Evrensel - GÜNDEM
Keçiören’de okulu temizlemeye giden belediye ekipleri okula alınmadı -Kübra KIRIMLI-
Evrensel - GÜNDEM
Keçiören’de okulu temizlemeye giden belediye ekipleri okula alınmadı -Kübra KIRIMLI-
Örneğin, iki aşıktan biri diğerini yabancı, tuhaf ve değişmiş gibi hissettiğinde kapılır tekinsizliğe. Beni artık sevmiyor mu kuşkusu değildir tekinsizlik, aşık olduğum kişi bildiğimi sandığım kişi değil mi belirsizliğidir. Bir diğer örnek politik alandan verilebilir. Yıllardır RTE’nin kendi haklarını savunduğuna, kendisinin hayat koşullarını iyileştireceğine, Türkiye’nin dünya devi olacağına inanan bir kişi, olup bitenler hayat koşullarını her geçen gün kötüleştirdikçe ve RTE’nin yapıp ettiklerine baktıkça tekinsizlik hissi yaşamaya başlayabilir. Beni kandırdı kuşkusu değil, bildiğimi sandığımı bilmiyor olabilir miyim belirsizliği. Truman Show filminde, Truman Burbank’in (Jim Carrey) yaşadığı his tekinsizliktir. 7 Ekim Katliamı sonrası İsrail-Hamas çatışması ile başlayan katliamlar, Lübnan’a yayılıyor ve bir yıl dolarken 50 bini aşkın ölüm, yüzbinlerce yaralı, engelli ve milyona yakın yerinden edilmelerle derinleşiyor. Son olarak Lübnan Hizbullahı’nın lideri Nasrallah ile birlikte örgütün yönetim kadrolarının neredeyse tümü öldürüldü. Türkiye’deki siyasi parti, örgüt ve hareketlerin Nasrallah’ın öldürülmesine tepkileri, tekinsiz bir dünya algısının nasıl da yerleşmiş olduğunu gösteriyor gibi. Sol Parti sadece İsrail’in saldırgan, katliamcı politikasını eleştirdi. Diğer “sosyalist” parti ve yapılar ise Nasrallah’ı bir “devrimci şehit” olarak “göklere çıkardılar”. Lübnan siyasi tarihinden sosyalistlerin silinmesinin belki de en önemli aktörünü ağıtlarla uğurladılar. Bu hali basit bir “teorik yanılgı”, “yanlış politik analiz” olarak görmek çok doğru olmayabilir. Benzer bir durum Özgür Özel CHP’sinin RTE iktidarıyla ilişkisinde de var. New York Belediye Başkanı’na rüşvet verilmesi iddiasıyla ilgili Özel’in açıklaması ile Kılıçdaroğlu’nun “şafağın söktüğü güneşin battığı yerde” yaptığı açıklaması da tekinsizlik hissine örnek. Daha bir yıl öncesine kadar yıllarca omuz omuza mücadele veren iki “liderin” açıklamaları arasındaki fark yalnızca siyasi analiz ya da strateji farkıyla anlaşılabilir gibi değil. Eski genel başkanın siyasi hırsı da açıklayıcı değil. Çünkü o da “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek desteklemişti RTE’nin planını! Hangi siyasi analiz anti-emperyalist, hangisi antisemit; hangi hareket antisiyonist, hangisi sosyalist; Özgür Özel mi, Ekrem İmamoğlu mu, Mansur Yavaş mı RTE’ye karşı kazanır, yoksa “İsrail, Kürtleri de yanına yedekleyerek Türkiye’ye de saldıracağı için” en doğrusu RTE’nin ardında hizalanmak mı!!? Eğer öyleyse, RTE neden Nasrallah’ın ismini anmadı? Hiçbir siyasi hareket toplumsal desteği olmadan ayakta kalamaz ve büyüyüp iktidara gelemez. Desteği verecek toplumun bireylerinin her birinin dünyayı ve olup bitenleri nesnel ve doğru bir siyasi analizle değerlendirebilmeleri de beklenemez. Bir siyasi hareketin başarısının olmazsa olmazı ise seslendiği insanlara dünyanın bilinebilir olduğunu gösterebilmesidir. Sıradan insan için, en yalın haliyle, bu bundan oluyor, şu da bu yüzden böyle, sen de busun ve aslında şu olabilirsin diyerek, hem dünyayı hem de kendisini bilinir kılarak tekinsizliği gideren hareket başarılı olabilir. Tekinsizlik hissini bastırmanın bir yolu da olup bitenlerin ardında kimsenin gücünün yetmeyeceği bir “şey” olduğu yanılsamasıdır. Komplo teorilerinin tekinsizliğin derinleştiği dönemlerde yaygınlaşması da bu yüzdendir. Tekinsiz bir dünyada korku içinde yaşamaktansa, ister yararına ister zararına olsun, olup bitenleri kontrol edebilen bir güç olduğunu bilmek rahatlatır insanı. Öyle bir güç ki, aslında bir planı var ve belirsizlik gibi görünen durum aslında en azından biri/leri tarafından biliniyor ve kontrol altında. Eh biraz dine yatkınsanız “kader” dersiniz, olmadı dünyayı yöneten beş aile, daha olmadı her şeyini ardında ABD var diye uzar gider bu liste.
Özcesi, tekinsizliğin derinleştiği dönemlerde komplo ya da kaderci yaklaşımların çok önemli bir etkisi vardır. Her şeyi bilen ve bize dünyanın ne olduğunu bildiren, ne yaparsak belirsizlikten ve tehlikeden korunabileceğimizi gösteren bir “şey” beklentisini artırır. Bu “şey” bir lider olduğunda ne olabildiğinin en iyi örneği Hitler’dir. Büyük insanlığın ortak yararına olabilecek bir “şey” ise bir lider değil, bir siyasi harekettir. Netanyahu hükümetinin katliamı, siyasal islamcı Nasrallah’ı devrimci kılmaz; devrimcilik öncelikle büyük insanlığın ortak yararını düşünebilmektir ya da AKP oylarını çekebilmenin RTE’yi demokrat bir lider olarak görmeden de mümkün olduğu siyaseti sürdürebilmektir
/././
Kolektif emperyalizmin; Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore gibi Batı merkezli sistemin dışına taşan veya hizaya girmeyen ülkeleri/aktörleri suçlamak için kullandığı en temel argüman şu: “Kurallara dayalı uluslararası sistem” tehdit/ihlal ediliyor.
***
“Kurallara dayalı uluslararası sistem” dedikleri hikaye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizmi merkezli oluşturulan, Soğuk Savaş sonrasının “tek kutuplu dünyası”nda cilalandırılarak parlatılan bir “güçlüler sistemi.”
***
Temel hikaye kapitalist-emperyalist sistemin tesisi/bekası. Kapitalist-emperyalist sistemin bekası için dayatılan “düzen”dir söz konusu olan.
***
Tam da bu nedenle “uluslararası sistem”in temelini oluşturduğu varsayılan kurallar bizzat mevcut sistemi oluşturan aktörler tarafından ihlal edildi, edilmeye de devam ediliyor.
***
Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri pek çok işgali, müdahaleyi, saldırıyı bizzat bu sistemin bekası, tahakkümü adına gerçekleştirdi.
***
Emenlerin dilediklerini yaptığı, keyfilikle malul bir düzen oysa ki. Güçlünün kuralları belirlediği, zorbanın kendi kurallarını dayattığı bu düzen ne ilkelere ne de kurallara dayalı.
***
Ukrayna’da, Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de tanık olduklarımız “uluslararası düzen” söyleminin nasıl bir safsata olduğunun çarpıcı göstergeleri. Esasında ortada ne bir düzen, ne de bir hukuk var. Güçlü olan, kuralları ancak kendi çıkarlarına hizmet ettiği oranda dikkate alıyor.
***
Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi, Beyrut’ta Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı vuran İsrail bir çırpıda sistemin tüm ikiyüzlülüğünü ortaya serdi. Savaşı yaymaya çalışan, komşu ülkelerin başkentlerini bombalayan, tüm dünyanın gözleri önünde insanlık ve savaş suçları işleyen İsrail cesaretini tam da bu “kurallara dayalı düzen”den alıyor.
***
Ukrayna’da savaşı derinleştirmeye çalışan ABD/NATO/AB de cesaretini bu sistemden alıyor. Mevcut uluslararası sistem egemenlerin hukukunu koruyor, bu tarz saldırıların derinleşmesine zemin hazırlıyor.
***
Savaş suçlarından yargılanması gereken Netanyahu’nun Amerikan Kongresi’nde, BM Genel Kurulu’nda alkışlanmasının arka planında bu sistem var. İsrail’in katliamlarına sessiz kalan liderlerin Rusya’yı kınamasında da.
***
Birleşmiş Milletler’e ve Lahey Adalet Divanı’na bakmak dahi bu uluslararası ikiyüzlülüğü teşhir etmeye yeter. Bütün işgaller, saldırılar, katliamlar “uluslararası hukukun verdiği haklar” kılıfı altında gerçekleştiriliyor.
***
Ukrayna savaşında uluslararası hukuku dillerinden düşürmeyen ülkelerin İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırılarına destek vermesi bundan.
***
Ukrayna, Gazze, Yemen, Suriye… Gücü ve yetkisini "uluslararası düzen"den hegemon güçler yakıp yıkmaya devam edecekler. Bunu yaparlarken de demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi kavramları dillerinden düşürmeyecekler.
***
Dünya büyük bir alt üst oluşun içerisinde. Güç mücadeleleri, paylaşım, hegemonya kavgası şiddetleniyor. Nükleer tehditler, hibrit savaşlar, saldırı ve işgaller derinleşiyor. Belirli kurallara göre hareket edildiği iddia edilen “uluslararası sistem” her tarafından su alıyor. Düzenin değil zorbalığın hakim olduğu bu yeni iklimde çelişkiler keskinleşiyor.
***
Egemenlerin kendi zorbaşlıklarını hayata geçirmek için kullandığı bu "uluslararası köhne düzen"in yok edilip ortadan kaldırılmasından, halkların yararına bir düzen kurmaktan başka kurtuluş yok. Bu egemenlerin düzeni, böyle olmaya devam ettikçe de zorbalar dilediklerini, diledikleri şeyi yapmakta bir beis görmeyeceklerdir. Tam da bu yüzden İsrail Gazze'yi, Lübnan'ı, Suriye'yi, Irak'ı vurabiliyor.
/././
Murat Kurum o sırada AKP’nin İstanbul belediye başkanı (İBB) adayıydı ve bilimin, büyük bir çevre felaketine sebep olacağını ısrarla tekrarladığı Kanal İstanbul Projesi gündeminde yoktu. Oysa biliyoruz ki öncesinde, Çevre Bakanı olarak, kanalla ilgili ÇED sürecini çevre hassasiyetini en üst düzeyde tutarak yürüttüklerini anlatmış ve projeyle ilgili endişelerin yersiz olduğunu açıklamıştı. Murat Kurum, Türkiye’nin geleceğine damga vuracak, çocuklar için çok kıymetli bir istiklal ve istikbal projesi olduğuna inandığı Kanal İstanbul’dan, İBB başkan adayı olduğu süre boyunca hiç bahsetmedi, onun yerine, yoksula uygun fiyata üç kap yemek hizmeti sunan Kent Lokantaları’nı projeden saymayarak küçümsemeyi tercih etti.
Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) maden kazasıyla ilgili hazırladığı raporda, altın madenlerindeki denetim ve işçi sağlığı sorunlarına değinilerek “İliç Çöpler Altın Madeni’nin kapatılması ve ruhsatının iptal edilmesi başta olmak üzere ülkemizde siyanürlü altın madenciliği yasaklanmalı, bundan sonra her türlü üretim ve tüketim ilişkileri doğayla uyumlu ve sömürüden uzak olmalıdır” denildi. TMMOB Kimya Mühendisleri Odası’nın hazırladığı raporda, maden işletmelerini sınırlayan en önemli teknik projelerden bir tanesinin ÇED raporları olduğunun altı çizildi. “Liç yığınlarının yüksekliğinden kapasitesine, siyanürün kullanım limitlerinden atık barajlarına kadar tüm süreçlerin Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın denetim ve takibinde olduğu hatırlatıldı. Kapasite artışıyla ilgili ÇED olumlu kararı veren Murat Kurum başkanlığındaki Çevre Bakanlığı’nın, 9 işçinin ölümüyle sonuçlanan bu faciada doğuran sorumluluğu olduğu belirtildi. Ve konuyla ilgili son rapor CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz imzasıyla TBMM İliç Maden Kazası Araştırma Komisyonu’na sunuldu. Raporda, entegre tesisinin ünitelerinin farklı projeler halinde gösterilerek ÇED’e ayrı ayrı başvurulduğu ve bunun ‘entegre tesisler için tek ÇED süreci işletilir’ kuralının ihlali olduğu tespitine yer verildi. Ayrıca, ÇED raporuna onay verdiği için birinci dereceden sorumlu olarak gösterilen Murat Kurum’un dinlenmek istediği halde komisyona gelmediğine dikkat çekildi. Kendisine ulaşılamayan eski Çevre Bakanı Murat Kurum, İstanbul’a başkan olamayınca yeniden Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak atandı.
Bugünlerde ulaşılamayan AKP’lilerden bir diğeri de Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu. Sahibi olduğu Fernas Madencilik’e ait iş yerinde sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılan işçiler haftalardır direnişte. Ancak seslerini ne AKP’li patrona ne de hükümete duyurabildiler. Bağımsız Maden İş Sendikası’nın, işçilerin çalışma koşullarına dair yayınladığı görüntüler, yeni facialara davetiye çıkaran ihmallerle dolu. İşçiler sürekli kablo ve ekipmanlarla suya batık şekilde gaz kaçağı, elektrik çarpması tehlikesi olmasına rağmen herhangi bir önlem alınmadan çalıştırılıyor. Kullanılan kimyasallar ve koruyucu ekipman eksikliği nedeniyle uzun vadede kanser, kısa vadede kör olma tehlikesi altındalar. Ve ortalamanın altında düşük ücret alıyorlar. İşçiler, AKP Milletvekili Nasıroğlu’nun iş güvenliği yönetmeliklerine ve kanun maddelerine uymadığı için ölüme gönderildiklerini söylüyor. Dönemin Başbakanı Erdoğan, Soma’da 301 madencinin hayatını kaybettiği madenle ilgili, işçi sağlığı iş güvenliği noktasında başarılı olduğunun tespit edildiğini söylemiş ve “Bunlar olağan şeyler. Bunun fıtratında var” demişti. Fernas işçilerinin çalışma koşulları, olası bir faciayla burun buruna yaşandığının apaçık kanıtı. Güvenle ve insanca çalışma ve yaşama hakları için direnen madenciler bugüne kadar karşılarında devletin polisi ve jandarmasından başka muhatap göremedi. Tartaklandılar, gözaltına alındılar. Şimdi de Soma’dan Ankara’ya bir yürüyüş başlattılar. Bağımsız Maden İş Sendikası örgütlenme uzmanı Başaran Aksu aracılığıyla biz de soralım, yasa yapan TBMM’de yemin etmiş birisi olarak, nasıl oluyor da kendi iş yerinde en az üç Anayasa maddesi, on tane kanun maddesi çiğnenebiliyor? Cem Dinlenmiş’in çizdiği işçi ve çiftçi eylemleri haritası çarpıcı şekilde gösteriyor ki, emekçiler Türkiye’nin her yerinde direniyor. Umut arayan oraya baksın ve destek için harekete geçsin. Sesi, duymazdan gelinemeyecek kadar büyütelim.
/././
Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar bir süredir elektrik ve gaz faturalarında değişiklik yapılacağını ve çok tüketenlerden devlet desteğini keserek daha fazla tahsilat yapılacağının sinyallerini veriyor.
Bayraktar, “Desteği tüketim esaslı ortaya koymak gerekiyor” diyor ve destek gruplarını doğru tanımlamaktan bahsediyor. Bu iş nasıl yapılacak, işin o kısmı ise hiç net değil.
Öncelikle daha çok enerji tüketmenin nedenlerinin doğru analiz edilmesi gerekir. Örneğin, kalabalık bir ailenin daha fazla elektrik tüketmesi nedeniyle cezalandırılması doğru olmaz. Bahsedilen tedbirler hanelerin enerji faturalarına kadar uzanacaksa, kişi başına düşen enerji tüketimi gibi yeni ölçümlerin yapılması gerekir ki misafir kovalamaya kadar varır bu iş.
Tedbirler ya da pahalı fiyatlandırma, şirketleri de kapsayacaksa, işletmelerin çalışma alanlarına göre detaylı sınıflandırma yapılması gerekir. Enerji yoğun bir alanda çalışan işletmeyle (dondurulmuş gıda ürünleri satan bir market gibi) bir terzinin elektrik faturaları haliyle aynı olamaz. Bu yüzden işyerleri için sadece tüketim miktarına bakarak, “sen daha fazla tüketiyorsun, o yüzden de daha fazla ödeyeceksin” denemez. Zenginsin, senin elektrik bedelin daha fazla olacak diyen bir yöntem de gelir vergisindeki adaletsizliğin enerji faturaları üzerinden düzeltilmeye çalışılması anlamına gelir. Hükümet 22 yılda yarattığı gelir adaletsizliğini böyle çözemez. Görüldüğü gibi ‘tüketim esaslı faturalandırma’ öyle kolayca çözülecek bir konu değil.
Enerji fiyatlarını halka yansıtmamak için sübvanse ediyorum, bu da ekonomiye büyük bir yük oluyor deyip, yapılan gizli açık zamları haklı çıkarmaya çalışmak ilk bakışta anlaşılır gelse de o hükümete, “Sen neden halkını enerji faturalarını karşılayabilecek düzeyde zenginleştiremedin de devlet desteğine muhtaç ettin” diye sorarlar.
Hükümet her zaman yaptığı gibi yükü yurttaşların omuzlarına atmaya çalışıyor ve sorumluluk almaktan kaçınıyor. Asıl yapması gereken ise enerji tasarrufunu ve enerjinin verimli kullanılmasını teşvik edecek yapısal değişiklikleri hayata geçirmek olmalı. Elektrik tasarrufu yapılsın, konutlarda daha az elektrik tüketilsin ve enerjide dışa bağımlılık azalsın mı istiyorsun? O zaman buyurun size bir çözüm önerisi. Elektrik faturalarının üçte birini oluşturan buzdolaplarının enerjiyi verimli kullananlarından KDV’yi kaldır veya makul bir seviyeye indir de halk 15-20 yıl kullanacağı buzdolabını alırken daha az elektrik tüketenini tercih etsin. Hanelerde elektrik tüketimi düşerse, devletin desteklediği faturaların da tutarı azalır.
Gaz çok pahalı, herkes kullanabilsin diye biz destekliyoruz mu diyorsun? O zaman konutlarda yalıtım standartlarını arttır, denetimleri sıklaştır da insanlar evlerinde daha az gaz yakarak ısınabilsinler. Yeni binalarda ısı pompasını zorunlu tut. Balkonlara güneş paneli kurulmasına izin ver. Her yeni apartman elektrik tüketimini belli bir oranda güneşten karşılamak zorunda olsun; çatısına, otoparkına güneş paneli koymayana ruhsat verme. Enerji kooperatiflerinin önünü aç, halk kendi elektriğini üretsin. Gerekiyorsa bu önlemleri uygun faizli, uzun geri ödeme süreli kredi paketleriyle destekle. Bunların hangi biri yapıldı da iş faturaya geldi?
Enerji tüketiminin azaltılmasına kimsenin itirazı olmaz. Türkiye gibi enerjisinin yüzde 80’den fazlasını fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve gaz) sağlayan ve dışa bağımlı bir ülkede daha az enerji tüketmenin hem ekonomiye hem de iklim krizini durdurmaya faydası var. O yüzden de hükümetin, uygun politikalarla enerjinin tasarruflu ve verimli kullanılmasını sağlayacak araçları şirketlerin, kamu kuruluşlarının ve yurttaşların kullanımına sunması beklenir. Balık tutmayı öğretmeden herkesten balık tutmasını istemek olmaz!
24 Ağustos’ta Enerji Bakanı Bayraktar, “Temmuz’da hem elektrik tüketiminde hem de elektrik üretiminde rekor seviyelere ulaştık” diyordu. Klima tüketimi nedeniyle her yıl yaz aylarında yaşanan bu ‘elektrik israfını’, elektrik tüketiminde rekor kırdık diyerek bir başarı öyküsü gibi değerlendiren bu açıklamanın ardından, çok elektrik tüketenden devlet desteğini keserek daha fazla para alacağız denmesi bir çelişki değil mi?
Bırakın halkımız rekor kırmaya devam etsin Sayın Bayraktar, rekortmenleri cezalandırmayın!
/././
Birgün - GÜNDEM
‘Baykar diplomasisi’ ve ‘milli çıkar’ edebiyatı -Anıl Çınar-
Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?
Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar İsrail’le işbirliği eleştirilerini “milli kazanımları operasyonlara kurban ettirmemeye kararlıyız” diye yanıtladı.
Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün de aynısını söylüyordu. Provokasyonlar milli çıkarlara milli hedeflere zarar veremeyecekti… “Bu başarı, sadece bir firmanın değil, tüm milletimizin ortak başarısıdır” diyordu başkan.
Ne zaman bir ikiyüzlülük ortaya çıksa aynı şey söyleniyordu: “milli çıkarlarımız”.
Peki nedir, nerededir bu milli çıkar?
Örneğin Selçuk Bayraktar’ın Filistin atkısıyla verdiği yürüyüş pozunda mıdır? Yoksa aynı Bayraktar’ın ABD gemisi USS Gerald R. Ford’da verdiği fotoğrafta mı?
Anlaşılan ikisinde de…
Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?
TCG Anadolu’nun bir tatbikatla NATO filosuna katılmasını mı, yoksa Amerikan askeriyle aynı gemide bulunmaktan duyduğu keyfi mi onaylamaktadır Bayraktar?
Belli ki ikisini de…
Milli çıkar dedikleri şey işte budur: Türkiye adına nerede ne yapılıyorsa sorgulanmayacaktır. Söz konusu olan şirketlerin çıkarları değil, Türkiye’nin gücüdür. O şirketler Somali’ye akın ettiğinde de, Ukrayna’da arazi kiraladığında da, Suriye’de kent kurduğunda da yardım için, insanlık için, Türkiye’nin büyüklüğü için oradadır!
Belki de bu nedenle Baykar, Azerbaycan’daki fuara İsrailli şirketle birlikte “altın sponsor” olduğunda sadece ticari bir faaliyet yürütmemekte, “Baykar diplomasisi”ni icra etmektedir.
Peki Baykar diplomasisi başka neler getirmektedir?
Ukrayna, Somali, Azerbaycan ve Libya’ya SİHA satmakla yetinmemek demektir örneğin. Gözlerini NATO ülkelerine dikmek, yeni dönemin en önemli hedefinin NATO’ya satmak olduğunu dile getirmek ve NATO sayesinde para kazanmak demektir.
Arnavutluk, Polonya, Romanya, Litvanya… Yetmez.
“Milli çıkar” icra edilecekse, önce NATO’culuk yapılacak, TV ekranlarında Filistin sahiplenilirken arka kapıdan İsrail ile ticarete devam edilecek, bütün bunları sorgulayanlara ise “provokatör” denilecek!
Ancak, bu “diplomasi”nin Baykar’dan ibaret olduğu düşünülmemeli. Baykar bir koçbaşı, ama dahası var.
Hatırlayın Zorlu Enerji’nin kelimelerle oynayışını, “neden İsrail’e elektrik sağlıyorsunuz” sorusunu “biz zaten yüzde 25 hisseye sahibiz, bir hükmümüz yok, hisselerimizi de devredeceğiz” şeklinde yanıtlayışını. Veya BOTAŞ ve SOCAR üzerinden İsrail’e akan petrol için sorulan sorulara “biz Türkiye’ye ne kadar çok yatırım yaptık farkında mısınız” diyerek verdikleri yanıtları…
Bu milli çıkarda İsrail’in bölgedeki güç kaynaklarını sorgulamak yok, İsrail’e kol kanat geren NATO’yu ve ABD’yi karşıya almak yok; ama sorgulayanlara “İran ajanı” etiketi yapıştırmak, provokatör demek var. İsrail’in Filistin’e, Lübnan’a saldırılarına yanıt vermek yok, ama Reisi’nin düşen helikopterini İHA şovuna dönüştürmek var.
Herkes Türkiye’yi düşünüyor, Türkiye’yi çok seviyor!
Ne demişti Mussolini “biz ihracat yapacağız, rekabet edeceğiz ki siz işinizi koruyacaksınız, işsizlere iş bulacağız”. Ve sonra eklemişti, savaştan kaçınılmaması gerekirdi, çünkü Herakleitos'un da dediği gibi, savaş “her şeyin başlangıcı”ydı.
Benzer bir yolda ilerlediğimiz açık değil mi?
Benzer bir “sevgiden” olsa gerek, giderek daha fazla isim Türkiye’nin bütün bu karmaşayı fırsata çevirmesi gerektiğini söylemeye başladı bile. Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta ve başka yerlerde. İran geri çekilirken veya çekilmek zorunda kalıyorken Türkiye’ye de rüştünü ispatlama olanağı açılıyor…
Yoksa… Yoksa Türkiye’nin çıkarları tehlikeye düşecek.
Aynı yanıtların NATO’dan neden çıkılamayacağını ispatlamak için de ileri sürülmesiyse hiç şaşırtıcı değil.
Türkiye’nin bütün sınırlarını savaş alanına dönüştüren ve gerektiğinde Türkiye’nin içini de savaş alanına çevirebilen bir terör örgütüne üyeliğin milli çıkar olarak anlatılabilmesindeki cüretin farkında mısınız?
İşte bu cüretin adıdır milli çıkar edebiyatı ve hafife alınmamalı, meydan okunmalıdır.
/././
Yerel, bölgesel, küresel...-Engin Solakoğlu-
Yerel, bölgesel, küresel derken ulusalı da atlamayalım. İsrail, Türkiye’de İsrail’den de güçlü olduğunu göstermeye devam ediyor hâlâ.
Hocam, bölgemizde savaş olur mu?
Bir şey olmaz yavrum, sen yüzmeye devam et.
İsrail terör saldırılarını ve siyasi cinayetlerini sürdürüyor. Hizbullah’ın Genel Sekreteri Nasrallah’ın 80 ton bomba atılarak öldürüldüğü netleşti. Beyrut ve Lübnan’ın farklı kesimlerine yönelik hava saldırıları da devam ediyor.
Hizbullah’ın bu saldırı sonrası bir daha toparlanamayacağı, keza İran’ın bölge üzerindeki hakimiyet mücadelesinin onulmaz bir yara aldığı söyleniyor. Hizbullah’ın lider kadrosunun bu kadar hızlı şekilde ortadan kaldırılması İsrail’in başarısı olarak takdim ediliyor. Bu sonuçta Hizbullah’ın İsrail'i küçümsemesinin, İran’a ise gereğinden fazla güvenmesinin rol oynadığı yönünde yorumlar yapılıyor.
Dünyadaki gelişmeleri anlık fotoğraflara bakarak yorumlamak çok popüler ama yanıltıcı da olabiliyor. Ortadoğu da dünyanın bir parçası ve dünya fena halde yanıltır adamı.
Bölgeye dair ilk hatıram geliyor aklıma. Yıl 1982. İsrail Lübnan’a girmiş, Beyrut’a doğru ilerliyor. Yalap şap İngilizcemle BBC’den takip etmeye çalışıyorum olup biteni. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün lideri Arafat. 15 yaşındayım. O zamana kadar Filistin direnişine dair bir halt öğrenmemişim. İçinde yetiştiğim ortam, kültürel birikimim İsrail’den yana çekiyor aklımı. Öyle ya “adamlar çölü yeşertiyor”, karşıdakiler ise ürkütücü görünüşlü Arapça konuşan hırpani kılıklı adamlar. Bir yandan da içimde yavaş yavaş kovboy filmlerinde Kızılderililerin tarafını tutmam gerektiğine dair bir ergenlik isyanı büyümekte. İsrail’in Lübnan’daki ilerleyişi, yarattığı tahribat, ölümden kaçmak için yollara düşmüş insanların görüntüleri ve sonunda Arafat’ın Beyrut’taki son basın toplantısında söylediği ve aklımdan bir daha hiç çıkmayan o sözleri: “We are here, we will stay here. That’s our country”.1
Ortadoğu sorununu takip edenlerin gayet iyi bildikleri gibi o hikâyenin sonu öyle bitmiyor elbette. Arafat, FKÖ’nün yönetici kadrosu ve 11 bin Filistinli direnişçi Lübnan’ı terke zorlanıyorlar. BBC yorumcuları FKÖ’nün sonunun geldiğini, Filistin direnişinin bir daha kendine gelemeyeceğini “müjdeliyorlar”.
FKÖ giderken geride yüzbinlerce Filistinli mülteci bırakıyor. ABD bunların güvenliğini garanti etmiş ve Lübnan’a asker çıkartmış. Fransızlar ve İtalyanlar ABD’nin peşi sıra Lübnan’a çıkıyorlar. Sonucu biliyoruz, korunacak denilen Filistinli mülteciler Sabra ve Şatilla’da İsrail’in koltuğu altındaki Falanjist milisler tarafından acımasızca katlediliyorlar.
Aradan 42 yıl geçmiş. Emperyalizmin sözüne inanan FKÖ artık bir gölge bile değil. Filistin direnişi ise devam ediyor. 15 yaşında baş gösteren Kızılderililerin haklı olabileceğine dair isyan duygusu yıllar içinde gelişip somutlaşıyor. Her şiddetin aynı olmadığını, Amerikan yerlilerinin topraklarını işgal eden sömürgecileri oklamalarının, evlerini, çiftliklerini yakmalarının vahşet ya da terör deyip geçilemeyecek haklı ve yerinde eylemler olduğunu fark ediyorum. İsrail’in temsil ettiği söylenen “medeniyet”in, insanlıkla bir ilişkisi bulunmadığını zaman içinde öğrendiğim gibi.
Yıl 2024. Nasrallah 80 ton bombayla öldürüldü. Hiçbir uluslararası kısıta tabi olmayan “çok zeki ve çok kahraman” İsrail denen terör örgütü tarafından. İsrail’in güçlü olduğu doğru. Ancak o gücün kaynağı, üstün zekâ, silahlar veya teknoloji değil. İnsanlığı rehin almış kapitalist düzen, daha açık söylersek sermaye egemenliği. O düzen, atıyla, itiyle, kiralık ekran ve kalemleriyle İsrail’i desteklediği için güçlü Netanyahu ve çetesi. Yalan ve cehaletle beslenen o güç yerel, bölgesel ve küresel düzeyde hissettiriyor kendini.
İsrail Lübnan’ı işgal eder mi? Güneyde belirli bir bölgenin işgal edileceğini tahmin etmek için falcı olmak gerekmiyor. Üstelik o işgalin kalıcı olmayacağının garantisi de yok. ABD “arzu etmez”, AB “kaygı duyar”, Rusya “çok yanlış”, Çin “kabul edilemez” der, o işgal sürer.
Hizbullah biter mi? FKÖ bittiğine göre, neden olmasın? Ancak bu gerçekleşse dahi onun yerini mutlaka başka bir direniş gücü alır. Mücadele bitmez.
Yerel, bölgesel, küresel derken ulusalı da atlamayalım. İsrail, Türkiye’de İsrail’den de güçlü olduğunu göstermeye devam ediyor hâlâ. Dünyaya dair algıları yerlerde sürünenler deniz sandıkları çamur birikintilerinde kulaç atıyorlar ülkemizde. Bir örnekle bitirelim.
İnsan haklarıyla iştigal ettiğini söyleyen, kendisini “ilerici” olarak konumlayan bir avukat kardeşimiz (lafın gelişi, yoksa evlat olsa sokağa bırakılması caiz) mealen şunları yazmış sosyal medyada: “Nasrallah’ı övmeyin çünkü kendisi Türkiye’yi hiç sevmiyordu.” Bu hukuk bitirimi varlık bir de gazete kesiti koymuş, insan zekâsının sınırlarını aşağıya doğru zorlayan o tespitini doğrulamak için. Nasrallah 2016 yılında verdiği bir demeçte, “Türk ordusu ve Suud eğer Suriye’ye girerse bunun bedelini öderler” demiş. Nasrallah, bununla da yetinmemiş, “Suudi Arabistan. Türkiye ve İsrail’in çıkarları ortak” şeklinde konuşmuş.
“Nasrallah’ı övmeyin”den başlayalım. Kimseyi övdüğümüz yok. Ortada bir ikilik var. İsrail bölgeyi kana ve ateşe boğuyor. ABD bunun destekliyor. ABD emperyalizmine karşı direnen odaklar var. Bu odaklardan biri Hizbullah. Nasrallah da onun lideriydi. Bu canlı türü ve benzerleri için doğru çözüm “bize ne, yesinler birbirlerini” deyip geçmek. Biz de diyoruz ki, “emperyalizm halkların katili bir virüstür ve senin içine kaçabileceğin bir kavanoz yoktur. Önünde sonunda yakalanırsın.”
Günümüz dünyasında yerel bölgeseldir. Mesele emperyalizmle mücadele olunca bölgeselin küresele dönüşmesi an meselesidir. O virüsü durdurmak için mücadele edenlere omuz vermek gerekir. Omuz vermek, hemhal olmak değildir.
Kaldı ki, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadele eden solcu, ilerici ve komünist gruplar var. O ateşin içinde her gün kavruluyorlar. Onların verdiği mesajların anlamı, kenardan “çağdaşlık” ahkâmı kesenlere kıyasla çok daha gerçekçi ve isabetli olsa gerektir. Lübnan Komünist Partisi Nasrallah’ın ölümü sonrasında yayınladığı bildiride şunu söylüyor: “Nasrallah’ın Lübnan’ın işgalden kurtarılması, Filistin mücadelesine katkısı yadsınamaz.” LKP bunu söylediğinde, Hizbullah’la aynı örgüt haline gelmiyor. Somut durumun somut tahlilini yapmış oluyor. Bir başka deyişle emperyalizmin yenilgiye uğratılmasını öncelikli hedef olarak benimsediğini ortaya koyuyor. Bu kadar yalın.
Gelelim “Türkiye’yi sevmiyor” kısmına. Birincisi, verilen örnekten de anlayabileceğimiz gibi, bir ülkenin halkını, kültürünü, yemeklerini, doğasını sevip sevmemekten söz etmiyoruz. Nasrallah 2016’da özetle “Türkiye Suriye’ye girmesin” demiş. Bir ülkeyi sevme kriteri komşu ülkeleri işgal etmesini desteklemek ise, en çok İsrail’i seviyor olmamız gerekir.
Nasrallah’ın Türkiye’yi, ülkeyi yöneten emperyalist yardakçısı zihniyeti sevmek gibi bir mecburiyeti yok elbette ama 2016’da “Türkiye Suriye’ye girmesin” demek, bugün içine düşürüldüğümüz durumu düşünürsek Türkiye için iyi bir dilek anlamına dahi gelebilir. İnsan hakları avukatımız sanırım Türkiye’nin Suriye'ye girmesinden ve otomatik olarak Suriye’nin de Türkiye’ye girmesinden, sayısını kimsenin bilmediği göçmenlerden, o göçmenlerin sermaye tarafından acımasızca sömürülmesinden, İdlib’deki kelle kesici paralı asker güruhundan, Gar katliamından, Suruç saldırısından filan o kadar kıvanmış ki, Türkiye Suriye’den uzak dursun söyleminden rahatsızlık duyuyor.
Nasrallah, bir de “Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarları ortak” demiş. Bak sen şu müfteriye! Bugünkü basında Suudi Prensi Salman’ın sözleri var: “Filistin halkı şahsen umurumda değil ama halkım önemsiyor”. Filistin direnişinin 7 Ekim saldırısı olmasa bu sıralar çoktan hayata geçmiş olması beklenen, Ortadoğu’da “Filistinsiz normalleşme” anlamına gelen İbrahim Anlaşmaları’nın kanlı pazarlık masasındaki Suudi Arabistan’dan söz ediyoruz.
Peki ya Reis’in Türkiyesi’ne söylenir mi hiç böyle bir şey? Limanlardan İsrail’e sevkiyat sürmese, İsrail’in savaş makinasının yakıtı Ceyhan’dan sağlanmasa, yerli ve milli savaş sanayimizin güzide ve akraba şirketleri Bakü’deki silah fuarına İsrailli firmalarla birlikte ortak sponsor olmasa, İsrail’i koruyan ABD 6. Filosu’nun gemileri, birlikte yapılan tatbikatlardan sonra Türkiye limanlarında misafir edilmese söylenmez elbette. O kadar renkli gazozu yerlere döküyor, kahve zincirlerine taş atıyor, BM Genel Kurulu’nda esip gürlüyor yine yaranamıyoruz...
Avukat haklı! Övmeyelim artık NATO düzeninin riyakârlığını yüzümüze çarpan direnişin liderlerini! İnsan hakları filan da bir yere kadar yani...
1“Buradayız, burada kalacağız. Burası bizim ülkemiz”
/././
TÜGVA'nın 'değerler kulübü' çocuklara bu 'değer'i aşılıyor: ‘Bozuk parayla Cennet’i satın almak' -Burcu Günüşen-
MEB ile TÜGVA protokol imzaladı. Vakıf ortaokullarda “Değerler Eğitim Kulübü” kurdu. Kulübün müfredatından “kârlı bir yatırım” hikayesi, çocuklara hangi değerlerin öğretildiğine ibretlik bir örnek…
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) dernek ve vakıf adı altında tarikat ve cemaatlerle protokoller imzalamaya devam ediyor.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönettiği Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) ile MEB arasında 2021 yılında imzalanan protokolle vakfın ilk ve orta öğretim kurumlarında kulüp çalışmaları yapmasının önü açılmıştı.
Bu protokole dayanarak TÜGVA bu yıl ortaokullarda “Değerler Eğitim Kulübü”, liselerdeyse “Kültür ve Medeniyet Kulübü” adı altında kulüp çalışmaları yapacak.
Milli Eğitim Müdürlükleri geçen hafta okullara yazı gönderdi, bu kapsamda yürütülecek sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerde TÜGVA temsilcilikleriyle işbirliği yapılmasını istedi.
TÜGVA’nın “adeta paralel bir Milli Eğitim Bakanlığı gibi hareket etmekte” olduğuna dikkat çeken Eğitim-İş Sendikası, üyelerinin TÜGVA ile yapılan ve benzeri protokoller kapsamında düzenlenen etkinlik ve faaliyetlerde görev almamaları yönünde karar aldı.
Sendikaya üye öğretmenler TÜGVA’nın okullardaki bu faaliyetleri için zorunlu görevlendirmelerin hukuka aykırı olduğunu belirterek, bu görevlendirmeleri kabul etmeyeceklerine dair okul müdürlüklerine dilekçe vermeye başladı.
Öte yandan TÜGVA okullarda kurulan bu kulüplerin faaliyetlerine ilişkin içeriği “müfredat” adı altında internet sitesinden yayımladı.
Eşitlik, hak, yurttaşlık gibi kavramların yerine İslam dini öyle gerektirdiği için temizliğe özen gösterme, itaatkar olma, sabretme, sadaka verme gibi kavramların empoze edildiği “müfredat”ta yer alan “kârlı bir yatırım” hikayesiyse dikkat çekti.
5. sınıflar için hazırlanan “Medeniyet ve Değerler Kulübü Ortaokul Müfredatı” kapsamında Kasım ayında çocuklara “topluma karşı sorumluluk” teması altında “Bozuk Paralarla Cennet’i Satın Almak” başlıklı bir hikaye anlatılacak.
Hikaye yoksul bir çocuğun büyüyünce çok zengin bir patron olma hayalini ve eğer bu hayalini gerçekleştirmeden ölürse cennete giriş için yaptığı hesabı anlatıyor. Kıssadan hisse ise “Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu?”…
Hikaye özetle şöyle:
Ali yoksul bir ailenin çocuğudur. Babası gündelikçi olarak çalışır, çoğu zaman iş bulamaz. Bu yüzden Ali bir yandan okuyup bir yandan da simit satarak çalışmaktadır.
Sınıfta Ahmet adlı bir çocuk daha vardır. Beslenme çantasına “pek iyi şeyler koyamaz”. Çünkü onun ailesi de yoksuldur.
Ali öğretmenine Ahmet’e ulaştırması için her gün bir simit parası vermeyi teklif eder. Öğretmense Ali’nin ailesinin de maddi durumunun pek iyi olmadığını hatırlatır ve Ali’ye büyüyünce ne olmak istediğini sorar. Ali "insanlara daha çok yardım etmek için" çok zengin bir işadamı olmak istediğini söyler. Öğretmen de Ali’ye şimdi değil de zengin olduğunda insanlara yardım etmesini önerir.
Ali karşı çıkar. Peki neden, öğretmen sorar.
Üç sebep sıralar Ali. Bunlardan hiçbiri Ahmet’in sağlıklı beslenmesinin geciktirilemez bir ihtiyaç olduğuna ya da aslında bir hak olduğuna dair değildir. Ali’nin sıraladığı sebepler dayanışmanın ve yardımlaşmanın ne şartlar altında olursa olsun gerektiğine ilişkin de bir fikir içermez.
Ali’nin sıraladığı ve öğretmeninin gözlerini yaşartan üç sebebin tamamı da onun kendisiyle ilgilidir ve Ali “kârlı bir yatırım yaptığını” düşünmektedir.
“Birincisi” der Ali, simit satarak kazandığı para için “Bu para zaten benim değil. Onu bana Allah gönderiyor”...
Şöyle devam eder:
“İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum.”
Yani Ali Ahmet’e her gün bir simit parası vererek müşterilerine daha sevimli görünecek ve daha çok simit satacaktır.
Ali devam eder sebeplerini sıralamaya:
“İkincisi: ‘Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde bunu hiç yapamam.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.”
Öğretmen üçüncü sebebi pek anlamadığını söyler. Ali şöyle açıklar:
“Şimdi çok zengin olmadığım için ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü yettiği kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu?”
Hikaye öğretmenin gözleri dolarak başını “evet” anlamında sallaması ve okuldan çıkarken elinde Ali’nin verdiği bozuk paralarla “Bozuk paralar ile Cennet'i satın almak” diye sayıklamasıyla sona erer. /././
soL - GÜNDEM
İsrail'le normalleşme pazarlığından sızdı: ‘Suudi Prens ‘Filistin meselesini önemsemiyorum’ dedi’
Savaş boyunca Suudi-İsrail normalleşmesi için ABD’nin yoğun temasları sürdürdüğünü yazan The Atlantic’e göre Suudi Prensi Selman ‘Filistin meselesini önemsemiyorum’ dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/israille-normallesme-pazarligindan-sizdi-suudi-prens-filistin-meselesini-onemsemiyorum-dedi)***
Baykar'la İsrailli silah şirketi sponsorlukta ortak olmuştu: 'Ancak gurur duyulabilir'miş...
Baykar, on binlerce Filistinliyi katleden İsrail ordusuna uçak ve silah üreten IAI ile ADEX 2024'e sponsor oldu. Bayraktar ise Baykar'ın sponsorluğundan "ancak gurur duyulabileceğini" iddia etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/baykarla-israilli-silah-sirketi-sponsorlukta-ortak-olmustu-ancak-gurur-duyulabilirmis-395267)***
AKP'liler Nasrallah'ın ölümüne niye göğüslerini gere gere sevinemedi?
Uzun süre boyunca sessizliğini koruyan AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarını kınaması ancak Nasrallah’ın ölümüne hiç değinmemesi dikkat çekti. Oysa Erdoğan'ın yaptığı açıklamada Nasrallah'ın adını geçirmemesinin nedeni gayet açıktı. Çünkü AKP'nin zamanında "Hizbuşeytan" olarak adlandırdığı Hizbullah, "stratejik ortak" İsrail'e karşı mücadele yürütüyordu.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpliler-nasrallahin-olumune-niye-goguslerini-gere-gere-sevinemedi-395265)
(soL)