19 Ağustos 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" +Sahaflar Çarşısı (XIX) -19 Ağustos 2024 -

 Sahaflar Çarşısı(XIX) Yusuf Ziya Bahadınlı'nın eserlerindeki marifet -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında, Yusuf Şaylan'la birlikte, Yusuf Ziya Bahadınlı'nın eserlerine, yaşam öyküsüne ve mücadelesine bakıyoruz.

Bedri Rahmi Eyüpoğlu bir şiirinde "Marifet hiç ezilmemek bu dünyada" diyor.

Biz de Yusuf Şaylan ile birlikte bu hafta bu marifeti layıkıyla yerine getiren bir komünist aydından, Yusuf Ziya Bahadınlı'da söz etmek istedik. Yusuf Şaylan çok sıkı çalışmış yine bu haftada önerdiği konuya. Heybesinde bir dolu kitap ve kitapların arasında bir sürü not kağıdıyla geliyor. 

"Eyvah bu hafta uzun sürecek anlaşılan çarşı muhabbeti" deyince gülümsüyor. "Sürsün be!. Yusuf Ağabey hak ediyor bunu" diyor. 

Kitapları çıkarıyor, notlarını sıraya diziyor. Kitaplardan bazılarını çıkarıp gösteriyor bana nispet yaparcasına. "Bak her biri de Yusuf Ziya Ağabey'den imzalı" diyor. Yazarından imzalı kitap sevincini sonuna kadar yaşayanlardan biri Yusuf Şaylan. Hemen hemen her buluşmamıza imzalı kitaplarla geliyor.

Fakat bu sefer birazcık kaygılı bir hali var. "Hayırdır ağabey nedir bu halin?" diye sorunca "Mevzu Yusuf Ziya olunca insan iki kez düşünüyor. Titizleniyorum ben de" diyor. 

Haklı kaygısında Şaylan. Yazarın kendisi ve dostları bu satırları okuduğunda üzerine çalışılmış titiz bir ödevle karşılaşmalı diye düşünüyoruz hemen. Öyle ya. Yusuf Ziya Bahadınlı, her şeyden ziyade titiz bir öğretmen. Biz de dersine sıkı çalışan öğrenciler gibi hissediyoruz kendimizi. 

Yusuf Şaylan arkasına yaslanıyor ve gözlüğünü takıyor hemen. Ben de çayını dolduruyorum. "Hadi başlayalım bakalım adaş Ziya'nın hikayesine" diyor. 

Başlıyoruz. 

                                     Yusuf Ziya Bahadınlı, Köy Enstitülerinde öğrenciyken.

Sürgündeki bir komünistin rüyasına ne girer?

Yusuf Şaylan "Evet" diyor. Sakin ve sondaki e harfini azıcık uzatarak.

"Evet, şimdi sana hangi Yusuf Ziya'yı anlatayım. Ya da kaç tane Yusuf Ziya var desem. 

Bahadınlı Yusuf'u, Pazarören Köy Enstitüsü'ndeki öğrenci Yusuf'u, Öğretmen ve Alevi Yusuf'u, Yayıncı Yusuf'u, Milletvekili Yusuf'u, sürgündeki Yusuf'u, bir baba, bir eş. Hepsinin toplamı, örgütlü bir komünist yaşamı hiç terk etmeyen Yusuf Ziya Bahadınlı'yı konuşalım"

Asıl adı Yusuf Ziya Çalışkan olan Yusuf Ziya, zamanla doğduğu yer olan Yozgat'ın Bahadın beldesinin adını soyadı olarak kullanır. Bir memleket aşığı demek yanlış olmaz kendisi için. Yalçın Küçük'ün deyimiyle aşkında şiddet, ilgisinde tenkit olan bir memleket sevgisi onunki. Gelişigüzel değil. Emek verdiği, uğruna mücadele ettiği, hapis ve sürgünleri göze aldığı bir memleket sevdası onunkisi. 

Eline aldığı ince bir kitapla devam ediyor Şaylan:

"Şimdi aslında kendi hayat hikayesini de anlattığı birkaç eseri var. Ben hepsini anlatırken merkeze 'Ben kimsem oyum' kitabını koyacağım. Bu kitap hakikaten sadece sahaflarda bulunan cinsten. Yusuf Ziya kendi basıp yayınlamıştı bunu. Satışı dahi olmamış olabilir. Hatırlamıyorum.

Müsaade edersen biraz dağınık gideceğim. 

Köy Enstitüsünden mezun, genç yıllarında kendi köyünde öğretmenlik yapan bu genç devrimcinin 1980'li yıllarda Almanya'daki sürgün yıllarından başlayalım önce. 

Memleketini çok seviyor her komünist gibi. Pasaportunda beş demir perde ülkesinin damgası olan bir sürgün. Dolayısıyla Avrupa'daki polisler de şüpheyle bakıyor Yusuf Ziya'ya. Beş Sosyalist ülkeye girip çıkmış. Ama kendi deyişiyle kendisi Avrupa'da ama gönlü ülkesinde olan bir aydın. 

Bir gün rüyasında memleketi görüyor. Rüyasında Yeşilköy'den giriş yapıyor memlekete. Bir polis, rüya bu ya, 'Pasaportuna işçi damgası vurdurmuş bir de!. Senin gibi çok işçi var dışarda' diyor Yusuf Ziya'ya rüyasında. Tabii Yusuf Ziya'nın yüreğinde başka fırtınalar var. Rüyada diyebildiği tek şey 'Çocuklarımı görebilir miyim?' oluyor. Sonra bir kelepçe çıtırtısı duyuyor ve sesine uyanıyor. 

Uyanır uyanmaz diyebildiği tek şey 'Nasıl da özlemişim Türkiye'yi' oluyor. Ağzını her açısında memleketim diyor Yusuf Ziya. Nâzım gibi" diye anlatıyor Yusuf Şaylan ve gülüyor:

"Aman bunu şapkalı yaz. Okur falan, hata yaparsak kavga eder valla.  Her seferinde arayıp kızardı bize şu Nâzım'daki şapkayı doğru yapın diye. Türkçe konusunda çok titizdir. Tekrar azar yemeyelim Yusuf Ziya Ağabeyden" diyor ve gülümsüyor. "Sıkıntı olursa bana havale et abi, ben Türkçeyi sonradan öğrendim, günahım daha az olur" diyorum. Gülerek karşılık veriyor

Bu memleket sevgisini soruyorum Yusuf Şaylan'a: "Sürgünde ayrı bir yara sanırım. Ne diyorsun bu mevzuya? Hani komünistler enternasyonalisttir bir yandan. Bu dengeyi nasıl tarif edersin?"

Önce biraz düşünüyor Yusuf Şaylan ve söze giriyor:

"Ulusal bir değer yaratmadan uluslararası değer yaratamazsın der eski komünistler. Ben bizim enternasyonalist görevimizin bu nedenle bu topraklardaki devrimi gerçekleştirmek olduğunu düşündüm her zaman.

Ama bir başka şey var burada. Yusuf Ziya Bahadınlı'da ve onun gibi pek çok komünistte. 

Bazı çiçekler vardır. Her toprakta yeşermez. Kendi toprağını arar mutlaka. Devrimciler biraz öyledir işte. Kendi toprağında yeşerir. Kendi ülkesindeki sorunu çözmeden giden her devrimci memleketinde bir yanını bırakıp da gidiyor. Ya düşünsene Nâzım'ı. Adam daha ne istesin. Türkiye'den gitmiş kötü bir durum evet ama gittiği yer Sovyetler Birliği. Bahtiyarım diyor, huzurluyum diyor. Her seferinde övgüyle bahsediyor gittiği yerden. Ama her söze memleketim diye başlıyor. Kimse Nâzım'ın gittiği ülkeden daha iyisine gidemez bugün. Nâzım'ın yüreğini söndüremeyen memleket hasreti kolay kolay terk etmez insanı. Memleket başka bir şey. Toprağa sığmaz. İşte Yusuf Ziya'nın memleket sevgisi bana kalırsa Nâzım gibi. Böyle deyince de tuhaf oluyor ya. Neyse. Her komünist gibi. Bunu demek daha doğru."

                                               Yusuf Ziya'nın katıldığı bir mitingden

Vatan uğruna ölmek veyahut genç bir fidan dikmek

Köy Enstitüleri meselesi çok önemli Yusuf Ziya Bahadınlı'ya göre. Onun için bu hayatta, bu ülkede iki önemli gelişme var 1923'ten sonra. Biri köy enstitüleri, diğeri de sınıf partisinin mücadelesi. Kapatılmasına çok içerlemiş her ikisinin de. Uzun uzun düşünmüş Bahadınlı bu meseleyi. İnsanı düşünmüş, çürümeyi düşünmüş, sınıf mücadelesini ve sermayedarların çıkarlarının gerektirdiği acımasızlığı... Her şeyi düşünmüş. Eserlerinde Gazali'nin yöneticiler için cehalet tavsiyesini eleştiriyor, İngiliz Lordu'nun kölelerin eğitilmesine olan itirazını hatırlatıyor. Hayat bir öykü Yusuf Ziya Bahadınlı için. İşte Köy Enstitüleri de bu öyküdeki uzun değil belki ama iyi olan, kısa ve nitelikli öyküsü. 

Yusuf Şaylan bu önemli hikayeyi kitaptaki şu sözleri hatırlatarak anlatıyor:

"Bir gün Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra değişimi yerinde görmek isteyen meclis başkanı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde önüne çıkan bir öğrenciye 'Yurtseverlik ne demektir çocuğum?' diye sorar. Çocuk da 'Ağaç dikmektir efendim, kendi işini kendin yapmaktır, mesela okulun duvarı yıkıldı diyelim' diye devam ederken bürokrat 'Kes!' diye uyarır. Dönüp yanındakine 'Vatan için ölürüm demiyor da lafı uzattıkça uzatıyor' diye serzenişte bulunur. 

İşte, Yusuf Ziya bu anlam değişimine dikkat çekiyor daha çok. Eskiden vatan için yapılacak en önemli şey ya da tek şey uğruna ölmekken artık iyi bir yurtseverin tanımı ağaç dikmek, kendi işini yapmak, kötüye boyun eğmemek olmuştu. Burada Köy Enstitülerinin katkısı çok büyük. İşte ortadan kaldırdıkları şey dört duvarı olan bir okul değildir o yüzden. O anlam arayışını yok ettiler.

Yusuf Ziya'ya göre Köy Enstitüleri ile köylü ilk kez insan sayıldı. Eskiden köylü neydi? Köylü cahil, afedersin hayvan yerine konulan sadece savaşlarda ve asker ihtiyacı olunca akla gelen bir şeydi. Ama cumhuriyetle birlikte köylü artık yurttaş sayılmıştı. Milletin efendisiydi. İnsandı her şeyden önce. Ama bu durum toprak sahiplerinin, ağaların işine gelmedi tabi. Bir de dipnot... Ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Yusuf Ziya Bahadınlı bir de Devrimci Demokrasi eleştirisi yapar tüm naifliği ile anılarını anlattığı kitabın Köy Enstitüleri bölümünde. 

1970'lerde yüzlerce genç 'kırdan kente' yürümek için dağlara çıktığında aslında geç kalmışlardır zira Yusuf Ziya'ya göre. Çünkü devlet onlardan 20 yıl kadar önce davranmıştır. Köy Enstitülerini kapatmış, hükümetiyle, meclisiyle, paşasıyla, toprak ağası, tarikat şeyhi, büyük zengini, bürokratı ile Köy Enstitüleri yerine kurdukları İmam Hatip'ten yetişen gençlerle 'kırdan kente' çoktan yürümüştü bile. Hatta bir yerde İmam Hatipler için 'Şeriat ordusuna asker yetiştiren fabrika' benzetmesi yapıyor. Bu yorumun çok önemli bir yorum olduğunu düşünüyorum. Belki bugünlerde daha iyi anlaşılıyordur bunlar."

                                                          Kaleme aldığı eserlerden birkaçı 

'Senin bu dediğine komünistlik derler efendi!'

Yusuf güzellik, ziya ise ışık manasına geliyor. Alevi inancında bu iki kelimenin de özel bir yeri var. Deyişlerde ve ezgilerde de çok geçer bu ikileme. "Dost cemalin benzer, güneşe aya, âşığı kül eyler sendeki ziya" diye. Yusuf ve Ziya'nın denk düştüğü manayı sıkça tekrar eder Alevi deyişleri. 

Yusuf Ziya'nın hayatını şekillendiren bir diğer önemli şey de Yozgat'ın Bahadın beldesi. Hayatının en belirleyici noktalarından biri olmuş. Öyle ki Çalışkan olan soyadını Bahadınlı diye değiştirmiş. 

Bu köydeki Alevi inancının ve ritüellerinin kendi hayatını nasıl etkilediğinden söz ediyor kitaplarında. Hatta bir yerde "Ben Bahadın'ı çok seviyorum. Bir, 'doğa'nın yalan söylemediğini orada öğrendim" diyor. Köy Enstitülerinden mezun olduktan sonra da ilk öğretmenlik deneyimini Bahadın'da yapıyor. En iyi tanıdığı yer onun için. Daha doğrusu öyle düşünüyor. Ancak öğretmenlik yaparken köyü bilmek ile köylüğü anlamak aynı şey değil. Fark ediyor. Çünkü toprağı bilmek onu sürmeye denk düşmüyor. Öğretmenlik yılları fevkalade bir deneyim katıyor Yusuf Ziya'ya. 

Öğretmen olmak bir tür sorumluluk. Ülkeye ve insana dair... Öyle ya, okumuş insan emekçi halka karşı sorumludur. Yusuf Ziya da bu sorumlulukla hareket ediyor. Bahadınlı'nın ilk öğretmenlik yıllarını adaşı Yusuf Şaylan biraz imrenerek anlatıyor. O dönemin şartlarına karşı verilen mücadelenin öneminin altını çiziyor:

"Bahadın önemli Yusuf Ziya için. İlk öğretmenlik yıllarında da bu köye gidiyor. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, Orta Anadolu'da bozkırın göbeğinde bir yer Bahadın. Böyle yokuştan aşağı salındın mı Yozgat'ı geçince sağ tarafına düşer Bahadın. Neden Bahadın diye düşündüm Yusuf Ziya abiyi tanıyınca. Ama onun kişiliğinin oluşumunda Alevi kültürü etkili olmuş. Bir yerde 'Siz hiç onlardan değilsiniz diye size nefretle bakıldığını gördünüz mü?' diyor. Etkilemiş onu bu dışlanma. Peşine düşmüş. 'Peşine düşülenlerle dayanışma insanlığın alfabesidir' diyor İlya Ehrenburg. Yusuf Ziya'yı çok etkilemiş bu cümle. 

Yıkık dökük köy okulu. Yanında demirci malzemeleri ve tamirat için alet edevat var. Havalar ısınınca tamir edecek okulu. Deli gibi kitap okuyor. Deli gibi. Okudukça eksiklerini fark ediyor. Okudukça mahcubiyeti artıyor. Zaten samimi bir okurda olmaz kibir ve gösteriş. Geceleri mum ışığında, kandilde ya da lüküs dediğimiz aydınlatmalarla okuyor. Sonra öğrencilerle kaynaşıyor. Canım ciğerim dediği köylülerle. Ama anlıyor ki köylü olması ya da kendi köylüsü olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Toprak sahipleri ayrı telden çalıyor, yoksul köylü başka dertten anlıyor söylüyor. 

Bir keresinde köylüye, zaten azıcık toprağınız var, gelin bunu ortaklaştıralım beraber sürüp beraber toplayalım diyor. Hem el emeği zor traktör biçer tutalım diye öneriyor. Size de zaman kalsın. Kadınlar başka işlerde çalışsın diyor. Mevzu mala mülke gelince anlıyor zaten. Tam bunları heyecanla anlatırken köylülerden biri çıkıyor ve 'Söyleyeceklerin bitti mi efendi!' diye çıkışıyor Yusuf Ziya'ya. Toprak sahibi bu köylü 'Ben kendi çiftimi sürerken durun babalarım, durun aslanlarım diyerek öküzleri durdurup ve üvendireyi toprağa saplamadıkça, Vay be! Bu kadar yeri ben sürdüm, bu toprak benim, bu öküzler benim, bu çiftlik benim demedikçe neylerim senin daha çok paranı, daha çok zamanını!. Hem bu senin söylediğine komünistlik derler efendi!' diyor. Yusuf Ziya bunu duyunca daha iyi anlıyor. Konu bilgi eksiliği ya da cehalet değil tek başına. Bir güç var karşısında. O zaman bu güce karşı da örgütlü bir güç lazım. İşte o an döneminde örgütlenme konusu daha net şekilleniyor kafasında. 

Ama bunu nasıl anlatıyor biliyor musun? O köylünün 'bu dediğine komünistlik derler efendi' çıkışını duyunca şöyle bir not alıyor: 'İnsanı birkaç fırça darbesiyle resimlemek istediğimi anlıyorum şimdi.'

Olağanüstü değil mi. Yusuf Ziya abi çok derin bir adam sahiden. Keşke tanıma şansın olsaydı. Şimdi çok yaşlandı tabi. Ama bunları öyle güzel gülerek anlatır ki Yusuf Ziya. Bir gülümseyişi vardır. Görmen lazım."

Vesile-i Cemile: Fırıncı Hasan Usta

Yusuf Ziya'nın hayatı bir yanıyla Türkiye'de örgütlü bir aydının ve onun mücadelesinin de tarihi. Dile kolay, 1927 doğumlu ve 97 yıllık hayatının neredeyse tamamını örgütlü yaşamış. 

Hayatının önemli eşiklerinden biri 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi. TİP'in meclise giren ilk 15 milletvekilinden biri Yusuf Ziya Bahadınlı. O yıllarda TİP'in 14 yerde örgütü var ve seçimlere girmek için 15 il şartı aranıyor. Yusuf Ziya'ya Mehmet Ali Aybar partiyi Yozgat'ta kurma görevi veriyor. Eğer bunu başarırsa TİP seçimlere girebilecek.

Yusuf Ziya heyecanlı, kaygılı ve telaşlı çıkıyor yola. Sorgun, Akdağmadeni derken ilçe ilçe, köy köy geziyor Yozgat'ı. Kendi memleketi. Hem daha iyi bildiği bir yer hem de azıcık umutlu. Ama her seferinde umudu zedeleniyor karşısına çıkan örneklerle. Kendisine hoş geldin diyen barakadan bozma evde yaşayan köylüler, fırıncı Hasan Usta derken partiyi kuruyorlar. Hemen bir telefon Aybar'a. 'Bu iş tamam' diye. 

Mehmet Ali Aybar daha sonra yaptığı konuşmasında Yusuf Ziya olmasaydı TİP meclise giremeyecekti diyor. 'Türkiye tarihinde ilk kez bir sosyalist partinin TBMM'ne girmesinde partili arkadaşlarımı kutluyorum. Bu arada önemli bir çabayı ayrıca sayıyorum. Arkadaşımız Yusuf Ziya Bahadınlı, partimiz için 'vesile-i cemile' oldu. Bunu unutmayacağız' diyor bir kutlama konuşmasında Aybar. 

Ama Yusuf Ziya vesile-i cemile deyince başka birini adres gösteriyor aslında. Yusuf Şaylan bunu şu sözlerle aktarıyor:

"Çok zor şartlarda verilen mücadeleler bunlar. Bugün komünist bir aydın olarak Yusuf Ziya'nın yaşadığı örgütlenme pratikleri ders niteliğinde bence. Çorum'da çektikleri eziyet, Yozgat'ta verdikleri çaba. İşte orada tanışıyor Fırıncı Hasan Usta ile. Fırıncı Hasan Usta işçi sınıfı tarihinin görünmez kahramanlarından. Ben varım diyor. Ama öyle kolay iş değil. Dükkanı taşlanıyor, evi kundaklanıyor, sokak ortasında kesip önünü sakat bırakana kadar dövüyorlar. Ama ne dükkanın üstünde duran parti tabelasını ne de fırıncı tezgahının hemen üstünde duran parti tabelasının olduğu fotoğrafı indirmiyor hiçbir zaman. Koltuk değneği ile yaşıyor hayatının geri kalan kısmını. Oğlu yetişiyor imdadına. Alıyor fırın küreğini elinden ve o devam ediyor ocağın başında ekmek pişirmeye. 

Yusuf Ziya nazarında Don Kişot gibi biri Hasan Usta. 

İlk karşılaşmaları çok dramatik. Yusuf Ziya fırının önüne gidiyor. O dönem francala pek meşhur. Buğulu camda üzeri çizik kırmızı, nar gibi pişmiş francalaları görüyor. Hasan Usta görünce Yusuf Ziya'yı çıkıyor dışarı. 'Bir isteğin mi var kuzu aç mısın?' diyor. Sokaktan geçen, açın halinden anlayan adamla örgüt kuruluyor. Bir sürü nedamet yaşatacak olay gelişiyor ama Hasan Usta bana mısın demiyor. Düşünsene, adamın dükkanı taşlanıyor, ayaklarını kırıyorlar, bir ay evine ekmek götüremiyor. Ama bir lokma ekmek için de kimseye de el avuç açmıyor.

Yıllar sonra tekrar gittiğinde Hasan Usta'yı orada bulamıyor. Yaşlı usta göçmüş bu dünyadan. 'Beni görseydi' diyor Yusuf Ziya 'Eminim gelirdi yanıma. Aç mısın kuzu derdi. Fırından çıkan francalalardan birini alır, ikiye böler verirdi.' diyor. Mesela 12 yıl boyunca yurt dışında sürgünde iken aradığım memleket insanı Fırıncı Hasan Usta'ydı diyor. 

Yani aslında vesile-i cemile varsa bir yerlerde o ben değilim, Türkiye işçi sınıfıdır, emekçileridir, tamircisidir, fırın ustasıdır diyor. Hem mütevazi hem de sahici."

Yağ küleğinde Lenin

"Çok uzattık bu hafta" diyorum Yusuf Ağabey'e. "Okurken zorlanacak insanlar."

Hiç oralı olmadan devam ediyor anlatmaya. Yusuf Ziya Bahadınlı'ya dostluklarının ve tanışıklıklarının bir sorumluluğu, bir borcu ya da görevi gibi sürdürüyor ayrıntıları anlatmaya.

"Ne kadar anlatsak eksik kalacak Yusuf Ziya abi. O yüzden bu son bahis olsun" diyor Yusuf Şaylan. Ve yağ küleğine saklanan Lenin heykelini anlatmaya koyuluyor. 

"Türkiye'de örgütlü mücadelenin en önemli hafızlarından biri demiştim Yusuf Ziya için. Aynı zamanda çok da üretken biri. Birçok kitabı var. Mesela vaktiyle kurucusu olduğu Hür Yayınevi sayesinde onlarca kitap kazandırdı Türkçeye. Hepsi de politik tarihimizin önemli kitaplarından. Hatta daha önce Sahaflar Çarşısı'nda konuştuğumuz Darağacından Notlar kitabı bu yayınevinden çıkmıştı işte. 

Vaktiyle 12 Mart 1971 tarihinde muhtıra zamanında evler aranıyor. Tabi eski bir vekil, komünist bir aydın olarak Yusuf Ziya Bahadınlı'nın evi uğrak nokta polis ve jandarma için. Eve geliyor polisler. Her yer aranıyor, taranıyor, kitapların içine bakılıyor, bazılarını incelenmek için zapta geçirilip toplanıyor. Yusuf Ziya polis araması sırasında bir bakıyor ki kitaplığın üzerindeki Lenin'in küçük heykeli yok. Eyvah diyor, nerede bu heykel. Soramıyor da eşine, polisler var. Polisler çıkıp gidince hemen soruyor eşine. Eşi yağ küleğini gösteriyor. Külek nedir bilir misin? Böyle ahşaptan bir saklama kabı. Eskiden yağı falan onda muhafaza ederlerdi.

Sonra eşi külekten yağı çıkarıp eritince Lenin ortaya çıkarıyor. Ama Yusuf Ziya'da nasıl bir mahcubiyet, nasıl bir utanç. Bunu nasıl yaptık Lenin'e diyor. Hatta bazen rüyalarına giriyor. Polisler geliyor, yağ küleğini açıyor ve içinde yağa bulanmış bir Lenin heykeli görüyorlar. Kabus gibi. Lenin'e bunu nasıl yaparız, bunu polisler görse beni yakalamalarından daha mı iyi sanki diye düşünüyor. 

Ve hayatına bir düstur ediniyor o andan sona. Aklına Mayakovski geliyor, 'Gülyağına bulaşmasın sadeliği Lenin'in' diyor. Oysa kendi evinde Lenin ayçiçek yağının küleğinde.

Ne olursa olsun duvardan inmemeli Lenin diyor. Ya onu oraya asmayacaksın ya da yağ küleğinde saklamayacaksın diyor. Eşine çok kırılıyor kendisinden habersiz bunu yaptığı için. Karısı tutuklanırsa çoluk çocuk ne yaparız diye düşünüyor. Gerçekçi. Ama Yusuf Ziya da inançlı bir komünist. Biz gidersek geride kalan mahrum mu kalır, sahip çıkar yoldaşlar diye düşünüyor. 

İndirmeyeceksin duvardan Lenin'i diyor. Hatta kendisinden sonra geleceklere nasihat veriyor. İyi düşünün diyor. İndirmeyiniz diyor. 

Yusuf Ziya Bahadınlı, böyle söylemek zoruna gidiyor insanın ama, 97 yaşında ve ömrünün sonlarında hayatına hala örgütlü bir komünist olarak devam ediyor. TKP üyesi, yıllardır partisinin yolunda ve izinde, 1960'lı yıllarda Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde kilometre taşı bir aydın. Ne şanslıyız ki aynı yollardayız, aynı kortejde, aynı kavgadayız onunla. Büyük gurur gerçekten"

Gözlüğünü çıkarıyor ve masaya sehpaya bırakıyor. "Bak o kadar konuştuk ama hala eksiği var anlattıklarımızın" diyor gülerek. Gülen gözleri az evvel Fıncı Hasan Ustayı anlatırken nemlenmişti. 

"Gemileri Yakmak romanını mutlaka okumalı herkes. Çok güzel bir roman. Kürt Memo'nun nasıl devrimcileştiğinin hikayesi. Biz 'Ben kimsem oyum ve Öyle Bir Aşk kitaplarını anlatmış olduk aslında hayat hikayesini anlatırken. Ancak okurlar Yusuf Ziya'yı daha çok tanımalı. Muhteşem bir dili vardır biliyor musun? Okurken okuyucuyu içine çeker böyle. Kitaplığında Yusuf Ziya olmayan her ev eksiktir bence. O yüzden hızlıca bir sahaf taraması yapılmalı. Araştırmaları da çok güzeldir romanları da" diyor sözlerini bitirirken. 

"Müsaaden olursa" diyor ve tekrar ediyor Şaylan, "Müsaaden olursa bir şey eklemek istiyorum son olarak" diyor ayrılmadan hemen önce. 

"Bedri Rahmi'nin şiirinden söz ettik ya başlarken. Marifet ezilmemek bu dünyada diye. 

Şiir şöyle

Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
Ama biçimine getirip ezerlerse
Güzel kokmak
Kekik misali
Lavanta çiçeği misali
Fesleğen misali
Itır misali
İsâ misali
Yunus misali
Tonguç misali
Nâzım misali

Bedri Rahmi yaşaydı buraya Yusuf Ziya'yı da ekleyelim derdim haddim olmayarak."

Yüzünde bahtiyar bir ifade var Yusuf Şaylan'ın anlatırken bunları. Kitapların hepsini heybesine doldurup gidiyor. Haftaya bir başka kitabı ve yazarı konuşmak üzere vedalaşıyoruz. 

https://haber.sol.org.tr/haber/tkpden-yusuf-ziya-bahadinliya-dogum-gunu-hediyesi-14130

                                                               /././

Ferit Edgü’nün Doğu Öyküleri: 'Kim ki bu dağları görür, iflah olmaz' -Emre Falay-

"Dokuz ayın ardından ayrılma vakti geldiğinde, gelen ile dönen artık aynı kişi değildir. Genç adam, kendi ifadesiyle “ikinci doğumu”nu Hakkâri’de, bu köyde yaşamıştır."

Anadolu gerçekliğinden uzak genç bir aydın, 1964 yılında askerliğini Hakkâri’nin Pirkanis köyünde öğretmen olarak yapar. On üç haneli, yüz on dört nüfuslu, geceleri kurtların indiği, pek az yolcunun uğradığı bu köyde dokuz ay geçirir. Köyde geçirdiği zaman kısa sürede onun için bir serüven olmaktan çıkıp yeni bir yaşama dönüşür. Dokuz ayın ardından ayrılma vakti geldiğinde, gelen ile dönen artık aynı kişi değildir. Genç adam, kendi ifadesiyle “ikinci doğumu”nu Hakkâri’de, bu köyde yaşamıştır.

Hakkâri ve Pirkanis onu bırakmaz.

“Sonra, dağ ilen, taş ilen konuşuruz, diyor
İkinci Ses. Otlan, kuşlan konuşuruz. Sonra
artık buraları yaşar, yaşamaya başlar; buraları
anlar, anlamaya başlar; buraları dile getiririz.
Otlu peynirlerini yer, türkülerini, acılarını, acılı
türkülerini taşırız.
Taşırız, diyor Birinci Ses (hemen hemen
coşkuyla). Sözcüklerle. Hem bizim olan. Hem
olmayan. Sözcüklerimizle. Sözcüklerimizle, evet,
diyor İkinci Ses.”

Dokuz ay boyunca parçalı biçimde aldığı notları, yazdıklarını yıllar sonra “bir monolog’un, diyaloga dönüştürülmesi” çabası ve “anmak, ansımak, sormak, karşılık aramak ve özellikle yaşamı sürdürebilmek” gayesiyle 1976’da kitaplaştırır. Kitabın adı “Kimse”dir.

Hakkâri ve Pirkanis onu bırakmaz.

“Yattığın yerden kalkıp eline kalemi alıp yaşamadan ölenleri yaz.
Hadi, madem uyku tutmuyor, yak gaz lambanı, bu kez var gazı, sana geceler boyu yetecek kadar var gazı.
Hadi, çak kibritini, yazmak için
titrek ışığında lambanın
yazmak için
yaşamadan ölenleri
ölmekte olanları.
Hadi kalk.”

İkinci doğumunu ve bu doğumun coğrafyasına, insanlarına sevgisini anlatacağı bir yazmanın çabasına girişir yeniden. Bu çabadan 1977’de yeni bir yaratı, “O” ya da 1982’de sinemaya uyarlandıktan sonraki adıyla “Hakkâri’de Bir Mevsim” okurları ile buluşur.

Hakkâri ve Pirkanis onu bırakmaz.

“Kalktım. İçtiğim çayların parasını ödemek istediğimde, kahveci, bir kış boyu bu dağ başında yaşamış bir öğretmenden para almayacağını söyledi.
– Sen konuğumuzdun Hocam, dedi.
Doğruydu. Bir konuktum burada. Uzun bir kış mevsimi boyunca onların aralarında yaşamış, şimdi de günüm gelmiş, dönüyordum.
Bir daha görüşemeyeceğim bu adama teşekkür edip ayrılırken, o,
– Hiç merak etme Hocam, dedi. Sen gene gelirsin. Bu dağlar önünde sonunda insanı kendine çeker.”

“O / Hakkâri’de Bir Mevsim”in ardından neredeyse yirmi yıl geçer. Otuz yıl önce yeniden doğan o genç aydın, Ferit Edgü, 1995 yılında, katledilen dostu Onat Kutlar’ın anısına ithaf ettiği “Doğu Öyküleri” ile yeniden okurunun karşısındadır.

Dört öykü ve on yedi minimal öyküden oluşan kitabın girişinde şöyle yazar Edgü:

“Yıllar sonra, bu eski defterleri karıştırırken görüyorum ki orda, dillerinden anlamadığım o insanlarla anlaşmışız.
Bu ortak dilin ne olduğunu bilmiyorum.
Bilmek de istemiyorum.
Bu ortak dil onları değiştirmedi, ama beni değiştirdi kuşkusuz.
Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izleri görüyorum; yaşıoyorum.
Yıllardır karalayageldiğim bu sözcükler de, bu izlerin bencileyin yaralı sözcükleri.”

Yaşam ve ölüm, her ikisine duyulan kayıtsızlık, öldürmek,  düş ve gerçek, yalnızlık, çaresizlik, korkular, yabancılık, anlama çabası, dil, anlamak ve anlatmak için yaşanan dönüşüm… Her biri Doğu Öyküleri’nin konusu, olgusudur. Her biri kahramanlarının dünyasında nasılsa, nasıl bir yaşam ve düşünme pratiğinin -ya da anlatıcı açısından- anlama uğraşının sonucu ise, öyle girer okurun dünyasına, öyle anlatılır. Kimi zaman tüm gerçekliği ile yalın, çırılçıplak, kimi zaman gerçeküstü bir anlatı evreninin parçası kılınarak, kimi zaman ikisinin iç içe geçtiği büyülü bir gerçeklik içinde…Kimi zaman yazgısına boyun eğenlerin suskunluğu, kimi zaman isyan edenlerin direnciyle…

Kitabın ilk öyküsü “Mirza”dır.

Ölenlerin ve kadınların anılmadığı dünyasında artık ihtiyarlayan Muhtar, taştan, iki katlı büyük bir ev yaptırmanın hayalini kurmaktadır. Bir gün oğlu Yakup’tan Mardin’den güzelliğini işittiği Mardin evlerinden birini yapacak bir usta getirmesini ister. Taş ustası Mirza, Yakup’un teklifini kabul eder ve Muhtar’ın köyüne gelir. Mirza taştan olmasa da kerpiçten yapılabilecek büyük bir ev için bütün yapılması gerekenleri anlatır, bir plan çizer, evin yapılması gereken yeri gösterir. Ayrılırken civarda varlığını duyduğu bir dolambacı (labirent) görmek istediğini söyler. Köylüler iki Süryani köyü arasında bir çukur yerde kalan, hakkında türlü efsanenin üretildiği, kimsenin girmediği, girenin de çıkamayacağını düşündükleri, in cin olmayan bu yapıya gitmenin anlamsızlığını düşünedursun, Mirza’nı yegâne isteği dolambaca gitmektir:

“Buraya çok uzak mı?”
Evet, çok uzaktı.
Atla da gidilemez miydi?
Gidilebilirdi. Atla her yere gidilebilirdi.
Kaf Dağına bile.
Ama gidip de ne yapacaktı ki?
“Merak” dedi Mardinli.

Mirza emekleri karşılığında bir koyun alır, atları eyerleyip Yakup ile dolambaca doğru yola çıkarlar. Vardıklarında Mirza Yakup’a köyüne geri dönmesini söyler:

Sen ne yapacaksın?” dedi Mardinliye.
 Mardinlinin gözlerinde dalgın bir gülümseme,
“Göreceğim” dedi, bir kez daha.
“İçine girecek misin?” dedi Yakup.
“Bunun için geldim buraya” dedi Mardinli.
“Ya çıkamazsan?” dedi Yakup.
“Deneyeceğim” dedi Mardinli.
Denemek. Bu sözcüğü de hiç duymamıştı o güne değin Yakup.
Sanki kendi dilinde bir sözcük değildi. Belki de değildi.
“Yolun açık olsun” dedi Yakup.
“Senin de çocuk” dedi Mardinli.

Mirza dolambaca girerken, onun daha çocukken burada bulunduğunu, yok olan Süryani köylerinden birinde yaşadığını, dolambaca çocukken girdiğini ve çıkmayı başardığını, yıllar sonra, o çocukluk anısının bir düş mü yoksa gerçek mi olduğunu hatırlamak için yeniden geri döndüğünü anlarız.

                                 Ressam Saim Özeren'in Hakkari Sümbül Dağı tablosu, 1943.

“İbramın Oğlu İbramın Öyküsü”nde Halit ve onunla ava çıkan anlatıcı (öğretmen), Halit’in hapishane arkadaşı İbram’ın köyüne yaklaşırlar. Halit köye inemeyeceklerini, nedenini başka bir zaman anlatabileceğini söyler. Aradan günler geçer. Halit’in anlatma arzusu onu yiyip bitirirken öğretmen konuyu tekrar açmaz.

Hocam, ne meraksız adamsın, radyodan, dünyanın haberlerini dinliyorsun anlayıp anlamadığım dillerden de, burda, yanı başındaki insanları merak edip sormuyorsun.”
“Haklısın Halit, dedim. Biz kentliler böyleyizdir.”

İbram’ın hikâyesinde ölümün ve öldürmenin varlığını sezen, neredeyse bilen öğretmen, bir yandan bu gerçeklikten kaçmaya çalışmakta, diğer yandan kendini içinde duyumsadığı tüm yabancılığına karşın bu gerçekle yüzleşmek zorunda olduğunu da bilmektedir. Ve kitabın başında yazarının dediği gibi, köyde yaşayanların yalnızlığı ile anlatıcının yalnızlığı aynı değildir.

Birini öldürmemiş miydi?” dedim.
“Evet” dedi.
“Siz ne biçim insanlarsınız, dedim, birbirinizi öldürmeden yaşayamıyor musunuz?”
Güldü.
“Bunun için mi, kimi zaman bizden uzak duruyor, ne soru soruyor, ne cevap veriyor, ne de dünya ahvalini anlatıyorsun bizlere?"
“Bilmiyorum” dedim.
“Ben de öyle, dedi, senin gibi… Sen burda bu odanın içinde uzaklara gidiyorsun, bense bunu yapamadığım için alıp başımı buralardan gidiyorum. Dağlarda, kendi kendimle konuşuyorum.”

İbram’ın babası İbram, komşusu Abdülhayın’ın oğlu Memo ile otlak sınırı yüzünden kavga eder. Memo’yu öldürür. Cinayeti oğul İbram üstlenir.

“(...) Arazi dediğim ekilip biçilmeyen bir otlak. İkisini toplasan elli dönüm etmez. De ki yüz dönüm eder. Bu da on koyun beslemez. Ama bizim burda inat vardır. Düşmanlık vardır. Herkes birbirine düşmandır. Arazi kavgası ekmek kavgası değil, içine sıçtığım hayınlık, düşmanlık  kavgasıdır. (...)”

Karısının ve babasının ilk zamanlarda sık olan hapishane ziyaretleri bir süre sonra kesilir. Bir gün Memo’nun babası Abdülhayın İbram’ı ziyarete gelir. Ona, babası İbram’ın karısını kadını bilip ondan çocuk yaptığını söyler. Babasını ve karısını iyi tanıyan oğul İbram, Abdülhayın’ın sözlerinin doğru olduğunu bilir. Hapisten çıkmasına daha on yıllar varken bir gün tahliye olan bir arkadaşı İbram’a babasının İbram’ın eski karısı ve çocukları ile birlikte köyden kaçtığını haber verir. Hikâyenin sonunda Halit’in hapisten çıktıktan sonra baba İbram’ı öldürdüğünü anlarız.

“İnsan Kokusu”nda öğretmen için artık dönüş vakti gelmiştir. Uzun kışın ardından şiddetli sağanak yağmurun dinmesini beklemektedir kahvede. Yağmur diner. Öğretmen yola çıkar. Yazar Hakkâri’ye, Sümbül Dağı’na, Zap Suyu’na, Hakkâri’nin insanlarına selam durur adeta.

“Yağmur, dinmek için, sanki bu konuşmayı bekliyordu.
İlkin yavaşladı, sonra bıçakla kesilmiş gibi birden diniverdi.
Sümbül Dağı, Nuh peygamberden bu yana ilk kez yıkanmış gibi karşımdaydı.
Bembeyaz doruğu üzerinde güneye doğru, bir anda, sanki tüm dağları, tüm yöreyi saran bir ebemkuşağı belirmişti.”

Öykü boyunca Çehov’un “Bozkır” öyküsü de öğretmenin okumasına paralel olarak yolculuğa eşlik eder. Otobüs Gezne Jandarma Karakolu önünde durur, iki jandarma şoförle konuşur ve otobüse bir kadın biner. Öğretmen, kadının varlığıyla birlikte, kentten ayrılmadan önce duyduğu fakat tanımlayamadığı bir kokuyu yeniden duyar. Kendi iç sesi ile konuşması başlar:

“Sen değiştin diyordum kendime. Bu dağlar değiştirdi seni.”
“Yalnız bu dağlar değil, diyordum, insanlar da.”
“Evet, diyordum, ama yalnız insanlar da değil, kurtlar da, köpekler de.”
“Hiç kuşkusuz, diyordum, bunlarla birlikte uzun, karanlık geceler de.”
“O uzun konuşmalarımız da” diyordum.
(...)
“Biliyorsun, pek bir şey yazmadık” diyordum.
“Ya mektuplar? diyordum. Ya o dilekçeler?”
“Onlar sayılmaz, diyordum. Hem bunları niçin hatırlıyorsun?”
“Onun için” diyordum.

Kocası tarafından “boş ol” denerek boşanan ve Muş’a, köyüne dönen kadında koca bir kış, yaşadığı köy, sıcak yufka ekmek ve yanında otlu peynir, kurtlar, köpekler, ölen çocuklar, öğrenciler, köyün insanları, insan kokusu simgeleşir ve öğretmen ile birlikte taşınır. O, yaşadıklarının, öğrendiklerinin toplamıyla, dokunduğu insanlarla, yaptığı ve yapamadığı her şeyle değişmiştir. Yeni hayat buradan ve “onun için”, onlar için, anlatıcının kendisi için de yeniden kurulacaktır. Söz, sözcükler, hikâye bunun için vardır. Öykü, Çehov’un “Bozkır” öyküsünün sorusu ile sonlanır: “Bu hayat nasıl bir hayat olacak acaba?”

“Mutluluk” öyküsünde bir dağ köyünde iskân sorumlusu olarak görevlendirilen ve çoğu çökmek üzere olan mağaralarda yaşayan köylülere yeni konutlar yapmayı hedefleyen anlatıcı, köylülerin bu tasarıyı benimsemediğini görür.

Aralarından biri, en ihtiyarları, “Bize yeni konutlar yaparsanız, atalarımızın yaşadığı bu mağaralar ne olacak?” diye sordu.
“Onlar nasıl olsa yıkılacak” dedim.
“Peki, öyleyse niçin onları onarmıyorsunuz?” diye sordu ihtiyar.

Anlatıcı, altı yıl boyunca köylülerle birlikte çalışarak ve bu arada bağlı bulunduğu Bakanlığa düzmece raporlar yazarak konutları inşa etmek yerine mağaraların onarımını gerçekleştirir. Tüm mağaraların onarımı bittikten sonra ise bir daha ailesinin yanına dönmez. Geçmişi ile ilişkisini keser. Kendisine bu dağ köyünde yeni bir hayat kurar. O da köylüler gibi bir mağaraya yerleşir. Zaman zaman yaşadığı mağaradaki duvar resimlerine bakarak insanla, insanlıkla kurduğu bağı düşünerek mutlu olur.

Kitabın ikinci bölümü “Minimal Doğu Öyküleri” adını taşır. Ahmet Oktay, bu öyküler için “duyguyla düşüncenin kaynaştığı meseller” tanımlamasını kullanmış. Yabancılık, unutmak, göç, ölüm, yaşam, Tanrı, töre, arayış, varlık üzerine düşünceler Doğu insanının yaşamından fotoğraflarla anların üzerinde toplanıp anlatının en rafine hali ile karşısına çıkar okurun.

YIKILMIŞ

Yıkılmış köy. Öldürülmüş insanlar, atlar, köpekler.
– Bunlar Tanrı’dan korkmaz mı? diye bağırdım.
Bekledim.
Sesimin yankısı yok.
– Burası ne biçim bir yer Tanrım! diye ekledim.
– Tanrı’nın bu dağ başında işi ne? diye yanıtladı yanımdaki adını bilmediğim köylü. Biz burda işimizi kendi aramızda görüyoruz.
Sustuk.

Sonra uzaktan bir köpek havladı.

BU

– Bu ne bu?
– Kar.
– Böyle kar hiç görmemiştim.
– Burda daha neler göreceksin.
– Neymiş göreceklerim?
– Kurt, köpek.
– Başka?
– Ayı,tilki.
– Başka?
– İşin rast giderse, bir insanoğlu.
– Bu karda mı?
– Bu karda, eğer yolunu bulabilirsen. Ya da o, yolunu yitirmişse. Artık bahtına…


NE

– Tanrı’nın olmadığı bu dağ başında sen ne arıyorsun? diye sordu tanıdık bir ses.
Hiçbir şey aramıyordum.
Orda, dağ başında, o dağ başında yaşayan ve ölen insanların arasındaydım, hepsi bu.
Böyle dedim.
Bana,
– Onlardan biriymiş gibi konuşma, dedi. Sen, kendin niçin ordasın?
– Bilmiyorum, dedim. Belki, sizlerden değil, artık onlardan biri olduğum için.


Neredeyse tamamı diyaloglardan oluşan metinlerde yazmak eylemi bilgece bir tavırla yazanın, anlatanın kendi kendisini baştan inşa ettiği bir kavrayışa, söz ise bir tavra dönüşür. Yazar, anlatıcı, yaşadıklarından ve yazdıklarından sonra aynı kişi değildir artık. Ferit Edgü dilin olanaklarını bunu aktarmak için genişletir, alabildiğine kullanır. Söz artık okura aittir. O, hâlâ eski okur olarak kalabilir mi?..

                                                                   /././

Ekmek, gül ve hürriyet kavgasında öncü işçiler -Gamze Yücesan Özdemir-

En güzel kahkaha, dünyanın çivisinin çıktığının farkında olan ve hayatlarını bunu değiştirmek için direnmekten daha iyi geçiremeyeceklerini bilen işçilerin arasındayken atılan kahkahadır.

Ülkenin dört bir yanında yanan çoban ateşleri var. Son yıllarda artan enflasyon, gerileyen ücretler, hak gaspları karşısında ülkenin dört bir yanında işçiler dertlerini ortaklaştırıyor, seslerini yükseltiyorlar. Sendikaya üye olduğu için işten atılanlar direniyor, uzun süreli ekonomik buhran koşullarında örgütsüz, işyeri tabanlı ve ücret odaklı işçi eylemleri yaygınlaşıyor. Bu mücadelelerin örgütlenmesinde, diğer işçilerin harekete geçmesinde, sürecin zor anlarının göğüslenmesinde öncü işçiler belirleyici oluyor. Evet, eylemliliğin öncü işçi olarak adlandırılan bir sürgünü var. Bu sürgünün üstünde güller de açar. Ekmek, gül ve hürriyet kavgasının orta yerinde bulunan bu öncü işçi kimdir öyleyse? Hangi nitelikler toparlandığında öncü yapar işçiyi?

Sınıf bilinci olan, kapitalizmin bütünsel işleyişini bilen, sosyalist bir siyasal konumlanma içinde olan öncüler var kuşkusuz. Ama öncü işçilik farklı bir pratiğin ürünü ve farklı deneyimlerle oluşuyor. Öncü işçiler sınıf mücadelesinin ve sınıf kültürünün has özelliklerine sahipler. İşçi sınıfı kültürünün has özellikleri, direniş anlarında kendisini gösterir, mücadeleyi kendi yükselişinin ve somutlanışının dayanağı yaparcasına işçileri sarar, şekillendirir. Öyleyse öncü işçi kendi özüyle değil sınıf mücadelesi içinde belirginleşir. Diğer bir deyişle, onları “cesur”, “girişken”, “ikna edici” “bireyler” olarak burjuva psikolojisinin özcü ve tarih dışı kategorileriyle düşünemeyiz. Öncü işçiler karşılaştıkları, ürettikleri, maruz kaldıkları, keşfettikleri düşünce, değer ve çözümlerle işçi sınıfı kültürünün taşıyıcılarıdır. Daha yakından tanıyalım onları.

Deneyim. Öncü işçilerin önemli bir çoğunluğu ya önceki grevler/direnişlerde ya sendikal mücadelede ya da siyasal mücadelede kazanılmış deneyimlere sahipler. Ayrıca işçi babaların ya da işçi annelerin çocukları, anne-babalarının mücadelede aktif yer alarak veya haksızlığa uğrayarak biriktirdiklerini deneyim olarak taşıyor. Dertleri o kadar gerçektir ki konuştuklarında size anlattıklarının içinde bulursunuz kendinizi, doğrudan, “acaba” demeden. Kendileri o kadar hesapsızdır ki istediklerinde kendileri için istemediklerini, “biz”den bahsettiklerini bilirsiniz. Gerçektirler, üretimin toplumsallığı, sömürünün acımasızlığı kadar gerçek. Bu öncü işçiler, arkadaşlarının örgütlenmesinde, atılması gereken adımlarda, koşulların değerlendirilerek mücadeleye yön verilmesinde bakılan kişiler oluyorlar. Onlar sendikal örgütlenmeye diğer işçileri ikna ederek, patron karşısında işçilerin ortak hareket etmesini sağlayarak, greve, direnişe düşünsel önderlik ediyor.

İlk direnişinde ya da ilk grevinde öne çıkan işçiler de var kuşkusuz. Onlar patrona karşı birlikte hareket etmenin gerekliliğine, zorluklara karşı dayanıklılığa sahip ve deneyim yolunda yürümeye talipler. Öneriler de sunuyorlar. Önerileri var, çünkü itirazları yaşam şartlarının çaresizliğine yönelik. İşte bu gençler ilk direnişlerinde yeni direnişlere öncülük edecek işçiler olarak parlıyorlar.

Dikbaşlılık ve haksızlığa karşı çıkma. Hayatın adaletsizliğine itirazla yükselen sınıfsal öfkeyi kuşanmış oluyor öncü işçiler. Direniş gününe kadar adaletsiz belledikleri her şeye karşı tepki vermekten hiç çekinmemiş olanlar, hem kendisinin hem diğer arkadaşlarının hakkını sürekli savunmuş olanlar öncülük rolünü üstleniyor çoğu yerde. İşyerlerinde tepkiler yükselmeye başladığında, diğerleri öncülerin etrafında toplanmaya başlıyor.

Kararlılık. Uzun ve zorlu direniş zamanlarında öncü işçilerin kararlı duruşları, umutsuzluk anlarının aydınlanmasında belirleyicidir. Akıntıya karşı kürek çekilen direnişlerde biriken borçlara, ailenin ve çocukların içinde bulunduğu zor koşullara, işten atılma tehdidine, işsiz kalma endişesine rağmen direnişe devam etme kararlılığını onlar gösteriyor.

Güvenilir ve saygın olma. Direniş gününe kadar işyerinde meydana gelen haksızlıklarda gösterdikleri tepkilerle işçilerin güvenini kazanmış ve onlarda saygınlık yaratmış olanlar önde yer alıyorlar. Direnişe kadar ve direnişte her an, her yerde ve her durumda güven ve saygınlık kazanmış olmak gerekiyor. Onlar genelde, diğer arkadaşlarının gözünde “O asla öyle şey yapmaz!” güvenini tesis edenlerdir.

Dayanışma ve kolektif eylem. Öncü işçiler o güne kadar diğer işçilerin iyi günlerinde, kötü günlerinde yanında olmuş ve dayanışma sergilemişlerdir. Direnişin nasıl şekilleneceği, devam edip etmeyeceği ve hangi noktaya kadar sürdürüleceği gibi konularda düşünsel öncülük onlardadır. Patron ya da işyeri yönetiminin hızlı tepkileri karşısında işyerindeki işçileri toparlayacak, onları harekete geçirecek adımları atanlardır. İşçilerin kolektif davranmasında, ve ortak kararlar alınmasında belirleyicidirler.

Espri ve mizah. Öncü işçilerin hepsi olmasa da bir çoğu hazır-cevap ve espirilidir. Tüm zorluklara karşı hem süreci hem kendilerini hem de diğer arkadaşlarını alaya alabilirler. Karşılaştıkları zorluklara gülümseyecek güçleri vardır. Aklın söylediği olması gerekenler, yapılması gerekenler ancak yürekten neşe ve dinamizmle hayata geçirilebiliyor. Direniş sırasında işçilerin ortaklaştığı, birlikte ördüğü ve güldüğü süreçlerin yarattığı enerji devrimcidir. En güzel kahkaha, dünyanın çivisinin çıktığının farkında olan ve hayatlarını bunu değiştirmek için direnmekten daha iyi geçiremeyeceklerini bilen işçilerin arasındayken atılan kahkahadır. Bu kahkahayı örgütleyenler de öncü işçiler oluyor.

Onlar, Orhan Kemal’in ustalarıdır bir anlamda: İzzet Usta, Kılıç Usta, Kuru Usta, patoz ustası, Celal Usta, Muhsin Usta… Orhan Kemal’in tarımda, fabrikada ya da inşaatta olan ustalarının bir dünya görüşü vardır. Sınıf bilincine sahip olanları kadar sınıf tavrına sahip olanları da vardır. Ustalar, esas olarak, sınıf mücadelesinin güçlü değerlerine ve onurlu özelliklerine sahip oldukları için işçilerin sevgi ve saygısını kazanırlar. Her daim hayatı üretenlerden yana tavır alırlar. Merttirler, dürüsttürler, çalışkandırlar. Haksızlıklara karşı dururlar, asla boyun eğmezler. Bereketli Topraklar Üzerinde’de Tonyalı Kılıç Usta’nın sözleriyle, “Ya olmalı insan, vermeli canını insan için, yahut etmemeli kalabalık dünyamızda!” der gibidirler. Bugünün öncü işçileri daha gençler, daha gözü karalar ama ustalarının izindeler. Çünkü sınıf kültürünün davranış, düşünce biçimleri süreklilik taşır ve kuşaktan kuşağa aktarılır.

Bir grevde tanık olmuştum. İşler zora giriyordu. İşçiler yorulmuştu. Ödenmeyen borçlar bir yanda, işten atılma tehdidi diğer yanda. Grevi sonlandırmalı mı, devam mı etmeli? Orhan Kemal’in ustasına benzer ileri yaşta bir işçinin ağırlığı vardı gençlerin üzerinde. Biri yanaştı ona, “Abi, ne yapıyoruz?” Yüzü önce bulutlandı, sonra aydınlandı: “Çocuklarımıza bırakacak ne hanımız ne sarayımız var ama onurumuz ve şerefimiz var. Devam ediyoruz!”

Ekmek, gül ve hürriyet kavgasına devam ediyoruz. Devam edeceğiz.

                                                               /././

ABD’nin seçimi, dünyanın seçeneği -Engin Solakoğlu-

ABD’deki seçim kampanyasının bir de misafiri var. İki yüzyıl önce Avrupa’nın üstünde dolaşan “hayalet” bu kez yalan yanlış bir bağlamda olsa dahi ABD semalarında geziniyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni Başkanı 5 Kasım 2024’te belirlenecek. O gün tahminen 160 ila 170 milyon civarında seçmen ABD Başkanlığı’nda Cumhuriyetçi aday Trump’ı mı, Demokrat parti adayı Harris’i mi, yoksa bağımsız etiketli Robert F. Kennedy’yi mi görmek istediklerini sandıkta ifade edecekler.

Sondan başlayalım. ABD’de Başkanlık seçimlerini bağımsız bir adayın kazanma olasılığı yok. Yanlış bilmiyorsam bunun tarihte bir örneği de mevcut değil. Bağımsız aday Kennedy Jr.‘ın siyasi çizgisine ve sergilediği kişilik özelliklerine bakınca seçilme şansının olmayışından üzüntü duymanıza da gerek kalmıyor.

Yarışın Trump ile Harris arasında geçeceği kesin. Bundan bir buçuk ay kadar öncesine, Trump’ın rakibinin mevcut Başkan Biden olduğu döneme kıyasla koşullar bir hayli değişmiş görünüyor. 13 Temmuz günü Trump’a yönelik başarısız suikast girişimi gerçekleştikten sonra Cumhuriyetçiler’in seçimi kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakabiliyorduk. Rahatsızlığı sebebiyle konuşma ve yürüme yetisi oldukça sınırlanmış olan Biden’ın ikinci kez başkanlığa seçilmesi neredeyse olanaksızdı. 

Başarısız suikast Demokratları bir şekilde “B” planına mecbur bıraktı. Yakın çevresinin gösterdiği dirence rağmen Biden çekilmeye zorlandı ve halen başkan yardımcılığını yürüten Kamala Harris aday olarak belirlendi ve “B” planı “A” planına dönüştü.

Harris’in adaylığı seçim yarışını adeta yeniden başlattı. Demokrat partinin tabanını, özellikle de o tabanının “renkli” bölümlerini hareketlendirdi. Seçime katılma oranının artması, en azından 2020 seviyesinin altına düşmemesi beklentisini güçlendirdi. 2020 yılındaki Başkanlık seçimlerine katılım oranı yüzde 67’yi bulmuştu. Bu 1900 yılındaki seçimlerden sonra kaydedilmiş en yüksek orandı. Demokratların hesabı bu kez de yüksek oranlı bir katılıma ulaşmak.

ABD’nin yüzyıla yaklaşan siyasal ve kültürel hegemonyası bize bu ülke hakkında birçok şey öğretti. San Fransisco’nun yokuşlarını, Chicago’nun rüzgarını, Seattle’ın kulesini, New York’un köprülerini filan hatmettik çok şükür. Yine de ABD seçimlerinin kimi özgün yanlarını anımsatmakta yarar var.

Başkanlık seçimleri aslında iki turlu bir seçim niteliği taşıyor. 200 milyona yakın seçmenin oyunun çoğunluğunu almak bir anlam ifade etmiyor. Kullanılan oylar eyalet temelinde sayılıyor. Başkanı belirleyen ise “electoral college” adı verilen bir tür ikinci seçmen kurulu. Her eyaletin 538 kişiden oluşan bu kurulda bir oy ağırlığı var. Bu ağırlıklar kabaca nüfusa göre belirleniyor. Bir eyaletin en az 3 oyu garanti. Örneğin düşük nüfuslu Montana’nın durumu böyle. Kaliforniya’nın ikinci seçmen sayısı ise 59. İlke olarak bir eyalette oyların çoğunu alan aday o eyaletin ikinci seçmenlerinin tamamının oyunu almayı garantiliyor. Bunun iki istisnası Maine ve Nebraska eyaletleri. Buralarda ikinci seçmenlerin farklı adaylara oy verme hakları mevcut. Sonuç olarak Başkan seçilmek için 270 ikinci seçmen oyu gerekiyor.

Burjuva demokrasilerinde bir kişinin bir oya denk geldiği ilkesinin çoktandır terk edildiği ve bunun yerine bir lira bir oy ilkesinin aldığı bir olgu. ABD seçim sistemi ise bu garip uygulama sebebiyle ise o birinci kriteri dahi karşılamaktan uzak.
Dönelim yeniden aday performanslarına. Trump bildiğimiz gibi. Ne söylediğini anlamak için İngilizce bilmek yetmiyor. Cumhuriyetçi partinin klasik kanadını tümüyle devre dışı bırakmış durumda. Kendisine seçtiği yardımcı adayı Vance ise Irak’ta savaşmış eski bir asker. Vance son konuşmasında göç olgusunu eleştirirken “New York çeteleri” filmini örnek göstererek ülkedeki İrlanda ve İtalyan kökenli seçmenleri de öfkelendirmeyi başardı! Bu ikili birlikte “sağ popülizm” olarak adlandırılabilecek bir çizgide kampanya yürütüyorlar. Söylemlerinin alıcısının olmadığı söylenemez. Azınlıklara, göçmenlere “tanınan haklar” yüzünden mağdur olduğunu düşünen geniş beyaz ve yoksul kitlelere sesleniyorlar. Bu kitlelerin içinde sendikasız mavi yakalılar önemli bir ağırlık teşkil ediyor. O yüzden de Trump-Vance ikilisi bizde bir dönem Erbakan’ın dilinden düşürmediği “ağır sanayi hamlesi” türünden bir sanayileşmeden yana, çevre adına sanayiye getirilen kısıtlamalara ve mali sermayeye karşı bir söylem tutturmaya çalışıyor. Bunun yukarıda belirttiğim kitle bakımından bir cazibesi var.

Örneğin ABD’nin bir yerinde çevre kriterlerine uymadığı için kapatılan bir kömür madenini yeniden açtığınızda yörede yaşayan bu kitleye geniş doğrudan ve dolaylı istihdam sağlayabiliyorsunuz. ABD gibi ciddi yoksulluğun bulunduğu bir ülkede bu politika çok etkili olabiliyor. Trump bunu daha önceki döneminde yaptığı için, yeniden yapacağına güvenenler çok.

Harris ve yardımcı adayı olarak seçtiği Minnesota Valisi Walz’un kampanya çizgisi öncelikle Biden’ın adaylık ısrarı yüzünden sandığa küstüğü izlenimi veren klasik demokrat seçmeni yeniden kazanmayı hedefliyor. Bu arada Harris’in “renkli” ve kadın olması da ayrı bir propaganda malzemesi. Bilmeyen kalmamıştır ama Harris’in Asyalı, daha doğrusu Hintli kökenleri var. ABD’de bugüne dek politik anlamda çok da öne çıkmayan Güneydoğu Asyalı kitleler bakımından cazip görünen bir özellik. ABD’nin ilericiliği sınıfsallıktan bağımsız gören okumuşları açısından ise, seçildiği takdirde ABD’nin ilk kadın başkanı şapkasını takacak olması bir “sıçrama” olarak kabul ediliyor. Bu arada ABD’deki büyük sendikaların, bu kurumlara pek de sıcak bakmayan Trump’a karşı Harris’e destek açıkladığını buraya ekleyelim.

Bir de demokratların şu meşhur “sol” kanadına bakalım. Her nedense kendisine “demokratik sosyalist” gibi etiketler yapıştırılan Sanders, aynı kesimin “genç umudu” A. Ocasio-Cortez gibi isimlerin toplumun görece ilerici kesimlerini her seçimde bir şekilde Demokratlar’a yönlendirme çabaları Harris’in adaylığından olumlu etkilendi. Biden adayken sadece “bu seçim son seçim” zırvasını yinelemek zorundalarken şimdi Harris’in “ilericiliği”nden dem vurabiliyorlar.

ABD’deki seçim kampanyasının bir de misafiri var. İki yüzyıl önce Avrupa’nın üstünde dolaşan “hayalet” bu kez yalan yanlış bir bağlamda olsa dahi ABD semalarında geziniyor. Komünizm kampanyanın misafir sanatçısı. Trump ekibi, insanların asgari sosyal güvence sahibi olmasını gündeme getiren demokrat rakibini komünist olmakla suçluyor. İlk bakışta anlamsız gelebilir ama söylediğinde doğruluk payı var. Bugün insanların doğal hak gördüğü ve yitirmemeye çalıştığı sosyal güvence, emeklilik, yıllık ücretli izin, 8 saatlik hafta sonu tatili gibi ne kadar kazanım varsa Komünizm’in doğrudan veya dolaylı imzasını taşıyor.

İşin bir de dış politika boyutu var elbette. ABD’de, birçok başka ülkede de olduğu gibi, dış politika tek başına seçim kazandıracak ve kaybettirecek bir alan değil. Bununla birlikte yukarıda anlattığım garip seçim sistemi belirli yerlerde toplaşarak yaşayan kimi azınlıklara eyalet bazında etkili olma kapısını açabiliyor. Bunların başında da Arap kökenli ve Müslüman azınlıklar geliyor. Bunların, Filistin konusunda, yalan da olsa, Biden’a nazaran daha “nüanslı” bir dil kullanan Harris’in çekim alanına girmeleri olası. Kaldı ki, 2016 ve 2020 seçimlerine dayanan verilere göre Arap-Amerikalıların yarısından fazlası kendilerini Demokrat olarak tanımlarlarken, kendisine Cumhuriyetçi diyenlerin oranı yüzde 20’yi zor buluyor. Bütün mesele bunları sandık başına çekebilmekte. Rachida Tlaib, Ilhan Omar gibi siyasetçilerin görevleri de bunu sağlamak.

ABD’deki Yahudi lobisinin etkisi malum. Trump’ın başlıca destekçilerinden Evanjelistler’in Siyonistlerden daha Siyonist oldukları ve kayıtsız şartsız İsrail’i destekledikleri de. Yalnız buradan Yahudi oylarının Trump’a akacağı sonucunu çıkartmamak gerekiyor. ABD Yahudi toplumu hiçbir bakımdan homojen değil. Çok küçük gruplar dışında belki de tek ortak noktaları İsrail’in varlığına verdikleri önem. Ancak bu noktadan itibaren ayrışma başlıyor. İsrail’in soykırım siyasetine ciddi tepki duyan bir toplamın bulunduğu sır değil. Bunların önemli bir kısmı da kuduran İsrail’in kendi imha edeceğinden kaygı duyduğu için ABD yönetiminin Tel Aviv’i dizginlemesi gerektiğine inanıyor. Bu yüzden Yahudiler kimi desteklerse o kazanır deyip işin içinden çıkmak zor.

ABD’deki başkanlık seçiminin sonucu Filistin ve dünyanın diğer halklarının hayatlarını olumlu etkilemeyecek. Bunu biliyoruz.

Diğer yandan hangi aday kazanırsa kazansın ABD’de toplumsal bir huzursuzluk yaşanacağı tahmini akla yakın görünüyor. Trump’ın olası bir seçim yenilgisini kolay kabullenmeyeceğini önceki seçimdeki kalkışmasından belli. Kendisini bir tarikat müridi gibi takip eden silahlanmış milyonlar var. Öte yandan Trump kazandığı ve vaat ettiği gibi kendisini kurumlar ve yasaların üzerinde konumlandırarak siyaset yapmaya kalkıştığı takdirde ABD “müesses nizamı”nın eli kolu bağlı oturması beklenemez. Artık suikast mı olur, başka bir yöntem mi bilinmez. Öyleyse buyurun kaosa!

ABD’de kaosun erdemi kısa vadede dünyaya nefes aldırmak olabilir. Ancak aynı zamanda aklındakileri hayata geçirmek için fırsat bekleyen, kuralsız bir dünyayı çıkarlarına uygun bulan birçok lidere -bu arada bizim yakından tanıdıklarımıza da- geniş hareket alanları açacağını da hatırda tutmakta fayda var. Neresinden tutsak sıkıntı...

Bu sıkıntıyı yazgı kabul etmemek, ABD’nin veya onun yerine oynamaya hazırlanan başka emperyalist devletlerin oyununa gelmemek ise hayatımızı cehenneme çeviren kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması için bilinçlenmekle ve hızla örgütlenmekle mümkün.

                                                               /././

                                                        soL - GÜNDEM

MASAK'ın son raporu davanın seyrini değiştirdi: Dilan Polat tahliye edildi

MASAK iki raporunda kara paranın nasıl aklandığı anlattı, üçüncü raporunda "delil yeterli değil" dedi. Savcı son raporda Dilan Polat'a yönelik suçlama olmadığı için "tahliye edilebilir" dedi. Hızla elde ettikleri zenginlikleri ve lüks hayat tarzlarıyla şüphe çeken Polat çifti 10 ay önce tutuklanmıştı."Kara para aklamak", "vergi usul kanununa muhalefet" ve "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek"  suçlamalarıyla eşi Engin’le birlikte tutuklanan Dilan Polat hakkında tahliye kararı verildi. Mahkeme kararına itiraz edilmezse Dilan Polat tutuksuz, diğer sanıklar ise tutuklu yargılanacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/masakin-son-raporu-davanin-seyrini-degistirdi-dilan-polat-tahliye-edildi-394697)
                                                                ***
Hedef gösterilen TÖB-SEN temsilcisine sürgün: 'Asıl cezalandırılan ÇEDES'e itiraz edenler'
TÖB-SEN Bursa Temsilcisi Bebek, ÇEDES'e karşı sendikal faaliyet yürüttüğü için sürgün ve kınama cezası aldı. "Cezalandırılan ÇEDES'e itiraz eden kesimlerdir" diyen sendika suç duyurusunda bulunacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/hedef-gosterilen-tob-sen-temsilcisine-surgun-asil-cezalandirilan-cedese-itiraz-edenler-394694)
                                                           ***
Patronlar niye ağlıyor: 'Enflasyon düzeltmesi'nin ardındaki timsah gözyaşları
Son yıllarda kârlarını rekor düzeylere taşıyan patronlar, toplam vergiler içindeki küçük paylarını dahi ödemekten imtina ediyor. Son itirazları "enflasyon düzeltmesi"ne.
Enflasyon emekçinin cebinden eksiltirken, patronların kârlarını artırmalarına bahane oldu ve varlıklarının değerini katladı.Yıllar sonra bu zenginliğin küçük bir kısmını vergi olarak vermesi istenen patronlar bir ağızdan itiraz ediyor. Uygulamanın adı "enflasyon düzeltmesi". Şirketlerin ödeyeceği vergiyi belirleyen mali tablolarının, enflasyon nedeniyle artık gerçek değerlerini ifade edemez geldiği noktada uygulanıyor. En son 2004'de uygulanmıştı. Örneğin bir firmanın 2004 yılında 100 liraya bir arsa satın aldığını varsayalım. Enflasyon muhasebesi uygulaması öncesinde bu arsa, firmanın 2022 yılı bilançosunda da 100 lira olarak görünüyordu. Onlarca milyon liralık gayrimenkuller, alındıkları yıldaki alış bedelleriyle listeleniyor, mal varlığı ufak gösteriliyordu. Şimdi yeni uygulama ile firmalar, ilgili kalemin bilançoya girdiği tarihden bu zamana oluşan enflasyon kadar bu kalemlere güncelleme yapmak zorunda. Bir örnek de siyasetten verilebilir. Son yerel seçim öncesi adaylar mal varlıklarını kamuoyuna ilan etmişti. Ekrem İmamoğlu'nun beyanında 30 bin liraya arsa, 150 bin liraya dükkan sahibi olduğu görülüyordu. Ancak bunlar edinim tarihindeki değerleriydi. Gerçek değerlerinin anlaşılabilmesi için bu tutarlara enflasyon düzeltmesi yapılması gerekiyor. (Astronomik artışlar hesaba katılmadı) Nitekim 19 yıl sonra devlet, patronlardan bu düzeltmeyi yapmasını istedi. Şirketler önce 2023'te bilançolarını, bu doğrultuda güncelledi ama ortaya çıkan yeni değerler üzerinden vergilendirilmedi. İstanbul Sanayi Odası'nın araştırmasından öğrendik ki sadece en büyük 500 sanayi kuruluşunun 1,4 trilyon lira olan toplam varlıkları, 2023'te enflasyon düzeltmesi yapıldıktan sonra 4,7 trilyon liraya sıçramış. Aradaki astronomik fark, 2023'te ve 2024'ün ilk üç ayını kapsayan dönem için ödenen vergiye etki etmedi. Ancak Nisan, Mayıs, Haziran aylarını kapsayan vergi dönemi itibariyle uygulamanın başlamasına karar verildi. Şirketler için son tarih 27 Ağustos. Hazırlanan beyanlarda amortismanlar da değerlenmiş tu­tarlar üzerinden hesaplanacağı için bir mik­tar gider yaratacak ama gelir tarafı ağır basacağı için, borçlanarak yatırım yapan şirketler, enflasyon düzeltmesi sonrası kârları artacağından, ödeyeceği vergi de artacak. Mesela Koç Grubu'na ait Ford Oto. Mali tablolarında enflasyon düzeltmesi uygulayan şirket, geçen sene 6 aylıkta 12,08 milyar lira olarak açıkladığı net kârını, geriye dönük 19,40 milyar lira olarak düzeltti. (Ford Oto, bu düzeltmeden etkilenmeyecek. Çünkü sunulan özel teşvik kapsamında şirket 2026'ya kadar kurumlar vergisinden muaf tutuldu, gelir vergisi için de 10 yıl stopaj desteği aldı) (Patronlar 'darbe' dedi, Anayasayı hatırladı) Uygulamanın hayata geçmesine günler kala neredeyse her gün bir sermaye temsilcisi kurumun başkanı, enflasyon düzeltmesinin vergiden muaf tutulmasını talep ediyor.  Son ses Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz'ın ziyaret ettiği Ankara Ticaret Odası’ndan yükseldi. Kredi faizlerinden yakından Oda Başkanı Gürsel Baran, "enflasyon düzeltmesinin vergisel sonuç doğurmayacak şekilde yılda bir kez yapılması" gerektiğini söyledi. Vergide büyük yükünün emekçilerin sırtında olduğunu unutan Baran, daha yüksek vergi vermek zorunda kalmalarının Anayasanın "vergi mali güce göre ödenir" ilkesine aykırı olduğu savundu. Patron örgütü MÜSİAD, enflasyon düzeltmesiyle alınacak verginin "haksız" olduğunu öne sürdü, "sanayicinin ödeyecek gücü yok" dedi.  Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanı Ender Yorgancılar "Yatırımlarımız cezalandırılıyor" derken, Eskişehir Sanayi Odası Celalettin Kesikbaş bu söylemi bir doz ileri taşıyarak uygulamayı "Özel sektöre darbe" olarak niteledi. Adana Sanayi Odası Başkanı Zeki Kıvanç ise enflasyon düzenlemesi üzerinden doğacak verginin tıpkı bankalarda olduğu gibi 2025'e kadar alınmasını istedi. İSO 2023 sonuçları, sanayi patronlarının, el koydukları artı değerden finans sermayesine aktarmak zorunda kaldıkları payın (ödenen faizler/milli gelir anlamında kâr) arttığını göstermişti.('Enflasyonun vergisi' yıllardır emekçilere ödetiliyor)  Patronların aksine milyonlarca emekçi, yüksek enflasyon nedeniyle yıllardır daha fazla vergi ödüyor. Gelir Vergisi Kanunu'nda yer alan "artan oran", gelir miktarı arttıkça, uygulanacak vergi oranının da artmasını sağlıyor. Bu oran, gelir düzeyine göre ayarlanan basamaklarla belirleniyor. Ancak son dönemde enflasyonun aylık bazda bile hızla arttığı hesaba katılırsa aslında satın alma gücünde herhangi bir artma olmayan, hatta azalma olan bir emekçi, bir üst tarifeden vergiye tabi tutuluyor. Uygulanan vergi oranı, herhangi bir neden olmaksızın basamak atlandıkça artıyor. Böylece emekçilerden bir de enflasyonun vergisi alınmış oluyor.

                                                         ***
'İtfaiye yetersiz' diyenlere 'cahil' diyen CHP'li il başkanı, İzmir BB Başkanı'nı duymadı mı?
Türkiye'de pek çok yerde yangın felaketi sürüyor, en büyüklerinden biri de İzmir'de. İzmir BB Başkanı itfaiyenin norm kadro ihtiyacı olduğunu bildirirken, il başkanı yetersiz diyenlere "cahil" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/itfaiye-yetersiz-diyenlere-cahil-diyen-chpli-il-baskani-izmir-bb-baskanini-duymadi-mi-394691)
                                                       ***
Özelleştirme kül etti: İzmir'deki iki yangının arkasından elektrik çıktı 
                               
Menderes'te elektrik tellerinin yol açtığı orman yangını

Açıkta bıraktığı kablolarla iki yurttaşın ölümüne neden olan Gediz Elektrik'in enerji nakil hattı bu defa iki orman yangınına yol açtı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ozellestirme-kul-etti-izmirdeki-iki-yanginin-arkasindan-elektrik-cikti-394690)                         ***

Hindistan'da doktorlar meslektaşlarının tecavüz edilip öldürülmesine karşı bir haftadır ayakta

Hindistan'da doktorlar, bir tıp öğrencisinin tecavüz edilip öldürülmesine karşı bir hafta boyunca gösteriler düzenledi. 24 saatlik resmi grev dün bitse de, genç doktorlar iş bırakmaya devam ediyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/hindistanda-doktorlar-meslektaslarinin-tecavuz-edilip-oldurulmesine-karsi-bir-haftadir-ayakta)

 (soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder