17 Eylül 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 17 Eylül 2024 -

AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (V): Türkçe -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu- 

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata göre basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın bu bölümünde Türkçe 5. sınıf ders kitabını inceliyoruz.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli öğretim programına uygun şekilde yazılan Türkçe ders kitabı, müfredattaki konuların bilimsel bir yöntemle değil zor olanın çıkarılıp geriye etkinliklerle dolu ama içi bilgi ve öğreticilik açısından boş “Maarif Modeli”nin aynası şeklinde kurgulanmıştır. Türkçe ders kitabı iki cilttir ve 1. Kitap, 2. Kitap olarak adlandırılmıştır.

Kitaba genel olarak baktığımızda önceki yıllarda var olan dilbilgisi konularını ve etkinliklerinin kitaptan çıkarıldığını ya da oldukça azaltıldığını görüyoruz. Bu etkinliklerin yerine konulan sezdirmeye dayalı etkinlikler ise birbirinin tekrarı ve verilen altı saatlik ders süresi için oldukça kalabalık. Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu ders kitabının derslerde uygulanması için hazırladığı çerçeve planda ilk hafta “Oyun Durdu” metninin dinlenmesi, etkinliklerinin yapılması ile ilgili yönergeler yer alıyor. Metne yönelik etkinliklerden sonra “tahmin etme” stratejisinin uygulanacağı üç ayrı birbirini tekrar eden benzer etkinlik karşımıza çıkıyor. Tüm bu etkinlikler için verilen süre altı ders saati. Sınıf mevcutları, öğrencilerin hazır bulunuşlukları göz önüne alındığında bu etkinlikleri verilen sürede bitirmenin imkânsız olduğu görülüyor. Kitaptaki birbirine benzer, kalabalık etkinlikler dikkate alındığında “Maarif Modeli”nin sadeleşme hamlesinin kitaplardaki bilimsel bilgiyi yok etmeye yönelik olduğu anlaşılıyor.

Kitaptaki dini vurgular

1. Kitap, sayfa 37, 13. etkinlikte, “Bir yarışmayı kazanmak istediğinizde ne yaparsınız?” diye sorulmuş ve ardından kare kod okutularak şiirin dinlenmesi istenmiştir. Kare kod okutulduğunda Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden ödül alan ve Millet Partisi Bursa Nilüfer Belediye Bakanı adayı olan Selami Yıldırım’ın “Anne Bana Dua Et” şiiri ile karşılaşıyoruz. Şiirden sonra sorulan sorularda da günlük yaşamda başarılması gereken işlerde önemli olanın “dua” olduğuna vurgu yapılmış. Bu etkinlik laiklik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.

2. Kitap sayfa 96’da “İnsanların tutum ve davranışlarının doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna karar verirken kişisel görüşlerimizi değil, toplumun kabul edip onayladığı kurallardan uygun olan birini esas almalıyız. Örneğin kanunlar, okul kuralları, evrensel kabuller, gelenek ve görenekler, toplumsal ahlak kuralları ve dini kurallar toplumun kabul ettiği, benimsediği kurallardan bazılarıdır” ifadesine yer verilmiştir. Bu ifadeye göre insanların tutum ve davranışlarını değerlendirirken dini kuralların önemli olması gerektiğine vurgu yapılmıştır. 

2. Kitap sayfa 53’te geleneklerin ve bayramların anlatıldığı bölümde, "Her bayramın bayram namazının kılınmasıyla başlaması bir gelenek değil, dini bir gerekliliktir" ifadesi yer almaktadır.

Kitaptaki AKP propagandası

2. Kitap sayfa 86’da yazar Bestami Yazgan’ın "Gülü İncitme Gönül" şiiri yer almaktadır. Söz konusu şiir 21 Mayıs 2017 tarihinde yapılan AKP 3. Olağanüstü Büyük Kongresi’nde AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından okunmuştu. Erdoğan 2019 yılında Ordu’da partisinin aday tanıtım toplantısında da yine Yazgan’ın başka şiirini okumuştu.

2. Ders Kitabı sayfa 72’de yer alan bir kroki çiziminde; sağlık sisteminde yarattığı büyük maliyet ile sık sık gündeme gelen ‘hasta garantili’ şehir hastanelerinin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinden önce "seçim vaadi" olarak gündeme getirdiği, çoğu hâlâ tamamlanamamış millet bahçeleri yer almıştır.
                                                               /././
NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşte ikinci gün: İzmit
İstanbul'dan yola çıkan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin NATO'ya karşı İncirlik Üssü'ne yürüyüşü sürüyor. İzmit'te yurtseverlerle buluşan temsilcilerin yarınki durağı Sakarya olacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/natoya-karsi-incirlik-ussune-yuruyuste-ikinci-gun-izmit-395073)
                                                               /././
DEİK'ten 'Çin' uyarısı: 'Neyi alkışladığımızı bilmemiz lazım, ortaklık aleyhimize'
DEİK Başkanı, Çin'in Kuşak ve Yol projesinin, Türkiye'nin Avrupa'daki lojistik avantajını ortadan kaldıracağını söyledi. Olası BRICS üyeliğiniyse "Bir şeyler alabilme süreci" olarak değerlendirdi.

Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Nail Olpak, her yıl belirli periyotlarda gazetecilerle bir araya geldiği toplantıyı, memleketi Burdur'da gerçekleştirdi.

Patronlara yeni pazarlar bulmak ve mevcut pazarlardaki ilişkileri derinleştirmek için çalışan DEİK Başkanı'nın gündeminde Çin'in "Kuşak ve Yol" projesi vardı.

Asya, Avrupa ve Afrika'yı lojistik ve yol projeleriyle birbirine bağlamayı amaçlayan girişim, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın Haziran ayındaki Çin ziyareti sonrası gündemdeki ağırlığını artırdı. İktidar medyasının bir bölümü projeyi "fırsat" olarak değerlendirirken bir kısmı "Çin'in bir sessiz istila" peşinde olduğunu savunmuştu.

DEİK Başkanı Olpak'ın patronlar cephesinden yaptığı açıklamaysa dengeliydi. Ekonomik imkanlar kadar yitirilebilecek pazarlara işaret edildi, açıkça uyarıda bulunuldu.

'Lojistik avantajımız ortadan kalkacak'

Çin'in, Kuşak ve Yol projesi için şu ana kadar 50-60 milyar dolar harcadığını hatırlatan Olpak, "Çin'in zengin pazara çabuk ve hızlı ulaşmaya çalıştığını" söyledi.

Bugün bir gemi Şahghay'dan Amsterdam'a 40-45 günde gidiyor. Olpak'ın aktardığına göre, 2-3 yıl önce Türkiye'nin yer aldığı projenin Orta Koridor ayağında yapılan bir denemede Şanghay'dan Amsterdam'a 11 günde gidilebildi. Projenin hedefi bu süreyi 7-9 güne düşürmek.

Olpak, bu hedefe yaklaşıldığını kaydederek şöyle konuştu:

"İyi ihracatçı illerimizden Gaziantep'ten yola çıkan bir tır, 3-4 günde Amsterdam'a varıyor ama Çin, 8 güne indiğinde 'en büyük avantajım' dediğimiz lojistik avantajımız ortadan kalkacak. O zaman Çin'in Kuşak ve Yol'unu alkışlarken neyi alkışladığımızı iyi bilmemiz lazım. Oradan gelen tırlar geriye boş gitmeyecek, nasıl dolduracağımı bilmem lazım. En büyük pazarımız olan Avrupa pazarımızda ciddi bir kayıpla karşı karşıya kalacağız."

'Çin'le ortaklığımız 1'e 10 oranında aleyhimize'

DEİK'in konuya ilişkin iki rapor hazırladığını kaydeden Olpak, "Akıllı hareket edersek bu süreci fırsata da çevirebiliriz. Çin en büyük ortağımız haline geldi ama 1'e 10 gibi bir oranla aleyhimizde... Bunu kapatmamız lazım" dedi.

DEİK Başkanı Olpak, "Türkiye'nin BRICS üyeliğine nasıl bakıyorsunuz?" sorusu üzerine, Türkiye'nin BRICS ile ilişkisinin bugün başlamadığını, daha önce gözlemci üye olarak toplantılarda yer aldığını belirterek, "Ekonomik değerlendirmemden ziyade siyasetin bir oyun alanı olarak değerlendiriyorum. Bugünlerde biraz hareketlenmiş görünen, Avrupa ile ilişkiler konusunda yeni bir kart açması gibi..." dedi.

BRICS yorumu: 'Bu bir şeyler alabilme sürecidir'

Daha önce Avrupa Birliği ile yüksek düzeyli ekonomik diyalog toplantıları yapıldığını, Doğu Akdeniz krizinden sonra bu toplantıların iptal edildiğini hatırlatan Olpak, şöyle devam etti:

"Bu yılın başında İstanbul'da, bir ay önce de ismi değiştirilerek Brüksel'de yüksek düzeyli ticaret toplantıları başlatıldı. Bu aslında üstü kapalı bir şekilde 'biz hem dik duruyoruz hem de bir taraftan gelin ufak ufak karşılıklı ısınalım' demenin bir başlangıcıydı. Dışişleri Bakanımızı da gayriresmi dışişleri bakanları toplantısına uzun süre sonra ilk kez davet ettiler. Donan ilişkilerde böyle olumlu bir şeyler görülmeye başlandı. Onların olduğu yerde siyasetin karşılıklı bir kartlaşması şeklinde görüyorum. Bunun kopmaya doğru götüreceği kanaatinde değilim. Türkiye, o ilişkiyi bence dengeli götürebilir. Bunu ifade ederken kimseden herhangi bir sinyal almadığımı söylemek isterim. Bu bir pazarlık, bir şeyler alabilme sürecidir. İki dengeyi de birlikte götürebileceğimizi düşünenlerdenim."

Patronlar hâlâ 'kolaylık' istiyor

Hükümetin yeni Orta Vadeli Programı'nı değerlendiren Nail Olpak, kendisine gazeteciler tarafından sorulan "servet transferi" ifadesinin ekonomi yönetimiyle bir araya geldiği farklı toplantılarda da kullanıldığını söyledi.

İhracat patronlarına sağlanan döviz desteğinin artırılmasını isteyen Olpak, bunun "bütçe dengesini çok da bozmayacağını" söyledi.

Olpak'ın talepleri bununla sınırlı değildi. "Merkez Bankası rezervlerinin iyiye gittiğini her gün dinliyoruz" diyen DEİK Başkanı, ihracatçı patronlara getirilen yüzde 30'luk döviz bozma zorunluluğunda oranın düşürülmesini istedi. Ayrıca küçük ve orta ölçekli işletmeler için kredilerin büyütülmesi gerektiğini savundu.

                                                              /././

Nükleer savaş başlamadan İngiltere durdurulmak zorunda -Çağdaş Gökbel-
Irak savaşında ortaya çıkan barış çığlıklarının, hapsoldukları dehlizlerden çıkıp yükselmesi gerekiyor. Yoksa dünya hızla büyük bir savaşa doğru sürükleniyor gibi görünüyor.

Yeni değil, uzunca bir süredir İngiltere, cesur adımlarla bir dünya savaşı doktrinini uyguluyor. Boris Johnson ve ekibi bu doktrinin adına: ‘Rekabetçi bir Çağda Küresel Britanya’ dedi. İngiltere, dikkatle izlenmesi gereken bir ülke ve sömürgeciliğin geçmişte kaldığı falan yok. Hızla irtifa kaybeden pozisyonlarını korumak için bir üçüncü dünya savaşı çıkarabilirler mi? Evet, buna niyetleri olduğunu zaten askeri kaynaklar dahil olmak üzere defalarca gösterdiler ve ifade ettiler. Bu köşedeki yazılar geriye doğru taranır ve hafızalar tazelenirse aslında nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz görülür. Tehlikenin tam göbeğinde, yani ateş hattında Türkiye duruyor. İngiltere’nin hedefinde Montrö boğazlar sözleşmesi var, bu artık kimse için bir sır değil. NATO üyeliği, Türkiye için tarihte belki de hiç olmadığı kadar büyük bir güvenlik sorunu. NATO üyeliği, Türkiye’yi bir anda küresel bir savaşın içine yuvarlayabilir. Erhan Nalçacı, kendi köşesinde bu konuyu ele alıyor ve haklı olarak şu soruya işaret ediyor: ‘NATO Türkiye’yi nasıl savaşa sürükleyebilir?

Şimdi, İngiltere’ye yaklaşmadan İrlanda’dan ibretlik birkaç haber vermek istiyorum. Bu haberler kamu bütçesinin liberal yağmacılar tarafından nasıl acımasızca yok edildiğini gösteriyor. Avrupa Adalet Divanı, Apple’ın İrlanda’dan vergi kaçırdığına hükmetti. Alınan kararla Apple, İrlanda’ya toplamda 14 milyar Avro ödemek zorunda. Rakamın büyüklüğünü tahayyül edebiliyor musunuz? 14 MİLYAR AVRO! Bu şirketlerin ülkelerden sızdırdığı verginin bence görünen ve saklanamayan boyutu. Buzdağının altında kim bilir daha neler var? Peki, bu vergiler ödenmeyince ne oluyor? Sonuçta şirketler girdiği ülkede yatırım ve istihdam yaratıyor. Vergi ödemese ne olur ya! Histerileriyle kıvranan alıklara sert yanıtlar vermek gerekiyor. Şirketler vergi kaçırdığı için İrlanda’da evsizlerin sayısı rekor düzeyde artıyor ve 14 bin sınırını geçiyor. Şirketler vergi ödemediği için, yoksul İrlandalı çocuklar üniversiteyi rüyalarında görüyor. Çünkü, ihtiyaçları olan yurtlar ve barınma yerleri devlet tarafından inşa edilmiyor. Elbette sadece meselelere vergi odaklı bakmamak gerek, karşımızda bir sistem var; ancak örnek haber bu olması nedeniyle, odağı burada tutmaya çalışıyorum.1 Şirketlerin kamu bütçesini yağmalamasının yarattığı yıkım çok büyük. İşçi sınıfının çocukları, üniversiteye devam edebilmek için karavanlarda, arabalarda, çadırlarda ya da sokaklarda uyumaya zorlanıyor. Bu ekonomik şartlarda yaşamaya ve hatta okumaya zorlanan çocuklardan gelecekte iyi birer birey olmaları bekleniyor. Kapitalizmde iyiye dair hiçbir şey yok. Sık sık şu soruyla karşılaşıyorum: “Hiç mi iyi bir şey yok, hocam yaaa?” “Yok ulan! Hiç iyi bir şey yok!” Ukrayna savaşı başladı, savaştan kaçan kadınlar Avrupa’da fuhuşa sürüklendi ve yolda kaybolan çocukların akıbeti bilinmiyor. Buna savaşın vurduğu ve ırkçı bir yaklaşımla ‘diğer’ kategorisindeki halkların yaşadıkları dahil değil. Gelelim bir diğer meseleye, bisiklet kulübesi ya da bisiklet park alanı skandalına. Bisiklet mi? Evet, bisiklet. Çevreci ve doğa dostu, aynı zamanda hükümet ortağı Yeşillerin sponsorluğunda, meclis bahçesine bisikletlerin park edilebilmesi için bir alan inşa edildi. Aşağıdaki fotoğraf bu alanın büyüklüğünü ve çapını gösteriyor.

Dublin’de Leinster House'a (Meclis Binasına) yapılan bisiklet otoparkı sadece 18 bisiklet kapasiteli.

Bu bisiklet otoparkının maliyeti ne olabilir? İnsanın aklına pek çok rakam gelebilir. Bu küçük alanın İrlanda devletine maliyeti tam tamına 336 bin avro.2 Elbette İrlanda kamuoyu ayağa kalktı, muhalefet hükümete sorular yöneltti; ancak gelin görün ki koalisyon hükümeti yetkilileri sorumluların telefonlara cevap vermediğini söyledi. Hükümet yetkilileri defalarca şu vurguyu yaptı: ‘Sorumluları bulmak sandığınız kadar kolay değil ve bu karmaşık bir iş’. Kamu bütçesinin böylesine arsızca yağmalandığı bir ülkede toplumsal barış falan olmaz. Bu yağma, neoliberalizmin hüküm sürdüğü tüm dünyada gerçekleşiyor. Yağmanın olduğu yerde, sosyal savaş olur. 

Peki, Apple vergi kaçırıyor, meclis binasına kimin yaptığı belli olmayan bisiklet otoparkının maliyeti binlerce avro tutuyor, bunun suçlusu kim? Elbette mülteciler, elbette göçmenler. Yurt ateşiyle yanıp tutuşanların gerçek hırsızları (sermayedarları) gizlediklerini ne zaman fark edeceğiz? Küresel bir savaş çıkıp, kitlesel yok oluşu yaşadıktan sonra mı? Günün 24 saati sosyal medyayı yalan haber ve nefretle dolduran ülke sevdalılarını bir gün olsun vergi kaçıran şirketlerin önünde gören oldu mu? Dünyanın her yerinde savaşlar çıkaran emperyalist komşularına karşı tek söz ettiklerini duyan oldu mu? Mülteci kamplarını yakmaya çalışanlar, Apple binasının camlarına bir çakıl taşı dahi gelsin istemiyor. Şirketlere kesilen vergi cezaları, muhtemelen onları üzüyor. Ya sermaye ülkeyi terk eder ve istihdam yaratmaktan vazgeçerse diye sözde hayıflanıyorlar.

Gelelim zurnanın en büyük deliğine. İngiltere, artık büyük bir kara delik ve bu delik kapatılmazsa tüm dünyayı yutabilir. İşçi Partisi hükümetinin, bir kâbus hükümeti olabileceğini sevinç çığlıkları arasında söylemiş ve yine huzur kaçırmıştık. Keir Starmer kabinesi, bir savaş kabinesi olabilir ve bu yolda emin adımlarla ilerliyor. Barış görüşmelerini büyük bir marifetle baltalayan İngiltere, ABD’yi uzun menzilli füzeler konusunda cesaretlendiriyor. Ukrayna savaşında sona yaklaşan batı cephesi, Rusya’nın sınır çizgilerini zorlamaya devam ediyor. Peki, uzun menzilli füzeler ki bunlar Moskova’yı vuracak kapasiteye sahip, bu füzeler nasıl kullanılacak? NATO’nun bu işe karışması şart. Karışmadı mı ki? Karıştı ama şu vakte kadar karşılıklı bazı şeyler görmezden gelindi, ancak bu durum başka. İngiltere’nin kışkırttığı şey, büyük bir yıkıma neden olabilir. Füzeleri kullanabilme kapasitesi Ukrayna’da yok. Yıpratma savaşında, İngiltere cephesinden bakıldığında bir sonraki aşamaya geçilmek zorunda gibi. 2025 yılı tüm dünya için kritik bir yıl olabilir. Tıpkı, NATO ve İngiliz askeri kaynaklarının defalarca işaret ettiği gibi. Putin cephesinden yapılan açıklamalara baktığımızda ise değişen bir şey yok. Rusya, bu füzelerin kullanımının NATO olmadan mümkün olamayacağını biliyor ve böyle bir şeyin yanıtsız kalamayacağına işaret ediyor. Bununla da yetinmiyor ve BM’de resmi olarak bunu deklare ediyor. Rusya’ya düşecek bir füze, NATO ile resmi olarak bir savaş anlamına gelecek. Hep tekrar ettiğimiz şeyi bir kez daha tekrarlayalım, tüm bu dehşetengiz senaryoların gerçekleşip gerçekleşmemesi tartışma alanımızın dışında. Buradaki temel sorun, İngiltere’nin her fırsatta hem de nükleer bir güç savaşına dönüşebilecek bir şeyi sürekli kışkırtıyor olması. 

Peki, tüm bu savaş kışkırtmalarının gölgesinde, İngiltere işçi sınıfını ne bekliyor? Tıpkı yukarıdaki vergi ve yağma tartışmalarında olduğu gibi, savaşa ayrılan kamu bütçesinin bedelini yoksullar ödüyor. 2025 yılı için hazırlanacak olan bütçenin, İngiltere’deki yoksullar için acı sonuçları olabileceğini İşçi Partisi Lideri Starmer birkaç kez söyledi. Sir, fedakârlık döneminde olduğumuzu söylüyor. Sanki hiç fedakârlık yapılmıyormuş gibi. Nükleer kapasitenin arttırılması, Ukrayna’da biten mühimmatın tahkim edilmesi, kısacası İşçi Partisi, işçilerin sırtına acımasızca binecek ve kırbacı şaklatacak gibi görünüyor.

Şimdilik bu fedakârlığın boyutları maddi ölçülerle sınırlı. Gelecekte İngiltere’deki yoksulları ve belki de göçmenleri savaşa gitmeye ikna edebilecekler mi, ya da bunu yapmaya zamanları olabilecek mi? Tüm bu soruların cevabını bize zaman gösterecek. Ancak yoksulların ve hâlâ varsa eğer örgütlerin yapması gereken bir şey var ki daha fazla vakit kaybetmeden dünya barışı için harekete geçmek. Irak savaşında ortaya çıkan barış çığlıklarının, hapsoldukları dehlizlerden çıkıp yükselmesi gerekiyor. Yoksa dünya hızla büyük bir savaşa doğru sürükleniyor gibi görünüyor.


Profesör doktor Erdoğan! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 İnsan anlattığına kendi de inanır. Oysa bizi biz yapan eylemlerimizdir.


Cumhurbaşkanı kürsüde. Sorsanız üniversite kampüsü açıyor. Adını da koymuş: Marmara Üniversitesi Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi!

"Okullara siyaset girmesin" derken, "stadyumda sloganın ne işi var" diye sorarken, daha dün "Mustafa Kemal’in askeriyiz" diyen teğmenleri bile hedef alırken, üniversite binasında muhalefettekilere ağzını geleni söylüyor. Mayıs seçimlerinden girip Gezi Parkı’ndan çıkıyor, 28 Şubat’tan girip mülteci meselesinden çıkıyor.

Deseniz ki "burası üniversite". Yani konuşmanın, düşünmenin, tartışmanın en özgür olması gereken yer. En arkadan biri el kaldırsa, "bence öyle değil" dese başına geleceği biliyoruz: Akşamına tutuklanma haberini okuyacaktık.

Haliyle ortada inşaat var, bina var, hoca var ama üniversite yok! Zaten Erdoğan, "Söz verdik, üniversitesi olmayan şehir bırakmayacağız dedik ve bırakmadık" diye konuşunca üniversiteyle neyi kastettiğini anlıyoruz.

28 ŞUBAT DA GEZİ DE YOK

İşte Erdoğan konuşurken ben de telefonda eski YÖK Başkanı ile konuşuyordum. Bu köşede delilleriyle defalarca anlattığım 28 Şubat kumpas davasının tek sivil sanığı Prof. Dr. Kemal Gürüz’ü kastediyorum. AKP’nin FETÖ ile işbirliği ile başladığı, ardından kendi yargısıyla devam ettirdiği davada halen yargılanıyordu. 8 yıl YÖK Başkanlığı yapmış, siyasi görüşleri tartışılır ama bilim adamlığı tartışılmaz bir isimdi.

Ona çok basit bir soru sordum: 1990’larda mı üniversiteler daha özgürdü, şimdi mi daha özgür?

Kemal Gürüz bu soruya belgeyle yanıt verdi.

Önce uluslararası akademik bir çalışmayı paylaştı. Sistemik Barış Merkezi tarafından 2019 yılında yapılan çalışmada dünyada başarılı ve başarısız darbelerin listesi çıkarılmıştı. Darbe kavramı "ülkenin yönetici veya siyasi elitleri içindeki karşı grup tarafından yürütme yetkisinin ve makamının zorla ele geçirilmesi" olarak tanımlanıyordu. Çalışmada 15 Temmuz vardı. Ama 28 Şubat da Gezi de yoktu. Kısacası dünyada "28 Şubat darbesi" ya da "Gezi darbesi" diye bir tanım yoktu. Birileri zihninden yeni element uyduruyordu.

SİSİ’NİN DE GERİSİNDE

Peki özgürlükler?

Gürüz bir başka çalışmayı paylaştı. Mart 2020’de Küresel Kamu Politikaları Enstitüsü yapmıştı. Tarih içinde akademik özgürlüklerin değişimini ele alıyordu. Türkiye de yıl yıl incelenmişti. 27 Mayıs’tan sonra düşüş değil kısa bir yatay seyir, 12 Mart’tan sonra bir süre düşüş, 12 Eylül’den sonra ise tartışmasız bir dibe vuruş vardı. 12 Eylül, akademiye de darbe vuran tam anlamıyla büyük bir darbeydi. Ancak bir süre sonra, ülkedeki özgürlük ortamıyla birlikte akademi de özgürleşiyor, grafik tekrar yukarı doğru ivmeleniyordu. Gürüz’ün de görev yaptığı ve 28 Şubat’ın da yaşandığı 90’lı yıllarda ise büyük bir yükselişle zirveye doğru tırmanmıştı. İlginç, AKP’nin iktidara geldiği Aralık 2003’den sonra önce yavaş bir düşüş, 2008’lerden başlayarak ise adeta büyük bir çöküş vardı. Akademi, 12 Eylül seviyesine gerilemişti.

Bu kadar değil…

Birden fazla kaynak var. Gürüz, uluslararası akademik çalışmalara dayanarak hazırlanan "Akademik Hürriyet Endeksi"ni de paylaştı. 1995 yılında dünya ortalaması 0.61 iken Türkiye’de 0.29’du. 2003’de dünya ortalaması 0.65 olduğunda Türkiye 0.60’a yükselmişti. Gelgelelim 2020’de dünya ortalaması 0.63 iken, Erdoğan’lı yılların sonunda Türkiye 0.06 ile Mısır’ın bile gerisine düşmüştü.

12 EYLÜL VE ERDOĞANİZM

Uzatmayayım…

Tarihte karşılaştırma ancak zaman çizgisiyle yapılabilir. Her şey kendi dönemiyle kıyaslanır. Bu yüzden Büyük İskender’e kol saati sorulmaz!

Bir asır önce dünyanın faşizme koştuğu koşullarda ilk adımlarını atan Cumhuriyet özgürlüklere doğru yürümeye çalışıyordu. Sonucunda faşizmin boğuculuğundan kaçan dünya akademisyenleri Türkiye’de toplandı. Mimarlıktan müziğe Türkiye’nin kalkınmasındaki akla katkı verdi.

Bugün ise…

Ciddi çalışmaların gösterdiği gibi, 12 Eylül rejimi Türk üniversitelerine ne yaptıysa Erdoğan rejimi de aynını yaptı. Üzerine beton dökülmüş düşünce dünyası, işsizlikle-hapishaneyle-sansürle-jurnalcilikle-liyakatsizlikle sınanan fikirler, yetişmiş aklın ülkeden çıkışı, Boğaziçi gibi kurumsal okulların yıkımı, üniversite açılışının müteahhit ihalesi-esnaf müjdesi olması… Sonuçta da tabeladan ibaret üniversiteler, kasiyerliğe kargoculuğa mecbur bırakılmış lisans mezunları, itibarsız akademik titrler...

1990’larda kavga dövüş özgürlüğe doğru yürüyen ülke de üniversitesi de bugünün yanında Kuzey Avrupa demokrasileri gibi kalıyorsa sorumlusu belli. Biliyorum, hemen "türban" diyecekler… Arşiv görüntülerini açıyorum, 1990’ların Türkiyesi’nde Beyazıt Meydanı’nda İslamcılar türban için gösteri yapıyor, Grup Yorum sahneye çıkıyormuş. Bugün Beyazıt Meydanı’nı ancak güvercinler görebiliyor, Grup Yorum üyeleri hapishanede ölüyor.

Arka sıralarından parmak kaldırılan ülkemizi yarattığımız gün üniversitelerimiz de özgür olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

T24 "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -17 Eylül 2024 -

 

Borç paranın maliyeti -Binhan Elif Yılmaz-

İç borç servisinin neredeyse tamamı faiz ödemelerinden oluşuyor. Hazine önümüzdeki dönem borcun faizini de yeniden borçlanarak ödeyecek gibi duruyor

Hazine ve Maliye Bakanlığı Ağustos ayına ait aylık bütçe gerçekleşmelerini yayımladı.

Merkezi Yönetim bütçesi Ağustos ayında 129,6 milyar TL açık verirken kümülatif bütçe açığı 973,6 milyar TL'ye ulaştı. Açık, 2023'ün aynı dönemine göre yüzde 154 oranında artmış.

Bütçe giderleri geçen yılın Ocak-Ağustos dönemine göre yüzde 84 artarken vergi gelirlerindeki artış yaklaşık yüzde 70 düzeyinde kaldı. Bütçe giderlerinin dağılımında sıralama değişmedi; en önemli kalemler cari transferler, personel giderleri ve faiz giderleri olmaya devam etti.

Bütçe açığındaki artışın yanında faiz dışı açık ağustos ayında 32,5 milyar TL oldu. Faiz dışı açık kümülatif olarak 209,5 milyar TL ile oldukça yüksek bir seviyeye yükseldi. Bu yüksek seviye net bir şekilde ortaya çıkarıyor ki, bütçeden yapılan borç faiz giderleri bütçe açığının temel belirleyicisi olmaya devam ediyor.

Faiz dışı denge (açık/fazla) aynı zamanda bütçe gelirlerinin, faiz hariç bütçe giderlerini karşılama kapasitesidir. Yani bütçe gelirleri söz konusu faiz hariç giderleri de karşılayamıyorsa, sorun büyük demektir. O nedenle bütçe açığı mali disiplin göstergesi olarak ön planda olsa da, açığın boyutunu ve sürdürülebilirliğini faiz dışı denge belirgin bir şekilde ortaya koyar.

Peki nedir bu borç faiz giderleri? Her borç ilişkisinde olduğu gibi kamu borçlanmasında da alacaklı ve borçlu (Hazine) olmak üzere iki taraf var. Alacaklı, bir vade sonunda anapara yanında o günkü tüketimden vazgeçmenin bir karşılığı olan faiz vb getirileri bekler. Hazine de borçlanmaya gittiğinde, anapara, faiz ve diğer ödentileri vadesinde geri ödemek üzere ödünç almış demektir. Alacaklıların finansman fazlalarını kendine transfer ettiğine göre, vadesinde bu ödentileri yerine getirmekle yükümlüdür.

Borç paranın en önemli maliyeti olan bu borç faiz giderleri, iç ve dış borçlanma sonucunda ortaya çıkıyor. Türkiye'de borç faiz giderlerinin en önemli kısmı iç borç faiz giderlerine aittir. Örneğin 2001 krizinde sadece iç borç faiz ödemeleri bütçe giderlerinin yüzde 40'ına yaklaşıyordu. Bu pay 2016, 2017 yıllarında yüzde 10'un altına kadar gerilemişti. Ancak 2018 yılından bu yana artış eğiliminde.

Dış borç faiz giderleri ise 2001 krizinde de çok yüksek değildi, burası daha stabil, bütçe giderleri içindeki payı yüzde 2-3 aralığında devam ediyor. Hazine zaten CDS yükselişteyse ya da rezerv paralara talep yüksekse dış borçlanmayı tercih etmiyor, çünkü böyle bir ortamda alacaklıya neredeyse tefeci faizi teklif etmesi gerekecek.

Borç paranın maliyeti önümüzde dönemde ne olacak?

Politika faizi Mart ayından bu yana yüzde 50'de sabit. TÜFE, baz etkisiyle gerilerken Hazine pozitif reel faiz vermeye başladı. Alacaklı memnun da bütçeden ödenecek faiz giderleri artıyor.

Geçtiğimiz hafta TLREF faizi yüzde 53 ile bant aralığının üst sınırına ulaşmıştı. Hazine'nin 9 Eylül tarihli DİBS ihalesinde 4 yıl vadeli TLREF'e Endeksli Devlet Tahvili için ortalama yıllık bileşik faiz yüzde 61,27 oldu. Üstelik Hazine sadece bu ihaleyle 41,5 milyar TL borçlandı.

Bu arada Ağustos sonunda Hazine'nin üç aylık borçlanma stratejisi yayımlandı. Eylül-Ekim-Kasım aylarındaki borç servislerinin yüzde 90'ı faiz ödemesinden oluşuyor. Bu da bütçenin önümüzdeki aylarda faiz gideri kaleminde sıçramalar olacağı anlamına gelir.

Bir de HMB'nın Kamu Borç Yönetimi Raporlarındaki projeksiyonlara bakalım. Aşağıdaki iki grafik önümüzdeki bir yıllık dönemde iç ve dış borç servisinin nasıl şekilleneceğini gösteriyor.

Grafiklerde görüldüğü gibi iç borç servisinin neredeyse tamamı faiz ödemelerinden oluşuyor. Hazine önümüzdeki dönem borcun faizini de yeniden borçlanarak ödeyecek gibi duruyor.

Çünkü bütçe açıklarının finansmanı için alınan borçların faiz ödemeleri, bütçe giderleri arasında yer alıyor. Borç düzeyi arttıkça, alacaklıya verilen faiz arttıkça (ihalede belirlenen ortalama yıllık bileşik faiz) bütçe giderleri içindeki faiz ödemelerinin hacmi genişliyor ve faiz ödemeleri bütçe açıklarının belirleyicisi oluyor. Şimdi de bütçe açıklarının finansmanı için yeniden borçlanma zorunluluğu doğuyor. Bu duruma literatürde açık-borç-faiz kısır döngüsü deniyor.

Başka bir sorun daha var: Borç faiz giderleri artış trendi içindeyken kamuda tasarruf nasıl olacak?

Bütçenin mümkün olan en detay veri setinden kamuda tasarrufu üç ayda bir izliyorum ve bu köşede yazıyorum. Üçüncü çeyrek verilerini gelecek ay yazacağım, ama bugün bütçe giderleri dağılımına çok kısa göz attım, tasarruf genelgesinde yer alan kalemlere göre kamuda tasarrufun iyi gitmediğini söyleyebilirim. Hâlâ taşıt giderleri, temsil-ağırlama giderleri, enerji giderleri ya da sosyal tesis giderlerinde beklenen düşüş gerçekleşmediği gibi artış devam ediyor. Borç faiz giderlerinin bütçede görünen ve gelecek aylardaki boyutunu yukarıda bahsettim, sadece bu sebeple bile acil tasarrufa ihtiyaç var.

Goldman Sachs, Bank of America gibi uluslararası finans kuruluşları, TCMB'nin sıkı para politikasını devam ettirmesini önerirlerken, artık maliye politikası da kamuda tasarruf ile sıkılaşmak zorunda.

                                                                  /././

Eski Altın Portakal Festivali Yönetmeni Boyacıoğlu: İzlemeden film sansürleyerek tarihe geçtik, dünyaya rezil olduk; festivale 'Üç Maymun' adı daha çok yakışır! -Candan Yıldız-

Festival geçen yıl yaşadığı baskıların benzerini yaşamamak için bu yıl Kültür Bakanlığı'nın destek önerisini kabul etmemiş
                             
Eski Altın Portakal Film Festivali Yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu

61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Başlıyor… Geçen yıl dahil tarihinde iki kez iptal edilen festivalin 'sansür' yükü orta yerde duruyor. Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile görevlerinden ihraç edilen bir öğretmen ile bir doktorun yaşadıklarını anlatan Kanun Hükmü belgeselinin başına gelenleri birileri unuttu, birileri unutmadı.

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), ki festivale ön jüri gönderen bir dernek, bu sene festivale katılmayacağını açıkladı. Festivalin ev sahibi Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek ve Böcek'in "süreci yönetememek"le eleştirdiği ve görevden aldığı Festival Yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu eleştirilerin odağındaki iki isim olsa da sansür konusundaki asıl faili de gözden kaçırmamak gerekiyor.

İktidarın bakanlıklar aracılığı ile yaptığı açıklamaları hatırlıyoruz. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın "Müsaade edilemez, kabul edilemez" tavrının sonuçları olduğu ortada. Belki bir özeleştiri, belki de "sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi" gibi Uluslararası Altın Portakal Film Festivali bu yıl Kültür Bakanlığı'nın desteği olmadan yapılıyor. Festival Sanat Direktörü Deniz Yavuz bu konuyu benimle paylaştı, benzer baskılara maruz kalmamak için Kültür Bakanlığı'nın destek önerisi reddedilmiş.

En sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim… Altın Portakal'ı 'sansür' bağlamında da takip eden bir gazeteci olarak derdim "bağcıyı dövmek" değil. Ama gazetecilerin de maruz kaldığı, yıldığı sansürün sanata, sinemaya sirayet etmesinde bütün tarafların sorumluluğunu hatırlatmakta fayda olduğuna inanıyorum. Çünkü hiçbir şey olmamış gibi davranmak hem yaşananları, yaşatılanları değersizleştiriyor hem de geleceğe doğru miras bırakmıyor.

Hiçbir festivalin benzer müdahalelerden azade olduğunu düşünmüyorum. Memleketin durumu bu zira… Örneğin Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde En İyi Belgesel Ödülü alan Dargeçit'in de müdahalelerle kesilip biçildiği, öyle gösterime girdiği konuşuluyor.

Sansürün bir baskı politikasının sonucu olduğunu unutmadan, meselenin sadece Altın Portakal'la sınırlığı olmadığını bilerek tarihe bir not düşmek istedim. Bu nedenle o dönemin hem şahidi hem mağduru ama aynı zaman da karar vericisi olan Ahmet Boyacıoğlu'na sorularımı yazılı olarak gönderdim. Süreçle birlikte ağır sağlık sorunları yaşayan Boyacıoğlu'nun anlattıklarından hem belgeselin hem de Altın Portakal'ın siyasete kurban edildiğini anlıyoruz. "Hiçbir şey olmamış gibi devam edenlerin sessizliği en korkunç olan" diyor Ahmet Boyacıoğlu… Festivallerin özgürce yaşabilmesi ümidiyle, yönelttiğim sorular ile Boyacıoğlu'nun yanıtlarını paylaşıyorum.

- Festival sansür yükünden kurtulamadı. Siz bu yüke dair ne söyleyeceksiniz?

Bu soruyu Muhittin Böcek'in cevaplaması daha doğru olur diye düşünüyorum. Neticede kendisi ve ekibi geçen yıl yaşananların esas sorumlusu.

- 2019 – 2023 yılları arası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin yönetmenliğini üstlenen bir isim olarak siz bir yük hissediyor musunuz? Son bir yılınız bu bağlamda nasıl geçti?

Tuhaf bir şekilde herkes festivalle ilgili kararları benim tek başıma aldığımı düşünüyor. Bu doğru değil. Festivali kurtarabilmek için sekiz gün boyunca elimden geleni yaptım, ancak başarılı olamadım. "Filler tepişir, çimenler ezilir."

- Kanun Hükmü belgeseli on binlerce insanın işsizliğe mahkûm edilmesini, iki KHK'lı kamu personeli üzerinden anlatıyor. 2016'dan bu yana itiraz eden her yapının karşılaştığı suçlama 'FETÖ' oldu. Festival yönetimi olarak kültürel iklimin bu kadar boğuculuğuna karşı başka bir duruş sergileyemez miydiniz?

Bu soruyu da Festival'in Başkanı Muhittin Böcek'e ve Festival'in İdari Yönetmeni Cansel Tuncer'e sormanız daha iyi olur.

"Dünya tarihine geçtik"

- Kültür Bakanlığı'nın bile izlemeden telefon açtığı bir belgeselden söz ediyoruz. Bütün bu müdahalelere, yerel yönetimin müdahalelerine de geleceğiz. İtirazın, 'hayır' demenin zihinlerdeki meşruiyeti aşındı gibi… Ne dersiniz?

Kimsenin (henüz/T24) izlemediği bir filme sansür uygulayarak dünya tarihine geçtik. Bu ülkede artık herkes gölgesinden korkar hale geldi.

- Peki belediye kendisini idari ev sahibi olarak tanımlıyor. Gerçekten böyle mi, siz özgürce planlamalarınızı, seçimlerinizi yapabildiniz mi? Kendiniz de, jüri seçiminde bile "o fazla ünlü değil" itirazlarıyla karşılaşmışsınız.

Belediye yalnızca ev sahibi değil. 2019-2022 yıllarının festival kataloglarına bakarsanız Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek'in aynı zamanda Festival Başkanı, Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Cansel Tuncer'in de Festivalin İdari Yönetmeni olduğunu görürsünüz. Benim özgeçmişim ve fotoğrafım bu iki kişiden sonra üçüncü olarak katalogda yer alıyordu. 2023 kataloğu da basılabilseydi aynı sıralamayı görecektiniz. Biz geçen yıla kadar sanat ekibi olarak filmlerin ve ön jürilerin seçiminde özgürdük. Jürilerin, onur ödüllerinin belirlenmesi ve diğer konular daima belediye yetkilileriyle yapılan toplantılarda kararlaştırılıyordu. Geçen yıl Belediye Başkanı film seçkisi duyurulduktan sonra "Kanun Hükmü" filminin gösterimden çıkarılması gerektiğini söyledi. Bütün uyarılarımıza karşın bizi dinlemedi.

Ben dört yıl boyunca 'Festival Yönetmeni' olarak görev yaptım. Başak Emre de 'Sanat Yönetmeni' idi. Bu yıl Deniz Yavuz'un adı 'Sanat Yönetmeni' olarak geçiyor. Demek festival yönetmenliği de kaldırılmış. Belediyeciler sinema konusunda uzman değiller, ama burası Türkiye, yapa yapa öğrenirler.

- Festival siyasetin kurbanı mı oldu? Bunu hem iktidar hem muhalefet bağlamında soruyorum. Zira yaklaşan yerel seçimler vardı, Muhittin Böcek bu tartışmaların kendisine yönelik bir komplo olduğunu da düşünmüş olabilir mi?

Bence olabilir. Bir önceki yıl festivalin ödül töreninde sahneye çıkan bütün sanatçılar hükümeti eleştiren konuşmalar yapmışlardı. Asıl amaç CHP'li belediyeye yerel seçimlerden önce halkın ilgisini çekecek bir kültürel etkinlik yaptırmamak olabilir. Yerel seçimlerden önce iptal edilen konserlerin de bu politikanın bir parçası olması mümkün. Keşke Belediye Başkanı Muhittin Böcek bu müdahalelere direnebilseydi.

- Muhittin Böcek CHP'li, Kültür Bakanı AKP'li… "21 Eylül Perşembe günü Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un sabah saat 08.00'de Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek'i üst üste altı kez arayıp "Fethullah Gülen propagandası yapan 'Kanun Hükmü' adlı filmin 24 saat içinde programdan çıkartılıp, bunun bir basın açıklaması ile duyurulmasını' istemesiyle işin rengi değişti" diye anlattınız. Bu iddia da yalanlanmadı hatırladığım kadarıyla… Bir CHP'li siyasetçi neden AKP'li bir siyasetçiden gelen telefonla 60 yıllık bir festivali riske attı?

Antalya tuhaf bir kent. Kişisel ilşkiler, CHP'li / AKP'li olmanın önüne geçebiliyor. Diğer yandan Belediye Başkanı ciddi bir tehdit altında kalmış olabilir. Eğer festivali iptal etmezse yerine kayyım atanabilir ve politik hayatı sona erebilir diye düşünmüş olabilir. Tabii işin içine, dediğiniz gibi, yaklaşmakta olan yerel seçimler de girdi. Ancak bunlar göze alınabilirdi. Neticede yapılan suçlamalarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir filmden söz ediyoruz. İşin en trajik yanı filmi kimsenin izlememiş olması.

"Filmin programdan çıkarılması ve festivalin iptali kararlarını veren Muhittin Böcek'tir"

- Kayyım korkusu mu, danışmanlarının yarattığı bir korku mu? Her ne kadar Muhittin Böcek'in adı öne çıksa da o karar sürecinde, yani filmin sansürlenmesi kararında tek başına değildi değil mi?

Filmin festival programından çıkartılması, yeniden programa dahil edilmesi, sonra tekrar çıkartılması kararlarını veren Muhittin Böcek'tir. Festivalin iptal kararı da bizim davet edilmediğimiz bir toplantıda Belediye Başkanı ve danışmanları tarafından alınmıştır. Başkanın danışmanlarının politik görüşleri konusunda da çekincelerim var. Bir Daire Başkanı LGBTİ+ filmlerinin gösterilmemesi gerektiğini söyledi. Bir danışman da yarısını izlediği "Kanun Hükmü" belgeselini sakıncalı buldu.

- Peki siz neden o gün açık açık konuşmadınız kamuoyuna? Belgeselle ilgili mahkeme süreci devam etmiyormuş bu nedenle belgeseli seçkiye geri alıyoruz, diyen sizdiniz. Sonrasında belgeselin yine seçkiden çıkarıldığını duyurdunuz.

Avukatım kanıtlayamayacağım bir telefon konuşmasını basına duyurmamam konusunda beni uyardı. İlk gelen bilgi filmle ilgili bir soruşturma olduğu idi. Türk Ceza Kanunu'nda bu konuyla ilgili bir madde varmış. Mahkeme sürecini etkilemek suç oluştururmuş. Filmin yarışmadan çıkartılması bu nedenle oldu. Film Muhittin Böcek'in isteğiyle tekrar yarışmaya alınınca bu defa üç bakanlık birden devreye girdi.

- Muhittin Böcek sizi suçladı, süreci yönetemediğinizi söyledi. Aradan geçen bir yıl sonra, sansürün size yük olarak kalması hakkında ne diyecekseniz?

Muhittin Böcek'in "Çok büyük baskı ve tehdit altındayım, eğer festivali yapacağımı, filmi göstereceğimi açıklarsam yerime kayyım atayabilirler, politik hayatım sona erer" demesini mi bekliyordunuz? En kolayı sanat ekibini suçlamaktı. Geçen yıl 21 – 29 Eylül arasında Antalya'da yaşadıklarımızı Olkan Özyurt'a ayrıntılı olarak anlattım. Burada tekrar etmeyeceğim. İsteyen söyleşinin linkini okuyabilir.

"25 ülkede Türk film haftaları düzenledim, böyle bir rezillikle karşılaşmadım"

 - "Benim buradaki en büyük hatam 'istifa ediyorum' diyerek masadan kalkmamam oldu. Aylardır çalışan ekibin emeklerinin boşa gideceği ve festivalin iptal edileceği düşüncesi buna neden oldu" dediniz. Sizin hayatınızı nasıl etkiledi geçen yıl?

"Benden bu kadar" deyip masadan kalkmak hiç kolay bir şey değil. Aylarca çalışılmış, emek harcanmış, yönetmenler festivale güvenerek filmlerini vermişler, yurt dışından gelecek 75 konuğun biletleri alınmış. Nereye gidiyorsunuz?

Bu olayın hayatımı nasıl etkilediğine gelince; özellikle Antalya'daki yerel basın bir sürü gerçek dışı haber yaptı. 'Fethullahçı' olduğum bile yazıldı. Sürekli midesi ağrıyan eşim ülser tedavisi gördü. Benim aritmilerim de her geçen gün arttı. Sonunda bir kalp ameliyatı olmam gerekti.

Sadece ben değil, birlikte çalıştığım genç arkadaşlar da ağır bir travma yaşadılar. Yaşanan kriz sırasında festival ekibi hakkında soruşturma açıldığı, tutuklama kararı olduğu dedikodusu yayıldı. Sanıyorum artık kimse Antalya il sınırlarından içeri girmez. 1988 yılından bu yana 48 festivalin organizasyonunda çalıştım, 25 ülkede Türk film haftaları düzenledim. Böyle bir rezillikle karşılaşmadım.

"Kimseye söz dinletemedik"

- Sadece sizin değil genç yönetmenlerin de hayatını etkileyen bir yıl oldu. Zira filmini geri çekenler filmlerinin ilk prömiyerini yapamadığı için başka festivallere de gönderemedi.

Festivalin iptal edilmesi sinemamız için büyük bir kayıp oldu. Filmini Antalya'ya gönderen yapımcılar ve yönetmenler yarışamadı. Ödüller verilemedi. Antalya Film Forumu yapılamadığı için yeni projeler yabancı yapımcı ve dağıtımcılarla buluşamadılar. Kriz sırasında festivalin iptali ile oluşabilecek zararları sinema sektörünün temsilcilerine anlatmaya çalıştık ama kimseye söz dinletemedik. "Kanun Hükmü yoksa festival de yok" dendi. Geçen yıldan bu yana ne değişti? Hiçbir şey. Bu yıl da "Kanun Hükmü" yok, ama herkes Antalya'ya gidecek.

"Sanki sansür sorunu yokmuş gibi davranıyor herkes"

- Her şeye rağmen sansüre karşı güçlü bir ses çıktığını düşünüyor musunuz?

Hayır. Kanun Hükmü belgeseli mayıs ayında İşçi Filmleri Festivali'nde gösterilecekti. Film son gün yasaklandı, kimsenin sesi çıkmadı. Sanki sinema sektörünün sansür gibi bir sorunu yokmuş gibi davranıyor herkes.

- SİYAD bu yıl yapılacak 61. Altın Portakal Film Festivali'ne katılmama kararı aldı, ki geçmiş yıllarda da katılmamış ama sonrasında katılmış. İki eleştiri var; sansür yaşanmamış gibi devam edemezsiniz, ön jürinin festival çalışanlarının ödenmeyen ücretleri… Bu sorunun çözülmesi için Deniz Yavuz'un çok çaba sarf ettiğini biliyorum. Cansel Hanım ücretlerin ödenmesi konusunda çalışmaların sürdüğünü söyledi. Ödenmeyen ücretler meselesi nedir?

Festival iptal edildikten sonra sanat ekibinde çalışan 43 sinema emekçisinin ücretlerinin ödenmesi konusunda belediyeye birçok kez başvurduk. Cevap bile vermediler. Bu bana göre bu bir emek hırsızlığıdır.

Sinema Yazarları Derneği SİYAD'ın 13 Ağustos'ta bu konuyu gündeme getirip festivale jüri yollamama ve festivalden çekilme kararını açıklaması basında geniş yer aldı ve etekler tutuştu. Deniz Yavuz şimdi geçen yıl çalışanların ücretlerinin ödenmesi konusunda çaba gösteriyor. Cansel Tuncer'in "sorunlar nedeniyle ödemelerin geciktiği" konusundaki açıklamaları gerçeği yansıtmıyor. Aradan 11 ay geçmiş. Belediyenin festival çalışanlarının emeklerinin karşılığını ödemeye hiç niyeti yoktu. Şimdi festivalin boykot edilebileceği korkusuyla bir ödeme planı üzerinde çalışılıyormuş. Göreceğiz.

"Kuzuların Sessizliği sansürden de kötü"

- Sizin Olkan Özyurt'a verdiğiniz söyleşi ile ilgili başınızın belaya gireceği, davalar açılacağı yönünde insanlar endişelenmiş. Ama hiçbir tepki gelmemiş, değil dava soruşturma bile açılmamış anladığım. Amaç hasıl olduğu için mi?

Evet. Amaç festivali iptal ettirmekti, bu da gerçekleşti. Benim açıklamalarıma da hiçbir tepki gelmedi. Bakanlık, belediye, sinema sektörü ve basın… Herkes bir sessizliğe büründü. Demek ki herkes hâlinden memnun. Ya da "Kuzuların Sessizliği" sendromu söz konusu. Bence bu sansürden de kötü.

- Festival özeleştiri verir mi sizce basın toplantısında? Muhittin Böcek'in bunu yapacağını düşünüyor musunuz?

Muhittin Böcek'in özeleştiri yapması, özür dilemesi, kendisine puan kazandırır. Keşke yapabilse. Ancak büyük olasılıkla "Antalya'nın güneşinden, kumundan, turizmin başkenti olduğundan, festivalin tarihçesinden" söz açıp konuyu kapatacak, kendisi ve ekibi yaşananların sorumlusu değilmiş gibi festivalle dayanışma çağrısı yapacak.

- Ulusal Uzun Metrajlı Film Jürisi Başkanı Ferzan Özpetek'in ne diyeceği de önemli bu süreçte. Ancak kendisi Türkiye'deki siyasal baskı ortamına ne kadar vakıf bir fikrim yok. Sizce bir sanat insanının bu tartışmalardan, o süreçte olmasa bile, azade olabilmesi mümkün mü?

Ferzan Özpetek 40 yılı aşkın bir süredir İtalya'da yaşıyor. Türkiye'deki olayları yakından takip ettiğini sanmıyorum. Geçen yıl yaşananlardan haberi bile olmayabilir. Haberi olsa belki de Jüri başkanlığını kabul etmezdi.

"Bu ülkede her şey unutulur, bu festivale 'Üç Maymun' adı daha çok yakışır!"

- Tarihinde iki kez iptal edilen bir festival, sizce bir yara aldı mı, yoksa zamanla unutulur diye mi bakılıyor?

Bu ülkede her şey unutulur. Ancak bir başka önemli konu var. Dünyaya rezil olduk. Yabancı konuklar son andaki iptal kararı ile Türkiye'ye gelemediler. Kendi uçak biletlerini alıp festivale gelmek isteyen yabancılar vardı. Biletleri yandı. Türkiye'de medyada yer almayan sansür konusu birçok yabancı yayın organında yazıldı, dünyanın en önemli sinema dergileri Variety ve Screen'de festivalin iptali ve sansür ile ilgili haberler çıktı. Herkes hiçbir şey olmamış gibi davrandığına göre bu festival de hiçbir şey olmamış gibi düzenlenmeye devam eder. Ancak benim bir önerim var. "Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali" çok uzun bir isim. "Üç Maymun Festivali" ya da "Kuzuların Sessizliği Festivali" adı Antalya'ya daha çok yakışır.

"Türkiye'ye yazık oluyor, hep beraber batıyoruz"

- Geriye ne kaldı, nasıl bir miras kaldı sinema tarihine ve siyaset ve kültür tarihimize? Ya da umutlu olunacak bir ders çıkarma söz konusu olabilir mi?

Umutlu olmak için hiçbir neden yok. Her ne kadar şimdi kimse sesini çıkartmasa da 2023 yılında 60. festivalin başına gelenlerin izleri kalacaktır. Dört yıl boyunca çok emek verdik. Amacımız Altın Portakal'ı dünyanın önemli festivallerinden bir yapmaktı. Pandemi sırasında bile festivali gerçekleştirmeyi başardık. Sonuç hüsran. Olmadı. Yazık oldu. Ancak Türkiye'ye birçok konuda yazık oluyor, hep beraber batıyoruz. Böyle bir süreçte bir film festivalinin lafı bile olmaz.

                                                                /././

Son dönemin olayları, enflasyon ve devletin kırılganlığı -Ercan Uygur-

Adalet kurumları, kolluk güçleri gibi ordu da devletin kurumudur. “Tek başına iktidar olma” ve “kendi ideolojisini zorlayarak da olsa kabul ettirme” hevesleriyle yıpratılmaları, devletin de yıpratılması anlamına geliyor.

Yaklaşık bir ay önce bu köşede “Devletin işlevsizliği ve kırılganlığı neden artıyor?” başlıklı bir yazı yazmıştım. O soruyu, ağırlıklı olarak, “Kırılgan Devletler Endeksi” (FSI: Fragile States Index) ve endeksteki unsurlar çerçevesinde irdelemiştim.

Devletin işlevsizliği ve kırılganlığı konusunda okurlardan sorular ve yorumlar geldi. Örneğin, Sayın Hakan Tansel’in “Uluslararası alanda eğer bir ‘toplumu kutuplaştırma endeksi’ olsaydı, Türkiye kesinlikle ilk sırada çıkardı!” ifadesini not ettim.

Bu yazıda Türkiye’de son haftalarda yaşanan bazı olayları bu bağlamda ele almak istedim. Küçük Narin Güran’ın vahşice katledilmesi ile ilgili gelişmeler; yeni mezun teğmenlerin Türkiye’nin bağımsızlığını, laikliğini ve demokrasisini öne çıkaran bir ant içmeleri ele aldığım konulardır.    

Enflasyon ve devletin kırılganlığı

Ancak önce devletin kırılganlığı ile enflasyon arasındaki ilişkiyi ele almak istiyorum. Şekil 1’de Türkiye’nin devlet kırılganlığı sıralamasında nasıl bir gelişme gösterdiği görülüyor. Türkiye, 2007-2015 döneminde 180 ülke içinde kırılganlıkta ortalama 90’ıncı sırada yer alıyor. Yani tam ortalarda.

Kaynak: Fragile States Index ve OECD

Ancak mavi çizgide izlendiği gibi, 2015’ten itibaren durum değişiyor. 2017-2018’den başlayarak Türkiye kırılganlıkta ilk 60 ülke içine giriyor. 2022’den başlayarak Türkiye kırılganlıkta bir sıçrama daha yapıyor. Önce ilk 52, sonra ilk 41 ülke içine giriyor. Türkiye hızla devletin çökme riskinin yüksek olduğu ülkelere yaklaşıyor.

Şekil 1’deki kırmızı çizgi, 12 aylık OECD TÜFE enflasyonu ile Türkiye TÜFE enflasyonunu arasındaki farkı ifade ediyor; OECD enflasyonu-Türkiye enflasyonu. Türkiye enflasyonu hep daha yüksek olduğu için aradaki fark eksi işaretlidir.  

Görülüyor ki, 2007-20018’e kadar enflasyon yüzde 10’un altındadır. Ancak 2018’de yüzde 20’ye yaklaşıyor ve bir ölçüde geriliyor. Ancak asıl sıçrama 2020 sonrasındadır. Şunu belirteyim; OECD TÜİK verilerini kullandığı için ben de TÜİK verilerini kullanmış oldum. 2021 ve sonrasında TÜFE enflasyonundaki sıçrama aslında daha da yüksektir.

Belirteyim; kırılganlık endeksinde ekonomik unsurlar arasında enflasyon yer almıyor, daha çok gelir dağılımı gibi değişkenler yer alıyor. Buna karşılık, enflasyon ile devletin kırılganlığı arasında önemli bir ilişki olduğu görülüyor.

Bu ilişki şaşırtıcı değildir. Örneğin Lenin, enflasyonun ekonomiyi etkilemesi yanında sosyal yapı ve devlet yapısı için ne kadar tehlikeli olduğunu şöyle ifade ediyor:

“Piyasa ekonomisini, kurumlarıyla birlikte kapitalist sistemi yok etmenin en iyi ve kestirme yolu enflasyon yaratarak sistemin parasını bozmak, paranın değerini düşürmektir.” Aktaran Keynes (1919, s. 220).

Narin’in katledilmesi ve gelişmeler 

Belirtmek isterim ki, bu konuda yerel basın yanında yabancı basını da izlemeye çalıştım.

Narin’in katledilmesi sonrasında yaşananlar ve özellikle kolluk kuvvetleri ile yargının içine düştüğü veya düşürüldüğü “sonuç alamayan uğraşılar” dikkat çekicidir. Sonuç alamayan bu kuvvetlerin durumu, devletin bu konularda zayıfladığının bir göstergesidir.

Kolluk kuvvetleri, Narin’in cansız bedenine ancak 19 gün sonra ulaşmıştır. Teknik donanımın yeterli olduğunu varsayarsak, bu çok gecikmiş bir sonuçtur. Gecikmenin önemli bir nedeni Narin’i katledenlerin kolluk kuvvetlerini yanıltabilmiş olmalarıdır. Bu da devletin zayıf ve yetersiz kaldığının bir başka yansımasıdır. 

Bu konuda Narin’in katledildiği yöredeki iktidara yakın siyasilerin ve bazı yöneticilerin de etkisinin olduğu ABD kaynaklı bir yayında ima edilmektedir.

Hukuki konularda da zayıflıklar olduğu anlaşılıyor. Örneğin cinayetle ilgili soruşturmaların yetersiz ve özensiz kaldığı ifade ediliyor. Ayrıca, soruşturma metinlerinin hemen şüphelilere ulaştığı bilgisi var.

Yeni Şafak gazetesi yazarı Aydın Ünal 16 / 9 / 2024 tarihli yazısında şöyle diyor:

1) “Yargı, kendisiyle ilgili şüpheleri gidermeli ve güveni tesis etmeli. Yargı, medya ve sosyal medya baskısından tamamen uzak kalabilmeli.” Yazar burada; “yargı, siyasetin baskısından da uzak kalabilmeli” demeliydi, diyebilmeliydi.

2) “Bir devlet ancak ve ancak adaletle ayakta kalabilir. Devletin bekasını gerçekten mesele ediniyorsak hem devleti hem de toplumu adalet çizgisine çekmek zorundayız.”

Kırılgan devletler endeksinin hazırlanmasında adalet ve hukuk konusunda vurgulanan tam da budur. Bunu daha önce de ifade ettik. Bu yönde çok sayıda açıklama oluyor. Ancak uygulama hiç de olması gerektiği gibi değil maalesef.

Yeni mezun teğmenlerin ant içmesi

Kara Harp Okulundan yeni mezun olan teğmenler, Türkiye’nin bağımsızlığını, laikliğini ve demokrasisini vurgulayan kısa bir ant içme şenliği yapıyorlar ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyorlar.

Bu şenliği iktidardaki bazıları iktidarlarına bir başkaldırı gibi göstermeye çalışıyorlar. Halbuki bu bir şenlik ve kapsayıcı olmak isteyen siyasetçiler için de güzel bir fırsat. Devletin ve cumhuriyetin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk için söylenen ifadeler neden bu gençlere ceza vermeyi gerektirsin ki?

Yunan gazetesi “ekathimerini” 9 Eylül 2024 tarihli sayısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İmam Hatipliler toplantısında söylediklerini aktarıyor. Bu teğmenler için cezalandırma olacağını ifade ediyor. Gazete, böylece ordudan bir grubun daha uzaklaştırılacağını söylüyor.

Bazı tartışma platformlarında yabancı katılımcılar ordunun bir “tırpan” daha yiyeceğini ifade ediyorlar.

Adalet kurumları gibi, kolluk güçleri gibi ordu da devletin bir kurumudur. “Tek başına iktidar olma” ve “kendi ideolojisini zorlayarak da olsa kabul ettirme” hevesleriyle bu kurumların yıpratılması, devletin de yıpratılması anlamına geliyor. Ayrıca, yurt içinde söylenen hiçbir söz, içeride kalmıyor, anında Türkiye dışına yansıyor.

Kaynaklar 

Keynes, John Maynard (1919) The Economic Consequences of the Peace. Internet Archive. The economic consequences of the Peace: Keynes, John Maynard, 1883-1946: Free Download, Borrow, and Streaming: Internet Archive

                                                               /././

Ocak-Ağustos bütçe karnesi: Toplam vergi gelirlerinin yüzde 53'ü KDV ve ÖTV'den oluşuyor -Murat Batı-

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Ağustos döneminde 973 milyar 554 milyon TL açık verdi

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılı Ocak-Ağustos dönemi bütçe gerçekleşmelerini yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 53'ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Ağustos döneminde yüzde 67,30; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 32,70 gerçekleşti.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Ağustos döneminde 973 milyar 554 milyon TL açık verdi.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2024 Ağustos ayı bütçe gerçekleşmeleri

2024 yılı Ağustos ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 820,3 milyar TL, bütçe gelirleri 690,7 milyar TL ve bütçe açığı 129,6 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 723,3 milyar TL ve faiz dışı açık ise 32,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

 

Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ağustos ayında 51 milyar 270 milyon TL fazla vermiş iken 2024 yılı Ağustos ayında 129 milyar 594 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Ağustos ayında 138 milyar 419 milyon TL faiz dışı fazla verilmiş iken 2024 yılı Ağustos ayında 32 milyar 548 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 Ocak-Ağustos dönemi bütçe giderleri

2024 yılı Ocak-Ağustos döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 6 trilyon 226,6 milyar TL, bütçe gelirleri 5 trilyon 253 milyar TL ve bütçe açığı 973,6 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 5 trilyon 462,6 milyar TL ve faiz dışı açık ise 209,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ocak-Ağustos döneminde 383 milyar 384 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Ocak-Ağustos döneminde 973 milyar 554 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Ocak-Ağustos döneminde 16 milyar 716 milyon TL faiz dışı fazla verilmiş iken 2024 yılı Ocak-Ağustos döneminde 209 milyar 545 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 yılı Ocak-Ağustos döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 84,1 oranında artarak 6 trilyon 226 milyar 569 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Faiz hariç bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 83,2 oranında artarak 5 trilyon 462 milyar 561 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 

2024 Ocak-Ağustos dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Ağustos dönemi itibarıyla 5 trilyon 253 milyar 15 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 4 trilyon 401 milyar 815 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 709 milyar 813 TL olmuştur. 

Aşağıdaki tabloda 2024 Ocak-Ağustos dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.  

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2024 Ocak-Ağustos döneminde KDV ve ÖTV'nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 53; dolaylı vergilerin payı yüzde 67,30 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 32,70 olarak gerçekleşti.  

Ocak-Ağustos 2024 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2023 yılı Ocak-Ağustos döneminde bütçe gelirleri 2 trilyon 998 milyar 719 milyon TL iken 2024 yılının aynı döneminde yüzde 75,2 oranında artarak 5 trilyon 253 milyar 15 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

2024 yılı Ocak-Ağustos dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 69,6 oranında artarak 4 trilyon 401 milyar 815 milyon TL olmuştur. 

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Ağustos 2024 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre 2024 Ocak-Ağustos döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi petrol ve doğalgazdan alınan ÖTV, tütünden alınan ÖTV, BSMV, dahilde alınan KDV, dijital hizmet vergisi ile stopaj yoluyla alınan gelir vergisidir.

Petrolden ve doğalgazdan alınan ÖTV yüzde 220, ve dahilde alınan KDV ise yüzde 111,2 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 70 oranında artmış.

İthalde alınan KDV yüzde 56,2; BSMV yüzde 183,7; harçlar yüzde 51,8; damga vergisi ise yüzde 76,8 oranında artmıştır.

                                                                /././

Narin'in amcasının aracında ağabeyi Enes de var mıydı, diğer iki genç nerede? -Tolga Şardan-

İddiaya göre, Narin yaşadığı anı, o sırada köyde olmayan babasına aktaracağını ifade edince sonun başlangıcı için aile içinde düğmeye basıldı... Ağabeyi yanında iki arkadaşı olduğu halde Narin'i boğarak öldürdü. Amca Güran; ahıra geldi, üç genç ve Narin'in cesedi ile aracına binerek köyden ayrıldı...

Tavşantepe'de dere yatağında cesedi bulunan 8 yaşındaki Narin'in öldürülmesine yönelik soruşturma iyice arapsaçına döndü!

Ortaya çıkan ifade metinleri ile televizyonlarda saatlerce yapılan "vicdanları kanatan" yayınlara bakılırsa, cinayet çözülmüş durumda!

Katil ya da katiller belirlendi, savcının kanaati netleşti!

Hatta daha ötesinde; savcının amca Salih Güran'ı katil olarak tespit ettiği bilgisi paylaşıldı özel bir televizyon kanalındaki canlı yayında!

Bu kanaat ve değerlendirmelere karşılık kazın ayağının pek de konuşulduğu gibi olmadığını söylemek mümkün.

Dere yatağındaki bir taşın altına gizlendiği ortaya çıkarılan Narin'in ölümüyle ilgili soruşturmada çözümün yakın olduğunu sanmıyorum.

Devletin, geçmişinde kimi sıkıntılar bulunan bir köyde, kayıp olduğu anlaşılan bir çocuğun ölü ya da diri bulunması ve olayın aydınlatılması çalışmalarında adli verileri kullanmak yerine siyasi mecrada süreci yürütmek istemesinin yaşanan tabloda payı büyük maalesef.

Gerek adli makamlar gerekse kamu yöneticileri ve siyasilerin olaya yaklaşımlarının oluşturduğu atmosfer inançsızlık sonucunu doğurdu. Savcılık soruşturmasında gerçeğe ulaşılması halinde bile kamuoyunun sonuca inanmasının önü kesildi kuşkusuz.

Toplum hiçbir şekilde ikna olmayacak. Zira yakın geçmişte örnekleri var.

Oysa, gerçekleştiği çevre ve adı geçenler çerçevesinde çok basit bir soruşturmayla, cinayet gün ışığına çıkarılabilirdi.

Fakat gelinen son noktada, Narin'in katledilmesi "dış güçlere" bağlandı. İktidara yakın kesimlerin her zor durumda kaldığında kullandığı iki sihirli kelimeyle hem de.

Soruşturmada; köy sakinlerinin, özellikle Güran ailesinin devlete ve siyasi iktidarın ideolojisine yakın olması kadar devletin de aileye bakışındaki farklı yaklaşım, Narin'in katil veya katillerinin bulunmasını her geçen gün zorlaştırıyor.

Amcanın aracındaki iki genç nerede?

Diyarbakır İl Jandarma Komutanı Tümgeneral Selçuk Yıldırım'ın soruşturma hakkında yaptığı sürecin ilk resmî açıklamasının "soruşturmada kırılma noktası" olduğu görüşündeyim.

Yaşananların sıcağı sıcağına yapılan bu açıklama sonrasında, işler nedense tersine dönüverdi aniden!

Üstelik, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın köye geldiği gün Jandarma Genel Komutanı Ali Çardakçı'nın da Diyarbakır'a gelerek soruşturmayla ilgili bilgi aldığı ifade ediliyor. Bu ziyarette Çardakçı'nın, yaptığı açıklama nedeniyle İl Jandarma Komutanı Yıldırım'ı eleştirdiği bilgisi var.

Bu değişimle birlikte, ortaya atılan pek çok iddia ve fısıltı gazetesi haberleri gündemi işgal ediyor elbette.

Savcılık sürekli yeni gözaltılar yapıyor. Aileden yeni isimler tutuklanıyor.

Ankara'nın yanı sıra yerel kaynaklardan süreci takip ederken bazı yeni bilgilere ulaştım.

Bunlardan ilki, Narin'in cesedinin amca Salim Güran'ın aracıyla taşınırken, araçta üç gencin bulunduğu ve üç gençten ikisinin nerede olduklarının bilinmediği…

İddiaya göre; Narin Güran, 20 Ağustos'ta köyün camisindeki Kuran kursundan her zamankinden önce çıktı. Cami imamının ifadesi bu nedenle alındı. Narin'in camideki son saatleri soruldu.

Narin, eve geldi ve evde –hemen herkesin ifade ettiği üzere– görmemesi gereken bir tabloyla karşılaştı.

Küçük kızın gördüğü bu tablonun aktörleri arasında tutuklu amca Salim Güran vardı.

Narin yaşadığı anı, o sırada köyde olmayan babasına aktaracağını ifade edince sonun başlangıcı için aile içinde düğmeye basıldı.

Ertesi gün, yine Kuran kursundan eve gelen Narin'e, annesi, köy dışında çalışan ağabeyi Enes'in geldiğini ve ahırda kendisini beklediğini söyledi. Narin, bir zamandır görmediği ağabeyini görmek için ahıra girdi.

Aynı iddiaya göre, ağabeyi yanında iki arkadaşı olduğu halde Narin'i boğarak öldürdü. Arkasından amcası Salim Güran'la temas kurdu. Amca Güran; ahıra geldi, üç genç ve Narin'in cesedi ile aracına binerek köyden ayrıldı.

Narin'in cesedi aracın sağ ön koltuğundaydı. Arkada ise ağabey Enes ile iki arkadaşı bir süre yolculuk etti.

Bu sırada Narin'in burnundan kan geldi. Araçtakiler panikledi. Amca Güran, üç genci kamerasına girdiği benzinliğe gelmeden önce yolda indirdi.

Amca Salim Güran, 21 Ağustos'ta yaşanan bu olay sonrasında benzinliğe geldi. Yakıt almaksızın sadece çokça ıslak mendil alıp ayrıldı.

Bundan sonrası henüz bilinmiyor.

Ancak söz konusu iddia çerçevesinde bilinen tek şey; araçtaki iki gencin sır olduğu!

Takip ettiğim kadarıyla iddiada sözü edilen iki gençle ilgili bir bilgi ortaya çıkmadı.

Patates hat mı kullandılar?

Soruşturmada dikkat çeken diğer nokta ise, olayın hemen ardından jandarmayı yanlış yönlendirmek amacıyla yapılan sahte ihbarlar.

Bu konuda, köyden bazı isimlerin jandarmayı konudan uzaklaştırmak amacıyla asılsız ihbar yaptığı bilgisi kamuoyuna yansıdı. Sahte ihbarların cep telefonlarının SİM kartlarının çıkartılarak yapıldığı ifade edildi.

Ancak, asılsız ihbarların "patates hat" olarak tanımlanan başkasına ait kimlik bilgilerinin kullanıldığı "şüpheli" SİM kartlar üzerinden yapıldığı bilgisi de mevcut. Hatta bu iş için 30'a yakın "patates hat" kullanıldığı yerel kaynaklarca ifade edildi.

Patates hat olarak tanımlanan telefon hatlarının kullanılması başta olmak üzere yaşanan süreçte ortaya çıkan şüphelilerce gerçekleştirilen "suyu bulandırma" işlemleri, aileye bu konuda destek verilip verilmediği sorusunu gündeme getirdi.

Amca, kardeşi mi öldürttü?

Narin Güran'ın katledilmesi, köyde geçmişte yaşanan kimi olayların yeniden gündeme gelmesine neden oldu.

Narin'in kız kardeşi Tülin Güran'ın ölümünü şüpheli bulan savcılık Narin'le birlikte ablasının ölümünü yeniden incelemeye aldı.

Bu süreçte edindiğim bir bilgi daha var.

Şöyle ki, Güran ailesinden bir kişi, -ulaşan bilgi Salim ve Arif Güran'ın kardeşi- 2011'de pamuk tarlasında silahla vurularak öldürüldü.

Olayın gerçekleştiği dönemde 15 yaşında olduğu belirtilen bir şüpheli, cinayeti işlediğini savunarak teslim oldu.

Ülkenin genel sosyolojine bakıldığında böylesi olay ya da olaylardan sonra adliyeye teslim olan zanlıların yaşının küçük olması pek şaşırtıcı değil.

Benzer çokça olay yaşandı, hatta yaşanıyor bu coğrafyada.

Buraya not edeyim, belki savcılık bu dosyayı da yeniden gündemine alır.

(T24)