30 Eylül 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Eylül 2024-

‘Baykar diplomasisi’ ve ‘milli çıkar’ edebiyatı -Anıl Çınar-

Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?

Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar İsrail’le işbirliği eleştirilerini “milli kazanımları operasyonlara kurban ettirmemeye kararlıyız” diye yanıtladı.

Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün de aynısını söylüyordu. Provokasyonlar milli çıkarlara milli hedeflere zarar veremeyecekti… “Bu başarı, sadece bir firmanın değil, tüm milletimizin ortak başarısıdır” diyordu başkan.

Ne zaman bir ikiyüzlülük ortaya çıksa aynı şey söyleniyordu: “milli çıkarlarımız”.

Peki nedir, nerededir bu milli çıkar?

Örneğin Selçuk Bayraktar’ın Filistin atkısıyla verdiği yürüyüş pozunda mıdır? Yoksa aynı Bayraktar’ın ABD gemisi USS Gerald R. Ford’da verdiği fotoğrafta mı?

Anlaşılan ikisinde de…

Selçuk Bayraktar İsrail’e destek için yollanan uçak gemisinde sağ elinin baş parmağını kaldırıp “OKEY” pozu verdiğinde bizlere hangi milli çıkarı anlatmak istemiştir?

TCG Anadolu’nun bir tatbikatla NATO filosuna katılmasını mı, yoksa Amerikan askeriyle aynı gemide bulunmaktan duyduğu keyfi mi onaylamaktadır Bayraktar?

Belli ki ikisini de…

Milli çıkar dedikleri şey işte budur: Türkiye adına nerede ne yapılıyorsa sorgulanmayacaktır. Söz konusu olan şirketlerin çıkarları değil, Türkiye’nin gücüdür. O şirketler Somali’ye akın ettiğinde de, Ukrayna’da arazi kiraladığında da, Suriye’de kent kurduğunda da yardım için, insanlık için, Türkiye’nin büyüklüğü için oradadır!

Belki de bu nedenle Baykar, Azerbaycan’daki fuara İsrailli şirketle birlikte “altın sponsor” olduğunda sadece ticari bir faaliyet yürütmemekte, “Baykar diplomasisi”ni icra etmektedir.

Peki Baykar diplomasisi başka neler getirmektedir?

Ukrayna, Somali, Azerbaycan ve Libya’ya SİHA satmakla yetinmemek demektir örneğin. Gözlerini NATO ülkelerine dikmek, yeni dönemin en önemli hedefinin NATO’ya satmak olduğunu dile getirmek ve NATO sayesinde para kazanmak demektir.

Arnavutluk, Polonya, Romanya, Litvanya… Yetmez. 

“Milli çıkar” icra edilecekse, önce NATO’culuk yapılacak, TV ekranlarında Filistin sahiplenilirken arka kapıdan İsrail ile ticarete devam edilecek, bütün bunları sorgulayanlara ise “provokatör” denilecek!

Ancak, bu “diplomasi”nin Baykar’dan ibaret olduğu düşünülmemeli. Baykar bir koçbaşı, ama dahası var.

Hatırlayın Zorlu Enerji’nin kelimelerle oynayışını, “neden İsrail’e elektrik sağlıyorsunuz” sorusunu “biz zaten yüzde 25 hisseye sahibiz, bir hükmümüz yok, hisselerimizi de devredeceğiz” şeklinde yanıtlayışını. Veya BOTAŞ ve SOCAR üzerinden İsrail’e akan petrol için sorulan sorulara “biz Türkiye’ye ne kadar çok yatırım yaptık farkında mısınız” diyerek verdikleri yanıtları…

Bu milli çıkarda İsrail’in bölgedeki güç kaynaklarını sorgulamak yok, İsrail’e kol kanat geren NATO’yu ve ABD’yi karşıya almak yok; ama sorgulayanlara “İran ajanı” etiketi yapıştırmak, provokatör demek var. İsrail’in Filistin’e, Lübnan’a saldırılarına yanıt vermek yok, ama Reisi’nin düşen helikopterini İHA şovuna dönüştürmek var.

Herkes Türkiye’yi düşünüyor, Türkiye’yi çok seviyor!

Ne demişti Mussolini “biz ihracat yapacağız, rekabet edeceğiz ki siz işinizi koruyacaksınız, işsizlere iş bulacağız”. Ve sonra eklemişti,  savaştan kaçınılmaması gerekirdi, çünkü Herakleitos'un da dediği gibi, savaş “her şeyin başlangıcı”ydı.

Benzer bir yolda ilerlediğimiz açık değil mi?

Benzer bir “sevgiden” olsa gerek, giderek daha fazla isim Türkiye’nin bütün bu karmaşayı fırsata çevirmesi gerektiğini söylemeye başladı bile. Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta ve başka yerlerde. İran geri çekilirken veya çekilmek zorunda kalıyorken Türkiye’ye de rüştünü ispatlama olanağı açılıyor…

Yoksa… Yoksa Türkiye’nin çıkarları tehlikeye düşecek.

Aynı yanıtların NATO’dan neden çıkılamayacağını ispatlamak için de ileri sürülmesiyse hiç şaşırtıcı değil. 

Türkiye’nin bütün sınırlarını savaş alanına dönüştüren ve gerektiğinde Türkiye’nin içini de savaş alanına çevirebilen bir terör örgütüne üyeliğin milli çıkar olarak anlatılabilmesindeki cüretin farkında mısınız?

İşte bu cüretin adıdır milli çıkar edebiyatı ve hafife alınmamalı, meydan okunmalıdır.

                                                               /././

Yerel, bölgesel, küresel...-Engin Solakoğlu-

Yerel, bölgesel, küresel derken ulusalı da atlamayalım. İsrail, Türkiye’de İsrail’den de güçlü olduğunu göstermeye devam ediyor hâlâ.

Hocam, bölgemizde savaş olur mu?

Bir şey olmaz yavrum, sen yüzmeye devam et.

İsrail terör saldırılarını ve siyasi cinayetlerini sürdürüyor. Hizbullah’ın Genel Sekreteri Nasrallah’ın 80 ton bomba atılarak öldürüldüğü netleşti. Beyrut ve Lübnan’ın farklı kesimlerine yönelik hava saldırıları da devam ediyor.

Hizbullah’ın bu saldırı sonrası bir daha toparlanamayacağı, keza İran’ın bölge üzerindeki hakimiyet mücadelesinin onulmaz bir yara aldığı söyleniyor. Hizbullah’ın lider kadrosunun bu kadar hızlı şekilde ortadan kaldırılması İsrail’in başarısı olarak takdim ediliyor. Bu sonuçta Hizbullah’ın İsrail'i küçümsemesinin, İran’a ise gereğinden fazla güvenmesinin rol oynadığı yönünde yorumlar yapılıyor.

Dünyadaki gelişmeleri anlık fotoğraflara bakarak yorumlamak çok popüler ama yanıltıcı da olabiliyor. Ortadoğu da dünyanın bir parçası ve dünya fena halde yanıltır adamı.

Bölgeye dair ilk hatıram geliyor aklıma. Yıl 1982. İsrail Lübnan’a girmiş, Beyrut’a doğru ilerliyor. Yalap şap İngilizcemle BBC’den takip etmeye çalışıyorum olup biteni. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün lideri Arafat. 15 yaşındayım. O zamana kadar Filistin direnişine dair bir halt öğrenmemişim. İçinde yetiştiğim ortam, kültürel birikimim İsrail’den yana çekiyor aklımı. Öyle ya “adamlar çölü yeşertiyor”, karşıdakiler ise ürkütücü görünüşlü Arapça konuşan hırpani kılıklı adamlar. Bir yandan da içimde yavaş yavaş kovboy filmlerinde Kızılderililerin tarafını tutmam gerektiğine dair bir ergenlik isyanı büyümekte. İsrail’in Lübnan’daki ilerleyişi, yarattığı tahribat, ölümden kaçmak için yollara düşmüş insanların görüntüleri ve sonunda Arafat’ın Beyrut’taki son basın toplantısında söylediği ve aklımdan bir daha hiç çıkmayan o sözleri: “We are here, we will stay here. That’s our country”.1

Ortadoğu sorununu takip edenlerin gayet iyi bildikleri gibi o hikâyenin sonu öyle bitmiyor elbette. Arafat, FKÖ’nün yönetici kadrosu ve 11 bin Filistinli direnişçi Lübnan’ı terke zorlanıyorlar. BBC yorumcuları FKÖ’nün sonunun geldiğini, Filistin direnişinin bir daha kendine gelemeyeceğini “müjdeliyorlar”.

FKÖ giderken geride yüzbinlerce Filistinli mülteci bırakıyor. ABD bunların güvenliğini garanti etmiş ve Lübnan’a asker çıkartmış. Fransızlar ve İtalyanlar ABD’nin peşi sıra Lübnan’a çıkıyorlar. Sonucu biliyoruz, korunacak denilen Filistinli mülteciler Sabra ve Şatilla’da İsrail’in koltuğu altındaki Falanjist milisler tarafından acımasızca katlediliyorlar.

Aradan 42 yıl geçmiş. Emperyalizmin sözüne inanan FKÖ artık bir gölge bile değil. Filistin direnişi ise devam ediyor. 15 yaşında baş gösteren Kızılderililerin haklı olabileceğine dair isyan duygusu yıllar içinde gelişip somutlaşıyor. Her şiddetin aynı olmadığını, Amerikan yerlilerinin topraklarını işgal eden sömürgecileri oklamalarının, evlerini, çiftliklerini yakmalarının vahşet ya da terör deyip geçilemeyecek haklı ve yerinde eylemler olduğunu fark ediyorum. İsrail’in temsil ettiği söylenen “medeniyet”in, insanlıkla bir ilişkisi bulunmadığını zaman içinde öğrendiğim gibi.

Yıl 2024. Nasrallah 80 ton bombayla öldürüldü. Hiçbir uluslararası kısıta tabi olmayan “çok zeki ve çok kahraman” İsrail denen terör örgütü tarafından. İsrail’in güçlü olduğu doğru. Ancak o gücün kaynağı, üstün zekâ, silahlar veya teknoloji değil. İnsanlığı rehin almış kapitalist düzen, daha açık söylersek sermaye egemenliği. O düzen, atıyla, itiyle, kiralık ekran ve kalemleriyle İsrail’i desteklediği için güçlü Netanyahu ve çetesi. Yalan ve cehaletle beslenen o güç yerel, bölgesel ve küresel düzeyde hissettiriyor kendini.

İsrail Lübnan’ı işgal eder mi? Güneyde belirli bir bölgenin işgal edileceğini tahmin etmek için falcı olmak gerekmiyor. Üstelik o işgalin kalıcı olmayacağının garantisi de yok. ABD “arzu etmez”, AB “kaygı duyar”, Rusya “çok yanlış”, Çin “kabul edilemez” der, o işgal sürer.

Hizbullah biter mi? FKÖ bittiğine göre, neden olmasın? Ancak bu gerçekleşse dahi onun yerini mutlaka başka bir direniş gücü alır. Mücadele bitmez.

Yerel, bölgesel, küresel derken ulusalı da atlamayalım. İsrail, Türkiye’de İsrail’den de güçlü olduğunu göstermeye devam ediyor hâlâ. Dünyaya dair algıları yerlerde sürünenler deniz sandıkları çamur birikintilerinde kulaç atıyorlar ülkemizde. Bir örnekle bitirelim.

İnsan haklarıyla iştigal ettiğini söyleyen, kendisini “ilerici” olarak konumlayan bir avukat kardeşimiz (lafın gelişi, yoksa evlat olsa sokağa bırakılması caiz) mealen şunları yazmış sosyal medyada: “Nasrallah’ı övmeyin çünkü kendisi Türkiye’yi hiç sevmiyordu.” Bu hukuk bitirimi varlık bir de gazete kesiti koymuş, insan zekâsının sınırlarını aşağıya doğru zorlayan o tespitini doğrulamak için. Nasrallah 2016 yılında verdiği bir demeçte, “Türk ordusu ve Suud eğer Suriye’ye girerse bunun bedelini öderler” demiş. Nasrallah, bununla da yetinmemiş, “Suudi Arabistan. Türkiye ve İsrail’in çıkarları ortak” şeklinde konuşmuş.

“Nasrallah’ı övmeyin”den başlayalım. Kimseyi övdüğümüz yok. Ortada bir ikilik var. İsrail bölgeyi kana ve ateşe boğuyor. ABD bunun destekliyor. ABD emperyalizmine karşı direnen odaklar var. Bu odaklardan biri Hizbullah. Nasrallah da onun lideriydi. Bu canlı türü ve benzerleri için doğru çözüm “bize ne, yesinler birbirlerini” deyip geçmek. Biz de diyoruz ki, “emperyalizm halkların katili bir virüstür ve senin içine kaçabileceğin bir kavanoz yoktur. Önünde sonunda yakalanırsın.”

Günümüz dünyasında yerel bölgeseldir. Mesele emperyalizmle mücadele olunca bölgeselin küresele dönüşmesi an meselesidir. O virüsü durdurmak için mücadele edenlere omuz vermek gerekir. Omuz vermek, hemhal olmak değildir. 
Kaldı ki, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadele eden solcu, ilerici ve komünist gruplar var. O ateşin içinde her gün kavruluyorlar. Onların verdiği mesajların anlamı, kenardan “çağdaşlık” ahkâmı kesenlere kıyasla çok daha gerçekçi ve isabetli olsa gerektir. Lübnan Komünist Partisi Nasrallah’ın ölümü sonrasında yayınladığı bildiride şunu söylüyor: “Nasrallah’ın Lübnan’ın işgalden kurtarılması, Filistin mücadelesine katkısı yadsınamaz.” LKP bunu söylediğinde, Hizbullah’la aynı örgüt haline gelmiyor. Somut durumun somut tahlilini yapmış oluyor. Bir başka deyişle emperyalizmin yenilgiye uğratılmasını öncelikli hedef olarak benimsediğini ortaya koyuyor. Bu kadar yalın.

Gelelim “Türkiye’yi sevmiyor” kısmına. Birincisi, verilen örnekten de anlayabileceğimiz gibi, bir ülkenin halkını, kültürünü, yemeklerini, doğasını sevip sevmemekten söz etmiyoruz. Nasrallah 2016’da özetle “Türkiye Suriye’ye girmesin” demiş. Bir ülkeyi sevme kriteri komşu ülkeleri işgal etmesini desteklemek ise, en çok İsrail’i seviyor olmamız gerekir.

Nasrallah’ın Türkiye’yi, ülkeyi yöneten emperyalist yardakçısı zihniyeti sevmek gibi bir mecburiyeti yok elbette ama 2016’da “Türkiye Suriye’ye girmesin” demek, bugün içine düşürüldüğümüz durumu düşünürsek Türkiye için iyi bir dilek anlamına dahi gelebilir. İnsan hakları avukatımız sanırım Türkiye’nin Suriye'ye girmesinden ve otomatik olarak Suriye’nin de Türkiye’ye girmesinden, sayısını kimsenin bilmediği göçmenlerden, o göçmenlerin sermaye tarafından acımasızca sömürülmesinden, İdlib’deki kelle kesici paralı asker güruhundan, Gar katliamından, Suruç saldırısından filan o kadar kıvanmış ki, Türkiye Suriye’den uzak dursun söyleminden rahatsızlık duyuyor.

Nasrallah, bir de “Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarları ortak” demiş. Bak sen şu müfteriye! Bugünkü basında Suudi Prensi Salman’ın sözleri var: “Filistin halkı şahsen umurumda değil ama halkım önemsiyor”. Filistin direnişinin 7 Ekim saldırısı olmasa bu sıralar çoktan hayata geçmiş olması beklenen, Ortadoğu’da “Filistinsiz normalleşme” anlamına gelen İbrahim Anlaşmaları’nın kanlı pazarlık masasındaki Suudi Arabistan’dan söz ediyoruz. 

Peki ya Reis’in Türkiyesi’ne söylenir mi hiç böyle bir şey? Limanlardan İsrail’e sevkiyat sürmese, İsrail’in savaş makinasının yakıtı Ceyhan’dan sağlanmasa, yerli ve milli savaş sanayimizin güzide ve akraba şirketleri Bakü’deki silah fuarına İsrailli firmalarla birlikte ortak sponsor olmasa, İsrail’i koruyan ABD 6. Filosu’nun gemileri, birlikte yapılan tatbikatlardan sonra Türkiye limanlarında misafir edilmese söylenmez elbette. O kadar renkli gazozu yerlere döküyor, kahve zincirlerine taş atıyor, BM Genel Kurulu’nda esip gürlüyor yine yaranamıyoruz... 

Avukat haklı! Övmeyelim artık NATO düzeninin riyakârlığını yüzümüze çarpan direnişin liderlerini! İnsan hakları filan da bir yere kadar yani...

1“Buradayız, burada kalacağız. Burası bizim ülkemiz”

                                                                 /././

TÜGVA'nın 'değerler kulübü' çocuklara bu 'değer'i aşılıyor: ‘Bozuk parayla Cennet’i satın almak' -Burcu Günüşen-

MEB ile TÜGVA protokol imzaladı. Vakıf ortaokullarda “Değerler Eğitim Kulübü” kurdu. Kulübün müfredatından “kârlı bir yatırım” hikayesi, çocuklara hangi değerlerin öğretildiğine ibretlik bir örnek…

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) dernek ve vakıf adı altında tarikat ve cemaatlerle protokoller imzalamaya devam ediyor.

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönettiği Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) ile MEB arasında 2021 yılında imzalanan protokolle vakfın ilk ve orta öğretim kurumlarında kulüp çalışmaları yapmasının önü açılmıştı.

Bu protokole dayanarak TÜGVA bu yıl ortaokullarda “Değerler Eğitim Kulübü”, liselerdeyse “Kültür ve Medeniyet Kulübü” adı altında kulüp çalışmaları yapacak.

Milli Eğitim Müdürlükleri geçen hafta okullara yazı gönderdi, bu kapsamda yürütülecek sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerde TÜGVA temsilcilikleriyle işbirliği yapılmasını istedi.

Öğretmenler TÜGVA kulüplerinde görevlendirilmek istemiyor

TÜGVA’nın “adeta paralel bir Milli Eğitim Bakanlığı gibi hareket etmekte” olduğuna dikkat çeken Eğitim-İş Sendikası, üyelerinin TÜGVA ile yapılan ve benzeri protokoller kapsamında düzenlenen etkinlik ve faaliyetlerde görev almamaları yönünde karar aldı.

Sendikaya üye öğretmenler TÜGVA’nın okullardaki bu faaliyetleri için zorunlu görevlendirmelerin hukuka aykırı olduğunu belirterek, bu görevlendirmeleri kabul etmeyeceklerine dair okul müdürlüklerine dilekçe vermeye başladı.

TÜGVA müfredat yayımladı

Öte yandan TÜGVA okullarda kurulan bu kulüplerin faaliyetlerine ilişkin içeriği “müfredat” adı altında internet sitesinden yayımladı.

Eşitlik, hak, yurttaşlık gibi kavramların yerine İslam dini öyle gerektirdiği için temizliğe özen gösterme, itaatkar olma, sabretme, sadaka verme gibi kavramların empoze edildiği “müfredat”ta yer alan “kârlı bir yatırım” hikayesiyse dikkat çekti.

'Bozuk paralarla Cennet'i satın almak'

5. sınıflar için hazırlanan “Medeniyet ve Değerler Kulübü Ortaokul Müfredatı” kapsamında Kasım ayında çocuklara “topluma karşı sorumluluk” teması altında “Bozuk Paralarla Cennet’i Satın Almak” başlıklı bir hikaye anlatılacak.

Hikaye yoksul bir çocuğun büyüyünce çok zengin bir patron olma hayalini ve eğer bu hayalini gerçekleştirmeden ölürse cennete giriş için yaptığı hesabı anlatıyor. Kıssadan hisse ise “Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu?”…

Hikaye özetle şöyle:

Ali yoksul bir ailenin çocuğudur. Babası gündelikçi olarak çalışır, çoğu zaman iş bulamaz. Bu yüzden Ali bir yandan okuyup bir yandan da simit satarak çalışmaktadır.

Sınıfta Ahmet adlı bir çocuk daha vardır. Beslenme çantasına “pek iyi şeyler koyamaz”. Çünkü onun ailesi de yoksuldur.

Ali öğretmenine Ahmet’e ulaştırması için her gün bir simit parası vermeyi teklif eder. Öğretmense Ali’nin ailesinin de maddi durumunun pek iyi olmadığını hatırlatır ve Ali’ye büyüyünce ne olmak istediğini sorar. Ali "insanlara daha çok yardım etmek için" çok zengin bir işadamı olmak istediğini söyler. Öğretmen de Ali’ye şimdi değil de zengin olduğunda insanlara yardım etmesini önerir.

Ali karşı çıkar. Peki neden, öğretmen sorar. 

Üç sebep sıralar Ali.
 Bunlardan hiçbiri Ahmet’in sağlıklı beslenmesinin geciktirilemez bir ihtiyaç olduğuna ya da aslında bir hak olduğuna dair değildir. Ali’nin sıraladığı sebepler dayanışmanın ve yardımlaşmanın ne şartlar altında olursa olsun gerektiğine ilişkin de bir fikir içermez.

Ali’nin sıraladığı ve öğretmeninin gözlerini yaşartan üç sebebin tamamı da onun kendisiyle ilgilidir ve Ali “kârlı bir yatırım yaptığını” düşünmektedir.

Birincisi” der Ali, simit satarak kazandığı para için “Bu para zaten benim değil. Onu bana Allah gönderiyor”...

Şöyle devam eder:

İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum.”

Yani Ali Ahmet’e her gün bir simit parası vererek müşterilerine daha sevimli görünecek ve daha çok simit satacaktır.

'Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar'

Ali devam eder sebeplerini sıralamaya:

İkincisi: ‘Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde bunu hiç yapamam.

Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.”

'Şimdi Cennet'in fiyatı birkaç simit kadar'

Öğretmen üçüncü sebebi pek anlamadığını söyler. Ali şöyle açıklar:

Şimdi çok zengin olmadığım için ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet’i gücü yettiği kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre Cennet’in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet’e girebilirim. Bundan daha kârlı bir yatırım olur mu?

Hikaye öğretmenin gözleri dolarak başını “evet” anlamında sallaması ve okuldan çıkarken elinde Ali’nin verdiği bozuk paralarla “Bozuk paralar ile Cennet'i satın almak” diye sayıklamasıyla sona erer.                         /././

                                                 soL - GÜNDEM

İsrail'le normalleşme pazarlığından sızdı: ‘Suudi Prens ‘Filistin meselesini önemsemiyorum’ dedi’

Savaş boyunca Suudi-İsrail normalleşmesi için ABD’nin yoğun temasları sürdürdüğünü yazan The Atlantic’e göre Suudi Prensi Selman ‘Filistin meselesini önemsemiyorum’ dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/israille-normallesme-pazarligindan-sizdi-suudi-prens-filistin-meselesini-onemsemiyorum-dedi)

                                                            ***

Baykar'la İsrailli silah şirketi sponsorlukta ortak olmuştu: 'Ancak gurur duyulabilir'miş...   

Baykar, on binlerce Filistinliyi katleden İsrail ordusuna uçak ve silah üreten IAI ile ADEX 2024'e sponsor oldu. Bayraktar ise Baykar'ın sponsorluğundan "ancak gurur duyulabileceğini" iddia etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/baykarla-israilli-silah-sirketi-sponsorlukta-ortak-olmustu-ancak-gurur-duyulabilirmis-395267)

                                                                   ***

AKP'liler Nasrallah'ın ölümüne niye göğüslerini gere gere sevinemedi?

Uzun süre boyunca sessizliğini koruyan AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarını kınaması ancak Nasrallah’ın ölümüne hiç değinmemesi dikkat çekti. Oysa Erdoğan'ın yaptığı açıklamada Nasrallah'ın adını geçirmemesinin nedeni gayet açıktı. Çünkü AKP'nin zamanında "Hizbuşeytan" olarak adlandırdığı Hizbullah, "stratejik ortak" İsrail'e karşı mücadele yürütüyordu.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpliler-nasrallahin-olumune-niye-goguslerini-gere-gere-sevinemedi-395265)

(soL)


                                                       








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder