks’in ana tezi sermayenin genişlemesinin kapitalizm öncesi ilişkiler üzerindeki etkisinin, sermayenin aldığı biçim (meta, üretken, para) ve kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin doğası arasındaki etkileşim tarafından belirlendiği yönündedir. Ona göre sermayenin meta ve para biçiminde genişlemesi, kapitalizmin dinamizminin temeli olan ücret ilişkilerini yaratmak zorunda değildir. Aksine, kapitalist ticaret ve finans kapitalizm öncesi elitlerin gücünü pekiştirerek sanayi sermayesinin gelişimini engelleyebilir. Ücret ilişkileri daha ziyade üretken sermayenin uluslararasılaşması ya da endüstriyel sermaye ihracı süreci ile derinleşen bir özellik taşır. Aynı yaklaşım sermayenin yayılması ile kapitalizmin dönemleri arasında ilişkinin daha ayrıntılı kurulduğu bir sonraki makalede de izlenir.
Bu bölümün dördüncü sıradaki yazısı ise dünya ölçeğinde eşitsiz gelişmeyi sermayenin genişlemesi bağlamında ele alır. Marksist sermaye birikimi analizinin temel bir sonucu kapitalist gelişmenin eşitsiz olmasıdır. Weeks bu çalışmasında ülkeler arasındaki gelişmişlik düzeyi farklılığını, her ikisi de birikim sürecinden kaynaklanan birincil ve ikincil eşitsiz gelişme açısından açıklamaktadır. Birincil eşitsiz gelişme, kapitalist ülkelerin kapitalizmin erken aşamasında olan ülkelere kıyasla daha dinamik bir şekilde genişlemesinden kaynaklanmaktadır. Bu farklılık, kapitalizmin toplumsal ilişkilerine içkindir. İkincil eşitsiz gelişme ise, sermayenin toplumsal ilişkilerine içkin rekabet ve teknik yeniliklerin benimsenmesi nedeniyle, ağırlıklı olarak kapitalist ülkeler grubu içinde ortaya çıkar. Birincisi farklılaşma yaratır; ikincisi ise yakınsama ve ıraksamanın döngüsel bir modelini sergiler, yakınsama uzun vadeli eğilimdir.
Durup kısa bir süre kapitalizmin güncel sorunları üzerine düşünsek herhalde kalkınma, kriz ve onlarla ilişkili türev sorunların bugün yine küresel gündemin en önde gelen sorunları olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Oysa bize verilen reçeteler kalkınmış ve krizlerden azade bir dünya vadetmiyor muydu? John Weeks külliyatı, bu vaadin bir aldatmaca olduğunu ortaya koymaktadır.
/././
Evrensel - GÜNDEM
Cengiz’in bir günü-Evrensel Manşet
Milyonlarca dolar devlet garantisi, siyanürlü madenler, doğa talanı, yerinden edilen köylüler, yutulan meralar…
Daha önce de küfürlü sözleriyle gündem olan Cengiz Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Cengiz, bir bankanın yaş günü gecesinde magazin muhabirlerine demeç verip, kendisini eleştirenler için “Biraz kıçını kaldırsınlar, yaptığım işleri gezsinler. Hayal edemeyecekleri işleri yaptım” dedi. Oysa bir günde haber konusu olan işleri tersini söylüyor.
BALLI SEFER: 67 MİLYON DOLAR
Ankara YHT Garı’nı işleten Cengiz Holdingin de aralarında bulunduğu ortak girişime 2016-2023 yılları için toplam 67.3 milyon dolar ‘garanti ödemesi’ yapıldı. CHP’li Deniz Yavuzyılmaz’ın paylaştığı verilere göre söz konusu 8 yıl için, 38 milyon yolcu garantisi verilmesine rağmen taşınan yolcu sayısı 14 milyonu bulmadı; yüzde 64’lük sapma yaşandı!
2037’YE KADAR DÖVİZ GARANTİLİ
Devir tarihi 2037 yılına kadar garanti edilen yolcu sayısı 106 milyon. Yolcu başına garanti tutarı ise 1.5 dolar+KDV! Hizmete açıldığında 3 TL’nin biraz üzerinde olan 1 dolar şimdi 34 TL. Gar üzerinden büyük kazanç elde eden Cengiz’in yap-işlet-devret modeliyle işlettiği projeler arasında Kuzey Marmara Otoyolu ile İstanbul Havalimanı da bulunuyor.
KAZ DAĞLARI, ARTVİN, ESKİŞEHİR: ‘DEFOL CENGİZ’
Cengiz Holdingin feldspat görünümlü altın madenciliği yaptığı iddia edilen Kaz Dağlarındaki madende bilirkişi keşfi yapıldı. Keşfe katılan köylüler, “Defol Cengiz” diye seslendi. Eskişehir ve Artvin’de de siyanürlü maden faaliyetine başlamayı hedefleyen Holdinge karşı yöre halkı her iki yerde de mücadele veriyor.
‘CENGİZ DEMEK DEVLET DEMEK’
Cengiz Holding Elâzığ’ın Maden ilçesinde yüzlerce futbol sahası büyüklüğünde alana bakır madeni kuruyor. Mera bir anda hazine arazisine çevrilmiş. Mülk sahiplerine küçük bedeller karşılığı evlerini terk etmeleri için tebligatlar gönderiliyor. “Cengiz demek devlet demek” diyorlar. Tepkililer ama isim vermeye çekiniyorlar: “Zıt giderler, işimiz düşer yapmazlar.”
***
Madenliler bakır madenine tepkili: "Cengiz istedi, meralar hazine arazisi oldu" -Özkan ZÜLFİKAR-
“Benden iyi biliyorsunuz siz de. Cengiz demek devlet demek. O istedi, köy meraları bir anda hazine arazisi oldu.”(https://www.evrensel.net/haber/526641)
Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu, ağustos ayı açlık-yoksulluk sınırı araştırmasının sonuçlarını açıkladı. Araştırmaya göre, açlık sınırı bir önceki aya göre 182 lira artarak 20 bin 958 liraya, yoksulluk sınırı ise bin 855 lira artarak 64 bin 157 liraya yükseldi. Birleşik Kamu-İş'in Ar-Ge birimi KAMU-AR’ın dört kişilik bir ailenin, dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için tüketmesi gereken gıda ile beslenmenin yanı sıra diğer ihtiyaçlarını da yoksunluk hissi çekmeden karşılayabilmesi için yapması gereken harcamaları dikkate alarak hesapladığı açlık-yoksulluk sınırı araştırmasının Ağustos 2024 sonuçlarını açıkladı. Raporda, "Açlık sınırının bir önceki aya göre 182 lira daha artarak 21 bin lira sınırına dayandığı ağustos ayında, yoksulluk sınırı da bin 855 lira artarak 64 bin 157 lira oldu" denildi.(https://www.evrensel.net/haber/526699)
HRW Raporu: İsrail, Filistinli sağlık çalışanlarına işkence yaptı
İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) İsrail güçlerinin sağlık çalışanlarına yaptığı işkenceleri raporlaştırdı, UCM gibi kurumlar tarafından cezalandırılmaları gerektiğine dikkat çekti.(https://www.evrensel.net/haber/526693)
***
Anamur'da gece yarısı sondaj vardiyası: Doğal sit alanı yakınlarına tonlarca toprak döküldü! -Mahsun KILIÇ-
Mersin’in Anamur İlçesine bağlı Bozdoğan Köyü’nde bulunan doğal sit alanı olanı Mamure Kalesi ve Pullu Tabiat Parkı’nın hemen karşısında bulunan Köşekli Deresi yatağının içine, 22 Ağustos günü gece saatlerinde Öz Şimşek Jeotermal Enerji Sistemleri İnş. Tarım, Turizm Ltd. Şti. jeotermal kaynak arama faaliyeti için tonlarca toprak döktü. Halk, gece yarısı yapılan faaliyet için gerekli izinlerin alınmayarak yapıldığını belirti.(https://www.evrensel.net/haber/526680)(EVRENSEL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder