4 Ağustos 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XVII) -4 Ağustos 2024-

Vergi reformu ve TÜSİAD’ın dokunulmazlığı -Anıl Çınar-Turkuvaz Medya'nın başvurusu üzerine erişime engellenen köşe yazımızı bir kez daha soL okurlarıyla paylaşıyoruz. - İlk yayın tarihi: 29.07.2024

"Tekelci düzenin kuralıdır, pasta küçüldükçe büyük tekellerin ne kadar büyük olduğu daha rahat anlaşılır."

Büyük şirketlerin vergi vermemek için bin takla attığını biliyorduk. Ama son “dedikoduların” yetkili organlar tarafından doğrulanması yeni bir gelişme oldu. 

Vergideki adaletsizliğin başka adaletsizliklere karşı duyarlılığı kaşıması kuşkusuz mümkün ve iyi bir şey. Bu açıdan “sosyal” medyada oluştuğu iddia edilen tepkinin ne kadarının gerçek ne kadarının yaratılmış olduğuyla ilgilenmiyoruz.

Ancak, “adalet” keskin bıçaktır. Adalet arayışının, kendisi adaletsizlik üreten bu düzeni sorgulamaya varması düzenin tepesindekiler için en son istenecek şeydir.

Bunun üstesinden nasıl gelindiğini biliyoruz. Hatırlayalım, Bill Gates “en zenginleri vergilendirmeliyiz” diyenlerden biriydi. Ali Koç ise “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” diyecek kadar uyanıktı.

Şunun farkındalar: Kapitalist düzenin kimse için bir albenisi kalmadı. Ama kapitalizmin çarklarının çalışması için yağlanmaya ihtiyacı var.

“Ben de biliyorum bütün bunları, ama değişmiyor, en azından…” 

Patronlar derslerine iyi çalışıyor. Devrimci bir dönüşümün zehri olan, ortalamacılık ve bitkinlik üreten o kadim ideolojiye başvuruyorlar. Ayrıca bu büyük bir avantaj sağlıyor onlara. Kendilerini gizleyebilme kabiliyetini…

Evet, medyada dolaşıma çıkan büyük şirketlerin listesine bakıldığında özenle seçildiğini görüyorsunuz. İktidar bloğundaki gerilimler, küçülen pastadan kimlere ne pay kalacağı, kimlerin birbirinin ayağına bastığı muhtemel nedenlerdir.

Listede Amazon, Trendyol, Yemeksepeti gibi yeni palazlanan teknoloji/tedarik şirketleri var. Adlarını herkesin ezberlediği inşaat şirketleri ve Demirören, Turkuvaz gibi medya baronları da. Oysa, büyüğün de büyüğü var. Ve listelere baktığımızda asıl büyükleri nedense pek göremiyoruz. Asıl büyükler, TÜSİAD'ın çekirdek aileleri ve holdingleri yok.

Yanlış anlaşılmasın, adı geçsin geçmesin, vergi meselesinde halkın cebinden çıkana konan herkesle derdimiz var. Ama sermayenin güzeli çirkini olmazken bu farklılık nereden ileri geliyor?

Yorumlara bakıldığında nedeni kolayca anlaşılıyor: Bir grup misyon sahibi ekonomist ve gazeteci bu hengamede TÜSİAD'ın, söz konusu vergi reformunun asıl destekleyicisi olduğunu anlatıyor. 

Ne diyordu TÜSİAD’ın sözcüleri? “Vergi yükünün adil dağıtıldığı etkin bir vergi sistemine ulaşılmalı, vergi vermeyenden vergi almanın yolu bulunmalı”. Demek istedikleri aslen şuydu: Türkiye ekonomisinin kaynakları bize kadar var. Herkesin bir ısırık aldığı o büyük pasta artık yok. Herkes boyunun ölçüsünü alsın ona göre konuşsun.

Üstelik “vergi reformu” ne Mehmet Şimşek’in ne de diğer TÜSİAD’cıların ilk defa gündeme getirdiği bir şey. Tekelci düzenin kuralıdır, pasta küçüldükçe büyük tekellerin ne kadar büyük olduğu daha rahat anlaşılır. 

Nitekim TÜSİAD’ın Görüş dergisi 2011 Aralık’ında çıkan sayısı 2008 kriz dalgasının gecikmeyle gelen bir aksi gibidir. “Verginin kutsallığı”, “kayıt dışılığın önlenmesi” ve hatta sorumlu vatandaşın vergisini vermeyenden hesabını sorması TÜSİAD’ın topluma sunduğu çözüm önerileridir.

Bazı nüanslar dışında TÜSİAD’ın alet çantası o günden bugüne pek değişmedi. Aynı teknik çözümlemeler, aynı hikayeler…

Yani, bizim anladığımız, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Ömer Aras’ın “Vergi vermeyenlerden vergi almalıyız” derken kastettiği holdinglere TÜSİAD’ınkiler dahil değil.

Neden? Çünkü zaten Koç kadar Sabancı kadar büyükseniz oyunu “vergi kaçırmak” üzerinden kurmazsınız. Vergi kaçırmanın çok ötesinde bir oyun kurarsınız. O oyunda da attığınız adımlar baştan sonra “yasaldır.”

Nitekim, Kamuyu Aydınlatma Platformu’ndan ulaşılması mümkün belgelerde Koç’a, Sabancı’ya ve “oyunu kuralına göre oynayan” diğer büyük holdinglere sunulan cenneti fark etmek hiç de zor değil. Şirket açıklamalarında yazılanlar “vergiden yasal olarak nasıl düşülür?” sorusunun yanıtı gibi.

Tabii bu da yetmez. Yetmeyeceğini bildikleri için “biz yatırım yapıyoruz” argümanına başvururlar.

Asıl mesele de burada. TÜSİAD bir yandan Türkiye ekonomisinin kaynak yönetimini kontrol ederken diğer yandan itinayla inşa ettiği networkü kendi adına konuşturmaktadır.

Bu networkte aile adıyla kurulan üniversiteler, köşe yazarları, “siyaset bilimciler”, fon kavşağına dönüşmüş “sivil toplum kuruluşları”, düzen siyasetinin her kanadından siyasetçiler ve elbette “solcular” bulunuyor. 

Yani aslında TÜSİAD’ın konuşmasına ihtiyaç yok. Bunlar konuşsun, tartıştırsın, normalleştirsin. Kimse Koç’un kârını sorgulamasın, sorgulayana da “zamanı mı” denilsin, kimse TÜSİAD’a dokunamasın.

Bu ideolojik kirlenmede gedik açmadan halk adına bir çıkış imkansız.

İnsanın aklına ister istemez Umut Sarıkaya’nın ünlü karikatürü geliyor: “Doğru diyorsunuz da sonuçta işverenler de o kadar kişiye ekmek yediriyo…” Ama bir önemli farkla, karikatürde konuşan “teyze”nin yerini Ali Koç sempatizanları ve holding profesörleri almış durumda.

Buna yanıtı polis saldırırken “biz burada yirmi sene ekmek yedik” diyen, mücadele eden Polonez işçisi veriyor.

Biz ürettik ve biz yedik. Şimdi de hakkımız olana el koyma zamanı.

                                                              /././

Genco Erkal’dan ne kaldı? -Asaf Güven Aksel

Kahraman, kurulu düzen içinde kendi başına duran aydın, sanatçı değildir. Partidir, örgütlülüktür. Örgütsüz aydın, tek tük aykırı emsal bulsanız da, bir yere kadardır.

soL’da birkaç haftadır pazar günlerini iple çektiren “Sahaflar Çarşısı” dizi yazılarını takip ediyorsunuz değil mi? Yusuf Şaylan ve Özkan Öztaş, “zamanın soluğuyla biraz yıpranmış” kitapların sayfalarını özenle çevire çevire, öyle dağarcık zenginleştirici, öyle bellek dürtücü, öyle önemli bir “iş” yapıyorlar ki… Oldu da, şimdiye kadar kaçırdıysanız, sitede arşivine dalıp okumanızı hararetle öneririm.

Bu “kafadarların” böyle bir şeye muhabbetle kol sıvayışlarına, açıkçası haset ettim ve şöyle pek bilinmeyen afili bir kitap da ben hatırlatayım da, nazire olsun diye özendim. Ama ne mümkün! Patronlar düzeninin zulmü, zindanı, ipi, kurşunu, alevi yetmez gibi, doğanın kaçınılmazı da hükmünü günbegün aydın kıranıyla gösterir olunca, öylece kırıldı, bir kenarda kaldı hevesim. Ama, bu dizi yazılar, bana, bir tozlu rafta bir kitaba uzanıp çeken ve bıraktığı boşluğundaki temizliği ortaya çıkaran parmaktaki boğum boğum vefayı çağrıştırdı ve belki bu tatsız, can yakan gerekçeli erteleme, bu iki olgunun buluşmasına vesile olabilir diye düşündürdü.

Genco Erkal öldü. Genco Erkal yani, artık yok. Bu kadar sade, kaba bir şey oldu. 

Çok izledim, dinledim sahnede, oyunlara şiirlere beden ve ses oluşunu. Ama niyeyse, onca şeyin içinden, “Faize Hücum”da bankerin kapısını sırtlayan baba, 5 numrolu kamyonetinin lastiğine giysilerini tıkıştırıp çırılçıplak kalan Şoför Ahmet, Bay Puntila’nın masa üstünde yuvarlanan uşağı Matti ve Hakkâri’de öğrencileriyle vedalaşan  öğretmen ve çoban kabanı gelir en sık gözümün önüne. Ah, bir de, Brecht’in ünlü dilemmasının sahnenin zemin ahşabını kırarcasına karşılıklı ayaklar yere vurularak haykırılışı… Ne yazık o ülkeye ki… asıl ne yazık o topluma ki… Andrea. Galilei… yoksundur! ihtiyaç duyar! kahraman!

Geçen öldü Genco Erkal. Artık yok yani. Çok kaba… 

Hakkâri kırsalından Ferit Edgü’yle Genco Erkal, peş peşe gidip, portakal görmemişlerin Erkan Yücel’i eliyle Onat Kutlar’a yeni bir sinopsis uzattılar derdik, materyalist olmasak…

Hayat sert med-cezirlidir bazen, kırgınlıklar, öfkeler de canlılığın doğası gereğidir. Orhan Veli, “ölünce biz de iyi adam oluruz” derken, “hayırla anma”yı sarakaya alır gibidir. 

Azımsanmayacak bir kesim “Genco Erkal realitesi”ni böyle değerlendirdi ölümünün ardından. Ölünün değil, ölümün ardından, yoksa sağken de dile getirilmişti. Vehbi Koç Vakfı’nın ödülünü kabul etmişti Erkal. Doğru, keşke reddetseydi. Stalin’i Hitler’le eşitlemişti. Evet, tarihe karşı ayıptı en azından. TKP’ye çemkirip CHP’ye duacı olmuştu. Gerçekten kırıcıydı…

Daha pek çok örnek vardır mutlaka aramızdan soğuk yel geçiren. “Soğuk yel” fazla naif oldu diyecekler de haklıdır, küstüren, sırt çevirten, vedalaştıran gibi doz ayarı yapacaklara sözüm yok. Keşke biyografisine bunlar sıçramasaydı. Ama oldu. Sonra Genco Erkal öldü. Yoo, ölüm bu “keşke”leri, hayırla anarak” silme, olmuşu olmamış gibi örtme vesilesi olamaz. Devrimciyiz biz. Tıpkı “olmuş”u hatırlatanlar gibi.

Genco Erkal öldü. Ölüm, şeydir de, bilançodur da. “Nasıl bilirdiniz?” derler ya, o olsa gerektir. Aktife pasife bakmadan “hayırlar”lar İslami gelenekte. Ama, biz devrimciyiz. Hayatına bakarız gidenin. Ardında toplamda ne bıraktığına. 

Keşke bunlar olmasaydı biyografisinde, ama, halka, emekçi sınıfa ihanet, sermayeye satılmışlık, dolayısıyla kurulu düzenin kendini tahkim etmesine yardım mıdır Genco Erkal’ın yekûnu? Öyle mi bilirdiniz, hayatını ve bütün kalanı? O iğrenç şair, ne diyordu dönüş beyanında? “Tutun ve yüzleştirin hayatları…” Hadi yüzleştirelim bence de. 

Dostlar Tiyatrosu repertuarı, eğitmen ve oyuncu kadrosu, yetiştirdikleri,  izleyici  profili, kurulu düzen ve emek çelişkisinde durduğu saf, toplumsal ve sanatsal temsiliyeti hep toplanıp tarihin kantarına çıkacak ve Koç Vakfı, hem de Evren’e mektup yazmış Vehbi damga vuracak Genco Erkal olgusuna öyle mi? Kırgın öfke anlaşılır bir şeydir, özellikle yakınına karşı, ama gerçekten söyleyin, öyle mi? Zaman geçecek, yürekler soğuyacak, bir kendine has tınılı sesin, bir mimiğin, geniş geniş jestlerin, bir teatral bakışın, artık hiç sahne almayacağı bilince çıkacak. Yaman bir eksiklik mi sızlatacak burun kemiğimizi, “ya, o zaten Vehbi…”buzuna mı keseceğiz o zaman? Ne kalacak geriye?

Bu, Genco Erkal üzerine bir yazı değildir. Onu çok daha yetkin yapacak dostlarımız var… Bu, Genco Erkal eleştirilerine çok anlamsız olacak bir yanıt da değildir. O değildir, bu değildir, e, nedir?

Bu, o “Sahaflar Çarşısı”nda raftan kitap çeken  parmakta gördüğüm vefa iç gıcıklamasıdır. Kalan boşluktaki toz değmemişliğin hakkını teslimdir.

Bernard de Chartres, “biz onlardan daha iyi görebiliyor ve daha uzakları seçebiliyoruz. Gözlerimiz daha keskin, ya da boyumuz daha uzun olduğu için değil, sırf bizi omuzları üzerinde havaya kaldırdıkları için” der, severim...Mütevazıdır vefa….

Ve bunların ötesinde, haklı dayanaklar bulunsa da, öfkenin üst perdeliliğinin nedenine bir başka yönden bakma denemesidir bu.

Sondan başlayarak şöyle bir hafıza kurcalarsak… “Koç Vakfı üzerinden sermayeye soytarı olmuş” Genco Erkal. “Etliye sütlüye karışmamış, eylemsiz” Ferit Edgü. “Saray’a bel büken” Fazıl Say. “Erdoğan sakilliğini kadrajlayan” Ara Güler. Sayın siz daha…  Tuhaf mı bu öfke? Hayır, çünkü bu durumda maalesef Andrea haklı demektir, bu ülke, kahramandan yoksundur. Bu da öfkeyi artırır, çünkü maalesef Galileo’nun hayıfı da geçerlidir  ve bu ülke, kahramana muhtaçtır. Sezen Aksu bile, ne niyetine yenecek belirsizlikte olabilir…

Kolaydır, yukarıda sayılan ve çok dahası sayılacak isimler üzerinden, “şunu yaptı”lar, “şöyle yaptıydı”lar üzerinden lanetler ve alkışlar salıncağında oyalanmak. “Son tahlilde” bilançonun hangi hanesi ağır basar diye bakmak, şimdilik mümkün olan tek çözüm gibi.  Koç ödülü mü, örneğin Dostlar Tiyatrosu’nun AST’La birlikte Brechtyen, Nâzımgil (şimdi mi uydurdum?) sosyalist sanat birikimin azımsanmayacak parçası olması mı? Deklanşörde, emekçilerin, yoksul halkın, kenar semtlerin insan sıcağıyla buğulanmasının kareleri mi, Erdoğan’ın klozeti mi? “İnsan nedir şimdi bildim…”ler ve orotaryolar, Altıoklar, Nâzımlar mı, “konserime hoş geldiniz” mi? Türkçenin olağanüstü içten akış kullanımının, emeğin ve mahrum bırakılmışların metinleri, yayınları, boyaları mı, “hiç polemiğe girmezdi” mi? Sayın siz dahasını…. Ne kalır dersiniz bizim tarihimize?

Tamam, keşke olmasaydı çok şey. Lâkin, evvel madde! E oldu, e olacak da… 

Ama durum bu mudur? Bizi kimin ne gün ne yaptığının ötesine sıçratacak bir yol yok mudur? Vardır. Kahraman, ancak ve ancak örgüttür, örgütlü güçtür. Bunun üzerinden atlarsak, bireysel, dolayısıyla, bireylerin genelleşmesinden oluştuğuna göre toplumsal planda örgütsüzlük, yalnızlık, tek başınalık ve güçsüzlük duygusunun hâkim oluşuyla da kendini gösterir. 

İçinde yaşadığı düzenin kötülükleriyle baş edemeyeceği düşüncesinin yaygınlığı, bir kurtarıcı, bir kahraman arayışına, bekleyişine kaynaklık eder. Amerikan tarzı “süper kahraman” çizgiromanlarının dayandığı temel “ihtiyaç”, bile budur. Bizde, onların yerini, özellikle 2000’ler sonrası popüler figürler almıştır. Son derece kaygan bir zeminde yalpalayıp duran figürlerin, yalpaladığı yöne göre kâh nefret, kâh omuzdaşlık boyutunda karşılık bulması, örgütsüzlük kaynaklı güçsüzlüğün açık göstergesidir.

Daha çok müzik ve televizyon alanındaki isimlerden örnekleri düşünün. Bir cümlesiyle satılmış hain, üç vakit sonra bir başka cümlesiyle canımızın içi olup duran, sonra hop, yine alçalan ve bu döngüde şaşkın ne çok “ünlü” var değil mi? Öfke ve bağışlama gitgelleri sadece balık hafızalılığa bağlanamaz. Örgütsüzün, yanında bir güce duyduğu yakıcı ihtiyaçtandır. O kadar yalnızdır ki, o kadar tutunacak dal aramaktadır ki…

Kendini solda gören ya da gösteren bir aydından, sanatçıdan, omurgalı, sarsılmaz duruş tutarlılığı beklemek, bunu görmeyince öfkelenmek yanlış mı? Kesinlikle değil, ama eksik ve çıkışsız, biraz da ham ve küfesiz olmadığında. “Karşı safın insanı mı” yanıtı, anlık değil nesnelse.

Dedik ya, kahraman, kurulu düzen içinde kendi başına duran aydın, sanatçı değildir. Partidir, örgütlülüktür. Örgütsüz aydın, tek tük aykırı emsal bulsanız da, bir yere kadardır.  O zaman örgütlensinler efendim, ona da gelmiyorlar! Öncü-kitle diyalektiği, entelektüel yeti kademesine bağlı bir şey değildir. Öyle olsa, sana ne gerek, bana ne gerek, parti ne?…

Yalpalıyorlar mı zaman zaman? Onlarla bir o yana bir bu yana salınmaktan, sevgi-nefret ilişkisinde bocalamaktansa, sınıfın organik aydınlarını üretmeye ne oldu kuzum?

“Size burada kaldığım süre içinde birçok şey öğrettim. Birçok şey öğrendiniz... Ama ben şimdi sizden giderayak bir şey istiyorum. Bütün öğrettiklerimi unutun... Size hayat bilgisi dersleri verdim. Ama siz hayatın gerçek bilgisini kendiniz burada, bu dağ başındaki köyünüzde, sonra, uzak kentlerdeki askerliğinizde, maphusluklarınızda öğreneceksiniz. Unutmayın ki kitapların yazdığı her zaman doğru değildir. Benim için doğru olan, sizin için doğru değildir. Benim için gerçek olan, sizin için gerçek değildir.”

                                                            /././

Volpedo’nun sakin ve kararlı Dördüncü Kuvvet’i -Fide Lale Durak-

*Kapak resmi: Giuseppe Pellizza da Volpedo, 1901, “Dördüncü Kuvvet / II Quarto Stato”, Milano Novecento Müzesi

"Volpedo’nun resmi kendi ülkesinde kıyısından dönecek olsa da, işçi sınıfının tarihsel sıçrayışına uzanan örgütlü yürüyüşünü gösteriyor."

Ressam Volpedo’nun, işçi ve köylülerin hakları arama yürüyüşünü betimlediği “Dördüncü Kuvvet” resmini birçok kişi görmüştür. Hatta Bernardo Bertolucci’nin anıtsal filmi Novocento bu tablo ile açılır. Öte yandan, bu resmin görselliği herkesin hafızasında yer etmesine rağmen ne ressamın ne de tablonun adı fazla bilinir. Resme ilk baktığımızda, bir taraftan hâkim renklerin sıcaklığı içimizi ısıtırken, diğer taraftan tanıdıklık duygusu yürüyenlerin bizden biri oldukları hissini yaratır. Belki 21. yüzyıla ait insanlar değillerdir ama yine de bizim tarihimizden birileridir. Yüzlerindeki sakin ifadeden ve kararlı adımlarından tanıyoruzdur onları. Güçlü duruşlarının sebebi sadece kalabalık olmalarından değil, hareketlerindeki kararlığa da yansıyan emin oldukları ideolojilerindendir. İşçi sınıfının tarihinden biliyoruzdur onları.

Öyleyse daha yakından bakalım…

İtalya’da kapitalizm, Fransa ve İngiltere ile kıyaslandığında daha geç gelişmiş ve erken kapitalistleşen ülkelerin 1840’larda yaşadığı işçi hareketlilikleri İtalya’da ancak 1900’lerde yaşanmaya başlamıştır. Ve aynı geç kapitalistleşme sebebiyle, İtalya’daki sanayileşme güneye daha yavaş inerken aynı zamanda işçilerin dikkate değer bir dezavantajı vardır; İtalyan burjuvazisi diğer erken kapitalistleşmiş ülkelerden dersler çıkarmış ve feodalizmi tam anlamıyla tasfiye etmemiştir. Bu yüzden İtalyan burjuvazisi ve feodalleri ortak düşman olan işçilere karşı birlikte hareket etme konusunda beceriklidir. 

1900’lerde İtalya’nın kuzeyinde sanayi burjuvazisi ağırlığını artırırken, güney kesimlerinde feodal beyler hakimiyetlerini sürdürmeye devam eder. Bir taraftan İşçi Odaları, İtalyan İşçi Partisi ve ardından Sosyalist Parti kurulur, diğer taraftan feodallerin ve burjuvazinin şiddet içeren kirli çözüm yolları türemeye başlar. Örneğin İtalyan mafya babaları tam da bu dönemde, özellikle Sicilya gibi güney kesimlerde, işçi ve köylülerin sorunlarını “çözmek” için görev almaya başlamışlardır. “Dördüncü Kuvvet” ise, örgütlü işçi hareketlerinin daha fazla görüldüğü ülkenin kuzeyinde, aynı zamanda sanatçının doğduğu ve öldüğü yer olan Volpedo kırsalında geçer. 

Resmin adı “Dördüncü Kuvvet”, 19. yüzyıl Sanayi Devrimi sırasında kullanılan “Üçüncü Zümre (Tiers Etat)” terimine atıfla konulmuştur. Üçüncü Zümre ilk defa Fransız Devrimi sırasında rahip ve soylu olmayanları, yani köylüler ve işçilerle birlikte burjuvaziyi ifade etmek için kullanılmış olsa da, işçi ve köylülerin burjuvazi ile aralarında bulunan sınıfsal çelişkilerden kaynaklı olsa gerek, kullanımı zamanla sadece burjuvaziye daralmıştır. Sanatçı da manidar bir tercihle resme “II Quarto Stato”, yani doğru çevirisiyle “Dördüncü Zümre” adını vermiştir, ama Türkçeye “Dördüncü Kuvvet” olarak yerleşmiştir.

       Giuseppe Pellizza da Volpedo, 1895-1896, “İnsan Dalgası/ Fiumana”, Pinacoteca di Brera Müzesi Milan

Volpedo, “Dördüncü Kuvvet” resminden önce birçok taslak yapmış ve bunların arasından “İnsan Dalgası” isimli çalışması hiçbir zaman bitmemiş olsa da tek başına ünlenmiştir. Hem nihai resimde hem de söz konusu taslakta kompozisyon aynıdır. Kalabalığın öncüsü üç kişiye doğru sivrilen üçgen geometri, bir taraftan klasik resimde sıkça karşımıza çıkan dengeli bir kompozisyon oluştururken bir taraftan da insanların ileriye akış haline güç vermektedir. Öndeki figürlere vuran ışık resmin odağını iyice belirginleştirir. Bu odak “Dördüncü Kuvvet”te elinde bebeği ile ileri atılmış kadınken, “İnsan Dalgası”nda ceketini omzuna vurmuş, kalabalığın emin ve sakin halini simgeleyen adamdır. Önde yürüyen kadın Volpedo’nun karısı Teresa’dır. Resimdeki diğer insanların kimler olduğunda dair detaylı bilgi internet kaynaklarından okunabilir.1

İyi bir taslak olmasının dışında “İnsan Dalgası”nı önemli kılan bir diğer unsur ise, Volpedo tarafından tuvalin kenar boşluğuna yazılan şu şiirdir:

Duyuluyor… insanlık nehri nazikçe akıyor
ve büyüyor. Dışında kalmak bir suç.
Filozof, kitaplarını kenara koy ve akıntının başına geç,
çalışmalarınla ona rehberlik et.
Sanatçı, o seni, sunmayı bildiğin güzellikle,
mutsuzluğu dindirmen için taşıyacak.
İşçi, yorucu emeğin yüzünden içtiğin
şişeyi kenara bırak,
ve akıntı seni taşıyacak.
Ve ne yapacaksın? Karın, çocuğun seni
adalete susamış insanlık nehrini büyütmeye çağırıyor.
Bugüne dek ayaklar altına alınmış
ve şimdi uzakta parlayan bir serap olan adalete.

Resim biçimsel olarak olarak neo-empresyonist ve daha spesifik olarak divizyonist olarak tanımlanır. Divizyonizmin öncüsü George Seurat, sadece biçimci bir yaklaşımla değil aynı zamanda bilimi de dahil ettiği bir yöntemle yeni bir teknik geliştirmek için uğraşmış ve renkleri tüplerden çıktıkları ham halleri ile birbirine karıştırmadan, yan yana sürerek, gözün optik bir yanılgıyla rengi kavramasını sağlamıştır. Böylece örneğin, birbirine karıştırılmadan sürülen mavi ve sarı renkler yakından ayrı ayrı görülebilirken uzaktan yeşil olarak algılanır. Yeşilin tonlarını oluşturmak ise ayrı bir ustalıktır. Volpedo’nun resmini uzaktan gördüğümüzde gerçekçi bir üslupla renklerin tuvale uygulandığını sanırız ama yüksek çözünürlüklü haline baktığımızda boyanın ayrı ayrı sürülüşünü fark edebiliriz.

Volpedo, Seurat gibi renkleri noktalar halinde değil, daha çok Van Gogh gibi çizgisel hareketlerle boyamıştır. Bu çizgisel üslup aynı zamanda resme dinamik bir duygu katar, figürlerin hareketi gerçekçidir hatta figürler hareket halindeyken yakalanmaya çalışılmıştır. 

Son önermenin Volpedo için doğru olma olasılığı yüksektir çünkü sanatçının 1904 yılında yaptığı ve fütürizmin erken işlerinden olan “Penice Geçidinde Araba” resmi bu yaklaşımı kanıtlar niteliktedir. Resimde görünen bir araba yoktur. Sadece arabanın hızının arkasında bıraktığı toz ve o hızı anlatmak için kullanılmış fırça hareketleri ile akıp giden yolu görürüz. Resim, Munch’un akışkan ve dışa vurumcu fırça kullanımıyla yaptığı ünlü Çığlık (1893) tablosundan sonradır ama Fütüristlerin faşist manifestolarını yazmasına daha beş yıl vardır. 

              Giuseppe Pellizza da Volpedo, 1904, “Penice Geçidindeki Araba / Auto al Passo del Penice”

Volpedo’nun içeriği toplumcu gerçekçi, biçimi avangard olan resimleri kendi dönemi içerisinde çok tanınmamıştı. Bunun en büyük nedeni sanatçının resimlerini halkın kolaylıkla ulaşabileceği yerlerde, hatta mümkünse sokakta sergilenmesi yönündeki ısrarı olabilir. Bir diğer sebep olarak, sanatçının 1907 yılında, karısının ve oğlunun ölümünün ardından henüz 38 yaşındayken intihar etmesi ve kısa ömründe sınırlı sayıda üretimde bulunmuş olması gösterilebilir. Ama 1920 yılında, Milano’da bulunan Civic Galeri sosyalist bir konsey tarafından yönetilirken, kamusallaştırma amacıyla “Dördüncü Kuvvet” resmi satın alınır. Bu sayede, tablonun sonraki yıllarda Milano’da halka açık farklı mekanlarda sergilenmesi sağlanır. Resim, 19. yüzyılda sosyalizm ideolojisiyle kimlik kazanan işçi sınıfının bir sembolü haline gelir ve Volpedo’nun halkla buluşma arzusu geç de olsa gerçekleşir. 

Tarihteki devrimler ya da önemli gelişmeler, çoğu zaman bazı trajik olayların peşine yaşanan ani değişimler olarak gerçekleşiyor. Örneğin bir Sırp milliyetçisi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliahtını vurur ve Birinci Dünya Savaşı başlar ya da Kışlık Saray basılır ve Ekim Devrimi patlak verir. Halbuki, önemli kırılımların öncesinde belli bir olgunlaşma dönemi yaşanır. İşte Volpedo’nun resmi de, kendi ülkesinde kıyısından dönecek olsa da, işçi sınıfının tarihsel sıçrayışına uzanan örgütlü yürüyüşünü gösteriyor. İçinde birçok kavgayı barındıran, yenilgileri de olan ama bütününe baktığımızda sakin ve kararlı olmaması için hiçbir sebebin olmadığı, haklı bir ideolojiyle donanmış, kendinden emin bir sınıfın yürüyüşü…

Volpedo’nun resminde, İtalya’nın kuzeyinde uzak bir kırsalda yürüyenler belki el konulan topraklarını geri almak için, belki düşük ücretli uzun çalışma saatlerine son vermek için harekete geçmişler ama bugün, “zenginliğinize el koyacağız” diye burjuvazinin karşısına dikilenleri hatırlatıyorlar.

***

Bu vesileyle, soL haber’de Pazar günü kültür sanat yazılarına kaldığımız yerden devam edeceğimizi paylaşmak istiyorum. Bir resmin tarihte bıraktığı izi kendi dönemi içerisinde analiz etmek ve resimden yola çıkarak günümüzün nesnelliğinde estetiği tartışarak birer özne olarak bakışımızı ortaklaştırabilmek amacıyla yazacağız. Umarım ihtiyacımız olan aydınlık için ufacık bir katkımız olur.

                                                                    ***

İSO 1000 listesi: Burjuva iktisatçıları nasıl yanılıyor ve yanıltıyor, işçiler için gerçek ne? -Mehmet Tuna Doğan-

"Sömürü oranlarında yaşanan sıçramanın ardında emekçi halkın bedelini enflasyon olarak ödediği kâr patlaması ve ücretlerin ezilmesi yatıyor."

İstanbul Sanayi Odası (İSO) her yıl yapılan Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu çalışmasının 2023 yılı sonuçlarının ikincisini geride bıraktığımız hafta yayımladı. Çalışma ilk 500 ve ikinci 500 olmak üzere iki adımda açıklanıyor. Dolayısıyla bu hafta açıklanan rakamlarla beraber Türkiye’nin en büyük 1000 sanayi kuruluşunun 2023 yılı karnesi de ortaya çıkmış oldu. Biz de bu yazıda çalışmanın kamuoyuna açıklanan verileri ile elden geldiğince durumu özetlemeye çalışacağız. 

Sömürü oranları tarihi zirvelerini koruyor

Çalışmanın en çarpıcı sonuçlarından biri 2021-2022 yıllarında ders kitaplarına girecek kadar çarpıcı bir biçimde yükselen sömürü oranları. Burada sömürü oranı olarak toplam katma değerde ücret dışı kalemlerin (kâr ve ödenen faizler) ücret kalemine oranını kullandık. Bir başka ifadeyle emeğin yarattığı değerde el konulan kısmın emeğin eline geçen kısma oranı. Buna göre Türkiye’nin ilk 500 sanayi kuruluşu için, AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılı ile pandemi öncesi son yıl olan 2019 arasında yüzde 95’lik bir ortalamada seyreden sömürü oranının 2020’de yüzde 125, 2021’de yüzde 210 ve 2022 yılında ise yüzde 271’e fırladığı görülüyor. Bir başka ifadeyle, 2022 yılında İSO 500’de ortalama bir işçinin aldığı 100 birimlik ücrete karşılık yarattığı 271 birimlik değerine el konulmuş. 

Her ne kadar İSO 500’de 2023 yılında sömürü oranında yüzde 160’a doğru bir gerileme (!) yaşanmış gibi görünse de bu noktada EYT kapsamında ödenen kıdem ve ihbar tazminatları önemli ve tek seferlik bir yanılsama yaratıyor. Bu konuda resmi bir veri ne yazık ki yok. Ancak Zafer Yükseler1 yaptığı bir çalışmada, kimi varsayımlar altında, 2023 yılında EYT kapsamında ödenen tazminatların toplamda 800 milyar TL civarında olduğunu ve bunun milli gelirde emeğin payına ilave bir 3 yüzde puan eklediğini hesaplıyor. Bu bakış açısı ile İSO 500’de sömürü oranlarının 2023 yılında tarihi yüksek düzeylerini hemen hemen koruduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıdaki grafikte dikkat çekici bir başka gelişme de tekelleşme eğilimi arttıkça sömürü oranlarının da sert şekilde arttığı gerçeği.

Sonuç olarak ortaya şu çıkıyor: Türkiye burjuvazisi pandemi ile beraber oluşan koşulları iyi değerlendirmiş ve işçi sınıfına ülke tarihinde önemli yer edinecek bir saldırı dönemi başlatmıştır. Bu dönem Mehmet Şimşek ile beraber başka bir faza geçmiş olsa da özü itibarıyla halen devam etmektedir. İşçi sınıfının saflarındaki iktisatçılar pandemi sonrası dönemi anlamak ve anlatmak konusunda daha fazla çaba harcamalı. Güzel ülkemiz birçok açıdan olduğu gibi, bölüşüm-sömürü ilişkileri açısından da fazlasıyla özel bir dönemden geçiyor, bu çok açık.

Ücret ve kârların seyri: Sermaye azgınlığı sınır tanımıyor 

Patron örgütü İSO’nun iktisatçıları da sosyal medya ünlüsü holding ekonomistlerine taş çıkarırcasına kârların 2023 yılında enflasyonun altında bir artış gösterdiğini, yani bir anlamda kârların reel olarak gerilediğini öne çıkarmışlar. Halbuki meselenin aslı hiç de öyle değil. Sömürü oranlarında yaşanan sıçramanın ardında emekçi halkın bedelini enflasyon olarak ödediği kâr patlaması ve ücretlerin ezilmesi yatıyor, aşağıdaki tablo ve grafikten bunu anlamak mümkün: Pandemi ile beraber 1000 firmanın kârı reel2 bazda çığırından çıkmış ve 2022 yılında 1998 düzeyinin 6 katını aşan bir düzeye ulaşmış. İSO’nun bahsettiği 2023 yılındaki gerileme 1998 düzeyinin 4 katından biraz fazla bir seviyeye yaşanan gerileme! Öte yandan 2022 öyle bir yıldı ki işçi başı ücretleri ortalama dolar kuruna bölüp ABD enflasyonundan arındırdığınızda, dolar cinsi işçi başına reel ücretin 1998 seviyesinin yaklaşık yüzde 30 altına kadar gerilediği görülüyor. Buna karşın aynı dönemde patronlar dolar cinsi reel kârlarını neredeyse 4’e katlamış. 

Özetlemek gerekirse, 2023 yılında kârlarda 2022’ye göre bir gerileme yaşanmış olmakla birlikte reel bazda düzeyler tarihsel ortalamaların hala kat kat üstünde. 2023 yılında ücretlerdeki reel artış ise EYT etkisine rağmen kârlardaki patlamayla kıyaslanamayacak düzeyde.

Türkiye’de servet etkisini görmeyen her analiz artık eksiktir

2023 yılı İSO çalışmasında önemli bir yenilik de var. 2023 yılı bilançoları için başlatılan zorunlu enflasyon muhasebesi uygulamasını çalışmaya yansıtmışlar. Konuyu okur için kısaca anlatmak gerekirse; bir firmanın 2004 yılında 100 liraya bir arsa satın aldığını varsayalım. Enflasyon muhasebesi uygulaması öncesinde, bu arsa, firmanın 2022 yılı bilançosunda da 100 lira olarak görünüyordu! Okur, bunu belki son yerel seçim öncesi İmamoğlu dahil adayların mal beyanlarından da hatırlayacaktır. Onlarca milyon liralık gayrimenkuller, alındıkları yıldaki alış bedelleriyle listeleniyor, mal varlığı ufak gösteriliyordu. Şimdi yeni uygulama ile firmalar, ilgili kalemin bilançoya girdiği tarih ile 2023 yılı arasındaki yurt içi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) artışı kadar bu kalemlere güncelleme yapmak zorunda kaldılar.

Peki konunun servet etkisi ile ilgisi nedir? Örneğin bilançolarda arazileri, araçları, binaları, makineleri vb. kapsayan maddi duran varlıklar kalemi enflasyon muhasebesi öncesinde İSO 500 için 1,4 trilyon lirayken, enflasyon muhasebesi yapıldıktan sonra bu rakam 4,7 trilyon liraya sıçramış! Yüzde 242’lik bu astronomik artış pandemi sonrası dönemde varlık fiyatlarındaki patlamanın servet sahiplerini nasıl ihya ettiğinin de bir göstergesi. Zira firma bilançolarındaki bu durum şahıs olarak burjuva vs. her türden tuzu kurunun sayısız malikaneleri, han-hamamları, lüks araçları, arazi ve arsaları için de geçerli. Bu anlamda sömürü oranlarında gelinen nokta korkunç olmakla birlikte, işin içine servetlerdeki patlamayı da katmayan her analiz Türkiye’de yaşanan eşitsizlik artışını açıklamaktan uzak kalacaktır.

Enflasyon: Suçlu kim, ücretliler mi kâr sahipleri mi?

Kabul etmek gerekirse, holding iktisatçıları enflasyonun ‘yüksek ücret artışlarından’ kaynaklandığı safsatasını toplumun emekçi kesimlerine kabullendirmekte önemli bir mesafe aldılar. En azından, ücretlerin adeta pres makinasından geçirildiği bir dönemde genel olarak ortama hâkim olan sessizlik buna işaret ediyor. Burada yukarıda belirtilen önermeyi yineleyeceğiz; pandemi sonrası iktisadi sürecin, bu özel dönemin emekçi sınıflara daha açık, daha çarpıcı şekilde anlatılması önemli bir görev, emeği çalınanların yanında saf tutan iktisatçıların sesi daha gür çıkmalıdır. 

Konuya dönecek olursak, burada enflasyonu belirleyen dinamikleri önce milli gelir, ardından da İSO çalışmasındaki verilerle yapılan kimi hesaplamalar üzerinden ele alacağız. 

Bu konuda en çok kullanılan yöntemlerden birisi gelir yöntemiyle milli gelir kalemlerinin ayrıştırılması ve milli gelir tanımlı enflasyona her bir kalemden gelen katkının hesaplanması. Rakamlar 2021 yılında enflasyonun yüzde 75, 2022 yılında ise yüzde 70’inin kâr artışlarından kaynaklandığını gösteriyor. 2023 yılında ise EYT etkisiyle, yüzde 38 ücret ve yüzde 52 kâr artışı kaynaklı bir tablo söz konusu. Genel olarak pandemi sonrası 4 yıllık enflasyonist dönem (2020-2023) üzerinden bakıldığında kabaca yüzde 23’e yüzde 67 olacak şekilde kâr artışlarının enflasyonda ana belirleyici olduğu bir tablo söz konusu (kalan kısım ürün ve üretim üzerindeki net vergilerden geliyor). 

İSO verilerine dönecek olursak; ücret artışlarının firma maliyetlerini yükselttiği, buna karşın da firmaların fiyatları artırdığı ve sonuç olarak fiyat istikrarının bozulduğu en çok dile getirilen safsata. Peki rakamlar ne söylüyor? Bizim görebildiğimiz kadarıyla İSO 500’de toplam firma maliyetleri gibi bir kalem bulunmuyor, ancak net satışlardan dönem kârını çıkardığımızda geriye kalanı toplam maliyet olarak görmek teorik olarak mümkün. Ödenen maaş ve ücretler kalemini, bu toplam maliyet kalemine böldüğümüzde firmaların toplam maliyetinde işçi ücretlerinin payını bulmuş oluyoruz. Buna göre (İSO’nun buradaki rakamları 2013’e kadar gidiyor) 1000 firmanın işçi maliyetlerinin toplam maliyetlerdeki payı 2013’ten pandemiye kadar olan dönemde yüzde 7-8 aralığında seyrederken, 2021 yılında yüzde 5,4’e, 2022 yılında ise yüzde 4,4’e gerilemiş! 2023 yılında ise tekrar yüzde 7’ye yükselmiş. Patronların ve holding iktisatçılarının sabah akşam ağlaştığı ücretlerin toplam maliyetlerdeki payı işte bu kadar! Türkiye’de en ucuz olan şey işçinin emeği.

İkinci bir önemli veri ise brüt satış kârının net satışlara oranı olarak hesapladığımız kâr marjı. Yine şaşırtıcı olmayacak şekilde rakamlar, pandemi sonrası dönemde firmaların kâr marjlarını önemli ölçüde yükselttiklerini ve 2023 yılında da bu yüksek oranları büyük oranda koruduklarını gösteriyor. Kâr marjlarındaki artış, sermaye sınıfının, toplumda tümden bozulan fiyat algılamalarından da faydalanarak, maliyetlerinin çok üzerinde ürün fiyat artışı yaptıklarını açıkça gösteriyor. Enflasyonun ardındaki yegâne gerçek bu. 

2024: Dibe doğru yarış…

2023 yılı ortaları itibarıyla Türkiye, ekonomi politikalarında “büyük sermayenin” programını merkezine almıştır; hem havuç hem de sopa göstererek sermayenin tüm katmanları bu program etrafında hizalandırılmış, burjuva muhalefeti de kendisini buna göre şekillendirmiştir. Bu yazıda uzatmaksızın, Mehmet Şimşek, yalnız AKP değil, CHP başta olmak üzere tüm burjuva muhalefetinin, “düzen partisinin” bakanı olmak mertebesindedir. 

Şimşek ile beraber faiz hadleri belirgin şekilde yükseltilmiş, lirada değer kaybı süreci durdurulmuş, ‘iç talebi soğutma’ gibi sözüm ona bilimsel kavramlar altında ücretler dondurulmuştur. Bu şüphesiz önemli bir değişim, ancak kopuşun kendisi kadar sürekliliği de görmek bizler için elzem. 

2023 Mayıs’ına kadar geçen sürede, yaratılan katma değerde emeğin aleyhine tarihi bir kayma yaratılmış, emeklilik sistemi zımnen paramparça edilmiş, sermayenin lira cinsi borçları enflasyon marifetiyle eritilmiş, varlık fiyatlarındaki patlamayla servet sahipleri ihya edilmiş, sermayenin döviz cinsi borçlarının kamuya aktarılması konusunda önemli mesafe katedilmiştir. 

Listeyi uzatmak mümkün, diğer yandan bu yaşananların bir liyakatsizlik meselesi olmadığı, bunun adlı adınca bir sermaye saldırganlığı olduğunu açıklamak için bu kadarı kâfi. Bahsettiğimiz süreklilik budur. 2023 Mayıs’ı itibarıyla emekçi sınıfların ezilip, kârların patlamasıyla yaratılan enflasyonun, bu sefer emeğin ikinci kez ezilişiyle dizginlenmeye çalışıldığı bir program öne konulmuştur. 

Emek cephesinde, acının 2025 ortasında zirve yapacağı ve kabaca 2027 sonuna kadar sürecek bir “kemer sıkma” öngörülüyor. Birincisi; ücretlerin “yaşam maliyetleri” karşısında ezildiği ve şimdilerde dondurulduğu bir dönemde, faizlerin geldiği nokta itibarıyla ücretlerden faiz kanalıyla sermayeye aktarılan pay devasa şekilde büyüyor. İkincisi, işsizlik dalgasının emekçileri vuracağı bir döneme doğru ilerliyoruz. Pandemi sonrasında oldukça önemli ve sektörel vs. tüm boyutlarıyla irdelenmeyi gerektiren bir proleterleşme süreci söz konusu oldu, şimdi bu proleter havuzunda işsizlerin büyüyen nüfusu ile karşılaşacağız.

Bunu TCMB’nin Enflasyon Raporlarında yer alan Enflasyon Tahmini grafiğinden okuyoruz. Grafikte kırmızı renkli eğri “çıktı açığı”nı gösteriyor. “Çıktı açığı” kavramını, gerçekleşen ekonomik büyümenin, “potansiyel büyüme” tahmininden hangi yönde veya ne kadar saptığı şeklinde tanımlayabiliriz. Potansiyel büyüme, ekonomide tüm üretici güçler tam kapasite çalıştırıldığında gerçekleşeceği tahmin edilen büyüme oranı anlamına geliyor. 

Sermaye cephesine gelecek olursak; asgari ücret artışının enflasyon yaratmadığını, bu iktisadi koşullarda yaratamayacağını herkes biliyor aslında. Ortada kıymet verilen, ama aslında bambaşka bir mahiyete sahip bir durum söz konusu. Şimşek’in ‘büyük sermaye’ programı, faizlerdeki yükselişin yarattığı finansman maliyeti artışı ve döviz kurlarındaki kontrolün yarattığı fiyat dezavantajı kanalıyla daha küçük ölçekli sermaye katmanlarına önemli bir yük yüklüyor. Bu, işin sopa tarafı. Ücretlerin ezilmesi -Eximbank vs. gibi arpalıklar ile beraber- daha küçük ölçekli sermaye katmanlarına yedikleri sopa karşısında verilen ve mevcut programa biatlarını sağlayan bir havuç mahiyetinde. Asgari ücret tartışması budur.

Burada şimdiye kadar bir başarı sağlandı, küçük ölçekli sermaye katmanlarının temsilcileri Şimşek programına bağlılıklarını defaatle yineledi. Ancak bu, işlerin bundan sonra da böyle gideceği anlamına gelmiyor. İSO 2023 sonuçları, sanayi patronlarının, el koydukları artı değerden finans sermayesine aktarmak zorunda kaldıkları payın (ödenen faizler/milli gelir anlamında kar) arttığına işaret ediyor. Henüz, Yeni Şafak Gazetesi’nin “Bu operasyonu kim adına çektiniz” manşetini attığı ve Naci Ağbal’ın TCMB başkanlığından tasfiye edildiği noktada değiliz. Ancak 2024 son çeyreği itibarıyla gerilimlerin arttığına tanık olacağız. Karşı cephede yaşanabilecekleri de yakından takip etmemiz gereken bir döneme ilerliyoruz.

  • 1.Zafer Yükseler, İşgücü Ödemeleri ve EYT Etkisi, Haziran 2024.
  • 2.TÜFE’den arındırılmış.                              
                                                                               /././

Sahaflar Çarşısı(XVII)-İki savaş arasında komşu kıta: Benden selam söyle Anadolu'ya - Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında, komünist Yunan yazar Dido Sotiriyu'nun Benden Selam Söyle Anadolu'ya eserini ve iki savaş arasında emekçilerin dostluğunu konuşuyoruz.

Ankara sıcak serin arası günlerden geçiyor. Ağustos başındayız. Yusuf Şaylan bu haftaki buluşmamız için Bahçelievler'de bir mekan seçti. Bahçelievler dediysem tabi Ankara ağzıyla "Bahçeli'de buluşalım" demek yetiyor tarif etmek için. Buralar Yusuf Ağabeyin gediklisi olduğu yerler. 

"Babam buralarda kapıcılık yapmıştı. Çocukluğumun bir kısmı buralarda geçti" diye başladı söze. Eliyle işaret ettiği yerin az ilerisinde bir park ve parkın karşısındaki ara sokağı gösterirken "Bak işte 7 TİP'linin katledildiği yer hah! işte tam şu sokak" dedi. Mahallenin çaycısını, pidecisini tanıyor, selamlaşıyor yürürken. 

Şaylan'la buluştuğumuzda kitabın son sayfalarında geziniyordu. Elinde Dido Sotiriyu'nun "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" romanı... Namı diğer Kanlı Topraklar... Yunan bir komünistin gözünden Anadolu'yu, emperyalist paylaşımı ve 1914 ila 1923 yıllar arasında geçen hikayeye bakmaya çalışacağız. 

Önünde susamları kapkara bir Ankara simidi ve demli bir çay. Çayından bir yudum almadan önce parmağıyla masada kalan susamları ezdi ve ağzına götürdü. Sonra da çayından bir yudum içti Şaylan. İç çekti. Kitap biraz dertlendirmiş olmalı. 

"Haydi başlayalım işimiz çok" diyor. 

Başlıyoruz. 

'Ne anlatır Yunan şarkıları?'

Ekim 1977'de Ataol Behramoğlu bu sözlerle anlatıyor mevzuyu. 

"Ne anlatır Yunan şarkıları

İnsanı tepeden tırnağa saran bir hüzünle

Sanki hep anlatılmayan bir şey kalmıştır

İçimizi ne kadar döksek de" 

diye anlatıyor şiirinde ve soruyor: "Ne anlatır Yunan şarkıları. Bu kadar uzak ve bu kadar yakın." Şaylan söze girerken bu mesafeyi anlatmakla başlıyor:

"Yunan halkı çok garibime gitmiştir her zaman. Mesela çocukluk yılları falan derken şöyle bir düşünüyorum da hiç düşmanlık hissetmemişim Yunan halkına. Geçmişte yaşanan kötülüklerin sebebini biliyoruzdur belki de ondan. Bilemiyorum. Ama çok yakın, bir o kadar da uzak değil mi Yunan milleti bize. Neşesi, derdi, kederi. Hepsi bizden ve bizimle beraber gibi. 

İşte Benden Selam Söyle Anadolu'ya romanı bunu anlamak için çok keyifli bir roman. Sadece metnin içeriği, işlediği konular ve anlatma biçimi değil. Yazarımız, Dido Hanım da bir o kadar önemli bir şahsiyet. Yunanistan Komünist Partisi üyesi. Kadın, Alman işgali yıllarında partinin basın bürosunda görev almış, faşistlerin yasakladığı yayınları Yunan emekçilerine ulaştırmayı başarmış. Kendisi için bir kahraman desek abartı olmaz bence." 

Yusuf Şaylan Dido Sotiriyu'dan bahsederken gözleri parlıyor adeta. Haksız da sayılmaz. 

Önümde Sanat Emeği dergisinin ikinci sayısı duruyor. Okurlarımız dilerse TÜSTAV'ın arşivinden de ulaşabilir bu sayıya. Sanat Emeği dergisinin Nisan 1977 sayısında Barış Pirhasan'ın Dido Sotiriyu ile olan söyleşisi yer alıyor. Yazara dair kapsamlı içeriklerden biri bu metin.

Barış Pirhasan'a gelince. Kendisi çok tanıdık biri aslında. Vedat Türkali'nin oğlu. Dido Sotiriyu  ile yan yana gelmiş ve söyleşisini yapmış.

"Dido Sotiriyu  ilginç bir karakter sahiden. 1909 yılında Aydın'da doğan bir Rum kızı. Çocukluk yılları Anadolu'da geçiyor. Sonra savaş yıllarında Yunanistan'a göç ediyorlar. Kadınların birçok haktan mahrum olduğu hatta çoğu zaman insan yerine dahi koyulmadığı yıllar. Hukuken hakları, karşılıkları dahi yok. Dido buna rağmen mücadele etmiş. 1922'de Yunanistan'a göç etmiş ve Atina'ya yerleşmiş. Ailesi pek de istemiyor aslında eğitim almasını falan. Ama buna rağmen öğretim üyesi olmuş ve Alman işgali sırasında partinin basın bürosunda yer almış. Tabi basın faaliyetleri o zamanlar yer altında sürdürülüyor.

Donanımlı bir kadın aynı zamanda. Sotiriyu, birçok roman ve inceleme yazmış. Eserleri arasında "Ölüler Bekliyor", "Tekrar Doğuş", "Kanlanmış Topraklar" ve "Küçük Asya Faciası" var. Emperyalizm üzerine incelemeleri falan da var. Anadolu'ya karşı cepheden ama komünist birinin gözlerinden bakmak çok iyi. O yüzden bu roman bence mutlaka okunmalı" diyor Yusuf Şaylan.

Sotiriyu'nun bir ilginç özelliği daha var. Tarih sayfalarında ilginç bir yaprak. 

Sotiriyu'nun kız kardeşi aynı zamanda Yunan komünistlerinin en önemli isimlerinden biri olan Beloyannis'in eşi. Alman işgalinde Nazilere karşı savaşan Yunanistan Komünist Partisi (KKE) üyesi olan Beloyannis  30 Mart 1952 sabahında, 4 yoldaşı ile birlikte Kallithea cezaevinden gizlice çıkartılarak Goudi kampında kurşuna dizildi. Kendisini "Karanfilli adam" ismiyle tanıyoruz. Picasso'nun çizimlerinde de öyle yer alır, Nâzım Hikmet'in şiirinde de. 

Dido Sotiriyu  aynı zamanda "Buyruk" adlı belgesel romanında Beloyannis'in hikayesini aktarır okuyucuya. Nâzım'ın şiirinde ifadesiyle "Türküler ancak böylesine hilesizdir, Ve ancak komünistler, And içer böylesine hilesiz" dediği meşhur hikaye. 

                               Picasso tarafından çizilen Beloyannis tablosu: Karanfilli adam.

'Bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar'

Savaş tamtamları çalıyor bir yandan. Savaş öncesinde de İzmir hep Gavur İzmir ve Aydın'ın inciri ve zeytini hep güzel ve kokulu. Okurken tadını duyumsuyorsunuz. Öylesine canlı anlatıyor yazar her şeyi. 

Savaş tamtamları çalarken "Bir tek düşman vardır: Düşman ne Türkler, ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır" diyor. 1914 yılında başlayan savaştan sonra emperyalistlerin nasıl bir planla hareket ettiğini ve o ülkenin kapitalistlerinin nasıl halk düşmanlığı yaptığının ayrıntıları yer alıyor romanda. 

Bizim topraklarımızda savaş tamtamlarını tellallar çalar. Romandaki tellal ise Kosma. Savaşın çıktığını duyunca yanına varıyor bir Rum, ürkerek ve tedirgin şekilde:

" -- Peki ya küçük devletler bre Kosma? Yunanistan mesela? O kiminle beraber?

" -- Orasını bilmem... diyor Kosma. Türkiye'nin tellalıyım ben, Fransa Dışişleri Bakanı değil! Hükümetimiz tarafından sizlere bu habe­ri vermek emrini aldım, hepsi bundan ibaret."

" --- Neye kızıyorsun be? Korkuyor musun yoksa? Senin gibi bir yi­ğit de korkacak olduktan sonra! Bir şeyler saklıyorsun sen bizden!"

" -- Sizden ne saklayacakmışım kardeşler? Harp harptir işte! Düğün değil ki bu, tutup da şakaya vurayım... Gençler perişan olacak, dere gi­bi kan akacak! Kimisi gidecek okkanın altına, kimisi karlı çıkacak bu işten... Allah fakir fukaraya yardımcı olsun, başka ne desem boş!"

Yusuf Şaylan bu pasajı okurken "Kimisi Kârlı çıkacak bu işten" cümlesinde duruyor biraz:

"Bak şu bölüm gerçekten çok güzel. Çok duygulu. Okurken anlıyorsun ya hani. Şu para babaları olmasa halklar kendi arasında ne güzel anlaşıyor. Araya milletler değil, çıkar girince bozuluyor her şey. 

Çoban Şevket var romanda, çıkıp geliyor Rum arkadaşının avucuna azıcık para sıkıştırıyor ve 'Al bununla bana bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar' diyor. O çaresizliği anlıyorsun değil mi? Bu insanlar dostlar, arkadaşlar. Ama araya giren tanrılar, patronlar, sermaye sahipleri kaderleri farklı yazmak istiyor. Romanda sürekli bu mesaj hissettiriliyor. Düşman başka düşman deniyor. Bu savaş bizim savaşımız değil esas savaş patronlarla deniyor. 1917'den bahsediliyor. Oralarda sakallı ve şapkalı bir adam barışı getirdi deniyor. Romanda çok fazla satır arası bilgi var. Okudukça içine çekiyor insanı"

'Olayları değiştirebilmek için, anlamak zorundasın!'

Romandaki detaylar aynı zamanda bir ayrıntı zenginliği sunuyor insana. Üretim araçları, tüccarların peşine düştüğü ürünler. İncir, üzüm, tiftik ve zeytin. Halkların yaşadığı tedirgin bekleyiş. Yunan askerinin yakıp yıktığı kentler, 1914'te Osmanlı'nın yaptıklarına benzetiliyor. 

Kitap Yunanistan'da Kanlı Topraklar adıyla yayımlanmış. "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" çevirisi ise çok güzel denk düşüyor romanın anlatısına. Emekçi halkların birbirine olan böylesine hasretini düşününce aklımıza Çiçek Pasajı'ndaki bir video geliyor Şaylan'la. 

Videoda Çiçek Pasajı'nda bir rakı sofrasında, cümbüş eşliğinde "Aman doktor" türküsünü söyleniyor bir masada. Tam ikinci kıtaya geçecekken diğer masadan bir ses yükseliyor. "Aman, den mou lete pou einai aftos o ntoktor" diye. Yan masadan Yunan bir misafir türkünün Yunancasını okuyor. Tesadüf, Kostas Mistist adındaki bir Yunan sanatçı denk geliyor o sofraya:

"Mesela türküyü okuyan kişi korkmuyor değil mi? Hatta türkünün sesi yükselirken alkışlar kopuyor. Şimdi soru şu. Kendi halinde halaya duran, rakısını tokuşturan, yemeklerini paylaşan halklar nasıl oluyor da birbirini boğazlıyor?

İşte roman daha çok bu sorunun etrafında dolaşıyor. Roman 1970'li yıllarda çevrildi dilimize. Zor zamanlar. 1974'te Kıbrıs harekatı var. Yunan düşmanlığı had safhada. Bir yandan Ecevit'in parladığı yıllar. Eskiler 'Kılıcının tersinin bile kestiği yıllar' der. Ama bu roman o dönem başka bir bilinç veriyor okura. Düşmanlık başka yerde diyor. Bunu bir Yunan komünist söylüyor. 

Bu roman ilerleyen yıllarda Abdi İpekçi Dostluk Ödülü'nü aldı. Ben şimdi bakıyorum da ilk okuduğum andan bu yana tam 40 yıl geçmiş. Dile kolay. 40 yıl önceki heyecanımla okudum tekrar. Ve daha çok şey öğrendim bu okuyuşumda. İnsan biraz böyle, okudukça daha çok şey kavrıyor.

                                                               Yusuf Şaylan

Şaylan romanı döneminin benzer örnekleriyle kıyaslıyor anlatırken.

"Bence yazarın mahareti de orada başlıyor. Hatırlarsan 'Çıkrıklar Durunca' romanı da benzer bir dönemi işliyordu. Osmanlı'nın çürüdüğü ve yeni bir arayışın olduğu yıllar. İşte benzer dönemler işleniyor. Gazetelerdeki haberler, Osmanlı'nın eridiğini ama Yunanların da İngilizler tarafından gözden çıkarıldığını anlatıyor. Ve manşetler Mustafa Kemal diye birinden bahsediyor. Romandaki her ayrıntı için üzerine saatlerce konuşulabilir" diyor. 

Ve çantasından bir şiir kitabı çıkarıyor Şaylan. Önce şairine kızıyor bir güzel:

"Bu adam niye yazmadı sonra kızıyorum sahiden. Pek kimse bilmez. Kemal Erdoğan şairin adı. Avrupa'da sürgün hayatı yaşayanlardan biri. Devrimci bir şair. Sürgün Mavi diye bir şiir kitabı çıkardı. Hala hayatta. Okursa bu satırları duysun ya da kulağına gitsin bu mevzu. İnsan bu kadar güzel şiir yazar da niye bırakır sonra. Çok alıntıladığım ve çok fazla örnek verdiğim şairlerden biri Kemal Erdoğan. Pek bilinmez tabi. Öyle internetten falan arayıp bulabileceğin biri de değil işin kötüsü. 

Bak sürgün yıllarında Yunanistan'dan geçiyor şairin yolu. Ve şöyle anlatıyor. Tıpkı Dido Sotiriyu gibi.

'Üç ay konuk oldum yannis ritsos'un ülkesinde

karıştım genel grevine yunanlı işçilerin

atina'ya indiğim ilk sabah 

ve omonya meydanında özgürlük 

ferah bir rüzgâr gibi değdi yüzüme

***

sonra kasım'ın 17'sinde 

papadopulos cuntasına karşı 

15 kasım 973'de kapatıp üniversitenin kapılarını

üç gün üç gece direnen 

ve üçüncü günün sonunda 

üniversite radyosunda mari damanaki

“Kahrolsun Faşist Cunta!” diye bağırırken

-maria komünist bir milletvekili şimdi-

tankların paletlerine onlarca kurban veren

politeknik direnişçileri ve barış için

yürüdüm yüzbinlerce kişiyle beraber

amerikan elçiliğine kadar

***

kaldırımda yunanlı bir kadın 

siyah yemenili, yaşlı 

kucağında gürbüz bir çocuk taşıyan kadın 

bir yandan bağırıyordu bizimle beraber 

ağlıyordu bir yandan gözyaşını yemenisine silerek

kalabalığı yarabilseydim eğer 

çıkabilseydim pankartların ve yürüyüşçülerin arasından 

sarılıp öpecektim buruşuk ellerinden 

ve hatta, ağlayacaktım oğluymuşum gibi 

başımı göğsüne yaslayarak'

Şimdi gelelim esas soruya. Bu duygu nasıl yıkılır? Nasıl halklar birbirine düşer. İşte Benden Selam Söyle Anadolu'ya  bir yandan bu mesajı veriyor usul usul. 

Bak ne diyor şu sayfada:

'Kafasını biraz olsun çalıştırmak zahmetine katlanmayıp da omuz silkenler, aslında büyük bir suç işliyor! Ve sen Aksiyotis, sen da­ ha da suçlusun... Sanıyor musun ki tarihi yapanlar hükümet adamlarıy­la generallerdir! Gözlerini yumar, kulaklarını tıkarsın ama onların uçu­ ruma doğru ittikleri bir tekerlek olup çıkarsın. Ama sen böyle aciz bir alet değilsin ki Manoli, Halk'sın sen, Halk! Ve olayları değiştirebilmek için, anlamak zorundasın!'

Yusuf Şaylan duruyor burada. "Anlamak zorundayız" diye tekrar ediyor. Kitabı kapatıyor ve notlarını toparlıyor yavaştan. gözlüğünü de kutusuna yerleştiriyor. "Az önceki çaylar acıydı sanki? Tazeleyelim mi yeniden?" diyor. Kitap için yeterlilik verdiğini anlıyorum bu ifadesinden.

Bir sonraki hafta başka bir sahaf kitabında buluşmak üzere vedalaşıyoruz.

                                                               /././

                                           soL - GÜNDEM

Barış Derneği öncülerinden Ergun Elgin yaşamını yitirdi: 'Mücadelesini sürdüreceğiz'

Barış Derneği kurucularından Ergun Elgin hayatını kaybetti. Türkiye Barış Komitesi, emperyalizmin dünyayı savaşa sürüklediği bu günlerde Elgin’in mücadelesini sürdüreceğini vurguladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/baris-dernegi-onculerinden-ergun-elgin-yasamini-yitirdi-mucadelesini-surdurecegiz-394485)

                                                                ***

Komünist gençler MESEM cinayetlerine karşı yürüdü: Sermaye uşağı Yusuf Tekin istifa!

Türkiye Komünist Gençliği ve Solcu Liseliler, MESEM projesi kapsamında çalıştırılırken iş cinayetlerinde ölen sıra arkadaşları için 3 ilde sokağa çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/komunist-gencler-mesem-cinayetlerine-karsi-yurudu-sermaye-usagi-yusuf-tekin-istifa-394476)

                                                           ***

Tasarruf öğrencinin boğazından, okulundan: MEB'in akılalmaz 'taşımalı eğitim' kararları

MEB, ikili eğitim yapan okullardaki taşımalı öğrencilerin ücretsiz yemek hakkını kaldırdı. "Taşımalı eğitim yoksa zorunlu pansiyonda kalınsın" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/tasarruf-ogrencinin-bogazindan-okulundan-mebin-akilalmaz-tasimali-egitim-kararlari-394473)

                                                        ***

Basına sansür 'basın'dan geldi: Turkuvaz Medya'dan basına ve bu arada soL'a sansür

ATV, Sabah gibi yayınların sahibi olan Turkuvaz Medya, şirket hakkındaki "vergi ödemedi" iddiasını yanıtsız bıraktı, bu iddiayı sorgulayan içerikleri sansürletti.(https://haber.sol.org.tr/haber/basina-sansur-basindan-geldi-turkuvaz-medyadan-basina-ve-bu-arada-sola-sansur-394460)

                                                                      ***

İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde tepki çeken soruşturma: 'Sosyal dengesiz CHP' uzaklaştırma sebebi oldu

İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde TİS eylemleri sürerken 7 kamu emekçisi açığa alındı. Kararlardan birinin gerekçesi yönetimin tahammülsüzlüğünü gözler önüne serdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/izmir-buyuksehir-belediyesinde-tepki-ceken-sorusturma-sosyal-dengesiz-chp-uzaklastirma-sebebi)

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder