Dünya savaşlarının gizli paydası -Akdoğan Özkan-
I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olarak belirdiyse, acaba olası bir III. Dünya Savaşı’nın sebeplerini de benzer şekilde, II. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden okuyabilir miyiz?
Her ne kadar II. Dünya Savaşı, dönem Avrupa’sının kendi özgül jeopolitiğinin belirlediği koşullar üzerinden gelişerek patlak vermiş ise de, aslında onu I. Dünya Savaşı’nın devamı gibi düşünmek de mümkün. Belki şöyle demek daha doğru olacak: I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri arasında belirdi.
Konuyu böyle bir kesintisizlik üzerinden ortak paydalarıyla gündeme getirmeye çalışmak istememin ardında, olası bir III. Dünya Savaşı’nın sebeplerini de -benzer şekilde- II. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden okuyup okuyamayacağımızı görmeye çalışmak. İki savaş arasındaki bağlantının yeni bir harbin üzerinde gelişeceği koşullara dair bir argümantasyonda bize yardımcı olup olamayacağına bakmak.
Bunda başarılı olamazsak da, böyle bir fikir egzersizi yaparken Avrupa’nın neden “kendi bindiği dalı kesme” ve uluslararası rekabet gücünü yitirme pahasına -üstelik de ufukta parlak bir fatura da görünmezken- Rusya ile doğrudan bir savaşa yürümek istermiş izlenimi verdiğini, bunun için neden yer yer Nazizm’in takipçisi gibi de davranabildiklerini anlayabiliriz sanıyorum.
O halde, “I. Dünya Savaşı’nın sonuçları 1939’a geldiğimizde büyük ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olarak karşımıza çıkmıştır” derken ne demek istiyorum, önce onu açarak başlayayım. Şöyle ki…
İlk cihan harbinden muzaffer çıkan İngiltere, Fransa vd. Müttefik ülkelerin ABD’ye olan savaş borçları ile savaşı kaybeden Almanya’nın bu Müttefiklere ödemekle yükümlü kılındığı savaş tazminatı meseleleri uzun yıllar tam ve kesin bir çözüme kavuşturulamamış, bu durum karşı karşıya kalınan ekonomik krizleri derinleştirmişti. Neticede, bütün bunlar toplum olarak Versay Anlaşması’nda kendi yöneticilerinin ihanetine uğradıklarını düşünen Alman halkının ülkedeki siyasi sistemin temel aktörlerine yönelik hoşnutsuzluğunu artırmıştı.
Daha spesifik söylersek, halk tüm bu olumsuzluklardan I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren ateşkes anlaşmasına imza koymuş “hain”* Alman politikacıları, kendilerini “sırtından bıçakladığını” düşündükleri Yahudileri ve Marksistleri sorumlu tutan radikal sağ ideolojiyi keşfetmeye (!) başladı. Mevcut partilerin savaş sonrası ülkenin sorunlarını aşmakta yaşadıkları zorluk, 1922’de karşı karşıya kalınan hiper enflasyonun olumsuz etkileri nedeniyle katmerlenince, bu keşif yerini genişleyen bir teveccühe bıraktı. Ödenmesinde zorlanılan savaş tazminatlarının da katkısıyla büyüyen ekonomik kriz koşulları, artan işsizlik, siyasi istikrarsızlık ve derinleşen toplumsal ayrışmalarla sarsılan Almanların mutsuzluğu 1930 yılında ABD’de başlayıp dünyayı saran Büyük Buhran’ın dayattığı sert koşullarla birlikte katlandı. Hatta arada Fransızlar, koşullardan ötürü savaş tazminatlarının ödemesini atlayan Almanya hükümetini sıkıştırmak için asker gönderip Ruhr’u işgal dahi ettiler.
Velhasıl, bir zamanlar siyasal yelpazede ciddi bir ağırlığı olmayan ve Almanya ordusunun aslında sahada yenilmediğini düşünen ve hainlerce arkadan bıçaklandıklarını ve Danzig gibi etnik olarak Alman topraklarını dahi düşmana bırakmak zorunda kaldıklarını savunan Nasyonal Sosyalistler, halkın artan hayal kırıklıklarını, umutlarını ve korkularını kullanarak iktidara giderek daha fazla yaklaştılar.
İşte bu şartlar altında, ABD ve İngiltere Almanya’daki merkez partilerin iktidarlarını rahatlatacak ve böylece Almanya’da radikal sağın yükselişine set çekecek adımlar atsalardı, belki durum farklı olabilirdi. Ama öyle olmadı. Bunun çeşitli sebepleri var. Ama neticede, Wall Street ve belli başlı Amerikan şirketleri Nazilerin iktidara yükselişine katkı verdikleri gibi, Hitler’in iktidarı aldığı 1933 sonrasında Nazi Almanya’sının finansman ve ticaretini kolaylaştırıcı destekler verdiler.
1. Dünya Savaşı’nı, Batı’nın “iyi adamları” ile Sovyet Rusya, “kötü adam” olan Nazi Almanya’sını zorlu bir mücadelenin sonunda yendi ve insanlığı kurtardı gibi bir mit üzerinden okumaktan sıkıldıysanız, savaşın sınıfsal boyutları eşliğinde ilk görmeniz gereken olgulardan biri budur.
ABD’nin Nazilere desteği
Peki nasıl desteklerdi bunlar: J.P. Morgan ve T. W. Lamon gibi Amerikan yatırım bankacılarının sağladığı kredi imkanları ile General Electric, Standard Oil, General Motors ve Ford Motor Company gibi şirketlerin 1922-1944 arasında Nazilere verdikleri destekler, Almanya’nın “sen aslansın, sen kaplansın, seni kesseler acımaz” nidaları eşliğinde II. Dünya Savaşı’na yürümesinde son derece etkili olmuştur.
Örneğin, Antony C. Sutton’ın, “olmasaydı Almanya 1939’da savaşa giremezdi” dediği dev Alman kimya şirketi IG Farben, 1927 ile 1939 arasında büyük ölçüde Amerikan teknik desteği, Amerikan tahvilleri ve Amerikan National City Bank’ın 30 milyon dolarlık yardımı sayesinde iki kat büyüyebilmiştir. 1925’te Agfa, BASF, Bayer, Griesheim-Elektron, Hoechst ve Weiler-ter-Meer gibi altı önemli şirketin birleşmesiyle oluşturulan IG Farben’in finanse edilen bu büyümesi ile de Almanya’nın savaşa girmesi kolaylaştırılmıştır. 1940’larda toplama kamplarından sağladığı bedava köle işgücü sayesinde üretim maliyetlerini aşağı çeken bu şirket yine savaş zamanı Auschwitz ve Mauthausen’de insanlar üzerinde deneyler bile gerçekleştirmiştir. Avrupa’nın en büyük şirketlerinden biri haline gelmiş IG Farben’in 1945’te Müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilen binasının Müttefik Kuvvetler Yüksek Karargâhı olarak kullanılması da tesadüf değildir.
Alman savaş aygıtına ABD’den belki de en büyük destek dünyanın ilk büyük bilgisayar teknolojileri şirketi IBM’den gelmişti. Amerikalı tarihçi ve yazar Edwin Black, IBM’in Auschwitz ve Treblinka toplama kamplarındaki milyonlarca insanın ölüme götürülmesinde kullanılan teknolojiyi Nazilere doğrudan ve adım adım sağlayan bir şirket olduğunu yazar.
Black, 2001 tarihli “IBM and the Holocaust: The Strategic Alliance Between Nazi Germany and America's Most Powerful Corporation” başlıklı kitabında, Hitler’in Polonya’yı işgali ardından IBM’in, bu ülkede temel amacı Polonya'nın yağmalanması sırasında Nazi işgaline hizmet etmek olan “Watson Business Machines” isimli bir şirket kurduğunu da yürütülen faaliyetlerle birlikte aktarır. Anlatılanlara bakılırsa, IBM, Nazilerin ihtiyaç duyduğu tüm din, ana dil, milli köken, Yahudi nüfusu, kürk ticareti gibi verilerin kayıt altına alınmasından tutun da “gettolardan her gün tam olarak kaç Yahudi'nin boşaltılması gerektiğini hesaplamaya” ve soykırımı kolaylaştıracak meselelerin çözümüne kadar pek çok hususu sistemlerinin Nazilere kiralanması ile mümkün kılmış.
İngilizlerin taktik desteği
Bu arada, Hitler’in iktidara gelişini “Yahudi’nin Yahudiliğine dönüşünün başlangıcı” olarak tanımlayan İngiliz Hıristiyan Siyonistlerinin Nazilere verdiği desteği de unutmamak lazım. Özellikle de daha ortada Auschwitz, gaz odaları filan yokken, Yahudilerin Filistin’e “dönmeleri” ve bir devlet kurmaları gerektiğine inanan Anglikan Kilisesi’ne ve İskoç Kilisesi’ne bağlı İngiliz Siyonistlerin varlıklı Yahudilerin Filistin’e göçünü 60 bin kişilik ilk parti ile mümkün kılan 1933 tarihli Haavara Anlaşmasının ardında olmaları ve Hitler’i desteklemelerini kesinlikle hatırda tutmak lazım.
Ayrıca, İngilizler Nazilerin Çekoslovakya işgaline ses çıkarmamışlardır. Bunun da ardında, bu işgalle Almanların Rusya ile savaşırken ihtiyaç duyacağı silahları bu alanda sağlam bir altyapısı olan Çeklere ürettirecek olmalarını bilmelerinin büyük payı vardır. İngilizler Almanya’yı doğuya doğru yönlendirmek için de ellerinden geleni yapmışlardır. Zaten Hitler de Kavgam’da, “Lebensraum” kavramı altında dış politikasının ırkçı gerekçelerini anlatırken, Naziler olarak hedeflerinin, kabaca, “doğuya doğru genişlemek ve ırksal olarak üstün Cermen halkları (Herrenvolk) için ırk olarak aşağı halk (Untermenschen) olan Slavları yok etmek” olduğunu söylemiyor muydu?
NAZİ misyonu ve NATO misyonu
Bu arada parantez açıp, “Doğu’ya doğru genişlemek” ve Slavları yok etmek misyonunun epeydir NAZİ’lerden değil, NATO’dan sorulduğunu hatırlatalım. Hatta, buradaki “kesintisizlik” daha çarpıcıdır: Hitler’in ordusunda Nazi subayları olarak görev yapmış Adlof Heusinger, Hans Speidel, Johannes Steinhoff, Johann von Kielmansegg, Ernst Ferber, Karl Schnell, Franz Joseph Schulze, Ferdinand von Senger und Etterlin gibi komutanlar daha sonra NATO’da önemli görevler üstlenmiştir.
Hatta Nazi Almanya’sında orduda (Wehrmacht) Albay olarak görev yapmış Albert Schnez yıllar sonra sosyal demokrat Willy Brandt hükümeti döneminde Alman Genelkurmay Başkanı olmuştur. “Hitler’in Süper Casusu” olarak bilinen istihbarat subayı Reinhard Gehlen ise ilerleyen yıllarda CIA’de, yine Alman ordusunda askeri istihbarat subayı olarak çalışmış Kurt Waldheim’in da 1972-1981tarihleri arasında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olarak görev yaptığını da unutmayalım! Hem de karanlık geçmişi 1945’ten itibaren CIA tarafından bilinmesine rağmen.
Eğer Naziler ilk ve tek istikameti Sovyetler Birliği olarak belirlemiş olsalar, sonra da Rus cephesinden muzaffer çıksalardı, muhtemelen Müttefiklerin daha da büyük destek ve teveccühüne mazhar olabileceklerdi. Ama tabii, tarih öyle tecelli etmedi.
Dev maliyetlerin yönetilmesi
Buradan başlangıçta hatırlattığımız “sonuç-sebep” meselesine dönersek… I. Dünya Savaşı sonrasında mesele “maliyetlerin yönetilmesi” meselesi olup çıkmıştı. Washington, İngiltere, Fransa vd. Avrupalı müttefiklerine savaş boyunca verdiği milyarlarca dolarlık borcun geri ödenmesini garanti altına alma kararlılığı içindeyken, İngiltere ve Fransa bu borçlarını, Almanya’dan alacakları savaş tazminatlarıyla ilişkilendirme gayreti içinde olmuştu. Ancak Washington’un, müttefikler arası savaş borçlarının onların Almanya’dan alacaları tazminatlarla ilişkilendirilmesi çabalarına uzun süre karşı durduğunu biliyoruz.
Merkez bankalarının rezerv politikaları konusunda koordinasyon içinde olmalarını sağlama ihtiyacı bile ilkin bu savaş tazminatları ve savaş borçları meselesinin (Young Planı kapsamında) daha iyi yönetilmesini sağlamak için hissedilmişti. Neticede bugün önemli bir uluslararası fonksiyonu olan Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) dahi 1930’da Belçika, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve tabii ki İsviçre tarafından doğrudan bu amaçla kurulmuştu.
Kariyerine I. Dünya Savaşı’nda savaş sponsorluğuyla başlayıp, Büyük Buhran’dan alınan dersler sayesinde II. Savaş’ta bu rolü “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” (The Lend and Lease) programı ile geliştirip pekiştiren ABD, II. Dünya Savaşı sonrası kendisini “Hür Dünyanın” jandarması konumuna yükseltirken, NATO’yu da 1949’da bu maliyetlerin paylaşımının yönetilmesiyle de mükellef kılacak şekilde kurdu. NATO belki, II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa'da ortaya çıkan güvenlik ihtiyacının sonucu olarak, üyelerine dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı ortak hareket etme ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir güvenlik seti çekmek amacıyla kuruldu. Hatta NATO, o sıkça dile getirilen ifadede de olduğu gibi, aslen “ABD’yi içerde, Sovyetler’i dışarda, ama özellikle de Almanya’yı aşağıda (!) tutmak üzere” teşekkül ettirilmiş bir askeri ittifak idi. Hangi Almanya’yı? Yüzlerce yıl birbiriyle savaşmış Avrupa’nın küçüklü büyüklü ülkelerini tehdit edebilecek ve Avrasya’nın sınırlarını jandarmanın iradesine rağmen değiştirme cüreti gösterecek kudrete erişebilecek bir Almanya’yı…
Ama bunların da ötesinde bu amaca dönük maliyetler bir ortak komutadan yönetilsin, paylaşılsın istendi NATO ile.
Dev maliyetlerin yönetilmesi
Gelgelelim, ABD Hazine Bakanlığı rakamlarıyla Kasım 2025 itibarıyla ulusal borcu (38 trilyon dolar ile) arşa ulaşmış Washington bu paylaşım tablosundan dahi artık memnun değil. Maliyetlerin paylaşımında Avrupalı müttefiklerinin çok daha fazla rol ve rakam üstlenmelerini istiyor, bunun için üst perdeden konuşup tehdit ediyor, oyunları bozuyor, kırıp döküyor. Yeniden oyun kurarmış, meşruiyet dağıtacakmış gibi yapıyor. Tüm aktörlerin kendisini önce güvensiz hissetmesini sağlıyor. Ortadoğu’daki (Suudi Arabistan, BAE gibi) müttefikler mesajı alıyor, Washington’a aktardıkları rakamda cömertçe el yükseltiyor. Ama işleri zaten çok iyi gitmeyen Avrupalı müttefiklerin hepsi mesajı hemen almak, uzun yıllardır ucuza eriştikleri enerji kaynaklarına sırf Washington kazansın diye daha fazla para ödemek istemiyor. Kimileri de Washington’un bir dediğini iki etmiyor, kendi bindiği dalı kesebiliyor, susabiliyor. İstihdamdaki düşüşü, rekabet avantajındaki yitimi askeri Keynezyenizm ile aşabilirmiş gibi yapıyor, bu yöndeki rüyalarından bahsediyor.
Tabii ki Avrupa, özellikle de Orta ve Doğu Avrupa jeopolitik denklemleri zor coğrafyalar. Buralardaki ihtilaflar sadece buraya mahsus ihtilaflar olarak kalmıyor. “Maliyet yönetimi” de hiçbir zaman tek belirleyici olmuyor. İngiliz stratejist Halford Mackinder, “her kim ki Doğu Avrupa’yı kontrol altında tutar, o dünyanın kalbinin attığı merkez bölgeye (Heartland) hükmeder,” demişti. Nitekim III. Dünya Savaşı’na yönelik olası senaryoların odağında çoğunlukla bu coğrafyanın bulunması tesadüf sayılmaz. Yayılarak bir cihan harbine dönme olasılığı henüz tam olarak sıfırlanmamış bu coğrafyadaki bir savaşta son üç yılda ölen insan sayısı sanırım 1 milyonu aştı. Ama bunun kimseyi durdurduğu yok. İşte bunun tek olmasa da bir sebebi de bahsettiğim maliyetlerin yönetiminin tam olarak nasıl olacağı konusunda son noktanın konmamış olması.
O nokta belirleyici bir komite ya da antlaşma ile taraflara dikte edilmedikçe ya da yeni bir savaşla net olarak konmadıkça, biz bu konuyu konuşmaya epey daha devam edeceğiz gibi görünüyor. Ama Heartland teorisi ile bu yazıda geldiğimiz yere şimdilik bir nokta koyalım. O teorinin tartışmadaki yol göstericiliği bir başka yazımızın konusu olsun.
*Osmanlı için Sevr neyse, Almanya için de Versay biraz böyle algılanmış, dersek meseleyi basitleştirmiş oluruz belki, ama kavranmasını kolaylaştırabiliriz, sanıyorum.
Bir yalı, beş adam: Yolu Zeki Paşa Yalısı’ndan geçenler -Eray Özer-
Satışa çıkan meşhur Zeki Paşa Yalısı’nın tarihini kazıyınca altından beş adamın hikayesi çıktı. Bu beş adamın hayatı üzerinden Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönemlerine dair nefis bir okuma yapılabilir. Ama biz bu isimleri belki daha önce duymadık bile. Çünkü merak etmiyoruz, çünkü hep daha önemli şeyler var konuşulacak. “Kediyi merak öldürür” diyoruz ya, bizi de meraksızlık öldürüyor

Sarıyer Rumelihisarı’nda yer alan ve II. Abdülhamid döneminin nazırlarından Zeki Paşa için dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından tasarlanan İstanbul Boğazı’nın simge yapılarından, 23 odalı tarihi Zeki Paşa Yalısı





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder