Tekinsiz dünyanın tekinsiz siyasi yapıları -Selçuk Candansayar-Tekinsizliğin birbiriyle etkileşen iki boyutu var. Biri kendisi dışındaki çevre, dünyaya dairdir. O güne kadar bildiği dünyanın aslında bildiği gibi olmayabileceğini, değiştiğini, yabancı, tuhaf, bilinemez bir hale dönüştüğünü hissetme hali. İkincisi ise kendisine dairdir. Kendisinde kendisine de yabancı, tuhaf gelen duygu ve düşüncelerin ortaya çıktığını hissetme hali. Bu değişimler birey tarafından yabancı, tuhaf, korkutucu bir belirsizlik olarak deneyimlendiğinde tekinsizlik hissi ortaya çıkabiliyor.
Örneğin, iki aşıktan biri diğerini yabancı, tuhaf ve değişmiş gibi hissettiğinde kapılır tekinsizliğe. Beni artık sevmiyor mu kuşkusu değildir tekinsizlik, aşık olduğum kişi bildiğimi sandığım kişi değil mi belirsizliğidir. Bir diğer örnek politik alandan verilebilir. Yıllardır RTE’nin kendi haklarını savunduğuna, kendisinin hayat koşullarını iyileştireceğine, Türkiye’nin dünya devi olacağına inanan bir kişi, olup bitenler hayat koşullarını her geçen gün kötüleştirdikçe ve RTE’nin yapıp ettiklerine baktıkça tekinsizlik hissi yaşamaya başlayabilir. Beni kandırdı kuşkusu değil, bildiğimi sandığımı bilmiyor olabilir miyim belirsizliği. Truman Show filminde, Truman Burbank’in (Jim Carrey) yaşadığı his tekinsizliktir. 7 Ekim Katliamı sonrası İsrail-Hamas çatışması ile başlayan katliamlar, Lübnan’a yayılıyor ve bir yıl dolarken 50 bini aşkın ölüm, yüzbinlerce yaralı, engelli ve milyona yakın yerinden edilmelerle derinleşiyor. Son olarak Lübnan Hizbullahı’nın lideri Nasrallah ile birlikte örgütün yönetim kadrolarının neredeyse tümü öldürüldü. Türkiye’deki siyasi parti, örgüt ve hareketlerin Nasrallah’ın öldürülmesine tepkileri, tekinsiz bir dünya algısının nasıl da yerleşmiş olduğunu gösteriyor gibi. Sol Parti sadece İsrail’in saldırgan, katliamcı politikasını eleştirdi. Diğer “sosyalist” parti ve yapılar ise Nasrallah’ı bir “devrimci şehit” olarak “göklere çıkardılar”. Lübnan siyasi tarihinden sosyalistlerin silinmesinin belki de en önemli aktörünü ağıtlarla uğurladılar. Bu hali basit bir “teorik yanılgı”, “yanlış politik analiz” olarak görmek çok doğru olmayabilir. Benzer bir durum Özgür Özel CHP’sinin RTE iktidarıyla ilişkisinde de var. New York Belediye Başkanı’na rüşvet verilmesi iddiasıyla ilgili Özel’in açıklaması ile Kılıçdaroğlu’nun “şafağın söktüğü güneşin battığı yerde” yaptığı açıklaması da tekinsizlik hissine örnek. Daha bir yıl öncesine kadar yıllarca omuz omuza mücadele veren iki “liderin” açıklamaları arasındaki fark yalnızca siyasi analiz ya da strateji farkıyla anlaşılabilir gibi değil. Eski genel başkanın siyasi hırsı da açıklayıcı değil. Çünkü o da “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek desteklemişti RTE’nin planını! Hangi siyasi analiz anti-emperyalist, hangisi antisemit; hangi hareket antisiyonist, hangisi sosyalist; Özgür Özel mi, Ekrem İmamoğlu mu, Mansur Yavaş mı RTE’ye karşı kazanır, yoksa “İsrail, Kürtleri de yanına yedekleyerek Türkiye’ye de saldıracağı için” en doğrusu RTE’nin ardında hizalanmak mı!!? Eğer öyleyse, RTE neden Nasrallah’ın ismini anmadı? Hiçbir siyasi hareket toplumsal desteği olmadan ayakta kalamaz ve büyüyüp iktidara gelemez. Desteği verecek toplumun bireylerinin her birinin dünyayı ve olup bitenleri nesnel ve doğru bir siyasi analizle değerlendirebilmeleri de beklenemez. Bir siyasi hareketin başarısının olmazsa olmazı ise seslendiği insanlara dünyanın bilinebilir olduğunu gösterebilmesidir. Sıradan insan için, en yalın haliyle, bu bundan oluyor, şu da bu yüzden böyle, sen de busun ve aslında şu olabilirsin diyerek, hem dünyayı hem de kendisini bilinir kılarak tekinsizliği gideren hareket başarılı olabilir. Tekinsizlik hissini bastırmanın bir yolu da olup bitenlerin ardında kimsenin gücünün yetmeyeceği bir “şey” olduğu yanılsamasıdır. Komplo teorilerinin tekinsizliğin derinleştiği dönemlerde yaygınlaşması da bu yüzdendir. Tekinsiz bir dünyada korku içinde yaşamaktansa, ister yararına ister zararına olsun, olup bitenleri kontrol edebilen bir güç olduğunu bilmek rahatlatır insanı. Öyle bir güç ki, aslında bir planı var ve belirsizlik gibi görünen durum aslında en azından biri/leri tarafından biliniyor ve kontrol altında. Eh biraz dine yatkınsanız “kader” dersiniz, olmadı dünyayı yöneten beş aile, daha olmadı her şeyini ardında ABD var diye uzar gider bu liste.
Özcesi, tekinsizliğin derinleştiği dönemlerde komplo ya da kaderci yaklaşımların çok önemli bir etkisi vardır. Her şeyi bilen ve bize dünyanın ne olduğunu bildiren, ne yaparsak belirsizlikten ve tehlikeden korunabileceğimizi gösteren bir “şey” beklentisini artırır. Bu “şey” bir lider olduğunda ne olabildiğinin en iyi örneği Hitler’dir. Büyük insanlığın ortak yararına olabilecek bir “şey” ise bir lider değil, bir siyasi harekettir. Netanyahu hükümetinin katliamı, siyasal islamcı Nasrallah’ı devrimci kılmaz; devrimcilik öncelikle büyük insanlığın ortak yararını düşünebilmektir ya da AKP oylarını çekebilmenin RTE’yi demokrat bir lider olarak görmeden de mümkün olduğu siyaseti sürdürebilmektir
/././
İsrail ve 'kurallara dayalı uluslararası sistem' masalı -İbrahim Varlı-
Kolektif emperyalizmin; Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore gibi Batı merkezli sistemin dışına taşan veya hizaya girmeyen ülkeleri/aktörleri suçlamak için kullandığı en temel argüman şu: “Kurallara dayalı uluslararası sistem” tehdit/ihlal ediliyor.
***
“Kurallara dayalı uluslararası sistem” dedikleri hikaye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD emperyalizmi merkezli oluşturulan, Soğuk Savaş sonrasının “tek kutuplu dünyası”nda cilalandırılarak parlatılan bir “güçlüler sistemi.”
***
Temel hikaye kapitalist-emperyalist sistemin tesisi/bekası. Kapitalist-emperyalist sistemin bekası için dayatılan “düzen”dir söz konusu olan.
***
Tam da bu nedenle “uluslararası sistem”in temelini oluşturduğu varsayılan kurallar bizzat mevcut sistemi oluşturan aktörler tarafından ihlal edildi, edilmeye de devam ediliyor.
***
Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri pek çok işgali, müdahaleyi, saldırıyı bizzat bu sistemin bekası, tahakkümü adına gerçekleştirdi.
***
Emenlerin dilediklerini yaptığı, keyfilikle malul bir düzen oysa ki. Güçlünün kuralları belirlediği, zorbanın kendi kurallarını dayattığı bu düzen ne ilkelere ne de kurallara dayalı.
***
Ukrayna’da, Filistin’de, Lübnan’da, Suriye’de tanık olduklarımız “uluslararası düzen” söyleminin nasıl bir safsata olduğunun çarpıcı göstergeleri. Esasında ortada ne bir düzen, ne de bir hukuk var. Güçlü olan, kuralları ancak kendi çıkarlarına hizmet ettiği oranda dikkate alıyor.
***
Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi, Beyrut’ta Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı vuran İsrail bir çırpıda sistemin tüm ikiyüzlülüğünü ortaya serdi. Savaşı yaymaya çalışan, komşu ülkelerin başkentlerini bombalayan, tüm dünyanın gözleri önünde insanlık ve savaş suçları işleyen İsrail cesaretini tam da bu “kurallara dayalı düzen”den alıyor.
***
Ukrayna’da savaşı derinleştirmeye çalışan ABD/NATO/AB de cesaretini bu sistemden alıyor. Mevcut uluslararası sistem egemenlerin hukukunu koruyor, bu tarz saldırıların derinleşmesine zemin hazırlıyor.
***
Savaş suçlarından yargılanması gereken Netanyahu’nun Amerikan Kongresi’nde, BM Genel Kurulu’nda alkışlanmasının arka planında bu sistem var. İsrail’in katliamlarına sessiz kalan liderlerin Rusya’yı kınamasında da.
***
Birleşmiş Milletler’e ve Lahey Adalet Divanı’na bakmak dahi bu uluslararası ikiyüzlülüğü teşhir etmeye yeter. Bütün işgaller, saldırılar, katliamlar “uluslararası hukukun verdiği haklar” kılıfı altında gerçekleştiriliyor.
***
Ukrayna savaşında uluslararası hukuku dillerinden düşürmeyen ülkelerin İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırılarına destek vermesi bundan.
***
Ukrayna, Gazze, Yemen, Suriye… Gücü ve yetkisini "uluslararası düzen"den hegemon güçler yakıp yıkmaya devam edecekler. Bunu yaparlarken de demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi kavramları dillerinden düşürmeyecekler.
***
Dünya büyük bir alt üst oluşun içerisinde. Güç mücadeleleri, paylaşım, hegemonya kavgası şiddetleniyor. Nükleer tehditler, hibrit savaşlar, saldırı ve işgaller derinleşiyor. Belirli kurallara göre hareket edildiği iddia edilen “uluslararası sistem” her tarafından su alıyor. Düzenin değil zorbalığın hakim olduğu bu yeni iklimde çelişkiler keskinleşiyor.
***
Egemenlerin kendi zorbaşlıklarını hayata geçirmek için kullandığı bu "uluslararası köhne düzen"in yok edilip ortadan kaldırılmasından, halkların yararına bir düzen kurmaktan başka kurtuluş yok. Bu egemenlerin düzeni, böyle olmaya devam ettikçe de zorbalar dilediklerini, diledikleri şeyi yapmakta bir beis görmeyeceklerdir. Tam da bu yüzden İsrail Gazze'yi, Lübnan'ı, Suriye'yi, Irak'ı vurabiliyor.
/././
Kimse oturmasın işçiler ayakta! -Gözde Bedeloğlu-Erzincan İliç’te meydana gelen ve 9 işçinin öldüğü heyelanda, altın üretimi yapılan Çöpler Maden Sahası’ndan çıkarılan siyanürlü liç yığını çökmüş ve zehirli toprak vadiye akmıştı. Kanadalı ANAGOLD Madencilik ve Çalık Holding ortaklığındaki madene Çevre ve Etki Değerlendirme (ÇED) olumlu ve kapasite artışı iznini veren yetkilinin bizzat dönemin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum olduğu ortaya çıkmıştı.
Murat Kurum o sırada AKP’nin İstanbul belediye başkanı (İBB) adayıydı ve bilimin, büyük bir çevre felaketine sebep olacağını ısrarla tekrarladığı Kanal İstanbul Projesi gündeminde yoktu. Oysa biliyoruz ki öncesinde, Çevre Bakanı olarak, kanalla ilgili ÇED sürecini çevre hassasiyetini en üst düzeyde tutarak yürüttüklerini anlatmış ve projeyle ilgili endişelerin yersiz olduğunu açıklamıştı. Murat Kurum, Türkiye’nin geleceğine damga vuracak, çocuklar için çok kıymetli bir istiklal ve istikbal projesi olduğuna inandığı Kanal İstanbul’dan, İBB başkan adayı olduğu süre boyunca hiç bahsetmedi, onun yerine, yoksula uygun fiyata üç kap yemek hizmeti sunan Kent Lokantaları’nı projeden saymayarak küçümsemeyi tercih etti.
Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) maden kazasıyla ilgili hazırladığı raporda, altın madenlerindeki denetim ve işçi sağlığı sorunlarına değinilerek “İliç Çöpler Altın Madeni’nin kapatılması ve ruhsatının iptal edilmesi başta olmak üzere ülkemizde siyanürlü altın madenciliği yasaklanmalı, bundan sonra her türlü üretim ve tüketim ilişkileri doğayla uyumlu ve sömürüden uzak olmalıdır” denildi. TMMOB Kimya Mühendisleri Odası’nın hazırladığı raporda, maden işletmelerini sınırlayan en önemli teknik projelerden bir tanesinin ÇED raporları olduğunun altı çizildi. “Liç yığınlarının yüksekliğinden kapasitesine, siyanürün kullanım limitlerinden atık barajlarına kadar tüm süreçlerin Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın denetim ve takibinde olduğu hatırlatıldı. Kapasite artışıyla ilgili ÇED olumlu kararı veren Murat Kurum başkanlığındaki Çevre Bakanlığı’nın, 9 işçinin ölümüyle sonuçlanan bu faciada doğuran sorumluluğu olduğu belirtildi. Ve konuyla ilgili son rapor CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz imzasıyla TBMM İliç Maden Kazası Araştırma Komisyonu’na sunuldu. Raporda, entegre tesisinin ünitelerinin farklı projeler halinde gösterilerek ÇED’e ayrı ayrı başvurulduğu ve bunun ‘entegre tesisler için tek ÇED süreci işletilir’ kuralının ihlali olduğu tespitine yer verildi. Ayrıca, ÇED raporuna onay verdiği için birinci dereceden sorumlu olarak gösterilen Murat Kurum’un dinlenmek istediği halde komisyona gelmediğine dikkat çekildi. Kendisine ulaşılamayan eski Çevre Bakanı Murat Kurum, İstanbul’a başkan olamayınca yeniden Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak atandı.
Bugünlerde ulaşılamayan AKP’lilerden bir diğeri de Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu. Sahibi olduğu Fernas Madencilik’e ait iş yerinde sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılan işçiler haftalardır direnişte. Ancak seslerini ne AKP’li patrona ne de hükümete duyurabildiler. Bağımsız Maden İş Sendikası’nın, işçilerin çalışma koşullarına dair yayınladığı görüntüler, yeni facialara davetiye çıkaran ihmallerle dolu. İşçiler sürekli kablo ve ekipmanlarla suya batık şekilde gaz kaçağı, elektrik çarpması tehlikesi olmasına rağmen herhangi bir önlem alınmadan çalıştırılıyor. Kullanılan kimyasallar ve koruyucu ekipman eksikliği nedeniyle uzun vadede kanser, kısa vadede kör olma tehlikesi altındalar. Ve ortalamanın altında düşük ücret alıyorlar. İşçiler, AKP Milletvekili Nasıroğlu’nun iş güvenliği yönetmeliklerine ve kanun maddelerine uymadığı için ölüme gönderildiklerini söylüyor. Dönemin Başbakanı Erdoğan, Soma’da 301 madencinin hayatını kaybettiği madenle ilgili, işçi sağlığı iş güvenliği noktasında başarılı olduğunun tespit edildiğini söylemiş ve “Bunlar olağan şeyler. Bunun fıtratında var” demişti. Fernas işçilerinin çalışma koşulları, olası bir faciayla burun buruna yaşandığının apaçık kanıtı. Güvenle ve insanca çalışma ve yaşama hakları için direnen madenciler bugüne kadar karşılarında devletin polisi ve jandarmasından başka muhatap göremedi. Tartaklandılar, gözaltına alındılar. Şimdi de Soma’dan Ankara’ya bir yürüyüş başlattılar. Bağımsız Maden İş Sendikası örgütlenme uzmanı Başaran Aksu aracılığıyla biz de soralım, yasa yapan TBMM’de yemin etmiş birisi olarak, nasıl oluyor da kendi iş yerinde en az üç Anayasa maddesi, on tane kanun maddesi çiğnenebiliyor? Cem Dinlenmiş’in çizdiği işçi ve çiftçi eylemleri haritası çarpıcı şekilde gösteriyor ki, emekçiler Türkiye’nin her yerinde direniyor. Umut arayan oraya baksın ve destek için harekete geçsin. Sesi, duymazdan gelinemeyecek kadar büyütelim.
/././
‘Rekortmen halka’ enerji faturası cezası! -Özgür Gürbüz-
Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar bir süredir elektrik ve gaz faturalarında değişiklik yapılacağını ve çok tüketenlerden devlet desteğini keserek daha fazla tahsilat yapılacağının sinyallerini veriyor.
Bayraktar, “Desteği tüketim esaslı ortaya koymak gerekiyor” diyor ve destek gruplarını doğru tanımlamaktan bahsediyor. Bu iş nasıl yapılacak, işin o kısmı ise hiç net değil.
Öncelikle daha çok enerji tüketmenin nedenlerinin doğru analiz edilmesi gerekir. Örneğin, kalabalık bir ailenin daha fazla elektrik tüketmesi nedeniyle cezalandırılması doğru olmaz. Bahsedilen tedbirler hanelerin enerji faturalarına kadar uzanacaksa, kişi başına düşen enerji tüketimi gibi yeni ölçümlerin yapılması gerekir ki misafir kovalamaya kadar varır bu iş.
Tedbirler ya da pahalı fiyatlandırma, şirketleri de kapsayacaksa, işletmelerin çalışma alanlarına göre detaylı sınıflandırma yapılması gerekir. Enerji yoğun bir alanda çalışan işletmeyle (dondurulmuş gıda ürünleri satan bir market gibi) bir terzinin elektrik faturaları haliyle aynı olamaz. Bu yüzden işyerleri için sadece tüketim miktarına bakarak, “sen daha fazla tüketiyorsun, o yüzden de daha fazla ödeyeceksin” denemez. Zenginsin, senin elektrik bedelin daha fazla olacak diyen bir yöntem de gelir vergisindeki adaletsizliğin enerji faturaları üzerinden düzeltilmeye çalışılması anlamına gelir. Hükümet 22 yılda yarattığı gelir adaletsizliğini böyle çözemez. Görüldüğü gibi ‘tüketim esaslı faturalandırma’ öyle kolayca çözülecek bir konu değil.
Enerji fiyatlarını halka yansıtmamak için sübvanse ediyorum, bu da ekonomiye büyük bir yük oluyor deyip, yapılan gizli açık zamları haklı çıkarmaya çalışmak ilk bakışta anlaşılır gelse de o hükümete, “Sen neden halkını enerji faturalarını karşılayabilecek düzeyde zenginleştiremedin de devlet desteğine muhtaç ettin” diye sorarlar.
Hükümet her zaman yaptığı gibi yükü yurttaşların omuzlarına atmaya çalışıyor ve sorumluluk almaktan kaçınıyor. Asıl yapması gereken ise enerji tasarrufunu ve enerjinin verimli kullanılmasını teşvik edecek yapısal değişiklikleri hayata geçirmek olmalı. Elektrik tasarrufu yapılsın, konutlarda daha az elektrik tüketilsin ve enerjide dışa bağımlılık azalsın mı istiyorsun? O zaman buyurun size bir çözüm önerisi. Elektrik faturalarının üçte birini oluşturan buzdolaplarının enerjiyi verimli kullananlarından KDV’yi kaldır veya makul bir seviyeye indir de halk 15-20 yıl kullanacağı buzdolabını alırken daha az elektrik tüketenini tercih etsin. Hanelerde elektrik tüketimi düşerse, devletin desteklediği faturaların da tutarı azalır.
Gaz çok pahalı, herkes kullanabilsin diye biz destekliyoruz mu diyorsun? O zaman konutlarda yalıtım standartlarını arttır, denetimleri sıklaştır da insanlar evlerinde daha az gaz yakarak ısınabilsinler. Yeni binalarda ısı pompasını zorunlu tut. Balkonlara güneş paneli kurulmasına izin ver. Her yeni apartman elektrik tüketimini belli bir oranda güneşten karşılamak zorunda olsun; çatısına, otoparkına güneş paneli koymayana ruhsat verme. Enerji kooperatiflerinin önünü aç, halk kendi elektriğini üretsin. Gerekiyorsa bu önlemleri uygun faizli, uzun geri ödeme süreli kredi paketleriyle destekle. Bunların hangi biri yapıldı da iş faturaya geldi?
Enerji tüketiminin azaltılmasına kimsenin itirazı olmaz. Türkiye gibi enerjisinin yüzde 80’den fazlasını fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve gaz) sağlayan ve dışa bağımlı bir ülkede daha az enerji tüketmenin hem ekonomiye hem de iklim krizini durdurmaya faydası var. O yüzden de hükümetin, uygun politikalarla enerjinin tasarruflu ve verimli kullanılmasını sağlayacak araçları şirketlerin, kamu kuruluşlarının ve yurttaşların kullanımına sunması beklenir. Balık tutmayı öğretmeden herkesten balık tutmasını istemek olmaz!
24 Ağustos’ta Enerji Bakanı Bayraktar, “Temmuz’da hem elektrik tüketiminde hem de elektrik üretiminde rekor seviyelere ulaştık” diyordu. Klima tüketimi nedeniyle her yıl yaz aylarında yaşanan bu ‘elektrik israfını’, elektrik tüketiminde rekor kırdık diyerek bir başarı öyküsü gibi değerlendiren bu açıklamanın ardından, çok elektrik tüketenden devlet desteğini keserek daha fazla para alacağız denmesi bir çelişki değil mi?
Bırakın halkımız rekor kırmaya devam etsin Sayın Bayraktar, rekortmenleri cezalandırmayın!
/././
Birgün - GÜNDEM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder